30 Eylül 2014 Salı

ASIL OYUN ŞİMDİ BAŞLIYOR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN





 İnsanlık tek bir dünya gezegeni üzerinde yaşamaktadır. Üzerinde yaşam sürdürülen bu gezegenin geçmişi hem tartışmalı konumdaki birçok farklılığı, hem de zengin bilgilerle dolu olan bir birikimi günümüze taşımıştır. Bu doğrultuda insanoğlu elde bulunan tarih bilgileri ile geçmişini, sahip olunan coğrafya bilgileri ile de gezegenin üzerindeki yerini belirleme şansına sahip bulunmaktadır. Tarih ve coğrafya ile gezegenin genel durumu belirlenebilmekte ama içinde bulunulan uzay alanı ile de kozmoloji bilimi artık insanlığa yol ve yön gösterebilmektedir. İnsanlık artık üzerinde yaşamını sürdürdüğü dünya gezegeninin uzay denen derin boşluk içinde yer aldığını ve dünya ile ilgili bütün bilgilerin bundan sonra uzaysal boyutunun diğer bilim dallarını da etkileyebileceği görülmektedir. Bu aşamadan sonra, insanlar en büyük özellikleri olan düşünmeye başladıkları aşamada yeryüzünün tarihi ve coğrafyası ile yetinmeyerek, uzaysal boyutun kozmolojik bilgi birikimi ile de ilgilenmek durumunda kalacaktır.  İnsanlar akıp giden zaman süreci içerisinde, bu dünyadan geçip giderken, bulundukları gezegenin tarih ve coğrafya birikimini öncelikle iyi bilecek ve daha sonra da kozmolojik bilgi birikimi ile zaman-uzay-dünya kesişme noktaları ve bağlantılarına göre hareket ederek değerlendirmelerini yapabilecektir. İnsanlık bu bağlamda gerçekliği araştırırken, ya bilgi birikimi ile hareket ederek var olan durumu ya da geleceği bilimsel yöntemlerle belirleyecek, ya da bilimin yetersiz kaldığı aşamada, var olan bilgi birikiminden hareket ederek duygu ve sezgileriyle oluşturduğu inançları aracılığı ile sorunu çözümleyemeye çalışacaktır.

         Evrenin oluşum süreci içerisinde dünya gezegeni de güneş sistemi içinde yerini aldığı uzun bir süreçten sonra, dünyada mikrobiyolojik oluşumlar ortaya çıkmış ve evrimsel bir süreç içerisinde canlılar dünyası oluşmuştur. İnsanoğlu sahip olduğu beyinsel özellikleri ile diğer canlılardan ayrılarak ve kendi gelişim çizgisine yönelerek, bugünkü modern dünyanın ortaya çıkışını sağlamıştır. Ne var ki, biyolojik oluşumların tamamlanmasından sonraki aşamada, insanların antropolojik yapılanmalara yönelmesiyle toplumsal yaşam düzeni ortaya çıkmıştır. İnsanların toplumsal yaşam düzenine geçişinden sonra nüfusun hızla artmasıyla birlikte, bu toplumların yönetimi sorunu gündeme gelmiştir. Önceleri her toplum kendi kendini yönetebilmenin arayışı içinde olmuş, içine girilen sosyolojik süreçlerde her toplum kendini yönetebilmenin yolunu çeşitli deneyler geçirdikten sonra bulabilmiş, bazıları da bu konuda başarısız kalınca, başka toplumların hegemonyası altına sürüklenerek dışarıdan yönetilmeye başlanmışlardır. İlkçağlarda başlayan yeni dönemde, başarısız toplumlar her zaman için başarılı toplumların baskı ve hegemonyaları altında kalmışlardır. Zaman ilerledikçe, bu çıkmazı bazı toplumlar aşabilmiş, bazıları da iyice başarısızlığa sürüklenerek silinip gitmişlerdir. İnsanlar arasındaki çekişme toplumsal rekabete dönüşmüş, toplumsal düzenlerin devletleşmesiyle yeni bir aşamaya gelinince, artık çekişme ve rekabet yarışları devletler arasında gündeme gelmeye başlamıştır.

