9 Haziran 2014 Pazartesi

Filantropi - Yazar: Sait Yılmaz

Hemen her gün yeni bir hayırseverlik haberi alıyoruz; Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg
hayırseverlik işlerine 920 milyon dolar bağışlamış[1], Bill Gates AİDS’e karşı yeni bir nesil
prezervatif geliştirmiş[2], Başbakan Erdoğan’ın işadamlarına ödül verdiği törendeki açıklamasına
göre; Adana’da yakalanan MİT’in silah dolu TIR’ları meğer yardım amaçlı imiş, Türkiye’nin bu
yardım operasyonundan Türkiye düşmanları dışında kim rahatsız olurmuş?[3] Ortalık bir yardım, bir
yardım, hayırseverlikten geçilmiyor. Öte yandan insanlarımız bir yerlerden fon bulma; eğitimini,
projesini, işlerini daha ucuza getirme ya da bu fonlarla okumak, geçinmek derdinde, yabancı
ülkelerde bir yerlere başvuruyor. Dış yardımlar, uzun zamandır başta ABD olmak üzere pek çok
ülkenin havuç ve sopa politikasının bir vasıtası olmaya devam ediyor. IMF ve Dünya Bankası, dış
kaynak ihtiyacını karşılamak adına ülkelere verdikleri borçlar ile tanınıyor. Batılı üniversiteler ve
vakıflar, verdikleri yardımlar ile pek çok ülkeden öğrencileri, akademisyenleri ülkelerine çekiyorlar.
Uluslararası araştırma kuruluşları başta Afrika olmak üzere üçüncü dünya ülkelerinde açlık ve
hastalıklarla mücadele için BM ile birlikte on yıllardır çeşitli projeler üzerinde çalışıyorlar. Dünya
üzerinde binlerce NGO, çatışma ve felaket bölgelerinde mağdur sivillere yardım ediyor. BM çatısı
altında fakir ülkeler için milenyum programları uygulanmaya çalışılıyor. BM Kalkınma Programı ya
da Avrupa Birliği, sosyal projeler için milyonlarca dolar ya da Euro’yu her yıl gönüllü araştırmacılara
dağıtıyor. Devletler kendi banka kredileri ve yardım ajansları yolu ile başka devletlerin projelerine
fon sağlıyor, mühendislik hizmetleri veriyor. Masonluk, Rotary, Lions gibi yapılanmalar yanında, sivil
toplum örgütü şeklindeki çeşitli dernekler bulundukları ülkelerde çok uzun zamandır çeşitli yardım
projeleri yürütüyor, yurtlar açıyor, burslar veriyor. Son yıllarda mantar gibi biten İslami vakıf ve
dernekler kendi stratejileri çerçevesinde seçtikleri ülke ya da bölgelere yardım götürüyor, okullar
açıyor, dini eğitim veriyor, yeni bir kuşak yetiştirmeyi hedefliyor. Bu hayırseverlik işlerine Batı
literatüründe “filantropi” deniliyor.
Filantropi, 19. yüzyılda İngiltere ve Amerika’da yaygın bir moda akım haline geldi. İngiltere
hegemonyasının Batı tipi modern toplum yaratma fikrini ortaya atan John Ruskin ve ABD’nin geri
plandaki kurucularından çelik imparatoru Andrew Carnegie filantropinin ilk öne çıkan yüzleri oldular
[4]. Carnegie, kütüphanelere, okullara ve üniversitelere büyük yardımlar yapmıştı. 20. yüzyıldaki en
önemli filantropistler, Rockefeller ve Ford aileleri oldu. Hayırseverlik amacı ile kurulmuş vakıflar
vergiden muaftır ve böylece zenginler vergi vermek yerine bir kısım parasını -benim param diyerek,
istediği her (eğitim, din, bilim, kültür vb.) alanda kendine göre projeler için kullanmaktadır. Bu süper
zengin biri için vakıf aracılığı ile yeni emlak ve gelir elde etme yolu olarak kullanılmaktadır[5].
Örneğin Gates, gelirlerinin çoğunu Microsoft’dan değil bu tür işlerden elde etmektedir[6].
Hayırseverlik için ayrılan paraların çoğu insanların yiyecek gibi temel ihtiyaçlarına değil, geri
dönüşü olan vakıf üniversitelerine, hastanelere ve zenginlerin ideolojilerine hizmet eden kültürel
kurumlara gitmektedir[7]. Örneğin Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin çoğu, fiiliyatta vakfın
başındaki kişinin pek çok özel girişimi ile birlikte iç içe yürüttüğü hayırseverlik amacından sapmış,
özel üniversitelerdir. 2011 yılı rakamlarına göre ABD’de yardım yapan 73.764 vakıf bulunmakta idi.
Bunların çoğu küçüktür ve sadece 1.293 tanesinin toplam varlığı 50 milyon dolardır. Eylül 2013
rakamlarına göre filantropi, ABD’de en büyük 67 özel vakfın 1 milyar doları yönettiği büyük bir
sektör olarak tanımlanabilir. Peki, bu paralar neden veriliyor, neler oluyor, arkasında kimler var?
Tabii ki bu yardımların hepsi de kötü niyetli değil ancak, hayırseverliğin tam yedi yüzü var ve kirli
yüzlerde gerçekte neler olup-bittiğinin farkında olmalıyız. Bu makalede, hikâyenin en başından
başlayarak, küresel sermayenin sahiplendiği filantropi’nin (yardımseverliğin) arka yüzünde
dolaşacağız.
Parayı yönetenlerin kısa geçmişi…
Küresel sermayenin iki ana kolunun ikisi de Yahudi kökenli olan İsviçre-Basel’deki Rothschild ailesi
ile ABD’deki Rockefeller ailesi olduğunu daha önce söylemiştik. Küresel sermayenin para planlama
merkezi (City) Londra’dadır. Aksiyon merkezleri ise Wall Street, Belçika-Brüksel ve Singapur’dadır.
Rockefeller’in ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR), kurulduğu 1921 yılından beri dış politikada salt
açık-diplomatik olayları yönlendirmekle kalmamış, örtülü operasyonların ana hatlarını da çizen bir
güç niteliğine sahiptir. Buraya kadar kısa bir özet yaptıktan sonra bu oluşumların öncesine dönmek
yani İngiliz hegemonyasının etkin olduğu 19. yüzyıl dönemindeki yapılanmaları anlamak gereklidir.
İngiliz hegemonyasının ana omurgasını 300’ler Komitesi teşkil ediyordu. 300’ler Komitesi, teşkilat ve
yapısı İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’ne dayanmakta idi. Venedik ve Cenova’daki asil ailelerle ile
bağlantılı idi. Bu üç yüz adam, ABD’yi kontrol ediyor, dünya olaylarını yönlendiriyor, ABD Başkanı
Woodrow Wilson’u seçiyor, Milletler Cemiyeti’nde delegeler bulunduruyorlardı. 150 yıldan daha
fazla süredir faaliyette olan 300’ler Komitesi, talimatlarını Royal Institute for International Affairs
(RIIA) gibi kuruluşlar yolu ile dağıttı. Avrupa işlerini yönlendirecek bir kurum olmasına karar
verildiğinde RIIA, Tavistock Enstitüsü’nü kurdu. Birinci Dünya Savaşı döneminde, 300’ler Komitesi,
Yuvarlak Masa (Round Table) altında Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nü (IISS[8]) kurdu.
IISS, M16-Tavistock kara propaganda ağının ve ıslak işlerinin (kanlı operasyonlar), nükleer ve
terörizm karşıtlığının bir parçası idi[9]. İngiliz Kraliyet ailesi üyelerinin hisselerinin çoğuna sahip
olduğu British Petroleum (BP), 300’ler Komitesi’nin hala kaptan gemisi olmaya devam ediyor.
ABD’ye hegemonyayı devretmeden önce 1940’larda İngiltere’nin başındaki Kraliçe Elizabeth, 31
diğer ülke toprağını kontrol ediyordu. Dünya kara parçalarının 6’da biri ona aitti ve bu toprakların
değeri 28 trilyon dolar idi[10]. İngiliz kraliyet ailesi dünyaya hükmediyor ama bunu yalnız başına
yapmıyordu. En az üç aktör ile işbirliği yapıyordu; merkez bankaları, Ceçil Rodes’in mirası ve
Rothschild’ler II. Dünya Savaşı öncesi uluslararası finansın dizginleri Avrupa bankacılık
hanedanından Rothschild ailesinde iken, savaş esnasında Atlantik’in öbür tarafına Wall Street’e geçti.
Daha sonra Roma Kulübü ve NATO kuruldu. CIA, ABD halkının değil 300’ler Komitesi’nin bir vasıtası
olarak kuruldu. Roma Kulübü, Avrupa’nın asil aileleri ile Amerika’daki Anglo finansörlerin evliliğini
temsil eden bir şemsiye yapıdır. İlk beş yılında NATO, German Marshall Fund tarafından finanse
edildi. Ana örümceğin kontrolü David Rockefeller’dan babası tarafından torunu John D. Rockefeller
ve annesi tarafından Federal Rezerv Kanunu’na öncülük eden senatör olan Nelson Aldrich’a geçti.
1944’de Bretton Woods Konferansı’nda IMF ve Dünya Bankası’nın kurulmasını sağlayan David
Rockefeller, 1976’da Trilateral Komisyonu’nu kurdu. Rockefeller, elit uluslararası kulüp olan
Bildelberg’in de kurucusudur. CFR’ın görünen işlevi; yüksek finans dünyası, büyük petrol, şirket
elitizmi ve ABD hükümeti arasında aracı olmaktır. Bildelberg grubu, 300’ler Komitesi’nin önemli bir
parçası olmasına rağmen, Roma Kulübü daha üst seviyeli üyelere sahiptir. 300’ler Kulübü’nün iç
halkasındaki binlerce sosyal bilimci, haber medyasını sıkıca kontrolünde tutar ve kamuoyu oluşturma,
haber oluşturma ve yayma işinde çalışır[11].
Hem Bildelberg hem de Round-Table ile yakın ilişkileri sayesinde Kissinger, Nixon’dan sonra da
istihbarat, iç ve dış politika, kolluk güçleri dâhil ABD yönetiminin en etkin ismi olarak kaldı ve
300’ler Komitesi’nin isteklerini yerine getirdi. 1991 yılında Baba Bush, Margaret Thatcher’dan
300’ler Komitesi adına Irak’a karşı tavır alınmasını isteyince, iki hafta içinde sadece ABD değil
hemen hemen tüm dünya kamuoyu Irak ve Saddam Hüseyin’e cephe aldı. 300’ler Komitesi başındaki
İngiliz Kraliçesi, vergi ödemeyen şirketler ve onların kurduğu düşünce kuruluşları ve vakıflar ağı ile
günlük yaşamamızda bilmemiz gerekenleri yönetmeye devam etmektedir. İç içe geçmiş şirketler,
sigorta kurumları, bankalar, finans kuruluşları, büyük petrol şirketleri, gazeteler, dergiler, radyo ve
televizyon kuruluşları bu sistemin birer parçası olan büyük bir ağ içindedir ve kimse onların
kontrolünden kaçamaz. RIIA, 1 Eylül 2004’de Chatham House ismini aldı[12]. Amaç, karşılıklı
bağımlılığa dayalı merkezi bir dünya hükümeti tarafından yönetilen “yeni dünya düzeni”ni kurmaktır
Gücün dört unsurunu kullanmayı temsil eder; siyasi, parasal, entelektüel ve dinsel[13]. Oluşturulan
örümcek ağı, merkezinde New York’taki Federal Rezerv Bankası’nın bulunduğu, sayılı banka ve
şirketi yöneten çok küçük bir grup insanı barındırır. Oyunun kuralları; sıkı personel yönetimi ve
kontrolü, içeride minimum üye, ön tarafta olanların oyun hakkında kısmen bilgili olması,
uygulamaların manivela kullanılarak yapılması, şirket birleşmesi/alınması, şirketler zinciri (holding
hissedarlığı ile) oluşturulması, borca dayalı koşullar öne sürülmesi vb. yöntemleri içerir. Ana
örümcek yakından incelenmekten kaçınır, anonim gözükür, arka planda oturur ve hayırsever
(filantropist) rolü ile tanınır.

