30 Aralık 2014 Salı

Tesla'nın Zamanının Çok Ötesinde Bir İnsan Olduğunun 21 Kanıtı

Nikola Tesla Sırp asıllı Amerikalı mucit, fizikçi ve elektrofizik uzmanıdır. 1856'da Hırvatistan'daki Smijlan'da doğar. Sıradışı bir hafızası vardır ve 6 dil öğrenir. Gratz'taki Politeknik Enstitüsünde matematik, fizik ve mekanik çalışarak 4 yıl geçirir.



1. Dünyadaki bilim ve teknoloji yapısını tam anlamıyla ‘kökünden’ değiştirebilecek birçok ‘kullanılan ve kullanılmayan’ deneye/buluşa imza atmasına rağmen ders kitaplarında adı nadiren geçer.


Özellikle ‘elektriğin kablosuz taşınabilmesi’ gibi bir buluşu ve bunu kanıtlaması O’nun ne kadar benzersiz bir mucit olduğunu açıklar.

2. Radyoyu Marconi icat etti sanılır, X ışınlarını Röntgen'in keşfettiği, vakum tüp amplifikatörünü de Forest'in. Ayrıca Floresan lambayı, neon ışıklarını, hızölçeri, otomobillerdeki ateşleme sistemini, radarın temellerini, elektron mikroskobunu ve mikrodalga fırını da Nikola Tesla'nın icat ettiğini bilen sayısı sınırlıdır.


AC Akım Jenaratörleri ve Motorları, MRI , lazer teknolojisi, robot teknolojisi, depremmakinesi de Nikola Tesla'nın teorileri kaynaklık edinilerek yaratılmış projelerdir.

3. Tesla, 1884'te Birleşik devletlere ilk defa geldiğinde, Thomas Edison için çalışır. Edison henüz ampulün patentini almıştır ve elektriğin dağıtımı için bir sisteme ihtiyaç duymaktadır.



Edison akkor telli ampulü yeni icat etmişti ve elektriğin aktarılması konusunda bir sistem geliştirmeye çalışıyordu ve Tesla’ dan bu konuda yardım istemiş, eğer sistemdeki sorunu çözebilirse büyük miktarda para vereceğini söylemiştir. Tesla sistemdeki sorunları çözerek Edison’u belki de milyon dolarlık bir masraftan kurtarmış ancak vaat edilen parayı hiçbir zaman alamamıştır.

4. Edison ölüm döşeğindeyken Tesla’yı af dilemek için yanına çağırtmış fakat Tesla vaktimi boş laflar dinleyerek geçireceğime, insanlık adına gerekli icatları bularak geçiririm diyerek Edison‘un son arzusunu yerine getirmemiş ve yanına gitmemiştir.


5. Nikola Tesla, ilk defa elektriğin bir kaynaktan çevreye yayılarak kablosuz ve çok yüksek miktarlarda iletilebileceğini söylemiştir. Daha sonra yaptığı deneylerle de bunu göstermiştir.


6. Tesla'nın rüyası, dünyaya bedava enerji sağlamak idi. 1900 yılında, yatırımcı J.P. Morgan'ın sağladığı 150 bin dolarla Tesla Telsiz Yayın Sistemi/Wardenclyffe adındaki kulenin yapımına Long Island, New York'ta başladı.


Bu yayın kulesi, dünyanın telefon ve telgraf servislerini bağlayacaktı. Aynı zamanda resimleri, borsa verilerini, ve hava durumu bilgisini dünya çapında aktaracaktı. Maalesef, Morgan bunun dünyaya bedava enerji anlamına geldiğini farkettiğinde bu işe para yatırmayı kesti.

Dünya, henüz duyulmamış olan sesin ve resmin iletiminden sonra onun bir kaçık olduğunu düşündü. 

Eğer destek o gün kesilmeseydi, günümüzde insanlar elektriği ücretsiz bir şekilde kablosuz olarak kullanabilecekti.


7. Tesla’nın en önemli projesi Kablosuz Enerji İletimi idi. 20 adet ampulü kablo olmadan 25 mil uzaktan yakabildiği kayıtlara geçmiştir.



8. Tesla alternatif akım ile ilgili olarak şu sözleri söylemiştir:


"…Kendi alternatif akım ve yüksek frekans ile ilgili “frekans yüksek olduğu müddetçe yüksek voltajlardaki alternatif akımlar derinin yüzeyinde, herhangi bir yaralanmaya neden olmadan salınırlar. Ama bu amatörlerin becerebileceği bir şey değildir. Sinir dokularına nüfuz edebilecek miliamperler öldürücü bir etki yaratabilir ama derinin üzerindeki amperler kısa süreler için zarar vermez. Derinin altına sızabilecek düşük akımlarsa, ister alternatif ister doğru akım olsunlar, ölüme yol açabilir."

9. Endüstrinin floresan lambayı "icat etmesi"nden 40 yıl kadar önce kendi laboratuvarında floresan lamba kullanıyordu.


Fuarlarda ve sergilerde cam tüplere ünlü bilim adamlarının isimlerinin şeklini veriyordu; bugün her yerde gördüğümüz neon ışıkların ilk örnekleri.


10. Ford ilk motorlu aracı ile gösteriş yaparken yanına giden Tesla bu kadar büyük bir motora gerek olmadığını anlatmış fakat Ford kendini fazla üstün gördüğü için Tesla’yı dinlememiş; bunun üzerine Tesla, ateşleme sistemini icat etmiş ve Ford’a bunu göstermek zorunda kalmıştır.


Fakat her zaman olduğu gibi şanssızlığı burada da kendini göstermiş ve Ford, ateşleme sistemini kullanmak için patentini kendine almıştır.


11. 1898'de, Madison Square Garden'da dünyaya ilk uzaktan kumandalı model botunu gösterir. Yani Tesla'ya uzaktan kumandalı uçaklar, arabalar ve botlar (ve hatta televizyonlar) için de teşekkür edebiliriz.


Geleneksel Elektrik Fuarının geliştiği yer ve genellikle Barnum-Bailey sirkinin çalıştığı büyük alanın ortasına büyük bir tank koydu ve suyla doldurdu. Bu küçük gölün üzerine, yüzmesi için, 1 metre uzunluğunda anten direği olan bir tekne koydu. Teknenin içinde bir radyo alıcısı vardı. Nikola Tesla, seyircilerin isteği doğrultusunda ileri gitme, sağa veya sola dönme, durma, geri gitme, ışıkları yakıp söndürme gibi çeşitli şeyleri uzaktan radyo kontrol sayesinde yaptı. Unutulmaz gösteri tüm seyircileri hayran bıraktığı gibi günlük gazetelerin ön sayfalarında yer aldı.

