29 Aralık 2013 Pazar

ACLIK KORKUSU VE KÜRESEL TARIM SAVASI - ERHAN ÜNAL

ADIM ADIM KÜRESEL FİNANS OLİGARŞİSİNİN DOĞUŞU
“Son dört yüz yılda küresel olarak ivmesi gittikçe artan oligarşik bir yapılanmanın içerisindeyiz. Bu yapılanmanın tarihçesi aslında çok daha eskilere dayanmakla birlikte, Amerika kıtasının keşfinden sonra önemli bir güç sıçraması ve buna bağlı olarak da süreç içerisinde dikeye yakın bir hızlanma oluşmuştur. Günümüzde bu söz konusu ‘merkezi güç’, Avrupa’dan başlayarak adım adım var olan ülkeleri ve kıtaları plan doğrultusunda yapılandırmayı hızlandırmaktadır.

Bu ‘güç sistemi’, geçmişte ekonomik ve politik yapısal modellerini oluşturmuş, bu modellere işlevsellik kazandırmış ve kurumlaştırmıştır. Oluşan bu ekonomik ve politik alt yapının üzerinde gelişen sosyal yapı ise, günümüzde dünyanın neresinde olursa olsun, insanın düşünce ve davranış sistemini kontrol edip şekillendirmektedir. Geçen binlerce yılda titiz bir uğraş ve müthiş bir enerji ile iğne oyası işlercesine, bölgesel etnik bir yapı üzerine dinselleştirilerek oturtulmuş bu muazzam ‘güç sisteminin’ merkezine, günümüzde ‘Küresel Finans Oligarşisi’ (KFO), diyoruz.

Zaman içerisinde mükemmelleşen bu güç sistemi özellikle son 300 yıl içerisinde Dünyamızda yaşamı, kendi plan hedefleri doğrultusunda yönlendirebilen, şekillendirebilen bir konuma gelip yerleşmiştir. Artık bu güç merkezi 3500 yıl önce önüne koymuş olduğu hedefe, (tek merkezli dünya hâkimiyeti) çok yakındır. Her ne kadar hala, yerküremizin şu ya da bu köşesinde işler KFO açısından çok da pürüzsüz gitmese de genelinde sistemin hâkimiyeti sağlanmıştır.

Dünyada, kitlesel olarak insanlar üzerinde hâkimiyetin sağlanabilmesi yönünde gerçekleştirilen en önemli yapısal aşama, adım adım insanların beslenme potansiyeli üzerinde hâkimiyeti ele geçirmek ile olmuştur. Yeryüzünde tüm canlıların sahip oldukları temel reflekslerinden birisi (yapısal olarak) beslenebilmek için, yiyecek bir şeyler bulabilme güdüsüdür. Bundan dolayı insanların da tüm davranışlarının temelinde, öncelikli olarak kendisi ve ailesi için beslenme imkânını oluşturabilmek ve devamını sağlamak eğilimi yatar. Paleolitik çağ öncesinde de durum böyleydi, günümüzde de böyledir. Gıda konusunda herhangi bir sebepten oluşabilecek gıda dar boğazı, hatta sıkıntı ihtimali, insanlarda “açlık korkusu”na sebep olur.

Gıda sorunu, açlık korkusu ya da ‘beslenme temel hakkı’ üzerine sayısız kitap yazılmıştır ve daha da pek çok yazılacaktır. Konu çok geniş ve bakış açılarının farklılıklarına göre pek geniş bir bilimsel hacme sahip. Burada tarım ve gıda konusunu neden ele aldığımı, KFO açısından beslenme temel hakkının, nasıl ve neden kendi plan hedeflerine ulaşmada çok etkili bir araç olarak kullanıldığını açıklamaya çalışacağım.

KÜRESEL BİR HÂKİMİYET ARACI OLARAK ‘AÇLIK KORKUSU’
İnsanın en ‘derin’ ve en ‘temel’ korkularından birisinin, ‘aç kalma korkusu’ olduğunu yukarıda belirttim. On binlerce yıldır insanoğlunun günlük yaşam ritminin belirleyici unsuru olan açlık duygusu ve yiyecek bir şeyler bulabilme uğraşı, bu gün bile her an bilinçaltının derinliklerinde titreşen negatif bir enerji olarak kişinin şu yada bu davranış tarzında etken olan temel nedenlerden birisidir.

Canlıların refleksif davranışlarını tetikleyen temel algılardan birisi olan ‘korku’, tarih boyunca insan kitlelerini yönlerdirme ve sömürmede en önemli gereç ve en etkili silahtır. Amerika kıtasının keşfinden sonra etrafa çekirge sürüsü gibi yayılan istilacılar tarafından sistematik bir şekilde yoğunlaştırılan ‘ölüm korkusu’nun yarattığı dehşet ile insan kitlelerinin nasıl paralize (adeta felç) edilerek savunmasız hale getirildiklerini hatırlayalım. ‘Korku’ olgusunu daha da genişleterek araştırmaya devam ettiğimizde korkuların ‘anası’ndan ‘açlık korkusu’ndan ve bu gün bu korkunun çeşitli biçimlerde kullanılmasıyla, dünya çapında nasıl bir ‘Tarım Savaşı’nın sürdürüldüğünden bahsetmemiz gerekmekte.

Tarihte insanlar ‘avcı- toplayıcılık’tan tarım toplumuna çok da gönüllü olarak geçmemiş. Bu geçiş yoğun kişisel zahmetleri ve riskleri beraberinde getirmiş. Gittikçe sayısal olarak kalabalıklaşan (şehirleşen) toplumlarda, çalışmak yerine çalışanın emeğine, ürününe ve hatta kendisine sahip olarak daha rahat yaşanabileceğini fark edenler, diğer insanlar üzerinde sonu gelmez bir hâkimiyet mücadelesini başlatmışlardır.

Avcı-toplayıcı toplumlarda da olabilen benzer amaçlı çatışmalar, o zamanlarda kitlesel kıyım boyutuna ulaşmamıştır. Kabileler hem sayısal olarak oldukça mütevazı büyüklüklerdedirler, hem de büyük kıyımları zorunlu kılacak bir neden ve de olanak yoktur. Yerleşik düzene (şehirleşme ve giderek devletleşme) geçişle birlikte, önce aynı yerde yaşayan insanlara hâkim olabilme amacı ile başlatılan gücünü diğerlerine kabul ettirebilme çatışmaları, ‘öteki’ şehrin, giderek ‘öteki’ devletin topraklarına, ürününe, emeğine ve hatta insanına (insan kaynakları / human resources!) hâkim olabilme, el koyabilme amacı ile kıyam savaşlarına dönüşmüştür.

Bir önceki paragrafta sözünü ettiğimiz ‘Tarım Savaşı’ da budur ve bu ‘çapul amaçlı kıyam’, neredeyse aralıksız olarak 5000 yıldan fazla bir zamandan beri sürdürüle gelmektedir. Son 400 yüzyılda ise bu çapul, nitelik ve nicelik olarak çok değişmiştir. Küresel olarak örgütlenmesini tamamlamış, merkezileşmiştir. Böylelikle tek merkezden, tek amaçla yönetilir olmuş ve bu yönetim biçimi için yeterli güç birikimini sağlamıştır. Bu merkez, yukarıda sözünü ettiğimiz ‘Tarım Savaşı’nın stratejik beyni olan “Küresel Finans Oligarşisi”dir.

AÇLIK KORKUSUYLA DOĞAL BESLENMENİN GASPI
‘Aç kalma korkusu’, yüz binlerce yıl boyunca en olumsuz şartlarda verilmiş yaşam savaşında insan denilen canlının, iliklerine işlemiş olan varlığını sürdürebilme çırpınışının bir öz deyişi, yok olma korkusunun ön adıdır. Böylesine köklü bir temel duygu, ‘Küresel Finans Oligarşisi’ açısından, koymuş olduğu plan hedeflerine ulaşmada kitleleri yönlendirebilmek için bulunmaz bir fırsattır. Bu yüzden sistemin oluşturduğu ve kontrolünü elinde tuttuğu (BM, FAO, WTO, WHO vb. gibi) çeşitli uluslararası kurumlar vasıtası ile yıllardır küresel olarak ‘açlık korkusunu’ işlemekte ve aktüel tutmaktadır. Sistem, bu korkunun yarattığı koyu sis perdesinin ardında, milyarlarca insanın doğal beslenme hakkını gasp edebilmektedir. Bir yanda kitleleri kurtulması imkansız bir tarzda güdülebilir kılmakta, öte yanda ise muazzam bir para (konsantre güç ) akışını, oluşturmuş olduğu kanallardan muntazam ve rekabet dışı bir şekilde kendi finans merkezlerine doğru yönlendirebilmektir.

Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk, 1970 yılında yayınlanan ‘Açlık Korkusu’ adlı eserinde şöyle yazıyor: “Yeni sömürgecilik, savaş korkusunu, açlık korkusu ile pekleştirerek geri ülkeleri dize getirmede yeni bir çığır açmış ve bu suretle sömürdüğü toplumun doğal ve beşeri kaynaklarını büyük bir tepki ile karşılaşmadan çıkarlarına uygun olarak kullanma olanağını hazırlamıştır. Açlık tek başına bir insanın sağlığının bozulması, üretim ve savunma gücünün kısıtlanması, yakın çevresinde olup bitenlere karşı ilgisiz kalıp, sahibi olduklarına sahip çıkmaması için yeterlidir.”

AÇLIK KORKUSUNUN YARATTIĞI YIKIM SAVAŞLARDAN DAHA ETKİN
Özellikle son 200 yıl içerisinde ‘Küresel Finans Oligarşisi’, başta Afrika olmak üzere dünyanın pek çok yerinde binlerce yıldır süregelmekte olan, makul bir yaşam tarzı için insanlara yeterli ‘geleneksel tarım üretimi’ tarzını, ileride açıklayacağımız çeşitli metotlarla çökertmiştir. Hedef bölgelerin insanlarını ‘açlık korkusu’ ile adeta paralize etmiş ve tarihte görülmemiş boyutlarda ki ‘sosyal bozulma ve çözülme’ (dejenerasyon) ile kimliksizleştirmeyi becermişlerdir. Bu insanlar, Osman Nuri Koçtürk’ün 1970’lerde gayet isabetli bir şekilde belirttiği gibi, ülkelerinde olup bitenlere karşı ilgisiz ve dolayısı ile savunmasız kalmışlar ve ‘açlık korkusu’nun pençesinde, rüzgârın önüne kattığı kuru yapraklar gibi oradan oraya savrulur olmuşlardır. Osman Nuri Koçtürk’ ün tespitlerine kaldığımız yerden devam edelim:
“...Kişiler üzerindeki fizyolojik ve psikolojik yıkıntıyı, toplumlar üzerinde aynen gerçekleştirmek için, sömürü bölgelerinde açlık psikozu yaratmayı, sonuçları bakımından savaşlardan daha etkin girişimler olarak niteleyen emperyalistler, şu günlerde açlık korkusunu sömürü bölgelerine yaymayı, savaş korkusu yaymaktan çok daha etkin ve yararlı görüyorlar.”

Zaman, zaman televizyonlarda gördüğümüz ve herkesi etkileyen, Afrika’dan açlık görüntülerini hatırlayalım: Her yaştan on binlerce aç ve yarı çıplak insan açık alanlarda kuyruklar halinde sıralanmışlar, ellerinde birer tas, uluslararası yardım kuruluşlarının (?) kaynattığı kazanlardan bir tas olsun kaynamış pirinç ya da darı bulamacı kapabilmek için saatlerdir bekleşmektedirler. Yüzleri sinek dolu, bir deri, bir kemik bebeklerin ve karnı şişmiş, ağlamaya bile mecali kalmamış küçük çocukların görüntüleri mutlaka herkesin hafızasında derin izler bırakmıştır. Bu görüntüler, genellikle kuzey yarım kürede, şehirlerde yaşayan geniş insan kitlelerini ‘açlık tehlikesi’nin gerçekliğine inandırmakta da önemli rol oynamıştır.

TARIMDAN KOPARILAN İNSANLAR ROBOTLAŞIYOR
Her türlü ‘geleneksel tarım’ faaliyetinden koparılmış, geniş alanlarda toplanmış bu insanların, toplumsal herhangi bir girişim gücü olamayacağı açıktır. Açlık ve ölüm korkusunun en çıplak bir şekilde pençesinde olan bu insanlar yaşayabilmek için tek umutları olan o yardım kuruluşlarının vasıtası ile batılı büyük devletlerin ellerine teslim olmuşlardır. Osman Nuri Koçtürk bu konuda şöyle diyor: “Açlık korkusunun etkisi altına sokulmuş bir toplumda, kişiler alışkanlıklarını, göreneklerini, örf ve adetleri ile çıkarlarının gereğini unutarak, her türlü baskı ve istismara elverişli bir davranış içine girerler. Bu duruma sokulmuş olan bir toplumu rastgele yiyeceklerle beslenmeye razı etmek ve gizli açlık ortamına itekleyerek zayıf düşürmek kolaydır. İkinci Dünya Savaşı sırasında, toplama kamplarında kötü beslenme koşulları altında kalmış şahıslar üzerinde yapılan geniş incelemeler ve savaştan sonra geri ülkeler insanları üzerinde yapılan araştırmalar sonunda, açlık korkusunun etkisi ve baskısı altına sokulmuş yarı aç insanların yeteneklerini kaybettikleri ve kendilerine verilen her emri itiraz etmeden yerine getiren robot insanlar olarak rahatça kullanılabilecekleri görülmüştür. Bu durum, daha önce Hindistan halkı üzerinde İngiliz’lerin uyguladıkları insafsız açlık projeleri dolayısıyle de gayet iyi biliniyordu…”

Burada ‘açlık korkusu’ ile varılmak istenen iki önemli hedefi görmüş oluyoruz. Birincisi: geniş kitleleri bu korku ortamında yardım bulma umudu ile topraklarından, alışageldikleri yaşam ortamından uzaklaştırarak, o bölgede tarımsal üretim faaliyetlerini tamamen felce uğratmaktır. Bu durum bir anda çok geniş alanlarda ani gıda maddeleri kıtlığı ortaya çıkarır. Bu olgu da kitlesel açlığı beraberinde getirir ki hedeflenen de budur. İkinci hedef ise, kitleleri bu yaratılmış olan korku ve panik ortamında, benliklerinden, öz güvenlerinden uzaklaştırarak kolay güdülür sürüler haline getirebilmektir ( örneğin Afrika’da olduğu gibi).