Filantropik planlar..
300’ler Komitesi’nin hedefi tek bir para sistemi olan, sürekli babadan oğula geçen bir oligark grubu
altında tek bir dünya hükümeti yaratmaktı. Bu düzende orta sınıf olmayacak, sadece yöneticiler ve
hizmetçiler bulunacaktı. Böyle bir dünya için bir milyar nüfus yeterli idi. Kurallara uyanlar
yaşamakla mükâfatlandırılacak, uymayanlar ise ya aç bırakılacak ya da yasadışı ilan edilerek, en
sonunda yok edilmek için hedef alınacaktı[14]. Konunun genel çerçevesinin anlaşılması için yapılan
çalışmaları üç dönem halinde ele alabiliriz; İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar olan dönemdeki
“soybilim (eugenics)” çalışmaları, 1970’lere kadar Yeşil Devrim (Green Revolution) ve sonrasında
“genetik” bilimi dâhilinde genliği değiştirilmiş gıdalar (GMO[15]) ile tekrar nüfus kontrolüne geçildi.
1920’lerden itibaren ‘negative soybilim’ çalışmaları ile arka planda istenmeyen ırk ya da nüfusun yok
edilmesi hedefleniyordu. Bunun ilk uygulaması Hitler ile işbirliği halinde Yahudiler üzerinde
yapılırken, 1939’daki Negro Projesi’nde ise hedef siyahlardı[16]. Amaç, genetik olarak Üstün Irk
(Master Race) yaratmaktı. Hitler ve Naziler bunu Aryan Üstün Irkı olarak adlandırdı ve Hitlerin
soybilim projesi büyük ölçüde Rockefeller Vakfı tarafından desteklendi. Anglo-Sakson beyazların
yanında kara derili nüfusu kontrol etmek te hedefleniyordu. Savaştan sonra Hitler’in soybilim
alanındaki bilim adamları ABD’ye getirilerek Rockefeller Vakfı içinde çalışmalarına devam ettiler[17)

1946 yılında Nelson Rockefeller ve eski ABD Tarım Bakanı ve Hi-Bred Seed şirketinin
kurucusu Henry Wallace’in Meksika’ya yaptığı bir geziden sonra Yeşil Devrim projesine karar verildi.
Projenin görünüşteki hedefi dünyada açlığa son vermekti. Yeşil Devrim ile 300’ler Komitesi’nin planı;
ileri mekanize tarım üretimine sahip sanayileşmiş ülkelerin yavaş da olsa dünyadaki “fazla nüfusu”
eriteceği idi. Rockefeller Vakfı’nın büyük stratejisi içinde bitkiler ve hayvanların genetiği ile ilgili
araştırmalar iç içe devam etti. Yiyecek tedariki artık aile çiftlikleri yerine çokuluslu şirketlerin işi
olmalı idi. Sonuçta tıpkı petrol sanayi gibi tarım alanında da Rockefeller ailesinin küresel bir etki ağı
ve tekel kurmasına yaradı. Bu yüzden 1970’lerde Henry Kissinger, “Petrolü kontrol ederek ülkeyi
kontrol edersiniz, yiyeceği kontrol ederek nüfusu (insan sayısını) kontrol edersiniz” diyordu ve
onunlabirlikte küresel nüfusun azaltılması ve gıda kontrolü ABD stratejisi oldu[18]. Yeşil Devrim
işinde Rockefeller Vakfı ile Ford Vakfı el ele idi ama ABD dış politikasını desteklemek için Kalkınma
Ajansı (USAID[19]) ve CIA ile işbirliği yaptılar. On yıllardır başta Afrika olmak üzere dünyanın her
köşesinde yapılan projeler çoğunlukla başarısız oldu ve ikinci safhada GMO ürünlerine geçildi.
Moleküler biyoloji ve genler ile ilgili çalışmalar Rockefeller Vakfının yarattığı bir alandır. Nüfus
azaltması ve GMO’lar büyük bir stratejinin parçasıdır ve dünya nüfusunda önemli bir azaltmayı
hedeflemektedir. ABD ve İngiliz hükümetleri genetikliği ile oynanmış tohumların küresel olarak
yaygınlaşması için Nazi Soy Geliştirme Araştırması’nı destekleyen Rockefeller Vakfı’nın kurulduğu
1930 yılından beri uğraşıyor[20].
Yeni Dünya Düzeni’nin ilk taslağı Londra’daki Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü baş teorisyeni olan
Edward Bernays tarafından yapılmıştı[21]. Bu enstitü zamanla bu işlerdeki dünyanın en önde gelen
beyin yıkama kurumu haline geldi. Yeni Dünya Düzeni planı içinde küresel nüfusu azaltacak bir
mühendislik çalışması (virüsler/aşılar/genetik olarak oynanmış yiyecekler), dünya nüfusunun bir
milyardan aşağıya çekilmesi ve dünya kaynaklarının küresel oligarkların kullanımına bırakılması
vardır. 20. yüzyılın başından beri dünyanın her yerinden virüs ve bakteri toplanarak, askeri
amaçlarla üzerinde çalışılmaktadır. 1917 grip salgınına neden olan virüs, 1951 yılına kadar başka bir
yerde görülmemişti. Yeniden ortaya çıkışı askeri maksatlı deneyler ile birlikte oldu. 1970’lerden
sonra BM örgütleri ile birlikte insanlar üzerinde denenen aşılar ile çeşitli deneyler yapıldı.
Rockefeller Vakfı, Nüfus Konseyi, Dünya Bankası, BM Kalkınma Programı (UNDP), Ford Vakfı ve
diğerleri Dünya Sağlık Örgütü ile birlikte 20 yıl boyunca, tetanoz ve diğer aşıları kullanarak üremeyi
önleyici aşı üzerinde çalıştılar[22]. 1978-1981 yılları arasında ABD hükümeti tarafından
homoseksüellere uygulanan Hepatit B aşısı sonrası HIV mikrobu yayıldı. Ancak, ABD hükümeti bu
aşıyı gönüllü olarak yaptırıp ölen AIDS hastalarının miktarını yayınlamaktan bugüne kadar kaçındı
[23]. Aşı üreticileri aşılarda kullanılan thimerosal bileşeni ile ilgili yeterli testleri hiçbir yapmadılar
[24]. Thimerosal içeren çocuk aşıları artması otizm vakalarının da üç katına çıkmasına neden oldu[25].
2000 yılından itibaren ise hedef biyolojik savaşı kazanmaktır. Bugün ABD’de 300’den fazla bilimsel
kuruluş içinde 12.000 kişi biyolojik savaşta kullanılacak patojenler üzerinde çalışıyor[26].