Nikola Tesla’yı izleyen herkes Nikola Tesla’nın bunu beyin gücüyle yaptığına inanmıştı.

Nikola Tesla'nın uzaktan kumandası temel alınarak günümüzde uzaktan kumanda ile kontrol edilebilen uzay mekikleri, uydular, cihazlar geliştirilmiştir.


12. Amerikalılar savaş zamanında Alman denizaltılarını bulabilmek için Edison’dan yardım istemiş ve Tesla’nın önerisi olan "enerji dalgalarını kullanalım" fikrine Edison'un şiddetle karşı çıkması sebebiyle bugün "radar" dediğimiz aygıt 25 yıl geç keşfedilmiştir.


13. Nikola Tesla uzaydaki hayatın varlığı ile de yakından ilgilenmiş. Dünya’da ilk defa 1899 yılının Mart ayında kendi laboratuvarından uzaya ses dalgaları göndermiştir.


Uzaydan kozmik ses dalgalarının kaydını yapmıştır. Bunun duyurusunu yaptığında bilim çevresinden ilgi ve destek görememesinin sebebi o yıllarda kozmik radyo dalgalarının bilim camiasında yeri olmamasıdır.

Tesla, Mars'tan ve Venüs'ten radyo sinyalleri aldığını belirtmişti. Bugün onun aslında sinyalleri uzaklardaki yıldızlardan aldığını biliyoruz, fakat o zamanlar evren hakkında çok az şey biliniyordu. Basın ise onun "rezil" iddialarıyla eğlendi.

14. Tesla, Marconi'nin kabul edilen radyonun icadından 10 yıl önce radyo ilkelerini zaten göstermişti.


Aslında (Tesla'nın öldüğü yıl olan) 1943'te yüksek mahkeme Tesla'nın daha önceki açıklamalarından dolayı Marconi'nin patentlerinin geçersiz olduğuna hükmetmişti.Hala pek çok referans kaynak radyonun icadıyla ilgili olarak Tesla'nın ismini zikretmiyor. (Ayrıca Marconi'nin radyosu sesi iletmiyordu, sadece sinyal iletiyordu, halbuki Tesla yıllar öncesinde ses iletimini göstermişti.)

15. Tesla'nın tabiatın işleyişini bizim göremediğimiz bir yetenekle görebildiği ortadaydı. Kilometrelerce öteden elektrik ampullerini yakabilmesi, depremler, şimşekler gibi doğayı kökten yok edebilecek güçleri kontrol edebilmesi bunu açıkça gösteriyor.


Tesla’nın bulduğu şeyleri silaha dönüştürecek olan bir ülkenin diğer ülkelere üstün olacağı bariz ortadadır. Bu gün ABD, Tesla’nın fikirleriyle deprem jeneratörü yapmıştır. HAARP (High Frequency Active Auroral Research Program/Yüksek Frekenslı Aktif Auroral Araştırma Programı) olarak nitelendirilen projenin kapsamında yapılan denemelerin, 17 Ağustos depremi gibi dünya üzerindeki yıkıcı depremlerin tetiklenmesine sebep olduğu dedikoduları ortalarda dolaşmıştı. Depreme şahit olanların ışık kümeleri-parlamaları görmeleri de ilginç gelmişti.

16. Tesla, dünyanın ilk hidroelektrik santralini Niagara şelalerinde gerçekleştirmiştir.

Niagara'daki heykeli



17. Tesla’nın başarıları karşısında elde ettiği ödül neydi dersiniz? Edison Madalyası!.. Edison tarafından sürekli eleştirilen birine bundan daha kötü bir ödül olamazdı.


18. Elektrik üzerine yaptığı sayısız deneyler ve buluşlar vardır. 7 Ocak 1943 yılında kendisine ait patent aldığı 700 buluşla en çok patent sahibi kişi olarak dünya tarihine geçmiştir.


19. Modern dünyayı icat eden insan, milyarder olabilecekken neredeyse meteliksiz bir şekilde 86 yaşında 7 Ocak 1943'te New Yorker otelinde ölü bulundu.


Tesla’nın bütün dokümanlarına ABD hükumeti tarafından el konuldu. Tesla’dan geride kalanlar üzerinde çalışmalara devam edildiği ve geliştirilen teknolojiler olduğu söylentileri bulunmaktadır.

Yaşamını kaybettiği New Yorker Oteli




O odaya Nikola Tesla ismi verildi.



20. Bilim adamları bugün onun notlarını satır satır taramaya devam ediyor. Uçuk teorilerinin çoğu bugünün ünlü bilim adamları tarafından ispatlanıyor.


Örneğin, Tesla pervanesiz disk türbin motoru, bugünün modern malzemeleriyle birleştirildiğinde, tasarlanmış en verimli motorlardan biri oluyor. 1901'de patentini aldığı kriyojenik(mutlak sıfıra yakın sıcaklıklarda) sıvılarla ve elektrikle olan deneyleri süper iletkenlerin kaynağını sağlıyor.

21. Elektron altı yükleri olan parçacıkların varlığını ortaya koyan deneylerden bahsetmişti, 1977'de bilim adamları nihayet keşfetti: Kuarklar.


Belki de tarih bir gün gerçek bir dahiyi gördüğü an tanıyabilecektir.
Ayrıca Nobel ödülünü reddetmiş tek bilim(fizik) adamıdır.


Teşekkürler Tesla...


Kaynak: Erkan Ceylan / Onedio

29 Aralık 2014 Pazartesi

ABD’NİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ - Kuramsal Aktarım ve Metin Aydoğan





1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki dönemlerde etkisi ve uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık, resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı değiştirememiştir. ABD için Ortadoğu, “siyasi, askeri ve ekonomik çıkarların birleştiği kavşaktır ve yaşamsal önemdedir”. Bu nedenle Amerikalılar, Türkiye’yi “hiçbir koşulda bırakılmayacak” bir ülke olarak görür. Yüzyıl başında askeri güçle elegeçirilmek istenen Türkiye, bugün siyasi ve ekonomik ilişkilerle elegeçirilmiş, emperyalizm içsel bir olgu durumuna gelerek ülke içine yerleşmiştir.