         Asya kıtasında başlayan insanlığın yaşam macerasının geleceğe yönelik bir uygarlık yapılanmasına dönüşmesi ve daha sonra da bu uygarlığın Çin’deki Sarı Irmak ile Hindistan’daki İndüs Irmağı üzerinden dünyanın tam ortasında yer alan Mezopotamya denilen orta su ülkesine doğru ilerlemesiyle birlikte, kutsal kitaplarda yer alan tarihsel birikim insanlığın geleceğini belirlemek üzere gündeme gelmiştir. Tarihin Sümerlerde başladığını öne süren batılı tarihçiler, Mezopotamya öncesi Asya uygarlıklarını görmezden gelmişler ama daha sonraki aşamada, tek tanrılı dinler kutsal kitaplar aracılığı ile insanlığın gündemine girince, Asya uygarlıklarından gelen bilgi birikimini yansıtan Sümer tabletleri kaynak olarak kullanılmıştır. Uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Mezopotamya döneminde, insanlığın ilk yerleşim denemelerinin ortaya çıktığı ve bunların daha sonraki aşamalarda Avrupa kıtasında gündeme gelen uygarlıklar için yön gösterici olduğu görülmüştür. Bugün dünyanın en büyük gücü olarak ABD’nin, Irak’a gelerek işgal etmesi, bazı çevrelerin bakış açıları doğrultusunda, bir anlamda uygarlığın doğduğu topraklara çağdaş uygarlığın son aşamasında geri döndüğü biçiminde yorumlanabilmektedir. Üç büyük dinin çıktığı kutsal topraklara batı uygarlığı her türlü askeri ve teknik birikimi ile çıkarma yaparken, insanlığın toplu geleceği tartışma ortamına girmektedir. Uygarlık içinden çıktığı bölgeye geri dönerken, dünyanın sonunun gelmesi ile birlikte yeni bir dünya düzeninin kuruluşu da, siyasal gündemin ortasına ana tartışma konusu olarak girmektedir. Geleceğini arayan insanlık, uygarlığın başlangıcına dönüş noktasında, kendisini yok edebilecek üçüncü cihan savaşı ya da nükleer silahların kullanılması gibi, çok ciddi tehlikeler ile karşı karşıya bulunmaktadır.

         Yeniden var olma ya da yok olma çelişkisi ile karşı karşıya kalan insanlık, tarih boyunca daha iyinin peşinde koşmuş, daha gelişmiş bir toplum düzenine kavuşabilmek için her türlü mücadeleyi vererek, olağanüstü çabalar ile büyük özverilerde bulunmuştur. İnsanlık tarihi böylesine çabaların çeşitli örnekleri ile dolu olmasına rağmen, yaşanan olaylar doğrultusunda birçok olumsuz durumlar, karışıklıklar ya da sorunlar birbirini izlemiş ve her zaman için idealize edilen sürekli barış ve mutluluk ortamı bir türlü gerçekleştirilememiştir. Doğal yaşam döneminde birbirinin kurdu olarak sürekli kavga ve çekişme içinde yaşayan insanlık, toplum düzenine geçtikten sonra, gene istediği gibi düzenli bir barış ortamına ya da güvenlik yapılanmasına sahip olamamıştır. Bir yanda olumlu gelişmeler devam ederken, diğer yandan da sürekli olarak olumsuz gelişmeler öne çıkarak insanlığın siyasal gündemini meşgul etmiştir. Kıskançlık, çekmezlik ve bencillik gibi insanların olumsuz karakter özellikleri, toplumsal barış ve düzenin oluşturulması önünde, her zaman için en büyük engeller olarak ortaya çıkmışlardır. Olumsuz özellikler insanları birbirinin kurdu haline dönüştürdüğü zaman tam anlamıyla düzensizlik ortamları yaşanmış, böylesine kaos dönemlerini savaşlar ve çatışmalar izlemiştir. Her türlü çatışma ya da çekişmeye rağmen hayat gene devam etmiş ve yıllar geçtikçe insanların nüfusu artmıştır. İnsanların sayısı binlerden yüzbinlere, milyonlara doğru ilerlerken, genişleyen toplumsal yapıları yönetme konusunda büyük sorunlar çıkmış ve milyonlarca insanı daha kolay ve düzenli bir biçimde yönetebilmenin arayışı aşamasında tek tanrılı dinler insanlık tarihi içindeki yerini almıştır.

         İnsanların inanma ihtiyacını karşılama noktasında ortaya çıkan dinler toplumsal yaşama egemen olunca, kamusal alanın yönetiminde din merkezli bir dönem başlamıştır. Önce peygamberler aracılığı ile ortaya çıkan tek tanrılı dinler daha sonraki aşamada papalar ya da halifeler aracılığı ile sürdürülerek, milyonlara varan insan toplumlarının düzenli bir biçimde yönetimi sağlanabilmiştir. Merkezi coğrafyadan ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin dünya ülkelerine doğru yayılmasından sonra, insanlık dinler üzerinden yönetilmeye başlanmıştır. Kitlelerin tek tanrılı dinlere bağlanması sağlanınca, üç tek tanrılı din arasındaki çekişmeler ve bazen da çatışmalar dünya tarihini belirleyen olayların gelişmesine giden yolu açmıştır. Asya merkezli dünyayı sonraki aşamada Avrupa merkezli dünya yapılanmasının izlemesiyle, doğu batı dengelerinde tek tanrılı dinleri öne çıkarmıştır. Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’ya gelmesi üzerine, Yahudiler bütün dünyaya dağılmışlar, merkezi coğrafyada ortaya çıkan ikinci tek tanrılı din olarak Hristiyanlık, bütün batı bölgesini işgal ederken, merkezde ortaya çıkan üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlık da, Orta Doğu ve Asya bölgesinde hızla yaygınlık kazanarak, doğu batı dengelerinin yeniden kurulmasına katkı sağlamıştır. Din faktörü böylece insanlığın yönlendirilmesinde en önemli unsur olarak öne çıkmıştır.