Yardımsever Bill Gates iş başında…
Teknoloji dehası ve dünyanın en zengin ve etkili filiantropistlerinden biri olan Bill Gates, emekli olup
eşi Melinda ile birlikte kendini “Bill and Melinda Gates Vakfı” ile dünya genelinde hayırseverlik
işlerine verdi. Bill Gates’e göre; “Dünyanın nüfusu bugün 6.8 milyardır ve 2030’da 9 milyar civarına
ulaşacaktır. Eğer yeni aşılar üretir, yeniden üretim sağlık hizmetleri ile birlikte bu nüfusu %10-15
azaltabiliriz[27].” Bill Gates, görünürde filantropik bir plan dahilinde genetikliği ile oynanmış
yiyecekler üretilerek dünyada açlığın sona ermesi için gayret ediyor. Monsanto ve diğer biyoteknoloji
şirketleri Gates Vakfı ve Afrika’da Yeşil Devrim İttifakı (AGRA[28]), Afrika’da genetikliği değiştirilmiş
ürünler geliştirmeye çalışıyor. Bill and Melinda Gates Vakfı, Sahraaltı Afrika’da kullanılacak GMO
ürünlerinin geliştirilmesi 10 milyon dolar bağışladı[29]. Bu paranın bağışlandığı Connecticut’taki
John Innes Centre, mısır, buğday ve pirinç tohumları yetiştirecektir. Bunlardan biri olan Altın Pirinç,
A vitamin eksikliğini önlemek için beta-karoten üretilecek yani pirinç yiyerek A vitamin alınacaktır.
Ancak beta-karoten yağlı bir çözünür ve düşük yağlı yiyecekler tüketen üçüncü dünya insanlarının
kullanması halinde ciddi konuşma bozukluklarına yol açma riski bulunmaktadır[30]. Bu riskler
arasında; yeni hastalık işaretleri, böcek zehirine direnişli mutasyon geçirmiş haşarat, dayanıklı otlar,
genetiiği değiştirilmn hissesini aldığı Monsanto Şirketi, GMO alanında tekelleşme riski taşımaktadır.
Gates, daha önce bu tohumların bedava verileceğini söylemiş olsa da ne zamana kadar bedava verilecektir? GMO tohumları bir yıldan diğerine saklanamamaktadır ve siz bir kere bu tohumların
küresel haklarını edindi iseniz artık dünyaya yön verebilirsiniz.
Nitekim Uluslararası Mülkiyet Hakları Anlaşması dâhilinde (TRIPS[31]), çokuluslu şirketlerin
özellikle üçüncü dünya ülkelerinden genetik kaynakları ele geçirmesi öngörülmüştür[32]. Bugün bu
tür yiyecekler öylesine rafları kaplamıştır ki teslim olmaktan başka bir çare kalmamıştır. Bill Gates,
lobicilik şirketlerine milyonlarca dolar akıtarak GMO ürünlerine destek almaya çalışıyor. Rockefeller
Vakfı; Filipinler, Meksika ve Nijerye’da kurduğu araştırma merkezlerini Uluslararası Zirai Araştırma
Küresel İstişare Grubu (CGIAR[33]) adı altında birleştirdi. CGIAR, 1972’de Stockholm’de BM Dünya
Zirvesi’ni organize ettikten sonra BM Yiyecek ve Tarım Örgütü (FAO), BM Kalkınma Programı
(UNDP) ve Dünya Bankası’nı da projesine çekerek küresel ziraat politikasını şekillendirmeye başladı.
Bill Gates; Rockefeller Vakfı, Monsanto Şirketi, Syngenta Vakfı ve Norveç hükümeti ile birlikte
Norveç’in Spitsbergen adasında bir tohum bankası (Svalvard) kurdu. Çok sıkı korunan bu bankada 3
milyondan fazla çeşit tohum, nemden korunarak gelecek için saklanmaktadır. Bankanın Arktik
daireye yakın olması, tohumların daha iyi muhafaza edilmesi için seçilmiştir. Bu tohum deposu ile
dünyanın en büyükı bitki yetiştiricisi ve ilaç firmalarının tohum edinmek için başvurabileceği tek
adres yani bir tekel oluşturulmuştur. Svalvard Projesi, Küresel Ürün Çeşitliliği Vakfı (GCDT[34])
tarafından yürütülmektedir. GCDT, BM Yiyecek ve Tarım örgütü (FAO) ve CGIAR’ın dalı olan
Uluslararası Biyoçeşitlilik teşkilatı tarafından kuruldu. Merkezi Roma’da olan GCDT’nin başkanı
Margareth Catley-Carlson, 1998 yılına kadar John D. Rockefeller’ın nüfus azaltma çalışmaları yapan
örgütü olan New York’daki Nüfus Konseyi’nin başkanı idi. 1952 yılında kurulan konsey, soybilim aile
programları adı altında gelişmekte olan ülkelere yönelik örtülü nüfus kontrolü çalışmaları
yapmaktadır.
Sekiz adet Genetik Özellikleri Değiştirilmiş Yiyecek (GMO) ürünü şunlardır; mısır, soya
fasulyesi, kanola, ayçiçeği, şeker pancarı, çoğu kavun türleri, kabak ve sarı kabak. GMO aynı
zamanda hayvan yiyeceği olarak da kullanılmaktadır. GMO’lar üzerindeki deneyler
tamamlanmamıştır ve güvenli değildir[35]. 2004 yılında ABD’de yetiştirilen soyafasulyesi’nin
%85’den fazlası GMO ürünü idi. Nüfus azaltması ve GMO’lar büyük bir stratejinin parçasıdır ve
dünya nüfusunda önemli bir azaltmayı hedeflemektedir. Dünya Bankası ve BM tarafından finansal
olarak desteklenen 900 bilim insanından oluşan bir grubun yaptığı çalışma GMO ürünleri
kullanımının dünyadaki açlığa çare olmayacağını gösterdi. Bilim insanları bunun yerine zirai-ekolojik
yöntemler önerdiler. Bu yöntemler arasında; geleneksel tohum çeşitlerinin kullanımı, yerel ekolojiye
uygun çiftçilik uygulamaları bulunmaktadır.Gatsby Vakfı tarafından güney ülkeleri için geliştirilen
biyoteknolojik tarım projesi Hindistan’daki Karnataka Çiftçileri gibi pek çok grup tarafından
reddedilmektedir. Biyoteknolojik ürünler pek çok hastalığa karşı daha hassas, ürün hastalıkları
mutasyon geçirmekte ve daha pahalıya gelmektedirler. Masrafların artması, petrol fiyatları ile
birlikte küçük aile çiftliklerinin iflasına yol açmaktadır. Bu ürünler, Avrupa’da Almanya, İrlanda ve
Macaristan ve ABD içinde en az 14 eyalette yasaklandı. Rus biyolog Alexey V. Surov’un Rusya
Bilimler Akademisi Ekoloji ve Evrim Enstitüsü tarafından yapılan çalışmalar GMO yiyecek
kullananların çoğunun üçüncü neslinde bebe ölümlerine dikkati çekti[36]. GMO ürünleri içindeki
herbisit’in laboratuvar hayvanları üzerinde yapılan deneylerde doğum sorunlarına yol açtığı ortaya
çıktı[37].

Hayırseverliğin diğer boyutları
Rockefeller ismi Amerikan zenginliği ile eş anlamlı gibidir. Aile gönüllü yardımları ile tanınmaktadır.
David Rockefeller, her yıl 900 milyon dolar kadar bir parayı Harvard Üniversitesi gibi eğitim
kuruluşları ve Museum of Modern Art gibi kültürel kuruluşlara aktarmaktadır. Uluslararası
finansörler vergiden muaf olan vakıfları; eğitim, bilimsel ve diğer kamusal amaçlar için kullanır.
Vakıflar; özel servetlerin hâkim olduğu Wall Street ile Harvard, Yale, Columbia ve Princeton gibi Ivy
Ligi kolejleri ile bağ kurmak için gereklidir[38]. Hayırseverlik kurumları gibi hareket eden bu
vakıfların verdiği bağış ve burslar ile aslında kurucularının çıkarlarına katkıda bulunulur. Rockefeller
Vakfı ve diğer elit örgütler Ivy Ligi Okulları’na yıllardır büyük miktarda para aktardılar. Bugün bu
okullar Amerikan kolej ve üniversitelerinin standart okuludur ve son dört ABD başkanı Ivy Ligi
Okulları’nda yetişmiştir. ABD eğitim sistemini bunlar hâkimdir. Böylece toplumu ve modern insan
tarihini değiştirmeyi ve yeniden şekillendirmeyi hedefliyorlar[39]. Rockefeller Vakfı, Carnegie Şirketi
(New York) ve Carnegie Endowment for International Peace dış politika, propaganda ve hükümetlere
sızma konularında büyük fonlar kullanmaktadır[40]. Ford, Rockefeller ve Carnegie gibi vakıflar
CIA’nın örtülü faaliyetleri için örtü sağlamakta, özel fonlardan gelen cömert paralarla CIA sınırsız bir
şekilde gençlere, sendikalara, üniversitelere, yayın organlarına ve diğer özel kurumlara ilişkin örtülü
programlar uygulamaktadır[41].