“Göz Kamaştıran Ülke”; ABD

ABD, İkinci Dünya Savaşından Batı Dünyasının önderi olarak çıktı. Savaşın gerçek galibi, ‘gelişmenin, barışın ve demokrasinin’ simgesi olarak ‘göz kamaştırıcı’ bir varsıllık içindeydi. Onunla iyi ilişkiler kurmak, dost olmak ve yardımına ‘hak kazanmak’, ‘hür dünyaya’ katılarak, ‘özgür ve uygar’ olmanın, kaçırılmaması gereken fırsatıydı. Dünyanın büyük bölümü böyle düşünüyordu. ABD ve Amerikan yaşam tarzı, tüm dünyayı saran bir modaydı.
Oysa bu ‘moda’nın arkasındaki gerçek, yoksul ve güçsüze yaşam şansı vermeyen genel, yaygın, örgütlü ve güce dayanan yeni bir dünya düzeniydi. Bu düzenin ekonomik ve politik amaçları içinde; azgelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini belirleme, ulus çıkarlarına sahip çıkma ya da bağımsızlığını koruma gibi kavramlara yer yoktu. Yeni düzen bunları yok etmek üzere geliştirilmişti.
Türkiye, Yeni Dünya Düzeni’ne katılmada dünyadaki bütün azgelişmiş ülkeler içinde en özenili (hevesli) ülke olmuştur. Daha 20 yıl önce, emperyalizme karşı dünyadaki ilk başkaldırı devinimini başarmış olan bir ülkenin, bu durumu, gerçek anlamda bir üzünçlü (dramatik) durumdur. Kemalist kalıtın (mirasın) yadsınmasıdır.

Batıcılık Tutkusu

Pek çok kimse, Türkiye’nin Batıya bağlanmasına; Sovyetler Birliği’nin II.Dünya Savaşı sonrasında süresi biten 1925 Türk-Sovyet anlaşmasını yenilememesi ve Türkiye’den kabul edilemez toprak isteğinde bulunmasının neden olduğuna inanır.
Bunun etkisi olduğu açıktır. Ancak, gerçek ve belirleyici neden bu değildir. O günlerde Türkiye’yi yönetenler yetkilerini, ulusal tam bağımsızlık olan Kemalizmden yana değil, Batıya bağlanmaktan yana kullanmıştır. Bu durum, onların bilinç düzeyi ve bu düzeyin oluşturduğu dünya görüşünün doğal sonucuydu.
1939 Üçlü Bağlaşma Anlaşmasıyla başlayan Batıya bağlanma süreci, savaşın bitmesi ile olağanüstü hız kazandı. Türkiye, toplumsal düzeyi, siyasi alt yapısı yeterli düzeyde olmamasına karşın, ABD’nin dayatması ile önce çok particiliği kabul etti ve 24 Ekim 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler’e girdi.
BM’den sonra kurulan hemen tüm uluslararası örgütlere; inceleme yapmadan, araştırmadan ve bilgi sahibi olmadan üye oldu. 14 Şubat 1947’de Dünya Bankası, 11 Mart 1947 de IMF, 22 Nisan 1947’de Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948’de Marshall Planı, 18 Şubat 1952’de NATO, ve 14 Aralık 1960’da OECD’ye katıldı.
Bunlardan başka sayısını ve niteliğini bile tam olarak bilinmeyen, çok sayıda ikili anlaşmaya imza attı. Gümrük Birliği Protokolü’yle kapılarını AB’ne açtı. Türkiye’nin katıldığı tüm uluslararası anlaşmaların ortak özelliği, Batıya bağımlılığın arttırılması ve hükümranlık haklarının törpülenmesidir. Törpülenmenin ulaştığı düzey bugün, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini aratacak düzeydedir.

İkili Anlaşmalar

ABD ile yapılan ilk ikili anlaşma, daha savaş bitmeden yapılan ve 23 Şubat 1945 tarihinde imzalanan anlaşmadır. Borç verme ve kiralamalarla ilgili olan bu anlaşma, TBMM de 4780 sayıyla yasalaşmıştır. Anlaşmanın temel özelliği; adının Karşılıklı Yardım Anlaşması olmasına karşın, ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye’yi ağır yükümlülükler altına sokmasıdır.
Anlaşmada, koruyucu hükümler olarak yer alan başlamlarla (maddelerle), Türkiye’nin değil, hiçbir yükümlülük altına girmeyen ABD’nin hakları koruma altına alınmaktadır. Anlaşmanın 2.başlamı şöyledir: “T.C. Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ne temin edecektir.”1 Böyle bir başlamın bağımsız iki ülke arasında yapılan bir anlaşmada yer alması elbette olanaklı değildir. T.C.Hükümeti, ABD’ne hizmet sunmakla görevli olacak ve bu görevin sınırı da belli olmayacaktı.

Borçlanma Anlaşması

İkinci anlaşma, 27 Şubat 1946 tarih ve 4882 sayılı yasayla kabul edilen bir kredi anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın özü dünyanın değişik yerlerinde ABD’nin elinde kalan ve ülkesine geri götürmesinin gideri yüksek olan, eskimiş savaş artığı gereci (malzemeyi) satın alması koşuluyla Türkiye’ye 10 milyon dolar borç verilmesidir. Bu anlaşma, Türkiye’yi her yönden bağımlı kılacak anlaşmalar dizisinin öncülerindendir ve ağır koşullar içermektedir. Anlaşmanın I.bölümü şöyledir:
“T.C. Hükümeti, ABD Dış Tasfiye Komisyonu’nun Türkiye dışında satışa çıkardığı, kullanım fazlası malzeme ve donatımlardan, ihtiyaçlarına denk düşenleri satın almak istediğinde, bu alımın 10 milyon dolarlık bölümü için, iki hükümet aşağıdaki maddeleri kabul etmişlerdir;
I. ABD, Türk Hükümetine bu alımlar için 10 milyon dolar kredi verecektir.
II. Türkiye Hükümeti kullanılan kredinin tamamını, on eşit taksitte, yıllık 2,3/8 oranı üzerinden hesap edilen faizle ve dolar olarak ödemeyi kabul eder.
III. Birleşik Devletler, faiz dahil olmak üzere bu taksidin resmi rayiç üzerinden Türk Lirası olarak ödenmesini de isteyebilecektir. Türk Lirası ödemeler, T.C.Merkez Bankası’nda özel bir hesaba yatırılacak ve Birleşik Devletlerin arzusuna göre;
-Kültürel, Eğitimsel ve İnsani amaçlara,
-Birleşik Devletler tarafından Türkiye’de kullanılan memurların harcamalarına tahsis edilecektir.”2
ABD bu anlaşmayla çok yönlü kazançlar elde etmektedir. Elindeki savaş artığı gereci satmakta, Türkiye’yi bu gereçlere ait yedek parça bağımlısı yapmakta ve Türkiye’de etkinlik gösterecek Amerikalı görevlilerin giderlerini karşılamaktadır. Bu işler için hiçbir harcama yapmamaktadır. Kültürel, insani ve eğitimsel etkinliğin ne anlama geldiği bugün daha iyi bilinmektedir. Kimlere ya da hangi örgütlere ne miktarda ve ne amaçla yapıldığını yalnızca Amerikalıların bildiği yardımlarla, ABD Türkiye’deki gücünü hızla arttırmış, toplumun her kesiminden kendisine bağlı insan yetiştirmiştir.