KORKU PSİKOLOJİSİYLE ELİNİ KANA SÜRMEDEN KAN DÖKENLER
Neticede bu ‘küresel güç’, dünya çapında geniş insan kitlelerinin yaşam biçimlerini, düşünce ve davranış biçimlerini onların geleneksel örf ve adetlerinden bağımsız olarak, kendi stratejik planları doğrultusunda yeniden tasarımlamak, dolayısı ile kitlelerin kaderini sımsıkı kendi elinde tutmak istiyor. Burada Osman Nuri Koçtürk’ün ‘Açlık Korkusu’ adlı eserinden uzunca bir bölümü daha aktarmak isterim. Koçtürk, 1970 de, tam 43 yıl önce, öyle diyor: “Gizli açlık ortamına iteklenmiş ve böylece sersemleştirilmiş olan topluluklar, Savaş korkusu, Açlık Korkusu, Hastalık Korkusu, kısacası Ölüm Korkusu ile karşı karşıya mutsuz bir hayat yaşar ve bundan dolayı varlıklarına sahip çıkamazlar. Sömürüye çok elverişli bir ortam olan koşullar altında bu zavallı insanlar alabildiğine sömürülmekte, korku sonucu değiştirmediği için, gene de açlıktan, sefaletten, hastalıktan ölmekte ve savaşlarda öne sürülerek birbirlerini boğazlamaktadırlar. Korku psikolojisi, her türlü cinayeti başkaları hesabına da olsa, işlemeye elverişli ruhi ortam yaratır. Dünya Barış’ını koruduklarını iddia edenler, kendi ellerini hiç kana sürmeden savaş korkusu’na düşürülmüş aç ve bilgisiz toplumları kendi hesabına çatıştırır ve birbirlerine kırdırırlar. Tıpkı bunun gibi dünyayı Açlıktan koruduklarını söyleyenler de ellerini sürmeden aç bir ülkeyi, başka bir aç ülkenin açlıktan kırdırılmasında aracı ve uygulayıcı olarak kullanabiliyorlar. Biefra’nın Nijerya tarafından aç bırakılması ve savaşlarda ölen insan sayısından daha çok insanın Biefra’da açlıktan ölüme sürüklenmiş bulunması, lüks otellerde açlığı önlemek için parlak nutuklar atanların eseridir ve olayların arkasında onların ellerini görmek mümkündür.”

KÜRESEL FİNANS OLİGARŞİSİNİN HEDEFİ: ‘TARIM SAVAŞI’
Sanırım konu anlaşılmıştır. Küresel Finans Oligarşisi’nin ( KFO) ana hedefi, en başta ‘açlık korkusu’ gibi psikolojik faktörler olmak üzere, diğer politik ve ekonomik faktörleri de kullanarak gıda maddeleri üretimini, diğer bir deyişle tarımsal üretim faaliyetlerini, dünya çapında kontrol altına almak ve belli bir hedefe yönlendirmektir. Kimlerin ne zaman ve nerede, ne kadar ve neler yiyebileceklerine karar verebilmek; günlük olarak belli bir miktar ve tarzda beslenme mecburiyetindeki milyarlarca insanı adeta gırtlağından sımsıkı tutabilmek gibi bir şeydir.

Bu yolla KFO’nun ana hedefi, geniş insan kitleleri üzerinde mutlak bir hâkimiyeti, gıda üzerinden devamlı kılmaktır. Bu sebeptendir ki çeşitli kıtalarda var olan tarımsal üretim ve ona dayanan değişik beslenme biçimlerini, oluşturmuş olduğu bir ana plan (master plan) doğrultusunda yeniden şekillendirmek ve standart hale getirmek amacındadır. Bu yeniden tasarımlanmış olan tarımsal üretim sistemini, etken ve devamlı kılabilmek için de kitlesel anlamda tüketimin niteliğini ve niceliğini belirlemek ve bütün gıda maddelerinin dağıtımını elde tutmak için dünya çapında bir savaş verilmektedir. Bildiğimiz toplu, tüfekli sıcak savaş bu ‘ana savaşın’ sadece bir parçasıdır. Bu savaş, ‘Tarım Savaşı’dır.

20 Aralık 2013 Cuma

ZAMANIN PAYINA DÜŞENİNDEN EKSİLMEK - NEZAHAT GÖCMEN


Hoş geldin Yeni yıl!

Kelebeğin yeni yılını merak etmişimdir hep. Nasıl bir zaman ayarlaması vardır? Hiç düşündünüz mü?

Her yıl umutlarımı yanıma katarak var gücümle yol alırım, sonsuzlukta. Heybeme doldurduklarımla…

Önüme serseler, geçmiş yıllarımı. Yirmi yaşma seslensem duyar mı? Seçebilsem, ayıklayabilsem hafızamdaki güzellikleri. Yeniden yaşamak istesem.

Yılbaşı da hayata karşı beklentilerimizi, yaşam doyumumuzu yeniden değerlendirmek, hayata karşı bakış açımızı yeniden gözden geçirmek için iyi bir fırsat oluyor.  Mecburuz yaşamaya… Ayrılığın upuzun yollarında yürümek nasırlaştırırken yürekleri, umudun kapısını aralarız her yılbaşı.

365 gün 6 saatte, bir kez de olsa hayatıma dışarıdan bakma fırsatını buluyorum.

Küçücük şeylerle mutlu olan yüreğime teşekkürler. Tutup getirseler kaybettiklerimi…

Getirseler mi? Ben onlara yaklaşırken.

Yeniden bir umutla dediğimiz başlangıç. Her şeye rağmen yeni olduğu için umut doludur. Bilinmez içi.  Bazen de yarım kalan hedeflere ulaşmanın mutluluğudur. Her yeni yıla birçok dilekle gireriz. Oysaki daha önce yaşadığımız yılların yoktur birbirinden farkı. Elimizden uçup giden fırsatlar, ahlarımız, eyvahlarımız gülecek bir şeyler bulduğumuz kesitler.

Bireysel ve toplumsal acılarımızı sevinçlerimizi, yapmadıklarımızı,yapamadıklarımızı, kırgınlıklarımızı geride bırakarak eski yıldan yeni yıla geçiş yaparız coşkuyla ya da sessizce.

Her ne kadar yılbaşı yeni bir başlangıcı ifade ediyorsa da geçmişteki yaşantımızdan bir anda kurtulup yepyeni bir hayata başlayacağımızı düşünmek, kendimiz kandırmaktan başka bir şey değildir.

Yeni yıl, bir önceki yıl kadar çabuk geçecek ve eskiyecek. Yeni umutlar vaad eden, yeni hedefler yaratan.

Yeni yıl sen bize bakma. Sana da hoşça kal diyeceğiz. Aldanma coşkulu parıltılı karşılamalara. Göz açıp kapayıncaya kadar geçeceksin. Gözyaşlarımız istemesek de süzülecek naifçe yanaklarımızdan. Kalabalıklar içinde geçerken samimiyetsiz gösteride bulunanlara değmeden geçmeyi başarabilecek miyiz?

Aslında senin de sonun belli. Kötülükler sürprizler, mutlu sonlar, acılar, hüzünler, tutkular, aşklar kaybetmeler, kazanmalar,  ölümler, yeniden doğuşlar, bazen gri bazen renkli yüzünle geçip geçeceksin hayatımızdan… Dengeyi kurmak için İncinmeler nefretler illa ki olacak. Kaçırdıklarımız, yetişemediklerimiz. Yeni yerler görerek, yeni insanlar tanıyarak yıllar yelpazemiz biraz daha genişleyecek.

 “Yıl yıla yakındır.” derdi annem. Ben büyüdüğümün farkındayım

Aslında sevinmek mi gerekiyor üzülmek mi? Düşünmek istemiyoruz galiba… Yaşamayı sevdiğimiz kadar gitmeyi, yaklaşmayı da seviyoruz farkında olmadan. Geride bıraktıklarımıza bakmadan.

Gönül yaşı ile biyolojik yaşın arası bir yıl daha açılıyor.

Yeni yıla girmek için günler sayarken kemik iliği bekleyerek hayata tutunan çocuklar için umudun ne demek olduğu, çok daha anlamlıdır.

Sevdiklerimizi arayalım. Geçmişe dönük sorgulamaları geride bırakarak. Her yenilenme sürecinde olduğu gibi umut ışıklarının parlaklığı göz kamaştırırken.

Teğet geçen şansımıza da selam olsun…

Dostlarımız, sevdiklerimiz, kahrettiklerimiz, sitemlerimizle, tanışacaklarımız, tanıştıklarımızla koskoca bir merhaba!

Zamanın payına düşeninden eksilmekse;

Bütün çocuklar gülmeli… Nefret söylemlerinin olmadığı, sevinç çığlıklarının her bir kişinin dünyasına yayılıp sarmaladığı, göz göre göre avuçlarımızdan uçup giden, fırsatların tekrar göz kırpması dileğiyle.

Normal bir yıl olsun…

Nezahat GÖCMEN

15 Aralık 2013 Pazar

Atiyi Karanlik Görerek Azmi Birakmak - Mehmet Akif ERSOY


Atiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak... 
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. 
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle. 
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle: 
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' 
Davransana... Eller de senin, baş da senindir! 
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? 
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. 
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? 
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? 
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın? 
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın! 
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan 
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. 
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! 
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk! 
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın 
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın? 
Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. 
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! 
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; 
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar 
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez... 
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez! 
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile şirkin; 
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin 
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman, 
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan, 
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma; 
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma! 

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş... 
Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! ' 
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından, 
Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan! 
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; 
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. 
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar... 
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var. 
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır! 
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! 
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma. 
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma. 



14 Mart 1913
 
Mehmet Akif Ersoy

12 Aralık 2013 Perşembe

NEDEN?












       

                                                        NEDEN?


Altini siz doldurun...

7 Aralık 2013 Cumartesi

YERLİ MALI YURDUN MALI “İHRACAT HAFTASI” KUTLANMALI - Nezahat GÖCMEN








12 – 18 Aralık haftasında kutladığımız belirli günler ve haftalardan en Fiskobirlik en kuruyemişli olanıdır.

Okullarda o günlerde yerli üretimler sergilenir ve topluca herkesin getirdiği yenir. Çocuklar; ülkesinde yetişen sebzeyi, meyveyi üretimi bilir, çiftçinin emeği üreticinin emeği çocuk beyinlerde algılanır.  Annecikleri elleriyle yaptıkları börek, çörek ve kekler açık büfe görüntüsünde sıra sıra dizilir. Fındık fıstık karışımları o minicik midelere girmek için bekler… Öğretmen devreye girer ve sınıfta herkese eşitlik sağlamak amacıyla yiyecekleri paylaştırır.

 “Yerli Malı Haftası” ithal ürüne karşı bir baş kaldırıdır.

Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sebebiyle nerdeyse yok olan bir ekonomi ve ekilebilen sınırlı arazileriyle cumhuriyeti kurmaya çalışan Atatürk ve arkadaşlarının Türk halkını bilinçlendirmek için başlattığı hareketin bir sonucu olan bu hafta ilk olarak 12 Aralık 1929‘da Başbakan İnönü’nün Galatasaray lisesinde yaptığı bir konuşmada sözü geçmiş olup, tüketimde dışa bağımlılığı azaltmak, yerli malı tüketimini özendirmek ve yaygınlaştırmak için 1946 yılında kutlanmaya başlanmış haftadır. Bir diğer amacı da, tutumluluğu teşvik etmektir (savaş sonrası ekonomisi), zaten daha sonra adı "Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası" olarak değiştirilmiştir.

Bir ülke için bireylerinin tutumlu olma, yabancı mallar yerine yerli mallar tüketme ve verimli bir şekilde yatırım araçlarını kullanma konularındaki bilinç seviyesi çok önemlidir. Bu bilinç seviyesi ülkenin ekonomisini yakından ilgilendirmektedir.

Tutum yatırım ve Türk Malları Haftası,  ülke olarak tutumlu olmamız ve Türk malı kullanmamız gerektiğini hatırlatan bir fırsattır.

Tutum ve yatırım alışkanlığı küçük yaşlarda kazanılır. Ders araçlarını, giysilerini, harçlığını tutumlu kullanan, boşa akan su musluğu, gereksiz yanan lambayı kapatan çocuk, bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Okul çağlarında zamanı iyi değerlendirme alışkanlığı kazanan insan bu huyundan vazgeçmez. O nedenle çocukları küçük yaşlarda tutumlu olmaya özendirmeliyiz.

“Yerli malı yurdun malı,

 Her Türk onu kullanmalı.”

Sözleri ile beyinde yok olmayacak şekilde yer edinir.  Üstelik rolünü üstlendiğin meyve ile psikolojik bağ kurulur. Armut olmak zor gelir bazı öğrencilere.

Çocukları kafalarına hangi meyve oldularsa bir taç takılır. Başlar çocuk ezberlediği manisini okumaya:





Benim adım portakal…

Bik bik bik…

İlkokulda kutlanan bu etkinlikte, sanki yurtta elma armuttan başka hiçbir şey üretilmiyormuş gibi, herkesin getirdiği elma, üzüm gibi meyvelerle kutlandıktan sonra, koro halinde söylenen anlamlı söz öbeği olmaktan çıkmalı.

Nevşehir patatesinden lays, tüketirken,

Üzerimizdeki giysilerin Çin' den geldiği bir devirde,  meyvekılığına giren öğrencilerle kutlanan bu hafta “İhracat Malları Haftası” olmalı.

İhracat Malları Haftası yapılsa, fuar etkinliği kıvamında? Ayrıca, yerli malları yılın elli iki haftasından bir haftalık zaman diliminde kutlanmasın. Parlak bir geleceğe yelken açalım.

Herkesin hayat felsefesini oluşturması durumunda ekonomiyi kalkındıracağına inandığım bu haftanın hepimizin ilkokul hayatı içinde hatırlanası güzel renklerden biridir ama amacına ulaşabildiği söylenebilir mi? Hayır.

Bu hafta, kutlanırken biraz daha düşünülmesi gerekir. Sıradan da olsa gönüllerimize taht kurandı, gelenekseldi. Bu haftamız dilerim ki; ayağında Converse ayakkabısı, elinde Starbucks etiketli kahve bardağıyla sınıfa giren ve teknolojik çağda kişisel iletilerinde kimseler yer vermediği için hatırında olmayan öğrenciler nedeniyle tarihin tozlu sayfalarına kalmasın.