David Rockefeller 2003 yılında yayınlanan hatırlarında şöyle demektedir; “Birçok kişi benim ABD
çıkarlarına uygun olmayan gizli bir ağın parçası olduğuma inanıyor, beni ve ailemi küresel bir siyasi
ve ekonomik yapı kurmak için çalışan “uluslararasıcı” bir komplocu olmakla suçluyor. Eğer suç bu
ise ben suçluyum ve bununla gurur duyuyorum[42]”.CFR, Rockefeller ailesi başta olmak üzere
çokuluslu şirketler ve finans odaklarının sahipleri ve üst düzey yöneticileri ile vakıf temsilcilerini,
kapalı-gizli oda (think-tank) üyelerini, ClA’ye hizmet verenleri, CIA’ye eleman yetiştiren devlet
üniversitelerinin elemanlarını, muhafazakâr (demokrat ve cumhuriyetçi muhafazakâr) siyasetçileri,
devletin dışişlerinde ile dış misyonlarda görev yapanları, George Soros ve adamları gibi para piyasası
oyuncularını buluşturmaktadır. Bu kişiler parayı kasada tutmaz, dünya olaylarını yönetmek için
kullanır, gezegendeki her şirketin ve her bankanın gerçek sahibi onlardır. Bu amaçla, gizli
topluluklar, think-tank merkezleri ve gönüllü yardım kuruluşlarından oluşan geniş bir ağ kullanarak,
tüm üyelerini bir safta tutarlar. Bu elit tabaka aynı zamanda pek çok ülkedeki politikacıları ağına
düşürmüştür. Bu vakıf Türkiye'de yönetimde üst kademelere kadar gelmiş bazı kişilere de burs
vermiştir. ABD Başkanını seçen Kongre üyelerinin belirlenmesi bu elit tabakanın işidir. ABD’de
nüfusun %20’si ülke zenginliğinin %93’ünü elinde tutmaktadır. Bu mutlu ve zengin %20 ülkenin
şirketleri, bankaları, medyası, hukuk sistemi, üniversiteleri, yardım örgütleri, siyaset belirleme
kurumları, gazinoları, spor alanları arasına dağılmıştır.
Rockefeller Vakfı, ağına düşecek yöneticiler yetiştirmek amacıyla üniversite çağındaki öğrencilere
burs temin etmektedir. Rothschild ailesi, faiz prangasını kullanarak hem siyasi yönetimleri
kendilerine bağlamış, hem de bu yolla büyük gelirler elde etmiş, servetlerine servet katmışlardır.
Tabii servetlerini katlamalarına paralel olarak yönetimler üzerindeki etkileri ve güçleri de artmıştır.
İşte bu etki ve güçlerini kullanarak, başta İlluminati şebekesi olmak üzere destekledikleri bütün
karanlık teşkilatların ve Masonik örgütlerin elemanlarının istedikleri yerlere gelmelerini
sağlamışlardır. Bu gizemli kurgular, kendilerine siyaset meydanında "parlak" bir gelecek hazırlama
hayalleri yapanların ağlarına düşmelerini kolaylaştırmıştır. Bu elit aynı zamanda gizli topluluklar
yolu ile Skull and Bones (Kafatası ve Kemikler), Mason vb.), güçlü think-tank merkezleri (CFR,
Trilateral Komisyonu, Bildelberg Grubu, Bohemian Grove, Chatham House vb.), büyük bir gönüllü
yardım ağı ve NGO’lar (Rockefeller Vakfı, Ford Vakfı, World Wildlife Fonu vb.) büyük bir güç
kullanmaktadır. Medya boyutunda ise altı büyük dev şirket tekeli televizyonlarımıza, müzik
kanallarımıza ve web sitelerimize karar vermektedir. Medya ve eğitim yolu ile dünyaya nasıl
bakmamız gerektiğini kontrol ederler. Neo-feodal düzende, geri kalan halk ve hatta hükümetler
borçların esiridir ve herkes borç içinde boğulurken, borçlar bu kişileri daha da zengin yapar.

Ülkelere borç verme tuzağı..
Zürih’teki İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü tarafından 43.000’den fazla şirket işlemi
üzerinden yapılan çalışmaya göre büyük bankaların ve diğerlerini yutan dev avcı şirketlerin
arkasında tüm küresel ekonomik sisteme hâkim olan küçük bir çekirdek grup bulunmaktadır[43]. Bu
çekirdek grup birbirine sıkı sıkıya bağlı 147 şirketten oluşmaktadır. Daha da yakından
incelendiğinde bu 147 şirketlik çekirdeğin kurduğu ağın toplam zenginliğin %40’ını kontrol ettiği
görülmektedir. Yani şirketlerin %1’inden daha azı %40 zenginliğin sahibidir. Bu ultra-zengin grup
arkasında katma katman birbirine geçmiş pek çok şirketi saklamakta ve en zengin 500 şirketi kontrol
etmektedir. Sahip oldukları güç ve kontrolün sınırlarını çizmek kolay değildir. Bilinen aynı kişilerin
uzun zamandır değişmediği, siyasi partilerin kontrol ettiği, liderlerini seçtiği ve politikalarını dikte
ettiği, devlet içindeki önemli mevkilere tayinlere etkili oldukları ve bu kişileri usulsüz büyük iş
bağlantıları için kullandıklarıdır. Ülkedeki medyayı kontrol eder, makaleler yazdırır, görünmez bir
hükümet gibi hareket ederler. Perde arkasından işlerini yürüttükleri kamu memurları, yasama
organları, merkez bankaları, okullar, mahkemeler, gazeteler ve her türlü sivil toplum kuruluşu vardır.
Merkez bankaları diğer ülkelerin hükümetlerini kaçışı olmayacak şekilde borçlandırırlar. Bu borç o
ülkenin parasını ve varlıklarını çalmak için meşruiyet sağlar. Bu bankaların arkasındaki çekirdek
bankalar ise Wall Street bankalarıdır ve sahipleri Rockefeller, Rothschild, the Warburg, Lazard,
Schiff ve Avrupa kraliyet aileleridir. Bu ultra-zengin uluslararası bankerlerin çalışma alanı sadece
ABD değildir, küresel bir finans sistemi içinde hâkimiyet ve kontrol kurdular[44].
Dünyanın en büyük sekiz Amerikan finans şirketi JP Morgan, Wells Fargo, Bank of America,
Citigroup, Goldman Sachs, U.S. Bancorp, Bank of New York Mellon ve Morgan Stanley) %100
oranda 10 hissedar tarafından kontrol edilmektedir. Ve dört büyük (BlackRock, State Street,
Vanguard ve Fidelity)şirket bütün kararlarda daima yer almaktadır. 12 bankadan oluşan Federal
Rezerv Bankası’nın yedi kişilik kurulunda da bu dört büyüğün temsilcileri bulunmaktadır. Özetle,
Federal Rezerv Bankası bu dört büyük özel şirket tarafından kontrol edilmekte ve bu şirketler aynı
zamanda ABD ve dolayısıyla dünya para politikalarını da belirlemektedir[45]. Bunu yaparken ne
herhangi bir kontrol ne de demokratik bir seçim söz konusudur. İşte bu kişiler dünya genelindeki
ekonomik krizi hazırladı ve yönetti, sonuçta daha da zengin oldular. Aynı dört büyük borsa yolu ile
Avrupa’daki şirketlerin büyük çoğunluğunu kontrol etmektedir. Bununla da kalmamakta, dört
büyüğe sahip olan aynı kişilerin eğittiği ve çalışanları aynı zamanda IMF, Avrupa Merkez Bankası,
Dünya Bankası gibi büyük finansal kurumların yöneticileridirler. Ancak, bu dört büyüğün
sahiplerinin ismi asla yayınlanmaz. Amerikan yardımı borç isteyen ülkelere hiç uğramadan bu özel
bankaların cebine giden ve küçük küçük paralar karşılığında IMF yolu ile doğal kaynaklarına el
konulan oyunun adıdır. Rothschild’in başında olduğu küresel sermayenin ana para merkezi
İsviçre’deki BIS[46], IMF ve Dünya Bankası’ndan para beklemekte olan ülke merkez bankalarına
“köprü borçları” verir. Merkez bankaları diğer ülkelerin hükümetlerini bir daha kurtulamayacak
şekilde borçlandırırlar. Bu borç o ülkenin parasına ve varlıklarına el koymak için meşruiyet sağlar.
Arkasında birkaç aile hanedanının olduğu bir avuç yatırım bankası küresel ekonomiyi; üçüncü dünya
ülkelerini borçlandırmak, şirketleri birleştirmek ya da parçalamak, ekonomideki boşluklara göre yeni
şirketler kurmak, stokları ve değerli kâğıtları sigortalamak, özelleştirme ve küreselleşmeyi
desteklemek sureti ile kontrol ederler. Üçüncü Dünya ülkelerinin borçları sağlık ve eğitim
harcamaları toplamından fazla, aldıkları dış yardımın da 20 katıdır. Yine bu ülkelerde nüfusun en üst
yüzde biri, ülkelerinin mali kaynaklarının ve gayrimenkullerinin %70 ila %90’ına sahiptir.

Küresel sermayenin kullandığı ekonomi tetikçileri, yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca
dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı
(USAID) ve diğer yabancı 'yardım' kuruluşları yolu ile büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin
tabii kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar
arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır.
Ekonomi tetikçileri küresel imparatorluk kurma amacına yönelik olarak küresel sermayenin
hedeflediği şirketler, hükümetler, bankaları köle haline getirmek için uluslararası finans
kuruluşlarını kullanan elit bir gruptur[47]. Görünüşte bazı iyilikler yapar; elektrik santralleri,
otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu
borçların ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından
gerçekleştirilmesidir. Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez; yalnızca Washington’daki
bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer edilir.
Para hiç vakit geçirmeden küresel sermaye üyesi şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu
ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesi istenir.ABD istihbarat örgütleri muhtemel ekonomik
tetikçileri belirler, uluslararası şirketler de bunları işe alır. Bunlar hiçbir zaman hükümetten para
almaz, maaşlarını özel sektör öder. Kirli işleri eğer ortaya çıkarsa, hükümet politikası yerine
kurumsal ihtirasa bağlanır. Eğer tetikçiler başarısız olursa devreye istihbaratçılar (NSA ve CIA
elemanları) girer. Direniş gösterdiklerinde devlet başkanları devrilir veya feci kazalarda ölürler.