Savaş Artığı Malzeme

Anlaşmanın ikinci bölümünde de Türkiye için kabul edilemez nitelikte hükümler vardır. İkinci bölümün birinci başlamı şöyledir; “ABD Dış Tasfiye komisyonu, Türk Hükümetine satacağı malzemelerin fiyatlarının envanterini ve listelerini verecektir. Satış fiyatı ilgili mümessiller tarafından görüşülecektir. Türk Hükümeti tarafından malzemenin bulunduğu yerden ve bulunduğu gibi alınacaktır. Alınan malzemenin mülkiyeti Türkiye’ye geçmeyecek, ABD hükümeti alınan malzeme için herhangi bir teminat vermeyecektir.”3
Anlaşmaya göre Türkiye, satın almak istediği gereci yerinde nasılsa, kırık, bozuk, işlemez ya da onarımı gerekse de alacak, ABD bozukluklar için herhangi bir yükümlülüğe girmeyecektir. Ayrıca satın alınan gerecin iyelik (mülkiyet) hakkı Amerikalılarda kalacaktır. Çünkü, 23 Şubat 1945 tarihli ilk anlaşmanın 5.başlamına göre, Türkiye ABD Başkanı gerek görürse, bu malzemeleri, parası ödenmiş bile olsa geri vermeyi kabul etmiştir.
Bu anlaşmanın, bağımsız ülkeler arası ilişkilerde değil, sıradan ticari ilişkilerde bile yeri olamayacağı açıktır. Anlaşmanın imzalandığı 1947 yılında Atatürk’ün “en yakın çalışma arkadaşı” İsmet İnönü Cumhurbaşkanıdır. O günlerde devlet hazinesinde 245 milyon dolarlık altın ve döviz stoğu vardır. Kurtuluş savaşının kazanılmasının ardından 25, Atatürk’ün ölümünden ise yalnızca 9 yıl geçmiştir.

Anlaşmalar Seti

Türkiye 1950’ye dek, ABD ile; 7 Mayıs 1946 tarihli Borçların Tasfiyesi ile İlgili Anlaşma, 6 Aralık 1946 tarihli Kahire Anlaşmasına Ek Anlaşma, 12 Temmuz 1947 tarihli Askeri Yardım Anlaşması ve 27 Aralık 1949 tarihli Eğitim İle İlgili Anlaşmalar imzalamıştır. Bu anlaşmalar, Türkiye’nin bağımsızlığını büyük oranda ortadan kaldırarak ABD’ni içsel bir olgu durumuna getiren elli yıllık sürecin temelini oluşturur. Diğer tüm anlaşmalar, bu temel üzerinde çeşitlendirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Bunlardan Askeri Yardım ve Eğitim İle İlgili olanlarının koşulları özellikle dikkat çekicidir.

Satın Aldığı Malı Kullanamama

Askeri Yardım Anlaşması, 1952’de yapılacak NATO ile ilgili ikili ve çok yanlı anlaşmaların ön hazırlığı niteliğindedir. Belirgin özelliği, önceki anlaşmalarda olduğu gibi, ABD’nin belirleyici olmasıdır. Bu anlaşmanın 2.başlamı şöyledir: “Türkiye Hükümeti yapılacak yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu amaç doğrultusunda kullanabilecektir. Birleşik Devletler Başkanı tarafından atanan... Misyon şefi ve temsilcilerinin görevlerini serbestçe yapabilmesi için, Türkiye Hükümeti her türlü tedbiri alacak, yardımın kullanılışı ve ilerleyişi hakkında istenecek olan her türlü bilgi ve gözlemi, her türlü kolaylık ve yardımı sağlayacaktır.”4
Bu anlaşmanın olumsuz sonucunun ne anlama geldiğini Türkiye 17 yıl sonra karşısına çıkan somut ve acı bir gerçekle öğrenecektir. 1964 Kıbrıs bunalımında, Kıbrıslı Türkleri korumak için son umar (çare) olarak yapılması düşünülen askeri eylem, ABD tarafından bu anlaşmanın 2.ve 4.başlamı gerekçe gösterilerek önlenmiştir.
ABD Başkanı Johnson, o zaman başbakan olan İsmet İnönü’ye ünlü mektubunu göndermiş ve bu mektupta şunları yazmıştı: “Bay Başkan, askeri yardım alanında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında yürürlükte olan iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda var olan, askeri yardımın veriliş hedeflerinden başka amaçlarla kullanılması için, Hükümetinizin Birleşik Devletlerin iznini alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu koşulu tamamen anlamış olduğunu, çeşitli kereler, Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Var olan koşullar altında, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından verilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletleri’nin izin vermeyeceğini, size bütün samimiyetimle ifade etmek isterim.”5
Sömürgecilik döneminin biçemiyle (üslubuyla) yazılan mektup, içerik olarak da çok ağırdır ancak ne ilginçtir ki İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde imzalanan bir anlaşmaya dayanmaktadır. Johnson Mektubu’nun, ulusal bağımsızlığın 1964’de geldiği noktayı gösteren somut bir belge olması açısından tarihsel bir önemi vardır. Mektubun doğrudan tarafı olan İsmet İnönü, imzalattığı anlaşmanın ne anlama geldiğini bilmiyor olacak ki, söylemde sert tepki gösterecek ve “Yeni bir dünya kurulur Türkiye oradaki yerini alır” diyecektir.
Aynı İnönü, Bu mektubun yazılmasına yasal zemin oluşturan 12 Temmuz 1947 tarihli ikili anlaşmanın imzalandığı gün, Cumhurbaşkanı olarak yayınladığı iletide (mesajda) ise şunları söylemişti; “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin, memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamaktadır... Bu yardımı yapan Birleşik Amerika’nın, dünya barışının devamı ve güçlendirilmesi uğruna kendisine düşen büyük rolü tamamıyle benimsediğini gösteren parlak ümitlerle dolu bir işarettir.”6