Yerli malı tüketmek yetmez. Tam bağımsızlık gümrük birliğine son! İthalat ve İhracat devleştirilmeli.

Ürünün kime ait olduğuna, verilen paranın nereye gittiğini önemseyen nesiller yetişmesi dileğiyle…

1 Aralık 2013 Pazar

KÜRESELLESMENIN AGINA DÜSÜRÜLEN GÜZEL: TÜRKIYE

KÜRESELLESMENIN AGINA DÜSÜRÜLEN GÜZEL: TÜRKIYE

21. yüzyil küresellesmesi, dogrudan ulus-devletleri ve ulusal kimlikleri hedef almaktadir. 21.yüzyil küresellesme girisiminden, Türkiye acisindan günümüzde ABD´nin bütün yerküreyi icine alan küresellesme girisimi ile AB´nin simdilik belli bir cografya ile kisitli kalan küresellesme girisimini anlamak gerekmektedir.Her iki küresellesme girisimi de benzer söylemleri dillendirmekte ve Türkiye´yi ayni noktalardan vurmaktadir. Fakat, isin askeri ve ekonomik boyutu ile savas ve isgal sürecini gözönüne aldigimizda, ön plana cikan ABD küresellesmesi olmaktadir.(Atatürk Türkiye´sinin ulus-devletten federasyon yapisina gecisi ve parcalanisi konusunda emperyalist Bati´nin sehvetli bir isbirligi icersinde oldugunu ve istihbarat paylasimi ile ortak gladyo operasyonlari yaptigini burada kaydetmemiz gerekiyor. MG) Türkiye´de bazi cevrelerce ABD küresellesmesine teslimiyet, askeri ve ekonomik dayatmalarin bir geregi olarak algilanirken, AB küresellesmesi, bir medeniyet projesi olarak tanimlanmaktadir. Oysa, kendi aralarinda rekabet eden her ikisinin de sistemli bir sekilde ulus-devleti ve ulusal kimligi ortadan kaldirmaya calistigi kusku götürmez bir gercektir. AB ülkelerinin sömürgecilik  tarihindeki  yeri ve yakin dönemde Türkiye´ye dayattigi Sevr gercegi dikkate alindiginda, AB küresellesmesinin hic de kücümsenemeyecegi görülecektir. Her iki girisimin de kendi iclerinde "din", "ulus", "dil", "devlet" kavramlari cercevesinde bütünlesmeyi, homojenlesmeyi öngörürken "öteki"lere ayrismayi, bölünmeyi öngörmesi de dikkat cekicidir. Nitekim Almanya, kendi bünyesinde yasayan Türkleri, Alman vatandasi olmaya ve Alman diliyle kültürüne entegre olmaya tesvik ederken, Türkiye´deki Kürtleri, Cerkesleri, Alevileri Türkiye Cumhuriyeti Devleti yani, "Kemalist devlet"le baglarini koparmalari yönünde örgütlemekte, kiskirtmaktadir. Ayni Almanya, Türkiye´de yasayan Almanlarin haklarinin sonuna kadar korunmasini talep ederken, Türklerin AB ülkelerinde serbestce dolasmalarina razi olmamaktadir.
Ister ABD´nin askeri ve ekonomik gücü ile dayattigi küresellesme girisimi, isterse AB´nin "medeniyet projesi" diye allanip pullanan girisimi olsun, siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda bagimsizligini 1940´li yillardan bu yana hizla kaybeden ve daha bir bagimli hale gelen Türkiye´yi her anlamda olumsuz sekilde etkilemektedir. AB´ye üyeligi, baslangicta sadece ekonomik baglamda ele alan Türkiye, günümüzde hazirladigi uyum paketleri ve ulusal programlarla kendi eliyle tek uluslu, tek dilli, tek vatanli, tek bayrakli yapisina, yani, Mustafa Kemal Atatürk ideolojisine son vermektedir. AB projesinin ABD tarafindan da sistemli bir sekilde desteklendigi gün gibi ortadadir. Hatta bu nedenle, Türkiye´nin hemen her anlamda AB ile ABD arasinda paylasildigi iddialari ciddi sekilde tartisilmaktadir. Marshall plani ile Amerikan emperyalizminin agina düsürülen Türkiye, Gümrük Birligi anlasmasi ve cikarilan uyum yasalariyla Sevr´in dayaticisi Avrupa ülkelerinin kucagina da itilmistir.
Türkiye´nin bölünme tehlikesine dogru sürüklendigini görüp de harekete gecenleri statükocu, gerici-Kemalist, soven-irkci, ice kapanmaci vs. diye damgalamaya calisanlar, ellerindeki devlet imkanlarini ve kitle iletisim araclari üstünlügünü sonuna kadar kullanmaktadirlar. Özellikle de yabanci örgütlerin (Vakif, dernek vs.) maddi ve manevi destegini arkasinda bulan bu cevre, önce ulus-devleti, ulusal kimligi acik bir sekilde tartisma konusu haline getirmis, daha sonra da üzerine toprak atar konuma gelmistir. TSK´ne yönelik iceriden ve disaridan kusatma girisimlerinin belli ölcüde netice vermis olmasi ve belli cevrelerce Türk Ordusu´nun "en degerli ihrac ürünü" ve Türkiye´nin dis borc batagindan kurtulmasiyla kredi musluklarinin acilmasinda en önemli koz olarak görülmeye baslanmasi, ulus-devletin en güclü hamisi olan TSK´ni gercek görevini yerine getirmede zorlar hale getirmistir.
ABD ve AB kaynakli girisimleri dayatan ve destekleyen cevrelerin israrla gündemde tuttuklari görüslerin basinda, ulus-devlet sisteminin (onlara göre versiyonu "Kemalist sistem"dir) alt kimlikleri yok ettigi, "sanal" bir Türk kimligini diger etnisitelere dayattigi ve bunun da demokratiklesmenin önünü tikadigi görüsü gelmektedir. ABD´nin 11 Eylül saldirisindan sonra izledigi uluscu, bütünlestirici ve "öteki"ni dislayici politikalari ile AB´nin bütün Avrupalilari, AB´nin ortak degerleri olarak sundugu Hristiyanlik ve Avrupalilik kimligi etrafinda birlestirmeyi amaclayan ve "öteki"ni kendi degerler sistemine uymaya zorlayan politikalari gözönüne getirildiginde, küresellesmenin arkasindaki güclerin Türkiye, Orta Dogu, Orta Asya, Uzak Dogu ve Güney Dogu Asya´ya yönelik bu tür dayatmalarinin neyi amacladigi daha iyi anlasilacaktir. Hedef ülkelerdeki siyasileri, sanayicileri, basin kuruluslarini ve "sivil toplum örgütleri" ni cesitli yöntemlerle etki altina alan ABD ve AB merkezli büyük gücler, gecmis dönemlerde yine kendilerinin dayattigi ekonomik ve siyasi politikalar neticesinde köseye sikismis olan hedef ülkelerin bunalim ve caresizliklerini sonuna kadar kullanmakta, Türkiye gibi güclü orduya sahip olan bazi ülkelere, ordularini, ABD ve AB´nin hizmetine sunmalari gerektigini dikte edebilmektedirler. 19. ve 20. yüzyillarda hedef ülkelerdeki etnileri ustalikla harekete gecirebilen ve herhangi bir direnis karsisinda bu etnileri besinci kol faaliyetlerinde kullanmayi basarabilen AB ülkelerinin, özellikle de Almanya´nin Türkiye´yi tehdit eden yasadisi örgütleri kollamaktaki israrini anlamk icin terör ve uluslararasi iliskiler uzmani olmaya gerek yoktur. Kabul edilmelidir ki, küresellesmenin arkasindaki gücler, her türlü besinci kol faaliyetlerinden basariyla istifade edebildikleri gibi, terör örgütlerini de taseron olarak kullanmaktan cekinmemektedirler. Olusturduklari küresel örgütlenmelerle, siyasi ve ekonomik alanlarda terör estiren bu gücler, 20. ve 21. yüzyilin en güclü silahlarindan olan demokrasi ve insan haklari emperyalizmini, hedef ülkelerin sosyolojik dokusunu bozmak icin acimasizca devreye sokmaktadirlar. Türkiye gibi, farkli etnik kökenden gelenlerin rahatkikla devletin tüm kademelerinde görev yapabildigi bir ülkeye, önce Kürt realitesinin taninmasi, ardidan da taninan realiteye her türlü haklarin verilmesi yönünde baskilar yapilmis, baskilardan önemli kazanimlar elde edilmistir. Ne yazik ki, baskilar ve yürütülen basarisiz politikalar neticesinde, Türkiye, Türklerin kan ve can pahasina elde ettigi haklarinin irili ufakli farkli etnik gruplara devredildigi bir ülke konumuna getirilmistir. Masum taleplerle baslatilan sürec, demokrasi ve insan haklari boyutunu coktan asmis, ayrilma ve ayri devlet kurma taleplerinin acik bir sekilde dillendirildigi bir noktaya gelmistir. Gelinen noktanin korkunclugu, besinci kol rolünü üstlenen siyasiler ve basin kuruluslari tarafindan halktan gizlenmekte, hakin bir bölümü de duyarsizligini israrla sürdürmektedir. Türkiye´de, önce ulus-devletin temelleri zayiflatilmis, bir süre sonra da Ankara, cok uluslu sirketlerle küresellesmeci güclerin taleplerini onaylayan bir merkez haline getirilmistir. Savunma araclarindan sistemli bir sekilde mahrum birakilan Türkiye, küresel talepleri yerine getirme telasina düserken, farkli etnik gruplar da küresel gücler sayesinde akitilan cesmeden küplerini doldurma telasi icersine girmislerdir.
Türkiye´de bir yandan alt kimlikler ön plana cikarilirken diger yandan da Türk kimligi "resmi tarih", ya da "resmi yalan" baglaminda sorgulanmaya baslanmis, toplumun tarih, kültür ve dil alanlarinda ortaya konulan gerceklere kuskuyla (sözü edilen kuskuculuk, bilimsel kuskuculuktan cok, her ne olursa olsun reddedici bir yaklasimi iceren kuskuculuktur) bakmasi saglanmak istenmistir. Mustafa Kemal Atatürk zamaninda kurulan "Türk Tarih Kurumu" ve "Türk Dil Kurumu" gibi son derece önemli kurumlar, Kemalist Türkiye´nin toplum mühendisligi ile sanal bir ulus yaratma projesinin merkezleri olarak gösterilerek yerlerine AB´nin "medeniyet projesi"ne uygun alternatif kurumlar ikame edilmeye calisilmaktadir. Alman enstitüleri ile birlikte tarihi, AB kriterleri dogrultusunda yeniden yorumlama isini yürüten "Tarih Vakfi" ile, üzerine hic de vazife olmadigi halde tarih kitaplari yazdiran TÜSIAD´i bu noktada zikretmek gerekmektedir. Evliya Celebi´nin Seyahatnamesi ile Ulubatli Hasan adindan yola cikilarak Türklerin tarihinin efsane ve yalanlarla dolu oldugu izlenimi verilmeye calisilmakta, bunun icin de küresel güclerin kompradorlugunu yapan holdinglerin cikardigi gazetelerde tarih yazilari yazan amatör ve akademik kalemler devreye sokulmaktadir.Bilinen bir gercektir ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti´nin Türk tarihine yaklasimi, ulus-devletci bir yaklasim icermektedir. "Yeni Osmanlicilik"in ulus-devletin alternatifi olarak gündeme getirildigi ve Amerika´nin eski Osmanli cografyasina yönelik politikalariyla örtüstügü de bilinen bir husustur. Bu noktada, "Yeni Osmanlicilik" akiminin, hem etnik ve dinsel taleplerini hayata gecirmek isteyen cevrelerin hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti´ni ulus-devlet yapisindan uzaklastirmak isteyen küresel güclerin cikarlarina hizmet ettigini ifade etmek gerekmektedir. Mustafa Kemal Atatürk döneminin tarih yaklasimini "sanal" bir Türk kimligi ya da Türk ulusu meydana getirmeyi amaclayan irkci bir yaklasim olarak nitelendirenlerin ileri sürdükleri yaklasimlar, Türklerin tarihi daha objektif ve daha dogru sekilde ögrenmelerine hizmet etmeyi amaclamamaktadir.Unutulmamalidir ki, tarihi, küresel güclerin Türkiye´ye yönelik talepleri ve dayatmalari dogrultusunda yorumlamak isteyenlerin, Atatürk dönemindeki yaklasim hakkinda herhangi bir elestiride bulunmaya haklari olmayacaktir.
Küresellesme dalgalariyla AB kriterlerinin ulus-devleti temelinden sarstigi günümüzde, aga düsürülen Türkiye´den talep edilenler arasinda Türkcenin yaninda diger "dil" ve " lehce"lerle de egitim ve yayin yapma özgürlügünün taninmasidir. Nitekim, son düzenlemelerle bu "özgürlükler" taninmis, Türkcenin tek devlet, egitim, kültür ve yayin dili olma vasfi büyük oranda asindirilmistir. Ulus-devletin vazgecilemez niteliklerinden olan Türkcenin yaninda diger "dil" ve "lehce"lerin de taninmasi, durumu icinden cikilamaz noktaya götürmüstür. Görevi, Türk dilinin gecmisini, zenginligini ortaya koymaya, Türk dilini gelistirmeye ve korumaya yönelik calismalar yapmak olan "Türk Dil Kurumu" nun adinin da "Anadolu Dilleri Kurumu"na dönüstürülebilecegini düsünmek hic de imkansiz olmasa gerek. Daha zikrederken bile tüyleri diken diken eden muhtemel gelismelerin "Türk Tarih Kurumu" bünyesinde de gerceklesebilecegini düsünmek mümkündür. Ulus-devlet modelinden vazgecmek, Türkler aleyhine korkunc gelismelerin yasanmasi anlamina gelecektir.
Özellikle 19. yüzyilda Ingiliz liberalizminin etkisiyle hedef ülkelerde popüler hale getirilmeye calisilan "adem-i merkeziyetcilik"in yerel yönetimleri güclendirme ve Ankara´nin yetkilerini yerel yönetimlere devretme adi altinda yeniden gündeme getirilmesi "Eyalet sistemi"ne gecis icin merkezin yetkilerini yerel yönetimlere devredilmesi, yerel yönetimlerin sinirlari icinde yasayan topluluklarin dillerini, kültürlerini, inanclarini, ayrilikci hareketlerini güclendirir ve Türkiye´nin dogusu ve güneydogusundaki 1071´in de cok öncesine uzanan Türk varligini bütünüyle yok sayar bir sekilde arastirip gelistirme girisimlerini gündeme getirecektir. Bu da dogal olarak ulus-devletin ortadan kalkmasini saglayacaktir.