Türkiye’de hayırseverlik…
Türkiye’de özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin Türkiye’de kurduğu Uluslararası Yeniden
İnşa ve Kalkınma Bankası (IRDB) bankası vasıtası ile zengin ettiği ve bugün TÜSİAD içinde
yuvalanan büyük zenginler küresel sermayenin franschising (bayi) uzantılarıdır. Bu zenginler için
küresel sermaye ile işbirliği hem onların Türkiye’de ki çıkarlarını koruyarak çanaklarından
faydalanmak hem de Türkiye’de siyasi iktidarlara karşı bir tür koruma sağlamaktır. 1980’lerden
sonra sermayenin medyaya da el atması, Bilkent Üniversitesi ile başlayıp 1990’lardan sonra artan
vakıf üniversitelerinin kurulması ile bu ilişki çok daha çeşitlendi ve derinleşti. Böylece Türk medyası
görünüşte Batının arka planda ise küresel sermayenin çıkarlarının propaganda ağı haline gelirken,
üniversiteler “dünyaya açılma” görüntüsü altında öğretim elemanı ve öğrenci değişimi kapsamında
yabancı istihbarat servislerine eleman devşirme imkânı sağladılar. Türkiye’deki zenginler tıpkı
Rockefeller ve Rotshchild gibi servetlerini aile üyelerine bölerek zenginler listesinde öne çıkmamaya
ve mümkünse hiç gözükmemeye, onlar gibi sadece hayırsever rolü oynamaya dikkat ederler. Onları
okulları, yurtları ve bursları ile tanırız. Küresel sermaye onların arkasından kurduğu ya da
desteklediği yapılanmalar ile Türkiye'deki birçok Sivil Toplum Kuruluşu'nu ele geçirdiler, iş dünyası
ve üniversitelerde etkinleştiler. Ford Vakfı, Carnegie Vakfı, Alman vakıfları yanında Colombia,
Harvard, Chicago, Berkeley, Ucla, Cornel, Indiana, M.I.T., Stanford gibi üniversitelerin Türkiye’de
önemli uzantıları vardır. Türkiye’deki zenginlerin hayatlarını insanlığa, çağdaş eğitime, müze açmaya,
yurt ve burs işlerine adadıklarını sanırsınız. Bu zenginlerden birkaçının küresel bağlantılarına örnek
verelim.
CIA’nın kontrolünde hizmet veren Richard Brookings Enstitüsü, Sabancı Üniversitesi’yle ABD’de
ortaklaşa toplantılar düzenlemektedir. Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı; her yıl
toplumsal gelişme için çalışan toplum liderlerine verilen “David Rockefeller Köprü Kurucu Liderlik
Ödülü”ne 2013 yılında layık görüldü. 8 Ekim 2013 tarihinde İsviçre’nin Cenevre kentinde yapılan ve
dünyanın dört bir yanından filiantropi, iş, hükümet ve sivil toplum liderlerini bir araya getiren
törende, Güler Sabancı’ya ödülünü takdim eden David Rockefeller’ın kızı Peggy Dulany; “Güler
Sabancı, hayırseverliği ve iş dünyasındaki liderliğiyle sadece Türkiye’de değil tüm dünyada liderlere
bir rol model oldu. Sabancı Vakfı ve Sabancı Üniversitesi faaliyetlerine derinden bağlılığıyla, Türk
toplumunun her kesimine ve aynı zamanda uluslararası ortaklara ulaşmasına ve yeni işbirliklerinin
geliştirilmesine liderlik ediyor. Bu ödülün de amacı ortaklar arasında köprü kurmak. Kendisine bu
ödülü takdim etmekten mutluluk duyuyorum[48]” dedi. Bu ödül, Peggy Dulany tarafından kurulan
Synergos Enstitüsü tarafından veriliyor. Ödüle daha önce layık görülen isimler arasında, ABD eski
Başkanı Bill Clinton, Güney Afrika eski Başkanı Nelson Mandela, BM eski Genel Sekreteri Kofi
Annan, sağlık alanında dünya çapında önemli çalışmalar yapan Bill ve Melinda Gates, filantropi
alanında yıllardır çalışan Ürdün Kraliçesi Rania, Aga Khan, Michael Bloomberg, Jennifer ve Peter
Buffet gibi isimler yer alıyor.

CFR’a bağlı olarak Türkiye’de Mayıs 2009’da kurulan Küresel İlişkiler Formu (GRF[49]) isimli
düşünce kuruluşu içine iş adamları, emekli büyükelçiler, akademisyenler, eski devlet adamları ve
askerler itina yerleştirilmiş, çok çeşitli bir görünüm sağlanmaya çalışırken sistemin has elemanları
ya örtülmeye ya da geri planda tutulmaya çalışılmıştır. GRF’in başkanlığını Rahmi Koç yaparken,
başkan yardımcıları Memduh Karakullukçu ile Hanzade Doğan Boyner’dir[50]. Yönetim Kurulu’nda
dikkat çeken diğer üyeleri arasında Lucien Arkas, Suzan Sabancı Dinçer, Ali Doğramacı (Bilkent
Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı), Sönmez Köksal, Özlem Sanberk, Ferit Şahenk ve İlter
Türkmen bulunmaktadır. GRF’in geniş üye listesinde şu isimler öne çıkmaktadır[51]; Leyla Alaton,
Gürer Aykal, Hikmet Çetin, Gökhan Çetinsaya, Cem Duna, Bülent Eczacıbaşı, Tarhan Erdem, Şükrü
Hanioğlu, Rıfat Hisarcıklıoğlu, Talat S. Halman, Sami Kohen[52]. CFR’a hizmet etmek için GRF
içinde çalışma grupları (task forces) oluşturulmuştur. GRF’nin diğer bir faaliyet alanı ülke içinde ve
dışında seçilmiş üniversite öğrencilerinin bir araya getirildiği Genç Bilim Adamları, Genç
Akademisyenler, Genç Profesyoneller gibi gruplardır. Bu gruplara ülke içinden sadece Koç, Sabancı,
Boğaziçi, Galatasaray üniversitelerinden öğrenci seçilmekte, çok az miktarda İTÜ ve Yıldız
Üniversitesi de yer almaktadır. Ülke dışında ise çeşitli yabancı üniversitelerden öğrenciler her
seferinde sayıları 20’yi aşmamak üzere seçilmektedir. Bu eğitimleri bitiren öğrencilere GRF
tarafından “Genç Bilim Adamı” unvanı verilmekte, GRF toplumuna üye kabul edilerek, daha sonraki
dünya liderlerinin katılacağı programlara davet edilecekleri söylenmektedir. Yurtdışından seçilen
öğrenciler Yale, Harvard, Columbia, MIT, Princeton gibi seçkin ABD üniversitelerinde okumaktadır.

Küresel sermaye Türkiye’ye altı noktadan sızdı; bankacılık, sanayi, medya, eğitim, istihbarat
ve bürokrasi.Küresel sermaye, medya vasıtası ile finansal kaldıraç kullanmaktadır. Batılılar
tarafından Türk ekonomisine ilk format 1946’da atıldı ve ilk devalüasyon ile birlikte liberalizme
dönüş başladı. Türkiye, o dönemden beri bir tüketim toplumu olarak, çalışmadan, öğrenmeden,
üretmeden bir yaşam biçimine yöneltilmiştir. ABD, Türkiye’nin bugünkü zengin kesimini ve sermaye
dağılımını, kendi deyimiyle kalkınmasını sağladı. 24 Ocak 1980’de odak değişikliği ile Türkiye’de
kapitalizm, kendisini güdecek iktisadi liberalizme teslim edildi. Böylece yerli sermaye ile küresel
sermayenin entegrasyonuna dayanan yeni sisteme geçildi. 2001 krizi sonrasına Derviş-IMF iktidarı
ile özelleştirmenin önü iyice açıldı. 28 Şubat süreci bağlamında Refah Partisi'ne karşı topluca isyan
eden büyük sermaye grupları, birkaç yıl sonra, bu partinin içinden çıkan AKP'yi benimsemekte
tereddüt etmemiştir. ABD’nin ılımlı İslam projesi için üretilen ve her seçim öncesi yelkenleri şişirilen
AKP, tekelci sermayenin de desteğini hemen arkasında buldu[53]. Bütün bu kredilerin nedeni
küresel sermayenin neo-liberal politikalarına harfiyen uymak yani yabancı sermayeyi ülkeye açmak
ve özelleştirme önündeki engelleri kaldırmaktı. 2003 yılından sonra ‘özelleştirme’ adı altında
cumhuriyetin 80 yıllık kazanımlarının küresel sermayeye satılması, ‘Levanten burjuvazi’ ve bir kısım
‘sonradan görme’ varlık sahiplerinin şirketlerini, bankalarını, arazi, mesken ve arsalarını yabancılara
satmaları ile Türkiye’deki sermaye hareketleri içinde doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı
hızla arttı. Borç niteliğinde Türkiye’ye gelen yabancı sermaye 2003’ten sonra rekor düzeyde yükseldi.
Bugünkü Türkiye, örgütlü sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir kleptokrasidir (hırsızlar
rejimi).Küresel sermaye ve büyük devletler Türkiye’deki çıkarlarını korumak ve işbirliği yapmak için
özel ilişkiler kurmuşlardır.