Eğitim Anlaşması

27 Aralık 1949’da imzalanan Eğitim İle İlgili Anlaşma; Türk milli eğitimine yön vermede, ABD’nin önce ortak edilmesi daha sonra belirleyici olmasını sağlayacak koşulları yaratan bir anlaşmadır. Anlaşmanın sonuçları en ağır biçimiyle bugün yaşanmaktadır. Türk milli eğitimi, bugün her yönden milli olmaktan uzaktır ve bir yetersizlik içindedir. Ulusal eğitimin çözüm bekleyen sorunları özel kişi ve kümelere bırakılmış paralı eğitim yaygınlaştırılmıştır.
27 Aralık 1949 tarihli Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın en önemli özelliği, Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kişilerin eğitilme biçiminin saptanması ve giderinin karşılama yönteminin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği ‘uzman’, ‘araştırmacı’, ‘öğretim üyesi’ adı altındaki görevliler için de yapılmaktadır. Türkiye’de ABD’ye yardım edecek, işbirliği yapacak, geleceğin yöneticilerini yetiştirmek üzere Amerika’ya götürülecek olan Türk ‘öğrenci’, ‘öğretim üyesi’ ve ‘kamu görevlilerinin’ konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.
Bu anlaşmayla başlayan süreç, ABD açısından o denli başarılı olmuştur ki, bugün Türkiye’de Amerikan eğitimi almamış üst düzey yönetici kalmamış gibidir. Sözü edilen Anlaşmanın birinci başlamı şöyledir: “Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C.Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır.”
Kurulacak komisyonun yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1 ve 2.1 alt başlamlarında şunlar vardır; “Türkiye’deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletler’deki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dahil olmak üzere finanse etmek... Komisyon harcamalarını yapacak veznedar veya bu işi yapacak şahsın ataması ABD Dışişleri tarafından uygun görülecek ve ayrılan paralar, ABD Dışleri Bakanı tarafından tesbit edilecek bir depoziter veya depoziterler nezdinde bankaya yatırılacaktır.”
Kullanma yer ve miktarına ABD Dışişleri Bakanı’nın karar vereceği harcamaların nereden sağlanacağı ise, Anlaşma’nın giriş bölümünde belirtilmektedir; “T.C. Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanan Anlaşma’nın birinci bölümünde belirtilen” kaynakla.
Bu kaynak, ABD’in Türkiye’ye verdiği borcun faizlerinin yatırılacağı T.C.Merkez Bankası’na, Türk Hükümet’ince ödenen paralardan oluşan bir kaynaktır. T.C. Hükümeti bu anlaşmalarla, kendi parasıyla kendini bağımlı duruma getiren bir açmaza düşmektedir. ABD ile yapılan ikili anlaşmaların tümünde ortak olan bir özellik vardır; Bu anlaşmalar planlı bir bütünsellik taşır ve birbirleriyle tamamlayıcı bağlantılar içindedir. Burada görüldüğü gibi, Eğitimle İlgili Anlaşma’nın kaynağı, Borç Verme Anlaşması’nın bir başlamıyla karşılanır.
Anlaşma’nın 5.başlamı en dikkat çekici başlamlardan biridir. Bu başlam, yukarıda açıklanan işleri yapma yetkisinde olan ve Türkiye’nin bağımsızlığını dolaysız ilgilendiren kararlar alabilen bir komisyonun kurulmasını öngörmektedir. ‘Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu’ adını taşıyan kurulun oluşumu için şunlar yazılıdır: “Komisyon dördü T.C. Vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.”7

“Uzmanlar” ve Yaptıkları


27 Aralık 1949 tarihli ikili anlaşmayla, Türkiye’ye ABD’nden gelen uzmanların niteliği ile ilgili olarak 1960 Milli Birlik Komitesi üyesi ve tabii senatör E.Albay Haydar Tunçkanat şu görüşleri ileri sürüyor: “Amerikalılar Türkiye’ye genellikle Türk düşmanı konumundaki personelini gönderir. Bunlar Türkiye ve Türkler hakkında geniş bilgilerle donatılırlar. Bu kişiler şirket müdürü, uzman, danışman, ticaret yetkilisi, er, subay ve turist olarak ABD pasaportuyla gelip, ikili anlaşmaların sağladığı geniş imkanlara dayanarak, Türkiye’deki özel görevlerini büyük bir serbesti içinde, kimsenin müdahalesi olmadan yaparlar. Türkiye’yi karıştırmak, parçalamak için, yerli işbirlikçilerle birlikte yerel örgütler kurarlar, hükümetleri düşürdükleri bile söylenir... Türkiye’deki devrimci ve anti-amperyalist, Atatürkçü her hareket komünistlikle damgalanarak sol tehlike büyütülürken her türlü sağ ve gerici hareketlere milliyetçi nitelik verilip örtülerek, Türkiye için asıl büyük tehlike, sinsi bir biçimde yerli ve yabancı para ve ideolojilerle beslenip kuvvetlendirilir.”

26 Aralık 2014 Cuma

*GEÇMİŞİ BİLMEYENLERİN, GELECEĞİ GÖRMEYENLERİN ELİNDE TÜRKİYEM - Prof. Dr. Cihan DURA



Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlarHiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi.  Mehmet Âkif Ersoy Sample Image
Saygıların en büyüğüne lâyık bir bilim adamımız, SBF’den hocam, “hakikî mürşit”, Türkiye’nin önde gelen tarihçilerinden Prof. Dr. Halil İnalcık, birgün gazeteci Taha Akyol’u aramış; "sabahlara kadar uyuyamıyorum" diyerek, Türkiye’de alevlenen etnik milliyetçiliğe ilişkin kaygılarını anlatmış. Kamuoyuna iletmesi için bir metin kaleme aldığını söylemiş. Değerli hocamızın bu yazısı (Milliyet, 2 Kasım 2007) paha biçilmez değerde. Aşağıda bir özetini sunuyorum; sonra kendi söyleyeceklerime sıra gelecek.