Sonuc
Ulus-devletlerin ortadan kaldirilmasina ve buna bagli olarak ulusal kimliklerin parcalanmasina yönelik girisimlere ve bunlarin olumsuz etkilerine, Türkiye bazinda daha pek cok örnegi vermek mümkündür. Aci olani da, yasanan sürecin Türkiye´deki siyasetci, is adami, aydin, gazeteci ve üniversite hocalarindan olusan belli cevrelerce de kayitsiz sartsiz desteklenmesidir. Yasanan sürecin Türkleri 19 Mayis 1919 öncesi sartlarina getiren sürece cok benzedigi, hatta, cok daha vahim oldugu artik gizlenemez bir gercektir. 1940´li yillardan beri izledigi siyasi, ekonomik ve kültürel politikalar sonucunda gittikce bagimli bir hale gelen Türkiye´nin önüne tek cikis yolu olarak teslimiyetin, ipini kendi eliyle cekmenin konuldugu günümüzde, Türklerin acilen köklü cözüm önerileri üretmeleri gerekmektedir.  Cözüm yollari üretmedikleri ve hizla hayata gecirmedikleri takdirde Türkleri, Sevr´in yeni versiyonu anlamina gelecek "Anadolu Federe Devleti" ya da "Anadolu Konfederasyonu"nun verilen haklarla yetinen siradan bir unsuruna dönüsme tehlikesi bekleyecektir. Gelinen nokta, Türkler acisindan hic de iyi bir nokta degildir. Fakat bu, Türkleri bütünüyle umutsuzluga sevk etmemelidir. Yasanan her büyük felaket, sikinti ve acinin yaninda düsünmeyi, hal careleri aramayi da getirmistir. Türkler, yeni yeni acilarla tanistikca ve isin sonunun yok olusa dogru gittigini gördükce, bugüne kadar sirtlarini dayadiklari ve dediklerini yerine getirdikleri sürece karinlarini doyuracaklarina inandiklari ABD ve AB´nin kendi siyasi ve ekonomik cikarlarindan baska bir sey düsünmedigini anlayacaklardir. Anladiklari andan itibaren de kendilerini kurtarmak adina diriltmeleri gereken ruhun "Kuva-yi Milliye ruhu" oldugunu bilecekler, kurtulusun Mustafa Kemal Atatürk ilke ve devrimlerine yeniden sahip cikmaktan  ve günün sartlarina göre yeniden hayata gecirmekten gectigini göreceklerdir. Türkler, baskalarinin kendi cikarlari adina "lejyoner birlikleri" olarak görmeyi arzuladiklari ordularina sahip cikmak, ordunun Türklerin geleceginin teminati olmaktan cikarilmasini engellemek durumundadirlar. Bireysel ve toplumsal bazda her alanda üzerine düsen isi layikiyla yerine getiren, dünyanin yeni sartlarini ve gerekliliklerini iyi anlayan ve bu dogrultuda donanan, toplumsal dayanisma ruhunu yeniden canlandiran, Mustafa Kemal Atatürk´ün her daim dile getirdigi iyi hasletleri yeniden kendisinde toplayan Türkler, yasanan olumsuz süreci tersine döndürerek hem kendilerinin hem de dünyanin özlemini cektigi huzur ve refah ortamini yeniden yaratabileceklerdir. Bilinmelidir ki, dünyanin bekledigi huzur, refah ve baris ortami, insanlik icin vazgecilemez olan temel degerleri bile siyasi ve ekonomik cikarlari ugruna sömürgeciligin temel araclari haline getirn, küresellesme adi altinda yerkürenin önemli bir kismini, tipki 19. yüzyilda oldugu gibi, beyaz adamin egemenlik alani haline getirmeye calisan, zenginlestikce yoksullastiran, mutlu oldukca mutsuz kilan batili unsurlar tarafindan saglanamayacaktir. Bunu ancak, tarihin daha önce de birkac kez sahit oldugu üzere, Türkler basarabileceklerdir. Özgür, bagimsiz, onurlu ve güclü bir gelecek ile bagimli, onursuz ve gücsüz bir gelecek arasinda tercih yapmak durumunda olan Türkler, eger birinci secenegi tercih edeceklerse derhal kollari sivayip calismaya baslamak zorundadirlar. Kölelesip onursuzca yasamak yerine, istiklali ve onurlu bir yasami tercih edenler icin, bikip usanmadan calismaktan baska bir yol da yoktur!
(*)Doc.Dr.Mehmet Aca - Küresellesen Dünya ve Türk Kimligi sayfa 73-85 den alinti...

28 Kasım 2013 Perşembe

PANDORA´NIN KUTUSUNDAN AF CIKACAK diye yazdik Haziran 2011´de...

DEVLETE KARSI ISLENMIS SUCLARIN AFFINA ILISKIN BIR YASA ÖNÜMÜZDEKI GÜNLERDE GÜNDEME GELECEK VE PKK TERÖR ÖRGÜTÜ BASI VE ÜYELERINI DE KAPSAYACAK. YARGILAMASI SÜREN VE HÜKÜM GIYMEMIS TUTUKLULARI KAPSAMASI BEKLENMEYEN TASARININ AMACI; CUMHURIYETE KARSI SUC ISLEMIS KISI VE ÖRGÜTLERE YASAL KILIF UYDURUP SERBEST BIRAKILMALARINI SAGLAMAKTIR. IMRALI´DAKI KATIL SERBEST KALACAK; SILIVRI VE HASDAL´DAKI SUCSUZ YURTSEVERLER ICERDE TUTULACAKTIR!

26 Kasım 2013 Salı

9 Mart´cilarin Devrim Anayasasi - Yildirim KOC

Tümgeneral Celil Gürkan 12 Mart 1971 darbesinden hemen sonra emekliye sevkedildi. 1973 yılında elleri ve ayakları zincirlenip, İstanbul’da Ziverbey’deki köşkte sorgulandı. Anılarını ise 1986 yılında yayımladı: 12 Mart’a Beş Kala (Tekin Yay.).
Bu kitapta yer alan bir belge bilinmeden, ABD’nin 12 Mart Darbesi’ni niçin yaptırdığını anlamak olanaklı değildir. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç’ın, toplumsal gelişmenin ekonomik gelişmeyi aştığına ilişkin ifadesi önemlidir. Ancak 12 Mart Darbesi’nin asıl nedeni, Celil Gürkan’ın kitabındaki bir belgedir. 12 Mart öncesinin yükselen işçi hareketi, 15-16 Haziran eylemi sonrasında 4000’i aşkın işçi önderinin işten atılması ve sonbaharda Çukurova’daki fabrika işgallerinin ezilmesinin ardından sessizliğe gömülmüştü. Devrimci hareket ise 1968 yılından itibaren bir bölünme ve dağınıklık içindeydi. Silahlı eyleme başvuran örgütler de 1971 yılı başlarında zaten büyük bir darbe yemişti.
Peki, 12 Mart Darbesi niçin yapıldı?
Kemalist subayların 9 Mart müdahalesini önlemek için; çünkü 9 Martçılar, iktidara gelebilseydi, dönemin koşullarında son derece ilerici bir Anayasayı yürürlüğe koyacaklardı.
Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un da içinde bulundukları müdahale girişimi, 27 Mayıs’taki gibi hazırlıksız yakalanmamak için bir anayasa taslağı hazırladı. “Türkiye Cumhuriyeti Devrim Anayasası” taslağı, Soğuk Savaş’ın sürdüğü koşullarda, ABD emperyalizmi açısından Ortadoğu’daki dengeleri değiştirecek kadar radikaldi. ABD müdahale etti. Önce 9 Martçıların bazıları etkisizleştirildi, ardından 12 Mart Darbesi ile Amerikancı bir yönetim işbaşına geldi. Ardından da Türk Silahlı Kuvvetleri içinde ciddi bir temizlik yapıldı; anti-emperyalist Kemalist unsurlar büyük ölçüde temizlendi.
9 Martçıların Türkiye Cumhuriyeti Devrim Anayasası ilk kez Celil Gürkan’ın kitabında yayımlandı ve nedense yeterince tartışılmadı. Emperyalizmin bölücü anayasasının gündemde olduğu bir süreçte, 9 Martçıların Devrim Anayasasının bazı bölümlerini anımsamakta yarar var (Celil Gürkan, s.231-249):
“M.2- Türkiye Cumhuriyeti, Devrim ilkelerine dayanan halkçı, devletçi, lâik, milli ve sosyal devrimci bir devlettir.”
“M.38- Kamu hizmetinde, Devrim ilkelerini benimsemeyen ve devrime aykırı tutum ve davranışta bulunan memur çalıştırılamaz.”
“M.47- Sömürünün her çeşidi yasaktır.(...) Sermaye, ulusal ekonominin hizmetinde olup; kullanılması, kamu yararı ve halkın ekonomik haklarına aykırı olamaz.”
“M.50- Devlet toprak ve tarım devrimini bir bütün halinde ele alır ve gerçekleştirir.”
“M.51- Temel sanayi, ulaştırma, enerji ve doğal kaynaklar ve ormanlar Devletin mülkiyetindedir. Bunlar, ancak Devlet eliyle işletilebilir.(...) Diğer ekonomik kuruluşların da sahipleriyle, fikir ve beden işçilerinin yönetiminde toplumsal yapıyı güçlendirecek ve adil bir gelir dağılımı gerçekleştirecek biçimde çalışması esastır.(...) Dış ticaret, bankacılık ve sigortacılık Devletleştirilir. Devlet, iç ticaret alanında da, toplum yararının gerektirdiği tedbirleri alır.”
“M.52- Ekonominin tümünü kapsayan ve bağlayan plan esastır.”
“M.55- Özel din eğitimi yapılamaz. Din eğitiminin nitelik ve kapsamı, Devletçe düzenlenir. Din eğitiminin nitelik ve kapsamı, Devrimin ilke ve amaçlarına ve lâiklik ilkesi ile kişinin vicdan özgürlüğüne aykırı olamaz.”
ABD emperyalizmini korkutan ve 12 Mart Darbesi’ni yaptırtan esas bu Devrim Anayasası taslağı idi; yenilmiş bir işçi hareketi değil.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Gazi Mustafa Kemal ve ÖGRETMENLER GÜNÜ -- Nezahat GÖCMEN




ÖĞRETMEN HANIMLAR,  ÖĞRETMEN BEYLER!

Küçücük büyüklerimle, meslekteki yıllarıma bir çentik daha attığım gün,
Mustafa Kemal’in öğretmen kavramına bakış açısı ile bugünkü öğretmenlere bakış arasındaki devasa farkın önemini anlamak için buyurun;
                 
                                         Öğretmenlere / 27 Ekim 1922
Mustafa Kemal’in büyük zaferini kutlamak üzere İstanbul’dan Bursa’ya giden kalabalık bir öğretmenler grubu ile Bursa öğretmenlerine Şark Tiyatrosu'ndaki gece toplantısında söylenmiştir.


                                             Öğretmen Hanımlar, Öğretmen Beyler!
Belki muallime demediğim için benim yanlışımı çıkarıyorsunuz. Ben dilimizde “tâi te’nis”* kullanmak mecburiyetinde olmadığımızı sanıyorum. Evet, öğretmen hanımlar ve öğretmen beyler, bilirsiniz ki, milletimiz büyük bir felâket geçirdi. Devletimiz bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı, varlığımıza karşı birçok cinayetler yapıldı. Çok çalıştık, bugüne ait başarıyı elde ettik.


Hanımlar, Beyler!
Bir milleti, düşmüş olduğu herhangi bir felâketten kurtarmakta, bir milleti aydınlatmakta devlet adamlarının sahip olduğu büyük önem inkâr edilemez. Hatta diyebiliriz ki, bugünü görmek; milletin temizliği ve namusu, vatansever millî çabası ve özellikle hor görülen faydalı duyguları sayesinde etkili olmuştur. Fakat bugün ulaştığımız nokta gerçek kurtuluş noktası değildir. Bu düşüncemi açıklayayım: Bir milletin felâkete uğraması demek, o milletin hastalıklı olması demektir... Bundan dolayı kurtuluş sosyal yapımızdaki hastalığı açmak ve tedavi etmekle elde edilir. Hastalığın tedavisi ilmî ve fennî bir şekilde olursa iyileştirici olur. Yoksa tam tersine hastalık sürekli ve tedavi edilemez bir hale gelir. Bir sosyal yapının hastalığı ne olabilir? Milleti millet yapan, ilerleten ve yükselten güçler vardır: Düşünce güçleri ve sosyal güçler...

Düşünceler, anlamsız, mantıksız safsatalarla dolu olursa, o düşünceler hastadır. Keza sosyal hayat akıl ve mantıktan mahrum, yararsız ve zararlı birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa felç olur.

Öncelikle düşünce ve sosyal güçlerin kaynaklarını temizlemekten başlamak gerekir. Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, millî onur sahibi olmak, güzel niyet, fedakârlık gerekli olan özelliklerdendir... Fakat bir sosyal yapıdaki hastalığı görmek, onu tedavi etmek, sosyal kurumu çağın gereklerine göre ilerletebilmek için, bu özellikler yeterli gelmez; bu özelliklerin yanında ilim ve fen gereklidir. İlim ve fen girişimlerinin çalışma merkezi ise okuldur. Bundan dolayı okul gereklidir. Okul adını hep birlikte saygıyla söyleyelim. Okul genç beyinlere, insanlığa saygıyı, millet ve memlekete sevgiyi, onuru, bağımsızlığı öğretir... Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için takibi uygun olan en sağlam yolu belletir... Memleket ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları gerekir. Bunu sağlayan okuldur. Ancak bu şekilde her türlü girişimlerin mantıklı sonuçlara ulaşması mümkün olur.

Hanımlar, Beyler! Memleketimizin en bayındır, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı yenilgiye uğratan zaferin sırrı nerededir. Bilir misiniz? Orduların yönetiminde ilim ve fen ilkelerini rehber kabul etmektedir. Milletimizi yetiştirmek için asıl olan okullarımızın, üniversitelerimizin kurulmasında aynı mesleği takip edeceğiz. Evet, milletimizin siyasî, sosyal hayatında, milletimizin düşünce eğitiminde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün güzelliğiyle meydana çıkar.