AKP iktidarının hayırseverlik faaliyetleri bir yandan ülke içinde kendine yandaş tabakayı
genişletmek üzerine sadaka ekonomisi, diğer yandan kendi İslamcı ideolojisi çerçevesinde dış
politika amaçlarına uygun ülkelerde İslamcı bir kuşak yetiştirilmesi ve kullanılması amacına
yönelmiştir. Sadaka ekonomisi ile devlet imkânları ve başta belediyeler olmak üzere teşkil edilen
diğer yardım vb. dernekler yolu ile halka kömür, patates dağıtılmasından, sağlıkta yandaşlarına yeşil
kart uygulamasına kadar vergilerimizle ödediğimiz pek çok kaynak siyasi amaçlar için istismar
edilmiştir. Sosyal devlet yerine hayırseverliği öne alan AKP, bu politikaları düzensiz, önemli bir
bölümü kayıt dışı ve parti patronajı altındaki mekanizmalar aracılığıyla uygulamaktadır. Sosyal
yardımların hak olarak düzenlenmesi, keyfilikten çıkarılması ve yasal bir bütünlüğe kavuşturulması
yerine, düzensiz, dağınık ve politik etkiye açık görünüşte “hayırsever” sosyal politika araçları tercih
edilmektedir[54]. “Hayırsever sosyal politika” yaklaşımının diğer bir ayağını ise özel sektör ve
“gönüllü kuruluşlar” oluşturmaktadır. ‘Deniz Feneri’, ‘Kimse Yok mu’ ve ‘İnsani Yardım Vakfı’
bunların ilk akla gelenleridir. Bunlar içinde en yaygın bilineni Deniz Feneri’dir. AKP hükümeti Deniz
Fenerine önemli kolaylıklar sağlamış, 20.12.2004 tarih ve 2004/8278 no.lu Bakanlar Kurulu Kararı
ile Kamu Yararı Statüsü kazanmış ve 2005 yılında izin almadan yadım toplama hakkına sahip olan 13
kuruluştan biri haline gelmiştir. Deniz Feneri adıyla Almanya’da faaliyet yürüten ve Türkiye’deki
Deniz Feneri Derneğine yardım aktaran dernekte yaşanan yolsuzluklar Alman Mahkemelerine
yansımıştır[55].

AKP, bu politikaların mağduru olan kitleleri de teskin etmekte ve uysallaştırmaktadır. Ülke
içinde ve dışında muhtaçlara yardım görüntüsü altında siyasi amaçlı yardımlara devam edilmiş,
bazen de bu yardımların nereye harcandığı ile ilgili pek çok suiistimalin üzeri örtülmüştür.
Bosna’dan Kosova ve Suriye’ye Filistin’den Afrika’nın çeşitli köşelerine kadar yardım görüntüsü
altında İslamcı militan yapılar desteklenmiş, buradaki gençler Libya ve Suriye’deki çatışmalara
yönlendirilmiş, Batının oyunlarının bir parçası olarak birbirlerine kırdırılmaktadır. Hayırseverlik
işleri AKP’ye yakın bir kesim tarafından karlı ve kontrolü olmayan bir sanayi dalı haline getirilmiş,
kendilerine bu işlerde (yurt kurma, vakıf açma vb.) özel imtiyazlar sağlanmıştır. Bugün iktidar ile
arası açılmış olan Gülen cemaati ise yakın zamana kadar Türkiye’deki özel okulların %40’ına,
dershane ve yurtların yaklaşık %70’ine ve pek çok vakıf üniversitesine sahiptir. Yurt dışında sahip
olduğu ve İngilizce eğitim yapılan 400’den fazla okul ile CIA’ya kadrolaşma ve adam devşirme imkânı
sağlayan cemaat, bu okullardaki Türkçe bölümlerinde okuyan 30-40 öğrenciyi (her birkaç okuldan
bir kişi) seçerek, her sene Türkçe Olimpiyatları adı altında yaptığı gösteri ile asıl işlevlerini
maskelemektedir. AKP ve inanç temelli refah örgütlerinin yarattığı paralel refah ağları, Türkiye’de
entegre hayırseverlik devleti oluşumu yanında yoksulları çifte borçlandırma aracılığıyla tabiiyet
altına almaktadır. Özetle ne AKP hayırseverdir ne de Gülen cemaati bir hizmet hareketidir.

Sonuc
21. yüzyılda filantropi; kar amacı ile yatırım yapılan, sosyal mühendisliğin temel olduğu ve kamu-özel
ortaklıkları niteliğine bürünmüştür. Bu yüzden yeni çeşidine “girişimci filantropi” ya da
“filantro-kapitalizm” adı verilmektedir. Filantropi adaletin düşmanıdır çünkü hayırseverlik adı
altında denetimsiz ve demokratik kontrolün dışında işlerle tahribat yapılmaktadır[56]. Küresel
sermayenin bu tür faaliyetler altında harcadığı paraların gerçek hedefleri kendilerine hizmet eden
tek bir dünya devleti kurmak ve dünya nüfusunu azaltarak, ırkları ayıklamaktır. Bu yüzden moleküler
biyoloji, nano-teknoloji, gen bilimleri, klonlama, genleri değiştirilmiş yiyecekler, yeni aşılar;
kurdukları vakıf ve araştırma merkezlerinin ana çalışma alanlarıdır. Türkiye’de küresel sermayenin
uzantısı olan büyük zenginler hem onların ülke içindeki çıkarlarının manivelası hem de gerçek
hedeflerine giden yolda hayırseverlik faaliyetlerinin entegre bir parçasıdırlar. Eğitimimiz, medyamız,
yiyeceklerimiz, sağlığımız, ne giyeceğimiz özetle tüm geleceğimiz bu örümcek ağının bünyesinde
belirlenmekte ve yönlendirilmektedir. Bu sistemin tanınması ve aktörü olan devlet adamlarından
sanatçılara, üniversitelerden sivil toplum örgütlerine yuvalandıkları konumların deşifre edilmesi tam
bağımsız ve milli egemen bir ülke olmamızın en öncelikli koşuludur. Öte yandan son on yılda İslamcı
bir iktidar ve ona paralel yapılarla; günlük yaşamında tutunamayan, yoksul ve en alttaki seçmen
kitlesini doğrudan kontrol altına alan bir hayırseverlik politikası Türkiye’nin siyasi geleceğini
karartmıştır. Yapılması gereken giderek artan mevcut hayırseverlik ve filantropik uygulamaların
yerine; dağınık ve keyfileşen sosyal ödemelerin tek çatı altında toplanması, şahsi ve öznel nitelikten
arındırılması, ayni nitelikten kurtarılması ve hak olarak düzenlenmesidir. Diyeceksiniz ki kime
anlatıyorsunuz?

http://www.21yyte.org/




[1]Cihan HA: ABD’nin En Hayırseveri Zuckerberg, (10 Şubat 2014).
[2]Hürriyet: Gates’ten AIDS için Yeni Nesil Prezervatif, (7 Haziran 2014).
[3]Hürriyet: Başbakan Erdoğan Koç Ailesine 4 Ödül Verdi, (7 Haziran 2014).
[4]Oliver Zunz:Philanthropy in America: A History, Princeton University Press, (2012), p.23.
[5]Joanne Barkan: Plutocrats at Work: How Big Philanthropy Undermines Democracy, A Quarterly of
Politics and Culture, Dissent Magazine, (Fall 2013).
[6]Hürriyet: Traktörden 10 Milyar Dolar Kazandı, (18 Eylül 2013).
[7]Stephanie Strom: Big Gifts, Tax Breaks and a Debate on Charity, New York Times, (September 6,
2007).
[8]International Institute for Strategic Studies
[9]John Coleman: The Committee of 300, The Conspirator's Hierarchy, World in Review, (2006),
p.379.
[10]Kevin Cahill: Who Owns the World: The Surprising Truth About Every Piece of Land on the
Planet, Grand Central Publishing, (2010) içinde E.C. Knuth: The Empire of The City, (1946).
[11]Coleman: a.g.e., (2006), p.191.
[12]Executive Intelligence Review: DOPE, INC.: The International DrugCartel, Money-Laundering,
and State Power, 1992. http://www.thirdworldtraveler.com/Drug_War/DOPE_INC_part2.html
[13]Ellen Hodgson Brown: Web of Debt, Third Millennium Press, (2007), p.126.
[14]David DeGraw: Economic Elite Vs. The People - Origins of the 99% Movement & Occupy Wall
Street, AmpedStatus, (May 14, 2013), p.11.
[15]Genetically Modified Organisms.
[16]Tanya L. Green, The Negro Project: Margaret Sanger’s Genocide Project for Black American’s,
in www.blackgenocide.org/negro.html
[17]F. William Engdahl, Seeds of Destruction, Montreal, (Global Research, 2007), p.72-90
[18]Executive Intelligence Review: The True Story of Soros the Golem, (April 1997) in Peter Mayers:
Soros As Rothschild Agent, (July 31, 2001).
[19]United States Agency for International Development
[20]Karl Popper: Açık Toplum ve Düşmanları, Liberte Yayınları, Çev.: Harun Rızatepe, Mete Tunçay,
(Ankara, 2008), s.56.
[21]Coleman: a.g.e., (2006), p.24.
[22]Gary Allen: None Dare Call It Conspiracy, GSG & Associations, (1971), p.211.
[23]Jurriaan Maessen: UN & World Bank Strangle Sovereign Nations into Accepting Global
Population Reduction Dictates, Infowars, (May 15, 2012).
[24]Boyd Haley: Mecury Toxicity & Autism,University of Kentucky,(2006).