I) 19. yüzyıl Batı parçalama politikası bugün de Türkiye'ye karşı aynen uygulanmaktadır. O yıllarda Osmanlı devletini parçalama süreci şöyle işlemekte idi:
-Yunan, Sırp, Bulgarlar; kendi millî devletlerini kurmak için dışarıda ve içeride sürdürdükleri ihtilal faaliyetlerinde Batı devletlerinden himaye, teşvik ve fiilî müdahale sağlarlardı.
-Rumeli'de halk kışkırtılır, komiteci baskınlarıyla ayaklanmaya sürüklenirlerdi.
-Türk halkı kendini savunma zorunda kalır, devlet müdahale eder, kanlı kırgınlar olurdu.
-Bu gelişme tam da Batı'nın istediği bir şeydi:  “Hıristiyan milletler soykırıma uğruyor, dünya barışı tehlikeye giriyor, milletleri ezen Osmanlı rejimi çağdışıdır” gibi iddialarla Büyük Devletler bir araya gelip dâvâyı kendi ellerine alırlardı.
-Çaresiz kalan Osmanlı hükümeti seyirci durumuna düşerdi. Batı nasıl ve neyi planlamışsa ona göre  karar alınır, Balkan milletlerine özerklik veya doğrudan bağımsızlık verilirdi.
Günümüze bakarsak, Batı aynı taktiği Türkiye'ye karşı da uygulamaktadır.
Bugün, NATO savunma sisteminin önemli bir parçasıyız. Her alanda AB standartlarına yetişmeye çalışıyoruz ama Batı'nın kısa görüşlü “parçala-hükmet politikası” günümüzde de işler görünmektedir. ABD, Ortadoğu'da kendi planını uygulama yolundadır ve bu planlarda Türkiye'yi emellerine engel olarak görmekte, Irak'ın egemenliği örtüsü altında Kürt kartını oynamaktadır. Bu plan, Kürdistan planı, I. Dünya Savaşı'ndan beri tezgâhtadır. Irak devletinin başına bir Kürt oturtulmuştur, Dışişleri'ne bir Kürt getirilmiştir. Kuzey Irak şimdiden ABD himayesindedir ve onun planlarına hizmet etmektedir.
Türkiye için büyük tehlike şudur: Kürt liderler dâvâyı Birleşmiş Milletler'e götürmeye çalışıyor. Barzani şimdiden BM ile temastadır. PKK, işte bu planın uygulanmasına hizmet etmektedir: PKK'nın asıl hedefi sınırda kalmayıp Türkiye içinde kanlı bir çatışma çıkarmaktır. Türkiye'de etnik bir çatışma çıkması ve Batı kontrolünde olan Birleşmiş Milletler'in, bu çatışmayı dünya barışı için bir tehdit sayarak müdahale etmesi asıl amaçlarıdır. Böylece dâvâ tamamıyla elimizden alınıp ABD ve AB'nin istekleri doğrultusunda bir seyir alacak, Türkiye'nin kontrolünden çıkacaktır.
Bir tarihçi olarak benim gözlemim şudur:  Batı, Türkiye'ye karşı, 19. yüzyılda Osmanlı'ya uyguladığı politikayı aynen sürdürmektedir.
II) Değerli hocamız H. İnalcık; Batı’nın, kendi planlarının bir aracı olarak etnik unsurları kışkırtma stratejisi hakkında ana hatlarıyla böyle bilgilendiriyor bizi. Bense, bu stratejinin, nasıl uygulandığını, daha somut olarak göstermeye çalışacağım. Örneğim Girit’in Osmanlı’dan koparılışıdır.
Çoğunlukla okumayı sevmediğimiz, hele tarihi pek az okuduğumuz için -bugün olduğu gibi- her defasında kolayca oyuna geliyoruz. Girit’in elden gidişi ile, Kıbrıs dramımız, AKP’nin “PKK açılımı” arasında çok büyük benzerlikler vardır. Girit’in, 1821-1912 arasında yaklaşık 90 yıl süren bir mücadele sonunda Yunanistan tarafından Osmanlı’dan -bağırta bağırta- nasıl koparıldığının planını, mekanizmasını bilmek, bir vatan borcudur.
Yunanistan Girit’te 90 yılda 9 kez isyan çıkarttırıyor: 1821, 1830, 1841, 1866, 1878, 1889, 1895, 1899 ve 1898’de! Arkasında daima Batı vardır, İngiltere ve Fransa, Rusya vardır.
İsyanlar 1866’dan sonra sıklaşıyor, aralıkları kısalıyor. Dikkat! 1866’lar Osmanlı’nın malî tutsaklığının kökleştiği yıllardır!
Toparlarsak, Yunanistan 90 yılda attığı 9 adımla Girit’e sahip olmuştur. Bu, ünlü “salam taktiği”dir; adımları şunlardır:  


-Birinci adım (1868)Özerkliği oluşturacak ilk haklar veriliyor.
-İkinci adım (1869)Reform talebi yerine getiriliyor, özerklik genişletiliyor.
-Üçüncü adım (1878)Adanın valiliğine bir Rum getiriliyor, daha geniş haklar tanınıyor.
-Dördüncü adım(1896)Yeni reformlar, tam özerklik...
-Beşinci adım (1897)Özerklik statüsünde Yunan lehine değişiklik yapılıyor.
-Altıncı adım (1898)           Osmanlı askerleri Girit’ten çıkarılıyor. Ada valiliğine Yunan veliahdıgetiriliyor.
-Yedinci adım (1909)Girit Meclisi Yunanistan’a ilhak kararını açıklıyor.
-Sekizinci adım (1912)Yunanistan Girit’e asker çıkarıyor. Bu, fiilî ilhaktır.
-Dokuzuncu adım (Londra ve Bükreş antlaşmaları)İlhak kararı Osmanlı’ya kabul ettiriliyor. Yunanistan Girit’i ele geçirme sürecini, hukukî ilhakla tamamlıyor.
  

Madem “açılım” lafı moda oldu, tarihimizde Girit’in elden gidişi sürecine de açılım diyelim, Osmanlı’nın Girit açılımı diyelim. AKP’nin bugün yaptığı da ne demokrasi, ne Kürt açılımıdır, doğrudan doğruya PKK açılımıdır. Çünkü bir süredir PKK’nin talepleri teker teker yerine getirilmektedir.
Şimdi bu iki açılımı, Girit açılımı ile AKP’nin PKK açılımını karşılaştıralım. Sürecin “oyuncuları ve kullanılan teknikler” bakımından yapacağım bu karşılaştırma Türkiye’nin başına örülen çorapları daha açıkça görmemizi, önümüzdeki yıllarda örülecek çorapları da tahmin etmemizi sağlayacaktır. Karşılaştırmayı aşağıdaki tabloda yaptım. Önce solda Osmanlı’nın Girit açılımının ilk kutusunu, hemen ardından sağda AKP’nin PKK açılımının ilk kutusunu okuyun. Her defasında böyle yapın. Her iki açılım arasındaki benzerlikler karşısında şaşkına dönecek, bu kadar da olmaz diyeceksiniz. Ancak, burası sahipsiz Türkiye, oluyor.
  