Hanımlar, Beyler!
Memleketimiz içinde çağdaş düşüncelerin çağdaş ilerlemelerin güzelliği kaybedilmeden yayılması, ortaya çıkması gerekir. Bunun için bütün ilim ve fen adamlarının bu konuda çalışmayı bir namus gereği bilmesi gerekir.

Öğretmen hanımlarımız, öğretmen beylerimiz, şairlerimiz, edebiyatçılarımız, yazarlarımız sürekli millete bu felâket günlerini ve onun gerçek nedenlerini açık ve kesin olarak söyleyecekler, bildirecekler, bu kara günlerin dönmemesi için dünya yüzünde medeni ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlatacaklardır.

                                                             Hanımlar, Beyler!
Görülüyor ki, en önemli ve verimli görevlerimiz eğitim işleridir. Eğitim işlerinde mutlaka başarılı olmak gerekir. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak bu şekilde olur. Bu zaferin sağlanması için hepimizin tek can ve tek fikir olarak ilkeli bir program üzerinde çalışması gereklidir. Bence bu programın ilkeleri ikidir:


1. Sosyal hayatımızın ihtiyaca uygun olması.
2. Çağdaş gereklere uygun olmasıdır.
Gözlerimizi kapayıp soyut yaşadığımızı kabul edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız... Tam tersine ilerleyen ve medenileşen bir millet olarak uygarlık sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve milletin her bireyinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Hiçbir mantıklı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede kayıt ve şartları aşamayan milletler hayatı akıllıca ve fiilen göremez. Hayat felsefesini geniş gören milletlerin hakimiyeti ve köleliği altına girmeğe mahkûmdur.

Öğretmen Hanımlar, Öğretmen Beyler! Bütün bu gerçeklerin milletçe iyi gelişme ve iyi bir şekilde sindirilebilmesi için her şeyden önce cahilliği yok etmek gereklidir. Bundan dolayı eğitim programımızın, eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir.

Bu yok edilmedikçe, yerimizdeyiz... Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor, demektir. Bir taraftan genel olan cahilliği yok etmeye çalışmakla beraber, diğer taraftan sosyal hayatta kişi olarak pratik etkili ve verimli fertler yetiştirmek gerekir. Bu da ilk ve orta öğretimin uygulamalı bir şekilde gerçekleşmesiyle mümkündür. Ancak bu sayede sosyal kurumlar iş adamlarına, sanatçılarına sahip olur. Doğal olarak millî dehamızı ortaya çıkartacak duygularımızı layık olduğu dereceye ulaştırmak için yüce meslek adamlarını da yetiştireceğiz. Çocuklarımızı da aynı tahsil derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.

                                                    Hanımlar, Beyler!
Kesinlikle bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır. Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz eğitimin sınırları ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz.
1.Milletine,
2. Türkiye devletine,
3. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne,

Düşman olanlarla mücadele sebepleri ve araçlarıyla donatılmış olmayan milletler için yaşama hakkı yoktur. Mücadele gereklidir. Hanımlar, Beyler! İtiraf edelim ki, biz üç buçuk yıl öncesine kadar topluluk halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya bizi, temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk yıldır, tamamen millet olarak yaşıyoruz. Bunun maddî ve belirgin tanığı hükümet şeklimiz ve hükümetimizin içeriğidir ki, onu kanun Büyük Millet Meclisi diye adlandırdı.

Bütün dünya bir an kararsız olmasın ki, Türkiye devletinin tek ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Değersiz çıkarları için ve kendilerini saklamak endişesiyle milletin ve memleketin bağımsızlığını düşmanlara vermede zarar görmeyen, bağımsızlığımızın imha edilmesi Sévres antlaşmasını kabul eden hâkimlerin, sultanların, padişahların hikâyelerini, bu idareyi gasp etmelerini Türk milleti artık, ancak yalnız tarihte okur.

Hanımlar, Beyler!
Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı... Gerçek zaferi siz kazanacak ve devam edeceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız. Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım, sizi takip edeceğiz ve sizin rastlayacağınız engelleri kıracağız. Son bir söz: Sizin değerli bir heyet halinde Bursa’ya gelmeniz, yalnız Bursa’yı değil; bütün Anadolu’daki kardeşlerinizi mutlu etti. Ve İstanbul’dan getirdiğiniz selâmları bütün millete bildireceğiz. Ben de sizden rica edeceğim ki, oradaki kardeşlerimize selâmlarımızı bildiriniz. İstanbul’un talihi, İstanbul’da yaşayan katıksız Türklerin kalp ve vicdanlarındaki istek gibi görünecektir.

Mustafa Kemal ATATÜRK

Öğretmenler sonsuzluğu etkiler,
Başöğretmenin izinden yürüyen tüm öğretmenlerin Öğretmenler Günü kutlu olsun.

http://atam.gov.tr/ataturkun-egitim-konusunda-gorusleri-ve-misak-i-maarif/

17 Kasım 2013 Pazar

Sözün Bittigi Gün, Eylemin Ve Baskaldirinin Basladigi Gündür!

Vitrinde Akp, perde arkasinda ön safta fetoslar, arkalarinda da emperyalist köpekler bugün darbe yaparak rejimi fiilen degistirmeye baslamislardir. Cumhuriyet ve kemalist devlet felsefesi direkt bir saldiri ile karsi karsiyadir. Belirli cevreler de zinde kuvvetlerin hareketlenmesini beklemektedir. Ancak buna imkan verilmemelidir. Atatürk, Cumhuriyeti biz genclere emanet ederken bu günlerin gelecegini, karsi devrimin mutlaka rövans almak isteyecegini biliyordu. Onun genclige hitabesindeki "O" an gelmistir. O gün bugündür. Bu geceden itibaren yurdunu seven , bu cennet vatana karsi sorumluluk ve sahiplenme duygusu olan her vatansever sokaklara, meclise, kisaca heryere akin ederek ulusun karsi durusunu net bir bicimde tüm dünyaya göstermelidir. Gerekirse herseye baskaldirarak ve karsi cikarak devletin temel taslarini korumalidir. Yoksa yarin sabah Türkiye Cumhuriyetinde uyanamayabilirsiniz. Söylenecek sözler bitti...

10 Kasım 2013 Pazar

CHP Nasil Kurtulur!?

CHP´nin iktidar olmasi icin Atatürk´ün yolundan, devrimlerin yolundan bir milim ayrilmayan Tuncay Özkan´in Genel Baskan olmasini beklemesi gerekir. Son iktidar oldugu dönemden bugüne kadar partinin basina cok genel baskan geldi, ama iktidarin yolunu acacak karizmatik bir lidere sahip olamadi. CHP´nin ve ülkemizin makus talihini degistermek icin CHP ´nin basina Tuncay Özkan´in gecmesi yasamsal önem tasimaktadir. Yoksa sonumuz hüsran olur.
Bu kisacik kisisel görüsüme karsi cikacaklar, hatta alay edecekler olabilir. Onlara cevabim, "ileride yasanacaklar sonrasinda görüsürüz" demekle yetiniyorum simdilik...

OLMASAYDIN... OLMAZDIK!


"Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar."

Ruhun sad olsun Atam.

3 Kasım 2013 Pazar

HAZAN PAPATYASI - Nezahat GÖCMEN yazdi




Gene hüznün mevsimi geldi.
Yağmur, fırtına, onca bulutlar,
Sarılar, kızıllar, morlar sarmaş dolaş.
Yeter! Yaşamaktan yorulduk diyen sesler,
Rüzgârın seslenişi,
Yağmurun sarılışı,
Yaprağın uçuşudur.
Kasımpatılarının gelişi.
Kasımpatılar,
Atatürk’ün en sevdiği çiçekmiş.
İnanılması güç ama kasım ayında patlayıveren çiçekler bunlar.
Çiçeklerin en kırılgan özelliğe sahip olanı.
O, zamansız gidenleri, olmadık gidişleri, sırasını bozmadan dökülen gözyaşlarını ve yalnızlıkları anlatan çiçek. Bir kurşun renginde, tüm duyguları anlatan “Sensizlik” şarkısı çalıyor radyoda. Martılar penceremin önünde dans edercesine kanat çırpıyor. “Bir varmış, bir yokmuş” derken kendi sessizliğimde.
Hüznü anlatan mevsimde, yapraklar birer birer eksilirken ağaçlardan. Belli ki bu şehre sonbahar gelmiş de geçiyor bile…
Kasımpatıları sarı, beyaz, pembe, mor demetleri ile gelir, kendini alelacele kışa hazırlayan sonbaharı uğurlama törenine. İsyan etmek faydasız geride kalan günler için. Sonbahardan öğrendim. Ölüme ve yeniden dirilişe hazırlanmayı.
Kasımpatılarının merhaba dediği, kaybolduğum yerde ömrümün sonbaharını yaşıyorum.
Dün sarı renkli, bir saksı kasımpatı aldım. Her zamanki gibi çok canlı ve asil duruyor. Koydum penceremin önüne. Umarım bu canlılığını kaybetmez.
Avuçlarımı içinden göz göre göre kayıp gidenleri düşündüm. O boşluk duygusu çok büyüktü.
Artık, o boşluğun canımı acıtmasına aldırmıyorum.
Kasımpatı çiçeklerini de kasım ayını da çok seviyorum.
Kızımı kucağıma aldığım, kızımın doğum ayı. Mayıs ayında sonsuzluğa kanat açsa da, üzerine yıldızlar yağsa da… O benden gitmedi ki.
Sadece özlüyorum. “Sana kasımpatı aldım meleğim” dedim usulca fotoğrafına…
Kasımpatını yakından tanımak istedim. Bakımı zor olan çiçeğin suyunu, ışığını, güneşini, havasını iyi ayarlamak gerekiyormuş. Çok kırılgan, iyi bakılmazsa özenilmezse hemen boynu büküyormuş bu narin çiçek.
Soğuğun sıcak bekçisi, yağmurlarda, yapraklarını ve narin çiçeklerini bir aşağı bir yukarı sallayarak, beklemenin ne olduğunu gösterirken, sabırlı olmayı, dayanmayı da öğretiyor galiba.
Kasımpatılar, acımsı kokularıyla evlerde yemek masalarında ve vazolarda görebildiğimiz sarı, beyaz, pembe, mor renkleriyle vedalara meydan okurken, vedalaşmak için karın yağmasını bekler.
Diplomatik geleneğe göre hiçbir anlaşma, kutlama gibi olaylarda değişik düzenlemelerde görülmez bu hazan papatyaları.
Kasım ayına ve hüznü uğurlayan kasımpatılarına selam olsun…

"Türkiye Cumhuriyeti Bitmistir" Diyen Ahmaklara!

Cevremde bircok kisi son 5 - 6 yillik gelismelerden sonra, hele hele son genel secimlerden sonra artik Türkiye icin direnebilecek hicbir kalenin kalmadigini ve Türkiyenin bittigini, karsi devrimin devletin tüm birimlerine sizarak pasifize ettigini vurgulamakta. Halk zaten cesitli yollarla basi ekonomik derde sokularak, bir kisim medya yöluyla uyusturularak, beyni kontrol altinda tutularak yok edilmis durumda. Insanlarin olan bitenden haberi yok. Kamuoyu yoktur, kamuoyu yaratilir kurali tikir tikir islemekte, Türkiyenin tüm katmanlari her cesit sahte gündemlerle oyalanmaktadir. Atatürke, kemalist felsefeye, o felsefenin eseri Türkiye cumhuriyetine ve kurumlarina fütursuzca saldirilmakta, malum korolar da onlara eslik etmektedirler. Adim adim yaklasan tehlikenin farkina varamayan ve farkina varip da uyari ve önlem hatta eylemde bulunmayanlar tarihin mahkemesinde hesap verip mahkum olacaklardir, Bu kacinilmaz...Son asamada önce ic kargasa ve bölünme, daha sonra da cografi ve mezhepsel parcalanma önümüzdeki birkac yilin aci sonuclari olacaktir. (mi)? Kocaman bir hayir.
EGER :
1- Ayni kaygilari paylasan insanlar, ayri ve farkli catilar altinda örgütlenmis olsalar bile bir üst ve tam yetkili bir harekette tek vücut olabilirlerse,
2- Gecmisin "nerde o eski güzel günler" saplantisina kapilmayip 21. yüzyilda cagdas, yenilikci, sag- sol batagindan kurtulmus, söylemden cok eyleme, eylemden de devrimi korumaya, korurken de herseyi göze almaya, tam bagimsiz, üniter, laik, basi dik, vatandasi müreffeh, bilim teknoloji ve egitimde dünyaya acik ara öncülük eden, ve elindeki gücünü tüm dünyanin iyilik ve mutlulugu icin sarfeden soylu, mert bir ülkenin isimsiz kahramanlari olabilirlerse,
bu mahzun ve güzel ülkemin kaderini degistirebilirler.
Sorun ne Akp, ne Pkk, ne de Fetullah... Sorun bunlara karsi koymak icin birlesemeyen ve dis dünyaya tek ses olarak "Yeter, yoksa tepenize binerim" diyemeyen bizleriz. Ne siyasi, ne ekonomik caydiriciligimiz, ne de disa bagimli olmayan bir derin devletimiz var...
Ancak yine de bizi tek kurtaracak olan Atatürkün aydinlik yoludur, yeter ki gecmisin bekciligini degil, gelecegin öncülügünü yapacagimizin bilincinde olalim.

Mustafa Gencoglu
25.06.2008

1 Kasım 2013 Cuma

HARF DEVRIMI

Harf Devrimi Haftasi Kutlu Olsun!

Ögretmenler, Yeni Nesil Sizin Eseriniz Olacaktir!

ABD Gizli Ordusunun Türkiye´yi Yok Etme Savasi - Nihat GENC


AKP-Cemaat-ABD ittifakının Türkiye’yi istila ve işgal savaşının tam ortasındayız. Saf olmayın. Savaş tüm cephelerde vahşice sürüyor.



Bugüne kadar bu savaşı, fikirlerle tartıştık, yani küreselleşme, AB’ye girme, Ermeni ve Rum Tezleri’ne karşı koyma, Özelleştirmeye karşı durmak, Ergenekon tertiplerini kökünden eleştirmek gibi.