[25]Dan Burton: Mercury Medicine – Taking Unnecessary Risks, Subcommittee on Human Rights
and Wellness in the House's Committee on Government Reform, (May 2003).
http://vaccines.procon.org/sourcefiles/Burton_Report.pdf
[26]Sherwood Ross, Bush Developing Illegal Bioterror Weapons for Offensive Use,’ December 20,
2006, in www.truthout.org
[27]Bill Gates: Innovating to Zero, 2010 TED Conference, http://www.ted.com/talks/bill_gates
[28]AGRA: Alliance for a Green Revolution in Africa.
[29]The Guardian: Why is the Gates Foundation Investing in GM Giant Monsanto?, (Sep 29, 2010).
Common Dreams: Gates Foundation Pours $10 Million Into Genetically Modified Crops, (July 15,
2012). https://www.commondreams.org/headline/2012/07/15
[30]Dr. Mercola: Bill Gates: One of the World's Most Destructive Do-Gooders?, (March 04, 2012).
http://articles.mercola.com/sites/articles/archive/2012/03/04/clueless-fabrication-on-gmo.aspx
[31]Trade Related Aspects of Intellectual Property Rights
[32]Marie-Monique Robin: The World According to Monsanto, The New Press, The (2012), p.137.
[33]Consultative Group on International Agriculture Research
[34]Global Crop Diversity Trust
[35]David Suzuki: The Non-GMO Shopping Guide, David Suzuki Foundation, (2012).
[36]Institute for Responsible Technology: Genetically Modified Soy Linked to Sterility, Infant
Mortality in Hamsters,(April 5, 2011) in Real Agenda, (November 1, 2001),
http://realagenda.wordpress.com/tag/gm-soy/
[37]Latin American Herald Tribune: Herbicide Used in Argentina Could Cause Birth Defects, (May
201, 2010). http://www.laht.com/article.asp?ArticleId=331718&CategoryId=14093
[38]Carroll Quigley: Tragedy and Hope: A History of the World in Our Time, GSG and Associates,
(1975), p.148.
[39]Andrew Gavin Marshall, Michel Chossudovsky:The Global Economic Crisis The Great Depression
of the XXI Century, Global Research Publishers, (2010), p.4.
[40]F. William Engdahl: Seeds of Destuction, Hidden Agenda of Genetic Manipulation, Global
Research, (2007), p.265.
[41]Frances Stoner Saunders: The Cultural Cold War, The CIA and the World of Arts and Letters,
New Press, (2001), p.133.
[42]David Rockefeller: Memoirs, 2003.
[43]Andy Coghlan, Debora MacKenzie: The Capitalist Network that Runs the World,NewScientist,
(Oct 24, 2011).
[44]Quigley: a.g.e., (1975), p.151.
[45]Lisa Karpova: The Large Families that Rule the World, Pravda.Ru, (November 18, 2011).
http://english.pravda.ru/business/finance/18-10-2011/119355The_Large_Families_that_rule_the_
world 0/
[46]BIS: Bank of International Settlement.
[47]John Perkins: Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, April Yayıncılık, (İstanbul, 2005), s.7.
[48]Sabancı Üniversitesi, GazeteSu Web Sitesi:
http://gazetesu.sabanciuniv.edu/tr/2013-10/guler-sabanciya-david-rockefeller-oduluSabancı'ya
“David Rockefeller Ödülü”
[49]Global Relations Forum
[50]Global Relations Forum web Sitesi: http://www.gif.org.tr/board-of-directors.html
[51]Global Relations Forumweb Sitesi: MEMBERS http://www.gif.org.tr/members.html
[52]GRF’in şirket ortakları ise şu şekilde sıralanmıştır; Allianz Sigorta A.Ş., Borusan Holding A.Ş.,
Chadbourne & Parke Danışmanlık Hizmetleri Avukatlık Ortaklığı, Citibank A.Ş., Coca Cola, DRT
Bağımsız Denetim ve SMM A.Ş. (Deloitte), Fritolay Gıda San. ve Tic. A.Ş. (PepsiCo Türkiye), ING
Bank A.Ş., Intel Teknoloji Hizmetleri Ltd. Şti., Microsoft Bilgisayar Yazılım Hizmetleri Ltd. Şti.,
Natixis A.Ş., Siemens Sanayi ve Ticaret A.Ş., Total Oil Türkiye A.Ş., Türkiye İş Bankası A.Ş., Türkiye
Sınai Kalkınma Bankası A.Ş., Vodafone Telekomünikasyon A.Ş.
[53]Korkut Boratav: Türkiye İktisat Tarihi (1907-2007), İmge Yayınevi (Ankara, 20010), s.12.
[54]Aziz Çelik: Muhafazakar Sosyal Politika Yönelimi: Hak Yerine Yardım – Yükümlülük Yerine
Hayırseverlik, I.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi No::42 ((Mart 2010)), s.63.
[55]Almanya’da, Deniz Feneri Derneği’nin 3 yöneticisinin dolandırıcılıktan hüküm giydi. 5 yıl
boyunca 20 binden fazla bağış sahibinden toplanan 41 milyon avro bağışın 17 milyon avrosu
Türkiye’ye gitti. Bunun 8 milyonu Türkiye Deniz Fenerine gitti, geri kalan kısmin çeşitli yerlerde
kullanıldığı tespit edildi. http://www.ntvmsnbc.com/news/459499.asp, 18 Eylül 2008.
[56]Robert Newman: Philanthropy is the Enemy of Justice, The Guardian, (January 27, 2010).

http://www.21yyte.org/ adresinden 09.06.2014 20:18 tarihinde indirilmiştir

2 Haziran 2014 Pazartesi

Türk Cumhuriyetleri Arasında Enerji-Politik Üzerine Kurulu İşbirliği

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Kafkasya ve Orta Asya’da Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’ın bağımsızlıklarını kazanması şüphesiz ki en çok Türkiye’yi memnun etmiş, en çok Türkiye halkı tarafından coşkuyla karşılanmıştı. Bulunduğu stratejik konum nedeniyle Sovyetler Birliği ile batı bloğu arasındaki mücadelenin içerisinde kalmış olan Türkiye, yeni dönemle birlikte dış politika açılımının en önemli atılımlarını yeni bağımsız Türk cumhuriyetlerinin olduğu coğrafyalarda yapmıştır. “Adriyatik’ten Çin’e” ya da “Türk Yüzyılı” gibi aşırı söylemlerin de içinde bulunduğu politikalarla Türkiye’nin bölgelere yönelişi, başta başarılı olsa da daha sonra hem uluslararası gelişmeler, hem bölgesel olaylar hem de Türkiye’nin iç dinamikleri nedeniyle etkisiz hale gelmeye başlamıştır ve Türkiye, etkin ve etkili olmak istediği bu bölgelerden çekilmek zorunda kalmıştır. Fakat, Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerin önce aksadığı sonra da durduğu Sovyet sonrası döneminden bugüne kadar,Türkiye-Azerbaycan ilişkileri güçlü bir şekilde -zaman zaman bazı sorunlar nedeniyle sekteye uğrasa da- devam etmiştir. Bu durumunun nedeni olarak pek çok unsur sayılabilse de, iki ülke arasında yabancı şirketlerin de yardımıyla oluşturulan enerji projelerinin etkisi oldukça önemlidir.



Tüm devletlerin nihai amacının gelişme ve modernleşme yoluyla güçlenme olduğu göz önünde bulundurulduğunda, enerji-politiğin giderek devletler arası ilişkilerin en önemli ayaklarından birini hatta en önemlisini oluşturduğunu söylemek doğru olacaktır. Çünkü ülkelerin, gelişmeleri ve artan nüfuslarının ihtiyaçlarına cevap vermeleri için, enerji gereksinimlerinin karşılanmasının güvence altına alınması gerekmektedir. Bugün, bazı devletler kendi ihtiyaçlarını karşılamada yeterli birincil fosil enerji rezervlerine sahipken ve ihtiyaç fazlasını ihraç ederlerken, büyük bir grup ise petrol, doğalgaz ve kömür gibi maddeleri ithal etmekte ve bir yandan da ithalata bağımlılıklarını azaltmak için de yenilenebilir enerji kaynaklarının etkin kullanımı da olmak üzere çeşitli projeler geliştirmektedirler. Bu bağlamda, ülkeler arası enerji ticareti, enerji bilgisinin ve teknolojisinin paylaşılması tarihte hiç olmadığı kadar yoğunlaşmıştır ve enerji pazarlığı üzerinden yeni ittifaklar/ düşmanlıklar oluşmaktadır.

Günümüzde, Türkiye’nin dış politika anlayışı kendisini çevreleyen bölgelerden başlamak üzere dünya genelinde etkin bir politika izlemek üzerine kuruludur. Dış politikada diplomasi, kamu diplomasisi, yumuşak güç gibi araçların da etkin şekilde kullanılması ile Türkiye bugün dünyanın pek çok yerinde adından söz ettiren bir ülke konumuna gelmiştir. Bu bağlamda Dışişleri Bakanlığı, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı gibi kurumların etkin çalışmalarıyla 1990’ların ikinci yarısıyla azalan Türkiye-Kafkasya-Orta Asya Türk devletleri arasındaki ilişkiler için sağlam bir zemin oluşturulmaya başlanılmıştır. Hiç şüphesiz ki yapılan bu yoğun çalışmalar, enerjipolitik alanında atılacak adamlarla daha da anlamlı olacak ve Türk devletleri arasındaki ilişkiler, sağlam ve gelecekte zedelenmeyecek bir altyapıya kavuşacaktır.