OSMANLI’NIN GİRİT AÇILIMIAKP’NİN PKK AÇILIMI
1) Girit trajedisinin baş oyuncuları: Bir tarafta Rusya dahil Büyük Devletler (özellikle İngiltere ve Fransa), Yunanistan; öbür tarafta Osmanlı yöneticileri.a) Büyük Devletlerçoğunlukla Yunanistan’ın arkasında, çıkarları gerektirdiği için. Rumları sürekli Osmanlı aleyhine kışkırtıyorlar. Eğer bu devletlerin yardımı olmasaydı, Yunanistan hedefine ulaşamazdı.  PKK açılımında baş oyuncular hemen hemen aynı: Avrupa Birliği (İngiltere, Fransa ve Almanya); Rusya, yeni oyuncu olarak : ABD; Irak kuzeyinde Barzani yönetimi. Türkiye tarafında AKP hükümeti.Bütün Batı ülkeleri PKK’ya destek sağlıyor. PKK’yı ve onun sivil uzantısı DTP’yi Türkiye aleyhine tahrik ediyor. Bunlar olmasa PKK, DTP ve Barzani üçlüsünün hiçbir şey yapamayacağı herkesçe biliniyor.
b) Girit sorunu,  Yunanistan’ın bir devlet olarak ortaya çıkışıyla başlıyor. Açıkça görülmektedir ki Yunanistan uzun dönemli bir planı sabırla uygulamış,             planından asla şaşmamış, hiç pes etmemiştir. Geri çekilse bile, bir sırtlan gibi avının yanına yeniden dönmüştür. Hedefi hep aynıdır, değişmemiştir: Girit’i ele geçirmek. Hedefine ulaşmada birinci dayanağı “iradesinin sarsılmazlığı” ise, ikinci dayanağı Büyük Devletler’in desteği olmuştur. Avrupa kamuoyunu kullanmış; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın büyük yardımlarını görmüştür. Üçüncü desteği ise Osmanlı Devleti’nin –mâli ve ekonomik- güçsüzlüğüdür. Osmanlı’nın zayıf zamanını, zor dönemlerini kollamış, hep uygun koşulları beklemiştir.   b) PKK sorunu,  Irak kuzeyinde Barzani güçlerinin ABD’nin kanatları altında bir bölge yönetimi olarak ortaya çıkışıyla alevleniyor. PKK  uzun dönemli bir planı sabırla uygulamaktadır. Planından geri adım attığı görülmemiştir. Geri çekilse bile, fırsat çıkınca terk ettiği siperlere yeniden dönmüştür. Hedefi hep aynıdır, hiç değişmemiştir: Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak. Bunu görmemek için ya cahil, ya da art niyetli olmak gerekir.Tıpkı Girit planında Yunanistan’ın sergilediği gibi “PKK-DPT-Barzani üçlüsü”nün, hedeflerine ulaşmada, önce iki dayanağı vardır: Bir, “iradelerinin sarsılmazlığı” emin adımlarla sürekli ilerliyorlar; iki, Büyük Devletler’in (ABD ve AB’nin) desteği. Üçlü, Avrupa kamuoyunu kullanmakta; AB ve ABD’nin  mali ve teknik yardım ve desteğini görmektedir. Ancak bir destek daha vardır ki tarihte gördüğümüzün aynıdır: Tıpkı Osmanlı Devleti gibi, Türkiye de mâli ve ekonomik bakımdan güçsüzdür. Düşman Türkiye’nin zayıf ve zor koşullarda olduğunu görmekte, hedeflerine ulaşmak için zamanın elverişli olduğunu düşünmektedir.  
c) Osmanlı yöneticileri, ekonomik ve mâli nedenlerden dolayı Batı’ya karşı elleri kolları bağlı, şaşkın ve teslimiyetçi bir durumdadır. Cehalet, bilinçsizlik ve hamiyetsizlik çok yaygın. Yöneticiler gerçekleri gizliyor, yalan da söylüyorlar. Düşmana ödün verince, sorun bitecek sanıyorlar. Oysa karşılarında demirden bir irade, ince ince yıllardır uygulanan bir plan var. Ya farkında değiller, ya kendi kendilerini aldatıyorlar, ya da çaresizler. Düşman her aldığı ödünden sonra daha da cesaretleniyor. Bu, bir canavarın, kan içtikçe daha da azmasını andırıyor. c) Günümüz Türkiyesi, devleti, özel sektörü hatta halkı ile ağır borç yükü altındadır, bu yüzden hükümet parababalarına, yani Batı’ya karşı boynu bükük, teslimiyetçi bir durumdadır. Sosyal ahlak tan eser kalmamıştır. Hükümetin beyanlarından anlaşılmaktadır ki, PKK ve DTP’nin -dolayısıyla Batı’nın- talepleri yerine getirilirse Türkiye güllük gülistanlık olacaktır. Oysa zaman zaman ağızlarından kaçırıyorlar, Üçlü’nün niyeti sonuna kadar gitmek, ayrı bir Kürt devleti kurmaktır. Hükümet ya bunu göremiyor, ya da görüyor ancak ona göre davranmak işine gelmiyor.Yeni ödünlerin, düşmanın cesaretini artırdığı, şimdiye kadar ki  hareketlerinden, bugünkü küstahça talep ve davranışlarından açıkça anlaşılıyor.
2) Girit’in Yunanistan’a kazandırılması sürecinde ne gibi politikalar ve teknikleruygulandı? Şunlar ön plana çıkıyor:a) Osmanlı ekonomik tuzaklara düşürülüyor. Girit’e önce özerklik veriliyor. Sonra bu özerklik genişletiliyor. Halk oylaması öneriliyor. Reform planı dayatılıyor. Önce iki tarafı da gözeten uygulamalara gidiliyor, sonra        yalnızca Yunan’ı gözeten uygulamalara… Şu slogan, gerçek niyetleri gizlemek için,  sıkça kullanılıyor: “Ada’ya barış getirmek.”  Verilen sözler tutulmuyor. 2) Hangi politika ve teknikler uygulandı, uygulanacak?
a) -Yerel yönetimlerin özerkliği genişletildi, genişletiliyor. Diyarbakır belediye başkanı şimdiden bağımsız bir devletin başkanı gibi hareket ediyor.
-Devlet televizyonunda önce 2-3 saatle başlayan Kürtçe yayın, çok geçmeden sürekli hale getirildi.-AB’nin baskısıyla reformlar, üniversitelerde Kürtçe bölüm, hatta enstitü açılması girişimleri söz konusu.
-“Barış, kardeşlik” lafları hükümetin, PKK’nın sivil uzantısı partinin ağzından düşmüyor. Koroya gerektiğinde Barzani, Talabani de katılıyor.
b) Yunanistan, davası için yoğun propagandayapıyor. Bir çözümü kabullenmiş görünüyor. Oysa kabul etmemiştir: Uygun konjonktürde yeniden harekete geçiyor. Osmanlı’nın Girit’ten askerlerini çekmesi sağlandıktan sonra, Enosis’i iki aşamada gerçekleştiriyor: Fiilî Enosis, hukukî Enosis. Girit’teki Türklere uyguladığı taktikler şöyle özetlenebilir: Saldırma, öldürme, acı çektirme, göç ettirme, Türklüğü silme. b) İçte ve dışta propaganda bütün hızıyla sürüyor. Karşı taraf çözüm öneriyor, bununla yetineceğini beyan ediyor.Diğer aşamalara henüz gelinmedi. Ancak AKP hükümetinin kısa, orta ve uzun vadeli adımlarından, üç aşamalı bir plandan söz ediliyor:
-Birinci aşamada, üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin, Kürdoloji enstitülerinin kurulması, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki Türkçeleştirilmiş yer isimlerinin Kürtçeleştirilmesi, Kürtçenin geliştirilmesi ve yayılması için önlemler alınması, Q,W,X gibi harflerin kullanılmasının serbest bırakılması gibi adımlar atılacaktır.
-İkinci aşamada, terör örgütü militanlarının dağdan indirilmesi için gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasının yanı sıra, yerel yönetimlerde hizmetlerin Kürtçe verilmesi, Kürtçenin okullarda “seçmeli dil dersi” olarak okutulması, Kürtlerin siyasal olarak örgütlenmelerinin önünün açılması gibi adımların atılması planlanmaktadır.
-Üçüncü aşama, ise bu çerçevedeki anayasal değişikliklerin yapılmasını içermektedir.
Bunlar da yerine getirildi diyelim, peki bunlardan sonra, örneğin 5-6 yıl sonra neler olacak?
Olacakları Girit trajedisini örnek alarak şöyle tahmin edebiliriz:
-Yukarda sayılan ödünleri elde ettikten sonra, uygun şartlarda yeniden harekete geçecekler.
- Nihai hedeflerine müzakere yoluyla ulaşmayı deneyeceklerdir. Eğer hükümet bugün olduğu gibi “aman, analar ağlamasın” gerekçesine sığınırsa sorun yoktur. Aksi halde:
-İç savaş çıkarmayı deneyeceklerdir. Başarırlarsa:
-Önce fiili olarak devlet kuracaklar.
-Sonra, hukuki temeli sağlayacaklardır.
-Bütün bu faaliyetlerinde Batı’dan özellikle AB ve ABD’den gittikçe artan bir şekilde para ve silah desteği göreceklerdir. 
  