Sonra fikirlerimizi derinleştirip sosyal psikolojik analizler yaptık, kitleleri, cemaati, medyayı, yazarları, felsefi ve psikolojik olarak değerlendiren onlarca uzun uzun makaleleri bu sütunda yayınladık.



Ama şimdi, yaşadığımız bu vahşi savaşı, hak ettiği şekliyle yani ‘savaş terimleriyle’ tahlile çalışalım.







Bahsi geçen yazılarımda bir şeyi çözemedim, bu çözülmeyen şey: ‘peşin kötü’. Yandaş medya ‘kötü damgası vurmuş’, niçin kötü neden kötü açıklamıyor. Mesela Cumhuriyet Mitingleri’ne katılan milyonları peşinen ‘kötüler’ diye damgalıyor. İşte bu ‘peşin kötü’ kavramı beni düşündürdü. Bir değişik analizle daha iyi anlatabilirim, Uzay Yolu’yla başlayan uzay filmleri vardır. Bu filmlerde uzayda korkunç sümüksü yüzlü tuhaf yaratıklar karşımıza çıkar. Bu ‘yaratıklar’ın hepsi peşinen kötüdür. Niçin kötüdür, çünkü ‘dünyayı istila edeceklerdir’. Uzay filmleri bizi bu kötüye şartlandırır. Uzay’da kimi görseler kötü damgasını vurup peşin peşin kötü deyip hemen öldürürler. Oysa bu filmlerde şöyle bir tema hiç yoktur, mesela Jüpiter’de ‘elmas yatakları’, Ay’da define, Mars’ta altın hazineleri saklı ve bu yaratıklar işte bu hazineleri ele geçirmemizi önlüyor. Ancak klasik tüm macera filmlerinde bir ‘define’ öyküsü vardır, Hindistan’ta Afrika’da geçen ya da masallarımızdan tanıdığımız bu hikayelerde kahramanımız bir define aramaktadır ancak karşısına defineye ulaşmalarını engelleyen kötü adamlar çıkar ve onlarla savaşır. Klasik masallar ve macera filmlerinde kötüleri tanırız, çünkü, onlar bir madeni, zenginliği, defineyi ele geçirmemizi önlüyorlar. Yani ‘kötü’nün bir anlamı sebebi mantığı vardır, mesela mağarada gizli madenleri kahramanımız değil kötüler ele geçirecekmiş…





ABD’nin Orta Amerika’dan başlayıp Filipinler’de süren ve Vietnam’da devam ve Orta-Doğu’da bereketlenen darbe savaş iç ayaklanma istila planlarında işte hep bu kötüler vardır. Filipinler’de önlerini kesenler kötüdür, Afganistan’da Irak’ta direnenler kötüdür, Vietnam’da direnenler kötüdür. Niçin kötüdür, cevabı yok, kötüdür. Oysa kötü diye damgaladıkları bu insanlar kendi ülkelerini, madenlerini, zenginliklerini koruyorlar ve yabancı istilaya geçit vermek istemiyorlar. Ancak ABD Dış Politikası ve bu politikanın dilini güncelleştiren büyük dünya medyası ‘kötü’ imgesini profeseyonelce kullanır.







Hatırlayın, Irak Savaşı’ndan önce ‘kötüler’ artık gün ışığına çıkartılmış Bush tarafından ‘şeytanlar’ (şer cephesi) olarak ilan edilmişti.







Nedensiz ‘kötü’ olabilir mi? ABD kötü ilan ediyor diye ‘kötü mü’ oluyoruz.. Medyada, gazetelerde, dergilerde, ınternette, ekranlarda yirmi yıldır her saat her akşam işte bu KÖTÜLER’e karşı amansız bir savaş görürsünüz. Niçin kötü oldukları söylenmez.







Bu kötünün ne olduğunu artık biliyoruz, bu kötü: düşmandır. Bir savaş kavramı olarak: düşman. Yani, yok edilmesi şart olan düşman. Mutlak biçimde ortadan kaldırılması gereken düşman.



Yandaş medya ve haberlerin dilinde peşin peşin kötü ilan edilmemizin sebebi, Amerika’nın bizi ‘düşman’ ilan etmesidir. Eğer sizler Amerika’nın ‘kötü’ (düşman) damgası ve tarifine katılıyor ve yazılarınızda sorgulamadan peşin peşin aynı kötü’den aynı maksatla söz ediyorsanız, siz Amerika’yla işbirliği içinde yani aynı cephede yan yana savaşıyorsunuz, demektir.







Yani artık felsefi ve psikolojik değil tam anlamıyla SAVAŞ KAVRAMLARIYLA yorumlamaya çalışalım. Karşınıza mizahi değil ürkütücü bir tablo çıkacak. Öncelikle hepimizin yakından şahit olduğu 2003 Irak’ı istila planına benzerlik hem şaşırtıcı olacak, hem de Irak’ı istila planının ‘tıpkısının’ aynen Türkiye’de harekete geçirildiğini göreceksiniz.



( Aşağıda büyük harflerle yazılmış kelimeler SAVAŞ KAVRAMLARIDIR.) 1. ABD, Türkiye’yi bir Saddam Rejimi, bir Nazi Rejimi gibi görüyor ve bu rejimi topyekün tasfiye edip KESİN BİR ZAFER istiyor. Buna sebep Türkiye’nin Irak İşgali’ne katılmayıp Türk Ordusu’nun ‘müslüman öldürmeye’ yanaşmamasıdır ve ABD Irak bataklığına saplanıp kalmasında en büyük suçu Türk Ordusu’na atmıştır. Ve ABD diğer tüm karıştırdığı ülkelere yaptığı gibi Türkiye’ye ‘din’ ve ‘etnik’ merkezli bir tartışma hediye etmiş ve bu tartışmanın tarafına silah cephane verip ‘hamiliğine’ soyunup bugün ‘açılım’ diyerek bitmek tükenmez bir karanlığa doğru Türkiye’yi sokmuştur. Dünyanın hiçbir yerinde ‘etnik’ ve ‘din’ merkezli tartışma bitmez, dünyanın her yerinde ‘etnik’ ve ‘din’ merkezli siyasetler, ya toprak, ya mübadele ya da ‘soykırım ve katliamlara’ sebep olmuştur. Etnik ve din merkezli ‘siyasi sorunlar’ asla ‘çözülmez’ sorunlardır, Kürt sorunu diye yaygara koparanlar şimdi ‘sorunu’ toprak vermeden mübadeleye yanaşmadan ve katliamlara uzanmadan çözeceklerini ya saflıkla ya kuklalığından sanıyor.







Dünyada hiçbir ‘devlet’ toprağını tartışmaz, tartışmadı, bunu herkes öğrensin, ‘toprak’ı sadece galip düşman kuvvetleri tartışır, onlar da muzafferiyetleriyle masaya getirip şu şu bölgeleri madde madde istiyoruz deyip gelip karşınıza otururlar.. Türkiye hem Güneydoğu’da hem de Suriye sınırındaki mayınlı arazileri ‘toprak’ tartışması olarak gündemine almaya zorlanmış ve kutsal ve bağımsız meclisinde tartışmıştır. Bu durum, işgal günlerinin içinde yaşadığımızın en büyük belgesidir.







2. Türkiye’yi (düşmanı) CEPHEDEN SALDIRIYLA DEĞİL İÇERDEN SIKIŞTIRARAK diz çöktürtmek istiyor.. HATTA DÜŞMANIN KAFASI İÇİNE GİRECEK elemanları cemaat yapılanmasıyla ele geçirdiğine inanıyor. Çünkü, Saddam’ın ülkesi ‘kapalı’ bir toplumdu, gazetecilerin yabancı misyonun ülkeye sızması kolay değildi ve gelen duvara çarpıyordu. Türkiye ise ‘açık toplum’, yani medya gazeteler rahatlıkla kullanılabilir ve bir askeri çıkartma ve hava harekatı yapılmadan ÜLKENİN DİRENCİ FELÇ edilebilir. Üstelik Irak Savaşı Amerika’ya bir trilyon dolara mal olmuştur, hem maliyeti düşürmek hem de yeniden bir savaşa girip zaten sarsılmış prestijini zorlamadan el altından bir harekat en akıllı seçimdir. Ve dahası, Türkiye’yi onlarca yıl süründürecek bir iç savaş ortamı Türkiye’ye kalıcı bir istikrarsızlık vererek ABD’nin işini kolaylaştıracaktır. Ayrıca ABD, PKK ve Cemaat gibi yapıları kontrol edip ülkeyi istediği felaketlere sürükleyecek gücü varsa, bodoslama aptalca savaşıp dünya liderliğinin prestijini düşürmeyecek kadar akıllı bir dış politikaya sahiptir.







Dünya Savaş Tarihi’nde galip muzaffer ordular düşmanı yok etmiş ya da imha etmiş ya da kaçırmış ya da silahlarını teslim almış ya da kendine bağlamış ya da teslim olmaya zorlamış ya da kukla hükümetler kurdurmuş ya da çıkarlarını dayattığı andlaşmalara zorlamıştır, ancak, dünya savaşlar tarihinde hiçbir muzaffer ordu, karşısındaki gücü, yani, emniyet ve istihbarat ve orduyu, içerden ikiye bölecek kadar sert bir darbe indirmeyi başaramamıştır. Ordu, emniyet ve istihbaratın hiyerarşik düzeninin alt üst olmasının tek örneği Türkiye’dir. Bu durum, işgalin ne kadar ilerlediğini ve şiddetle sürdürdüğünün diğer açık belgesidir.







3. Türkiye’yi (düşmanı) tarif etme (DÜŞMANI ŞEKİLLENDİRME) başarıyla tamamlanmıştır. Yandaş medya ve cemaat yazarları marifetiyle, düşman yani Türkiye: 1. Küreselleşmeye karşı, 2. AB’ye karşı, 3. Aşırı devletçi, 4. Dünyaya kapalı, 5. Diktatör heveslisi, 6. Çağın gerisinde, 7. Özgürlük ve demokrasi düşmanı, 8. İslam ve Müslüman düşmanı, 9. Ruscu (Avrasyacı) olma eğilimi fazla, 10. Ermeni, Kürt ve Rum Tezleri’ni kabule yanaşmıyor,11. Soğuk Savaş düzenindeki rolü redediyor, yani, Amerika’ya muhalif olabilir ithamlarıyla tam anlamıyla yaftalanmış ve Türkiye tüm dünyaya bu kötü imaj ve bu marka kavramlarla kabul ettirilmiştir. Velhasıl üstüne çullanıp istila edilecek kıvama getirilmiştir.







Yazarlar gazeteciler haberler ısrarla ve tekrar tekrar Düşmanı Şekillendirirken aynen bu kavramları kullanıp bir ‘ORTAK DÜŞMAN’ ‘ORTAK HEDEF’ tarifinde anlaşmıştır. Uzun yıllardan bugüne bu tarifleri yandaş ve cemaatçi basın kullanarak düşmanı damgalamakta büyük başarı göstermiş, ve ötesi, İngilizce yayınları ve yabancı ülkelerdeki düşünce kurumlarıyla çok sık toplantıları ve yabancı yazarlarla ikili lobi çalışmalarıyla, yabancı basın organları dahi haberlerinde Türkiye için bu ifadeleri sık sık kullanmaya çoktan başlamıştır.







Ve bu ‘düşman’ sıfatlarıyla mahküm edilip dünyaya ‘kötü, şeytan, diktatör’ diye takdim edilen Türkiye’nin saygın kurumlarının liderleri ya da sözcülerinin bu ‘karalamalara’ karşı hukuk ve demokrasi ölçüleri içinde kendilerini, kurumlarını savunurken söylediği tek bir cümle dahi ne ülke içinde ne dünya basınında bugüne kadar ‘dikkate’ alınmamıştır. Ülkeyi savunduklarını sandığımız ve büyük makamlarda oturan en saygın makamların tek cümlesinin dahi ülke ve dünya basınında ‘yayınlanmaması’ ‘görmezden gelinmesi’nin anlamı şudur: sizin dışınızda olanlar sizi hiç ciddiye almıyor, yani size ‘esir’ muamelesi uyguluyor. Kafanızı kuma gömmeyin TÜRKİYE TARİHİNDE GÖRMEDİĞİ BÜYÜKLÜKTE BİR KUŞATMA ALTINDADIR.







4. Öncelikle, bir dizi panik yaratıp tedirginliği tırmandıran seri cinayetler profesyonelce işlenmiştir, Muammer Aksoy’dan Uğur Mumcular’a kadar. Ve sonra Hrant ve rahip cinayetleriyle tam bir suçlama ‘paketi’ ithamları psikolojik saldırının alt yapısı olarak kotarılıp devreye sokulmuştur. Ve tüm bu cinayetler Saddamvari ya da Nazivari bir sert devlet kliğinin yani ‘gizli devlet’in yaptığı propagandasını kabullendirmeye başlamıştır, en azından, kendi gazeteci ve yandaşlarına bunu kabul ettirmiştir. Artık bundan sonra yol haritası çizilmiş, bu gizli devlet kliği demokrasi düşmanı olarak yok edilmeli maske hedefiyle, Türkiye’nin tüm yaşamsal kurum ve değerlerine işgal ve istila başlatılmış ve: Cumhuriyet Gazetesi’ni Cumhuriyet Gazetesi’nin bombaladığı, Uğur Mumcu’yu İlhan Selçuk’un öldürdüğü ve Dağlıca’daki PKK baskınını ise Türk Ordusu’nun kendi askerlerini öldürdüğü şeklinde bir medya ve siyasi dile tercümesini yapıp kabul ettirmeye çalışmışlardır. Bu kadar ağır ithamlar ve iftiralar karşısında dahi, kendi askerimi ben niçin öldüreyim gibi bir savunmayı dahi yapamayacak bir yaka paça, kıskıvrak durumu yaratılmıştır.







5. Türkiye’nin (düşmanın) elindeki EN YÜKSEK ARAZİLERİ ele geçirmek. Bir askeri harekatın ilk hedefi en yüksek en itibarlı mıntıkaları ele geçirmektir. (Çankaya’dan başlayarak, hem devletin hem en ballı özel şirketler ve İslami holding ve cemaatler ve İslami işadamlarıyla, belediyelerden tarikatlara, Harran, Kızılırmak, Karadeniz Yaylaları’na kadar akıl almaz makamlar ve ormanlar ve yabancı maden şirketlerine imtiyazlar ve imar affıyla araziler şimdiden ele geçirilmiş, Suriye sınırındaki mayınlı araziler son anda halk tepkisiyle şimdilik durdurulmuştur. Ve ele geçirilmesi imkansıza kurumlar ise baskı ve zorlamayla ‘susturulup’ ya da ‘itibarları’ yani bir nevi simgesel olarak APOLETLERİ SÖKÜLMEYE başlanmış demeyelim, daha fecisi apoletleriyle dalga geçilir hale getirilmiştir.