Girişte de bahsedildiği üzere, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından günümüze Türkiye- Azerbaycan ilişkilerinin sıcak kalmasının nedenleri araştırıldığında enerji-politiğin ülkeler arasında nasıl bir uyumlaştırıcı/yakınlaştırıcı rolü olduğu kolayca anlaşılabilmektedir. “Asrın Anlaşması” ile başlayan, ikiz boru hatları olan Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol ve Bakü-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hatları’nın inşasıyla somutlaşan ve Nabucco, TANAP gibi projelerle de ileriye taşınan Türkiye- Azerbaycan enerji ilişkileri, aslında bugün ve gelecekte Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’da yürütmesi gereken politikanın temelini hangi konu üzerine kurması gerektiğini ortaya koymaktadır. Daha önceki başarısız deneyimin aksine, bugün Türkiye Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk devletlerine salt bir heyecandan uzak, gerçekçi ve söylem-eylem uyuşmasının sağlandığı politikalarla yaklaşmaktadır. Hem söz konusu devletleri korkutmadan hem de bölgesel-küresel güçlerin tepkisini çekmeden, bölgede etkili olmak Türkiye’nin birinci amacıdır ve yukarıda da sayılan kurumların etkin çalışmalarıyla Türkiye’nin barışçıl ve maceraya dayanmayan politikası muhataplara iletilmektedir. Tam da bu noktada, tüm bölgeye yarar sağlayacak bir enerji işbirliğinin eşgüdüm merkezi olma rolünü üstlenerek Türkiye, bölgenin istenilen devleti konumuna gelebilecektir. Hiç şüphesiz ki bugün dünyanın en gözde enerji merkezlerinden biri Hazar Havzası’dır. Zengin kaynaklar bulunan Hazar’ın üç kıyıdaşının Türk cumhuriyeti olması, yine Özbekistan’ın zengin yer altı kaynaklarına sahip olması, Türkiye’nin batı pazarlarına ve Kırgızistan’ın doğu pazarlarına giden önemli güzergahlarda yer alması, Türk dünyası için bir enerji işbirliği girişiminin bir an önce yapılması gerekliliğini ortaya koymaktadır.


 Türk devletlerinin arasındaki enerji ilişkilerinin düzenlenmesi için bir enstitünün kurulması önemli bir adım olacaktır. Bu enstitü bünyesinde bir araya gelecek enerji-politik uzmanları, akademisyenler ve enerji mühendisleri çalışmalarıyla hem ortak bir anlayışın oluşmasını sağlayacaklar hem de siyasi liderlerin projeler geliştirmeleri için öneriler hazırlayabileceklerdir. Ayrıca daha sonradan uluslararası bir üniversite haline getirilebilecek bu enstitü, devletler arası enerji ilişkisinin sadece ticaretten ibaret olmadığını, enerji bilgisinin ve teknolojisinin de bir paylaşım zemini olabileceğini gösterecektir.

Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan arasındaki enerji ilişkisinin ilk adımı şüphesiz ki birincil fosil kaynaklar olan petrol ve doğalgaz alanında olacaktır. Ne yazık ki, bugün pek çok ülke rezervlerinin miktarını, üretim ve tüketimlerini farklı yansıtabilmekte ya da kendi bilgilerini oluşturmak yerine diğer devletlerin ve şirketlerin yayınladıkları raporları esas almaktadırlar. Bu bağlamda, Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin petrol, doğalgaz ve kömür rezervlerinin miktarlarının, yıllık üretim ve tüketim verilerinin bulunduğu ortak raporların hazırlanması gerekmektedir ve yapılacak çalışmalar bu somut veriler üzerinden gerçekleştirilmelidir. Ayrıca, bugün Türk Dili konuşan devletlerin büyük çoğunlukla bireysel bazda yürüttükleri petrol ve doğalgaz temelli enerji projelerinin, ortak bir politika kapsamında ve uzun vadeli sonuçların da tasarlandığı bir süreç sonucunda oluşturulması tüm taraflara faydalı olacaktır. Unutulmamalıdır ki, Nabucco projesinin uzun zamandır sürüncemede kalmasının en önemli nedenlerinden birisi de Türkiye-Türkmenistan-Azerbaycan arasında tam bir anlaşma zemininin oluşmamasıdır. Bu yüzden, sadece enerji konularının tartışıldığı bir enstitü, devletler arasında anlaşmazlık yaratacak konuları da önceden değerlendireceği için projelerin geliştirilirken tüm tarafların yararına olan esasları da belirleyecektir.

Türkiye’nin söz konusu bölgelere yönelik petrol ve doğalgaz üzerine kurulu projeleri, mevcut rezervlerle sınırlı kalmamalıdır. Bugün, ABD’nin başını çektiği dünyanın büyük ithalatçıları geleneksel olmayan yöntemlerle petrol ve doğalgaz üretmektedirler. “Yeni Petrol” üretim çalışmaları henüz yaygınlaşmasa da, kaya gazı ve sentetik doğalgaz üretimi, dünya doğalgaz piyasasını olumlu yönde etkilemeye devam etmektedir. Türkiye hem yeni yöntemlerle petrol ve doğalgaz üretimine bir an önce geçmeli, hem de bu konuda sahip olduğu bilgi ve teknolojiyi Türk cumhuriyetlerine aktarmalıdır. Bunun yanı sıra, yararlı-zararlı tartışmalarının ötesinde Türk devletleri nükleer enerji alanında da işbirliğine gitmelidir. Kazakistan başta olmak üzere, Sovyetler Birliği zamanından nükleer enerji tecrübeleri olan Türk devletleri, bugün Türkiye’nin nükleer enerji alanında anlaşmalar yaptığı Rusya, Çin ve Güney Kore gibi ülkelere eklenmelidir. Böylece hem bu devletlerdeki nükleer enerji üretimi konusundaki potansiyel açığa çıkarılabilirken, hem de Türk devletleri gelecekte nükleer enerji santrallerinin kurulması için gerekli teknolojik altyapıya kavuşabilecektir.

Günümüzde devletler, enerjipolitikalarının en önemli amaçlarından birisini kendi kendine yeterli olabilmek olarak açıklamakta ve dışa bağımlılıklarını en az seviyeye indirmeye çalışmaktadırlar. Fosil kaynaklara sahip olmayan ya da kaynakları giderek azalan, nükleer enerjiye eksi yönleri yüzünden sıcak yaklaşmayan, petrol ve doğalgaz üretmek için yeni yöntemlerin teknolojisini geliştiremeyen ülkelerin, şüphesiz ki gelecekte de enerjiye olan gereksinimleri artarak devam edecektir. Bu bağlamda, yenilenebilir enerjinin gelecekte dünyanın enerji ihtiyacını karşılamada birinci konuma geleceği pek çok otorite tarafından dile getirilmektedir ve ABD, Çin, Japonya ve Almanya gibi enerji tüketim devlerinin başını çektiği pek çok ülke güneş, rüzgar, jeotermal ve su (hidrogüç, dalga, gelgit ve hidrojen ayrıştırılması) gibi doğal ve tükenmez kaynakları, gelişmelerinde duydukları enerji ihtiyacını karşılamada daha etkin kullanabilmenin yollarını aramaktadır. Yapılan çalışmalar yenilenebilir enerji kaynaklarının, bugünkü teknolojiyle tam olarak enerji üretim ilişkilerine dahil edilemediğini göstermektedir. Tam da bu noktada Türkiye ve söz konusu Türk devletlerinin yapacakları işbirliği ile, gelecekte yenilenebilir enerji çalışmalarının merkezi konumuna gelebilme olasılığı yüksektir.

Türkiye’de merkezlenecek böyle bir çalışma ortamı, Türk dünyasından ve diğer ülkelerden katılacak bilim insanlarının araştırmalarıyla fosil yakıtlara bağımlılığın azaltılmasında öncü olabilecektir. Çünkü bugün, yenilenebilir enerji teknolojisinin geliştirilmesi faaliyetleri ülkelerin bireysel çalışmalarıyla yürütülmekte ve bu çalışmalarda bazı ülkelerin/ çok uluslu şirketlerin fosil enerji kaynaklardan elde ettikleri çıkarlarının ardında kalmaktadır. Fakat Türk devletleri arasında günümüzde oluşan anlayış ve güven ortamı, yenilenebilir enerji çalışmalarının fosil kaynakların ihraç politikalarının gerisine konulmamasını sağlayacaktır. Günümüzde Türk dış politikasının genel eğilimiyle birlikte, ülkemizin pek çok kurumu Kafkasya ve Orta Asya’da oldukça etkin faaliyetler sürdürmektedir. Yürütülen sosyal ve kültürel çalışmalar ve yapılan kalkınma yardımları, Türkiye ve bölge ülkeleri arasındaki uzun bir tarihsel arka planı olan, fakat unutulmaya yüz tutmuş pek çok bağı kamuoylarına hatırlatmakta ve böylece ülkeler arasında geliştirilecek siyasi ve ekonomik işbirliğinin zeminini hazırlamaktadır. Bu bağlamda, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bölgelere ilk yöneliminden sonraki yıllarda yaşadığı hayal kırıklığının tekrar yaşanmamasını, Türkiye’nin Türk cumhuriyetleriyle arasında geliştireceği somut işbirliği projelerine bağlıdır. Buradan hareketle, bugünkü sosyalkültürel faaliyetlerin ve gelişen siyasi-ekonomik ilişkilerin ”Türk Devletleri Enerji İşbirliği” gibi somut bir projeyle tamamlanması, yapılan tüm girişimlerinin kalıcı ve değerli olmasını sağlayacaktır

Kaynak: Arti90dergi com.tr - 16.09.2013