‘***’
Ey okur, geçmişte başımıza gelenlerle bugün olup bitenler arasındaki benzerlikleri görüyor musun? Donup kaldın değil mi? Aslında bunda şaşılacak bir şey yok; çünkü hep aynı plan, hep aynı merkez tarafından uygulamaya konulmaktadır. Türkiye’ye karşı 300 yıldır hep aynı oyun oynanmaktadır. Durum bugün de aynıdır, kaybeden yine Türkiye olacaktır. Bunun birinci sebebi toplumsal belleğimizin olmayışı, hükümetler üstü devlet geleneğimizin artık ortadan kalkmış olmasıdır. Oysa 1980’ler öncesi Türkiye’si bir ölçüde bu hasletlere sahipti. Ne var ki bunlar 1980 sonrasında, yine bir Amerikan planı olan Kenan Evren darbesiyle başlayan süreç içinde tahrip edilmiştir.
Evet, Türkiye geçmişte pek çok örneği bulunan bir içten parçalanma planıyla karşı karşıyadır. Bunu göremeyenler ya bilmeyenler, düşünmeyenler ya da milletini, vatanını umursamayanlardır. Görenler ise tarih biliminde bir kutup olan Sayın Halil İnalcık gibi bilip düşünenler, Vatan ve Millet aşkıyla “sabahlara kadar uyuyamayanlar”dır.
İstediğin kadar ödün ver, istediğin kadar açılım yap ey AKP, daha orta yerindesin planın. Osmanlı Girit’te ödün vere vere nereye yuvarlanıp gittiyse, PKK açılımında senin gideceğin yer de orasıdır. Ne var ki kendinle birlikte bizi, 70 milyonu da geri dönülmez bir felakete sürüklüyorsun.
Senin bu “açılımı”n Batı planının aşamalarından sadece biri… Sonra başka aşamalar gelecek; Son hedefe kadar sebatla yürüyecekler, her istediklerini yaptıracaklar sana, daha yıllar var önlerinde. Elini verdin, kolunu isteyecekler; kolunu verdin, bütün vücudunu isteyecekler. Bugün bu, yarın şu, öbür gün de o!... ne var ne yok hepsini alacaklar elinden.
Şu da var ki her millet layık olduğu idareye mazhar olurmuş! İşin en acı, içinden en çıkılmaz tarafı da bu!
Ey geçmişi bilmeyen, geleceği göremeyen AKP iktidarı, beni dinlemiyorsan bilim ve hikmet sahiplerini dinle! Sen, hepimiz o kadar muhtacız ki buna:
-Sakın kapıyı aralık bırakmayın;  farkına varmadan, ardına kadar açılır (M. Kemal Atatürk).
-Geçmiş geleceğe ışık tutmadıkça akıl karanlıklar içinde yürür  (A. de Tocqueville).
-Göz odur ki dağın arkasını göre, akıl odur ki başa geleceği bile (Türk Ata Sözü).