6. DÜŞMANIN HAYATİ NOKTALARI’na saldırın. Bugün Türkiye’nin hayati noktalarına saldırılar başarıyla tamamlanmış ve hukuk adına direnen son kaleler Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu kalmıştır, bu kurumlara da tertip ve tezgahlar ve kamera kayıtları ve dinlemelerle son saldırılar tozu dumana katarak nihayete doğru ilerlemekte.. Ve geldiğimiz son durum, Apo ifade verecek Türk Ordusu yargılanacak ve Güneydoğu’da ordunun ve hükümetin yazılı emriyle kahramanca savaşanları yaka paça hukuk tanımadan kodese atılması ‘işgalin’ diğer en büyük belgeleridir.







7. HIZLI HAREKET EDİP DÜŞMANI FELÇ EDİN. Hukuka ve kurumlara ÇOK HIZLI VE PEŞPEŞE ANİ SALDIRILAR düzenleyin. (Ani ve hızlı saldırının handikapları çoktur, mesela Vietnam’da ve Irak’ta bataklığa saplanmışlardır, çünkü, bilmediğiniz arazilere tuzak doludur, Türkiye örneğinde, yüksek hakim Ertosun ve Albay Dursun Çiçek’e saldırı, çarşafa dolanmış, ani saldırı şimdilik karambolde kalmıştır.. Benzer asılsız mesnetsiz belgesiz iftira niteliğindeki saldırılarla daha nice makam ve mevki sahipleri ya istifa ettirilecek ya da karalanıp halkın gözünde şeref ve itibar kaybıyla çürütüleceklerdir Saldırıların hızına dikkat çekelim, Dursun Çiçek belgesi sahte çıkınca, hemen kamera kayıtlarıyla gündem başka yöne hızla yine bombardıman yayınlarla sokulmuş ve şu anda bilmediğimiz ‘sürpriz’ suçlama ve ithamlarla nerelere ve kimlere uzanacağını kimsecikler bilmemektedir, bu, tam bir AFALLATMA ŞAŞKINLAŞTIRMA ve saldırı noktalarını en azından HUKUKİ hatalara zorlama sürecidir.. Zaten bu gizli savaşın harekat planı: şaşırtılmış düşmanı hukuki hatalara sürükleyip birer birer tutuklamak..







8.. BASKI VE ZORLAMA. TSK’ye yapılan baskılar sonucu, şu anki durumu ‘KABULLENMESİ’, ‘FAZLA DİRENMEMESİ VE KADERE VE DÜNYA ŞARTLARINA BOYUN EĞMESİ ’ ve ‘DAHA FAZLA KARŞI KOYAMAYACAĞI’ zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor. (Bu durumu eski kale savaşlarına benzetebilirsiniz, kaleyi muhasara eden güçler dışarıdan kaleye su ve mühimmat yollarını muhasara altında tutarak kaledekileri teslim olmaya zorlar..) Ve ‘kale içinde panik ve iç savaş çıkartarak’, yani kale içine sızdırılmış adamları ya da kale içinden kendilerine yakın kuvvet komutanlarını kullanarak ortam birbirine güvensiz bir hale getirilebilir, Özkök ve Karadayı paşa örnekleriyle, getirildi.







9. KAFA KOPARTMA HAREKATI. Irak Savaşı başlarken Bush’un elinde bir deste kağıtla medyaya çıkıp 52 adet olan bir deste kağıt içinde Irak Rejimi’nin tüm ileri gelenlerinin ‘Wanted’ resimleriyle savaşın ilk hedefi olarak yakalanmalarını sıraya koyduklarını ve saklananları buldukça ekranlarda kartları tek tek açtıklarını hepimiz izledik.







Türkiye’de de ‘gizli bir deste kağıt’ düzenlendi ve bu deste içindeki yazarlar, gazeteciler, teker teker yakalanıp içeri tıkıldı. Irak istilasıyla Türkiye harekatı arasındaki en büyük benzerlik bu 52’lik destedir.. Irak Savaşı’nda uygulandığı gibi aynen Türkiye’de uygulanmış milli, yerli, direnen ne kadar yazar var tutuklanıp içeri atılmıştır. Bu 52 kağıt destesinin kimlere uzanacağını dahi gazete yazılarıyla onlarca işbirlikçi yazar tarafından seslendirmiş ve böylelikle halkımız bu destede yeni ve başka kimler var merakla beklemeye başlamıştır. Şu anda, bu destenin daha kimlere uzanacağı korkusuyla tam bir kıskıvrak yaka paça içeri tıkma sindirmesi uygulanmıştır. Ve bu 52 kağıt destesine bugün aynen Irak Savaşı’nda olduğu gibi ‘esir’ muamelesi yapılmaktadır, yani, hukuk dışılıklara dilekçe ve şikayetlerle avukatların karşı çıkmalarını, desteyi açanlar hiç dikkate alınmamakta, hatta ‘esirden’ öte ‘fare’ muamelesi yapmaktadırlar.







10. Irak İstilasıyla Türkiye harekatı arasındaki en büyük diğer benzerlik şudur: Irak’ı yok etme planı ‘kimyasal silahları’ ele geçirme bahanesiydi. Bu bahane Savaşın da gerekçesiydi. Türkiye’de de bir takım ‘mühimmatlar, krokiler, darbe hazırlık planları ve aslı olmayan sahte belgeler’ iddia edilmiş ve ortalığa sürülmüş ve şu ana kadar bu kroki, belge ve mühimmatların kimler tarafından nasıl niçin konulduğuna dair sahici hukuki tek bir kanıt ortaya konulmamıştır. Ve sonra..







Irak’ta bir buçuk milyon insan öldükten sonra ‘kimyasal silahların’ olmadığı gerçeğini ABD sinsice gülüşüyle itiraf etmiş, muhtemeldir ki Türkiye’de harekat tamamlandıktan, yüzlerce yazar içeri tıkılıp Türkiye’nin direnci kırıldıktan sonra, şimdi iddia olunan Ergenekon Belgeleri’nin tümünün sahte olduğunu (bir küçük yanlışlıkmış gibi) kendileri kıs kıs gülerek itiraf edecekler, ama iş işten Irak’ta olduğu gibi geçmiş olacak.







Ve Türkiye’ye başlatılan işgal harekatının IRAK harekatıyla en büyük benzerliği, Bağdat’a atılan seyredilmiş uranyumla bombalar naklen yayın tüm dünyaya gösterilerek ARAPLAR’ın ya da direnenlerin onurları ve azimleri kırılması yıldırmak ve göz korkutmak, haksız tutuklamaları protesto edenleri pasifize edilmek istendi. Türkiye’de de bütün kameralar çağrılarak NAKLEN YAYIN ASKERİ MÜHİMMATLAR’ın çıkartılması halkın direncini kırmak içindi..







11. MEYDAN OKUMA. Düşmanın Komuta Kontrol Sistemleri’ni dağıtmak. Genelkurmay’da ortaya çıkarılan casus dinleme vakaları, aslında, Genelkurmay’ın kontrol sistemini parçalamaktı, gerçekleşti. Bugün telefon dinleme vakalarından dolayı Genelkurmay kendi arasında sıradan gündelik konuşmalarını dahi yapamaz hale gelmiştir. Yani, kontrol sistemi en azından psikolojik olarak darmadağınık bir telaşa sürüklenmiş, kuvvet komutanları kendi aralarında arkadaşça ailece konuşmalarını dahi iptal ederek tam bir suskunluk içinde kilitlenmişlerdir.







İkinci büyük meydan okuma, ABD Türkiye’ye istihbarat vereceğini bölüşeceğini söylemesine rağmen istihbaratı Türkiye’ye değil dünyanın gözleri önünde PKK’ya vermiştir. Üçüncü büyük meydan okuma, Türk subaylarının PKK’ya havadan ABD ordusunun silah attığını ve sonra İsrail Ordusu’nun Kuzey Irak’ta PKK’ya eğitim verdiğini ve yine Türk subaylarının Avrupa devletlerinin PKK’ya aleni silah ve para yollarını kolaylaştırdığını defalarca dile getirmesine rağmen ULUSLAR ARASI KAMUOYUNDA çıt çıtmamış hiç ciddiye alınmamışlardır ve meydan okumanın başlangıç noktası, Kuzey Irak’ta Türk askerlerini çuvala geçirmeyle harekat başlamıştır.







12. Türkiye’ye karşı yapılan harekatı, OPERASYONLARI (MÜŞTEREK) İŞBİRLİĞİYLE SÜRDÜRMEK. El altından sızdırılan casusvari sahte belgeler yandaş gazetelere gizlice verilmekte ve yandaş medya organize şekilde saldırmaktadır. Onlarca TV, onlarca gazete ve hatta Internet yayınları operasyonu ortaklaşa gerçekleştirmektedir. Bu ‘müşterek’ cepheye Avrupa Birliği’nin nerdeyse bütün devletlerini almışlardır. Ve Avrupa Birliği sözcüleriyle Türkiye’nin susturulması suçlanması ve aşağılanmasıyla harekat hergün gazete manşetlerinin marifetiyle tam bir KUŞATMAYA dönüştürülmüştür.







13. EZİCİ PSİKOLOJİK ÜSTÜNLÜK, ezici medya üstünlüğüyle sağlanmakta. Organize bir faaliyet grubu muharebe alanını (gazeteler, siyaset, tv.) belirleyip yalan casus bilgi ve ithamlarla şok şok başlıklarıyla topyekün bir saldırıya girdiler. İki yıldır aralıksız süren bu şok saldırıların konusu belgelerin hiçbirinin gerçekliği ıspatlanamamıştır. Peki, bu kadar ıspatsız hukuksuz sahte belge ortalıktayken niçin halkımıza özür gibi bir açıklama yapılmıyor, çünkü, savaş halinde hiçbir düşman geri adım atmaz, aksine saldırıyı daha kararlı kılmak için yalan ve yanlışlarını ‘hakikat’ gibi savunarak ve en önemlisi ‘gizleyerek’’örterek’ ilerler.







Psikolojik üstünlüğü, sahtelikleri ortaya çıktığında, topluca yaygara yaparak yani ortalıkta kıyametler kopartarak ‘maskeleyip’ halk tarafından duyulmalarını önlemeye çalışıyorlar. Hiçbir ordu savaş sürerken ‘yanlışını’ kabullenmez ve göstermez, aksine, harekat merkezi yanlışları ya gizler ya savunur. Türkiye’ye işgal harekatı başlatanlar birbirlerinin yalanlarına sıkıca sarılıp gizleyerek daha büyük bir MORAL’le saldırılarını COŞKUYLA VE DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK MARŞLARIYLA sürdürmekteler. Hukuk’u ve yasaları ve demokrasiyi hiçe sayarken KAZANDIKLARI BU MORAL MOTİFASYON bir ‘savaş alanı’ ahlakının en büyük delilidir.







Zurnanın son deliği osuruktan kenardan göya vicdan adına yazan Yıldırım Türker gibi yazarlar, suçlandığı haksız ithamlar ağrına gidip intihar eden gazilere götüyle gülerek dalgasını geçmekte, Perihan Mağden gibi yazarlar insanlar hukuksuzca içeri alındıkça şeytani sevinç çığlıkları atmakta.. Bu kadar ‘duygusuz’luk ancak savaşın beyinleri paramparça edip ayakta kalan askerlerin de ‘aklını yitirmesiyle’ olur ve bu yazarların haksızlığa uğrayanlarla şeytani dalga geçmeleri Ebu Garip Hapishanesi’nde işkence yapan ABD’li kadın askerlerin fotoğraflarına benzemekte.







14.Türkiye’ye karşı harekatı düzenleyen KONTROL MERKEZİ. ABD, Cemaat ve AKP’nin kontrolünde bir üst KOMUTA MERKEZİ tüm bu asılsız iddia ve mahkemeleri ve operasyonları yukardan düzenlemekte ve yönetmekte. Kamuoyunun psikolojisini amaçları doğrultusunda yönetebilmek için operasyonlar bir üst merkezden taktik ve manevralarla düzenlenmekte.







Savaşı manevra ve taktiklerle sürdüren KONTROL MERKEZİ zaman zaman büyük hatalar yapmakta, Türkan Saylan örneğinde olduğu gibi, ancak manevralarla yani yeni operasyon dalgaları ve bambaşka itham belgeleriyle konunun bir parçasını kapatıp konunun tümündeki iddialarını sürdürmeyi profesyonel bir kurnazlık ve dikkatle başarmaktadır.







15. Kontrol merkezinin harekat planı: Önce İLK SALDIRILACAK YERLERİ’ tespit ettiler. (Bir savaşta önce nereleri bombalanacak, fabrikalar, garnizonlar, ulaşım yolları..) Kontrol merkezi, ilk saldırılacak yer olarak toplumda infial uyandırması ve toplumun yönlendirilmesini kutuplaşmasını sağlamak için önce yazar cinayetlerini sonra Hrant, Rahip cinayetleri benzeri olayları hedefledi ve sonra, GENELKURMAY KARARGAHINI seçti, telefon dinleme kayıtlarını ortaya çıkartarak, Genelkurmay’ın ‘iletişim’ gücünü kırdı.







İkinci ve en önemlisi halkı bilgilendiren yaşayan milli yazarları seçtiler. Üçüncü olarak, halka güç veren TV’leri bastılar. Dördüncü olarak yoğun psikolojik bombardımanla bu TV’leri maddi olarak destekleyebilecek işadamı, sendika gibi kaynaklarını ‘sindirdiler’ ve son olarak Cumhuriyet Mitingleri’yle Türkiye’ye güç veren kitlelerin gözünü korkuttular. Ve manşetlerinde ve ekran tartışmalarında Cumhuriyet’in değerleri, Atatürk ve gazilerimizle ve bu ülkeyi bir arada tutan kardeşlik değerleriyle sabahlara kadar kahkahalar atarak aşağılayıp ZAFER SARHOŞLUĞUYLA eğlendiler.







16. GÜCÜ YERİNDE KULLANMAK. AKP-CEMAAT-ABD adamlarının en kabiliyetlerini ‘ordu ve emniyete ve hakimliğe’ sızdırdılar. Savaş Sanatı’nın en büyük becerisi güçlerini nerde nasıl kullanacağındır. En güzel örnek Türkiye, artık savaş stratejilerinde kayda girmelidir, hakimler, emniyet ve ordu içine sızılarak KAFANIN İÇİNE girilmiştir. Amerika ne Filipinler’de ne Vietnam’da ne Irak’ta düşmanın beyni içine sızabilmeyi başaramamıştır, bunun tek örneği Türkiye’dir. ABD tarihinde ilk defa düşmanın beyni içine cemaat ve İsrail ve işbirlikçileri marifetiyle elini kolunu sallaya sallaya girebilmiştir. Ve ABD’nin son elli yılda tüm savaşları içindeki en büyük BAŞARISI, ZAFERİ budur.







Bir ülke istihbarat, gizlilik ve güvenlik konularında aşırı paranoya sahibi olmalı ve aşırı kuşkusuyla sık eleyip sık dokumalıydı, ancak, sağ iktidarlarla iç içe girmiş cemaatler ve İslamcı örgütler ve 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren’in polis okullarını bir tarikata devretmesi ve Özallar’ın marifetiyle ve İsrail güvenlik andlaşmalarıyla Türkiye’nin en mahrem beyni istihbarat odaklarına güve, bit, casus, ajan, işbirlikçi yuvaları haline getirilmiştir. Ve dünyada eşine benzerine rastlanmayan istihbarat içi savaşlar manşet manşet Türkiye’de ortalığa dökülmüş, halkın kendi vergileriyle ayakta tuttuğu kurumlara olan güveni infilak ettirilmiştir.







17. Bir harekatta savaşan tarafların en büyük gücünü SİLAHLARIN GİZLİLİĞİ oluşturur. Düşmanın silahları askerleri nerdedir ve ne kadar güçlüdür. Türkiye’ye saldırı düzenleyenler Türkiye’nin güçlerini nerde olduğunu biliyorlar, bu yüzden, hem yazarlarına saldırıldı hem de ‘krokilerle mühimmatlar’ aranıp icad edilerek Türkiye’ye SİZİN SİLAHLARINIZIN YERLERİNİ VE GÜCÜNÜ BİLİYORUZ, mesajı bir meydan okumayla verildi. Ancak, Türkiye, kendine saldıranların gücünü üstünkörü biliyor, yani, kendine saldıranlar hangi kurumlarda hangi resmi görevlerde ne kadar sayıda ve kimler olduğunu bilmiyor. Sadece hayali bir ‘cemaat’in militanlarından söz ediliyor, o kadar. Ve bu cemaatin gizlediği silahlar var mı, ikmal yapabilir mi, bir gerçek saldırıda ABD Ordusu’ndan mesela PKK’nın aldığı gibi silahları hızla alabilir mi, ya da aldı mı, gibi bir yığın karanlık soru ortada..







18. SÜRPRİZ SALDIRILAR DÜZENLEMEK. Bir savaş başlamadan savaşın sürpriz planlarını kimse bilemez. Türkiye’ye karşı hazırlanan harekatın sürpriz şaşırtıcı harekatı eski Genelkurmay Başkanları’nın ifadeleridir. Bu ifadelere baktığınızda belki de ordu içinde bir takım dinlemelerin içerden en yüksek komuta tarafından düzenlendiği gibi akılalmaz bir düşünce ortaya çıkıyor ki.. Halkın gözünde güvenilirliği çok sağlam olan komuta kademesinin Büyükanıt’ın Dolmabahçe gizli görüşmesi ve muhtırası da eklenince, Türkiye halkı hala karanlık bu noktalarda inanılmaz bir ‘hayal kırıklığı’ yaşamış ve harekat ilk büyük sürpriziyle Türkiye’yi karmakarışık hale getirmeyi başarmıştır. Karargah içinden dinlemelere kimler yardımcı oldu sorusu hala ortada olduğu için, bu durumu, dünya savaş tarihinin en büyük sürpriz savaşı, TRUVA’nın Tahta Atı’na benzetebilirsiniz.







19. Yani halkın en güvendiği askerlik kurumunun içinde bir takım kuvvet komutanlarının tuhaf açıklamaları Türkiye’yi istila harekatının en büyük başarısıdır. Ki, düşman kuvvetlerini birbirine düşürmeyi dünyada hiçbir komutan becerememiştir, yani, ordu ve emniyet’in ayrıştırılması, tarihte hiçbir düşmanın bulamayacağı yağ bal pekmez kaymak’tır. Önce, bir dizi Kemalist yazarları öldürüp laik-şeriat gerginliği tırmandırıldı, sonra, ordu-emniyet saflaştırıldı, sonra, ordu içinde farklı sesler yükseltildi ve sonra, Türkiye’nin Komuta Kalbi, Milli Güvenlik Kurulu’nun en itibarlı komutanları yaka paça içeri tıkıldı.. Taliban askerlerinin her açıklamasını dahi manşet yapan dünya basını bu yüksek rütbeli subayların yaka paça içeri tıkılmalarıyla ilgili açıklamalarına adettendir bir haberdir diye dahi yer vermemektedir.







20. Ve bugün savaş sürerken bir ara netice olarak, MİT, Emniyet, Hakimlik ve Askeri kurumlar içerden bölünmüş birbirine girmiş çatışmalarla TAM ANLAMIYLA MUTLAK BİR DAĞILMAYA DOĞRU sürüklenmiştir, artık Kıbrıs’ta toprak, Güneydoğu’da toprak gibi dilleri altında sakladıkları baklaları çıkartmalarının sebebi, zaferlerinden emin olmalarıdır.







21. Türkiye’ye karşı yok etme harekatını başlatanlar MUTLAK ZAFERLERİNİ ne zaman ilan edecekler. Hiçbir zaman, mutlak zaferlerini, Güneydoğu, Irak, Kıbrıs sorunlarının hangi ölçekte tavizlerle çözüldüğünde anlayacağız. İkincisi, Türk Ordusu’nun Afganistan ve Irak’ta Amerika adına muharebeye katılıp Müslüman öldürmeye ikna edilmesiyle anlayacağız. Ancak, AKP’nin Ermeni, Rum, Güneydoğu gibi tezlerine karşı koyacak tek bir yerel TV’nin ya da yazarın ortalıkta kalmayışı ya da bütünüyle siyasi alandan defedilmeleri, harekatın sonuna yaklaştığımızı gösteriyor.







22. Ancak yaşadığımız çağda ZAFER’i ordular, istihbarat güçleri, medya değil, HALK belirler. Şu anda Türkiye’de yıkılmayan tek kale: HALK’tır. Büyük tahminimiz, yazarların ve televizyonların halkla irtibatının kesilmesinin sebebi de budur. Önümüzdeki 5-10 yıllık süre içinde, yayın bombardımanlarıyla halkın tutum ve kanaatlerini yavaş yavaş değiştirmeye çalışacaklar. Halk’ın en temel inançlarını yıkabilmek ve halkı ele geçirebilmek bu savaşın asıl ve ikinci büyük cephesi olacaktır.







23. Amerika silahlarıyla ya da ajanlarıyla girdiği her toprak parçasının silahlı güçlerini yok etmeyi başarmıştır, ancak Amerika bugüne kadar girdiği herhangi bir ülkede HALK’I MAĞLUP EDEMEMİŞTİR.







24. Ülkemizin birliği ve dirliği ve tarihten bugüne kadar getirdiğimiz tüm bağımsızlık değerlerimizi bugün taşıyan tek gücümüz HALK’tır.







TÜRKİYE’nin tersanelerini emniyetini hukukunu mahkemelerini fabrikalarını meclisini her yerini ele geçirebilirler, ama, TÜRKİYE HALKI’nı bilebildiğimiz tarihlerden bugüne yenmeyi, pes ettirmeyi, teslim almayı KİMSE başaramamıştır.







Bizler, BU HALKIN EVLATLARIYIZ. HALKIMIZA İNANCIMIZ TAMDIR. NİHAİ KARARI VERECEK OLAN HALKIMIZDIR..







Türkiye Cumhuriyeti İstiklal Savaşı ardından Türk Ordusu’nun kahraman subaylarıyla kuruldu. Ordu’nun siyaseti belirlemesi Türkiye’de bugüne kadar süren yoğun tartışmaları da peşinden getirdi.







Ancak, bugünkü amansız işgal ve kuşatmayı kıracak tek gücümüz, halkımızdır. HALKIMIZ BU İŞGALDEN MUZAFERRİYETLE ÇIKACAKTIR.







Muzaffer Türk Halkı, tarihimizde ilk defa, ağadan babadan işadamından ordudan yabancıdan destek yardım almadan bu işgali KENDİ BİLEKLERİYLE kıracak ve tarihimizde ilk defa HALKIMIZ demokrasisini kendi başına inşa edecektir.







Halkımızın siyasi kişiliği ve kimliğini bu topraklarda ele geçirmesi için şu an içinde bulunduğumuz kuşatma Türkiye için tarihi bir şanstır.



Halkımız nihayet sahneye çıkacak. Nihayet halkımız kendi başına kendi gücüyle kendini bu topraklarda varedecek..



Bugüne kadar, ağaların paşaların işadamlarının medyanın mafyanın tezgahında seçimlerle uyduruk demokrasiyle perişan edilip elinden SİYASİ GÜCÜ ALINAN halkımız, tarihimizde ilk defa SİYASET SAHNESİ’ne çıkacak..



Bu halkın tarihlerden bugüne en büyük en kutsal değeri: bağımsızlıktır. Ve bu halk tarihin hiçbir döneminde ‘toprak’ını başkalarıyla asla tartışmamıştır. Ve bu halkın tarihlerden bugüne tek siyasi sorunu ‘haklarının gasp edilmesiyle’ eşitçe bölüşümünü siyasi olarak gerçekleştirememiş olmasıdır.. En doğru siyaset budur, bir ülkeyi HALK İNŞA EDER..



BU TOPRAKLARIN ÇOCUKLARI. BU ÜLKENİN EVLATLARI..



Artık bir toprak ve bir memleket sahibi olmak istiyorsanız bu hepimiz için büyük ve son şanstır.. Kimse halkın gücüne ‘burun kıvırmasın’..



Bin yıldır hiçbir düşman ya da ajan güce teslim olmayan bu halk, tarihin en kritik en trajik anlarında sahneye çıkmayı bilmiştir.



Bu yüzden, harekatın bu saatten sonraki safhası, Türkiye Halkının Direncini kırmaya dönük psikolojik harekat şeklinde sürecektir.







( Bir son not olarak, Irak Savaşı’nda Amerikan Ordusu’na destek veren ve Türk Ordusu’na Irak’ta Savaşa Girmelisin teşvik yazıları yazanlar bugün sevinç naraları atmakta. Ve o günlerde bizlerin direncini kırmak için, ‘Bunlar Saddamcı, Saddam’ı destekliyorlar’ diye durmaksızın yayınlar yaptılar. Ve aklı yetmez birçok genç, Saddamcı görünmemek korkusuyla devre dışı kaldı. Bugün de kah sevdiğimiz kah sevmediğimiz bir yığın yazarı insanı içeri attılar. Bu insanlara ‘haksızlıklar’ yapılıyor diye bu sütunlarda çığlıklar attığımızda, özellikle Milli Görüşçü gençler, ‘bu haksızlıkları biz de görüyoruz, ancak, hiçbirimiz bu insanları sevmiyoruz.. Onları savunursak onlardanmışız diye itham ediliyoruz’ diyorlar. Biz Irak Savaşı günlerinde ‘Saddamcılık’ suçlamalarına yüz verseydik Türkiye’de Amerikan karşıtlığını dünyada en yüksek rakamlara çıkartamazdık. Bu gençlere şöyle dedim, mesela, ahlaksızlığıyla ya da pisliği ve hırsızlığıyla çok namlı bir fahişe kadın bir arabanın altında kalsa, ona yardım etmez misiniz? Şöyle mi düşünürsünüz, şimdi bu yaralı kadını yerden kaldırırsam bana herkes ‘sen fahişeden mi yanasınız, fahişeyle mi birliktesin’ diyecek..



İnsan olabilmeniz için önce içinizde kendinizin de kuşkusu olmayan bir ‘insan kimliği’niz olabilmeli. İnsanlar şayet o bu şu ne der diye korkup ürkmüş vazgeçmiş olsalardı bugün ‘erdem’ ‘onur’ denilen hiçbir değerimiz zırnık kalmazdı.







İkinci notum şudur, Cumhuriyet Mitingleri’ni çok iyi gözlemledim, bu iktidar ve sağcı iktidarlar ilkokul ve ortaokul gibi düşük eğitimli herkesi bütünüyle kandırabilmekte, bunun tek istisnası Aleviler’dir. Bu şunu gösterir, halkımız bilinçlendikçe siyasi tavrı bağımsızlığa doğru yükseliyor. Eğitim düzeyi düştükçe sağcı Amerikancı iktidarların oyuncağı olmaktan kurtulamıyor. Yorulmadan korkmadan ve bıkmadan ısrarla halkımıza bağımsızlık değerlerini anlatmaktan başka çaremiz yok..



Halkın direncin,i işte bu cehalet ya da kendine güveni olmayan, aşağılık kültürüyle siyaset yapmaya çalışan yarım aydınların güvensizliği üzerinden bertaraf etmeye çoktan başladılar) Ve doğunun batının akademisyenleri, savaş teorisyenleri soruyor: savaşların galibi Teknoloji mi? Bütün coğrafya parçalarından karşı bir ses yükseliyor, hayır, savaşlar teknolojik üstünlükle değil, HALKLA kazanılır.



Oturun geçmişteki ve yüzyılımızdaki ve şimdi olmakta olan savaş tarihlerini okuyun, ZAFERİ eninde sonunda belirleyecek olan HALKIMIZDIR..



Halkın gücü toprağına tarihine kardeşliğine ve bölüşümüne aşkla bağlanmış olmasıdır. Onların aşkı ise şeyhlerine ya da ABD’ye..



Bizim aşkımız, Yunuslar’a Fatihler’e Nasreddin Hocalar’a Mustafa Kemaller’e bağımsızlığımıza ve uçsuz bucaksız lezzetleri üreten yaylalar ve dağlarımızadır..