          Uygarlık Mezopotamya üzerinden Eski Mısır’a, Yunan’a ve Roma İmparatorluğuna doğru gelişirken, ortaya Avrupa merkezli bir dünya çıkmış ve bu düzende beş yüz yıl küresel düzen yönlendirilmiştir. Dinleri devre dışı bırakan bilimsel devrimlerin Avrupa kıtasında gerçekleşmesi üzerine insanlık bu kıta üzerinden okyanuslara açılmış ve yeryüzünde bulunan beş büyük kıta ele geçirilerek dünyanın her bölgesi, batı Avrupalı sömürge imparatorluklarının eline geçmiştir. İngiltere, Fransa, İspanya gibi üç büyük, Hollanda, Belçika ve Portekiz gibi üç küçük batı Avrupa ülkesi, dünya kıtalarını bölüşerek altı büyük sömürge imparatorluğu aracılığı ile dünyanın yönetilmesini sağlamışlardır. Rönesans ve Reform hareketleri ile aydınlanma çağına giren Avrupa uygarlığı zaman içinde güçlenerek bütün kıtalara egemen olmuş ama aynı zamanda dünya kıtalarının başına bir emperyal hegemonya düzeninin kurulmasına neden olmuştur. Bilimsel devrimlerin getirdiği modernizm akımı, birkaç yüz yıllık gelişme sonucunda modern bir dünyanın ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Bilim ve hukuk alanındaki pozitif gelişmeler modern bir dünya düzenini çağdaş uygarlık anlamında insanlığa kazandırırken, sömürgecilik daha da ilerlemiş ve batı ülkelerinin kıtalar üzerindeki sömürge düzenleri üzerinden fazlasıyla zenginleşmelerinin yolları açılmıştır. Modernleşme süreci insanlığın dünyasında eşitlik getirmemiş, aksine sömürgecilik ve emperyalizm üzerinden eşitsizlikçi bir dünya düzeninin ortaya çıkmasına yol açılmıştır. Milattan sonra başlayan uygarlık sürecinde, insanlık iki bin yıl sonra haksız ve eşitliksiz bir olumsuz duruma sürüklenince iki büyük dünya savaşı kendiliğinden gündeme gelmiştir. Yüzyıllar geçtikçe, belirli ülkelerde yaşamını sürdüren insan toplulukları ortak kültür, vatan, din ve ekonomiye sahip olmaya başlamış ve bu yüzden de ulus devletlere giden bir yeni oluşum dönemi gündeme gelmiştir.

         Avrupa merkezli dünyada önce Yahudiler ile Hristiyanların savaşları, daha sonraki aşamada Müslümanlar ile Hristiyanların çatışmaları ve bir süre sonra da mezhep savaşları olarak, Katolikler ile Protestanların birbirlerini yok etmek üzere bir mücadeleye girmeleri üzerine, yerleşik devlet düzenleri ile insanlığın dünya barışına hiçbir zaman erişemeyeceği gibi bir korku giderek yaygınlık kazanmıştır. Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’daki Yahudi devletini Milat sıralarında yıkması üzerine, gündeme gelen devlet dışı kapalı örgütlenmeler, bugünün gizli dünya devleti oluşumuna doğru giden yolu açmıştır. Süleyman Mabedinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan bir gizli yapılanma olan Tapınak Şövalyelerini, Sion Kardeşleri izlemiş, daha sonraları da Opus Dei ve İlluminati gibi gizli örgütler üzerinden bir küresel dünya düzeni arayışı, var olan devletler ve imparatorlukların ötesinde geliştirilmeye çalışılmıştır. Bir yandan sömürgecilik devam edip giderken, diğer yandan da var olan sömürgeler üzerinden evrensel bir ekonomik düzen oluşturularak, bütün insanlık yönetilmek istenmiştir. Avrupa kıtasında oluşan devletlerin yanı sıra diğer kıtalarda da var olan sömürgeler de merkez ülkelere bağlı bir düzen içerisinde yönlendirilmeye çalışılmıştır. Dünya nüfusunun kıtalar üzerinden milyonları geçerek milyarlara ulaşması üzerine, küresel bir düzen oluşturulması giderek zorlaşmıştır. Bir yandan mevcut devletler düzeni ile sorunlar çözülmek istenmiş ama devletlerarası çekişmeler yeni bir düzen oluşturulmasını engelledikçe, bu sefer, kapitalist düzenin zenginlerinin kurdukları gizli örgütler, yavaş yavaş dünya devleti görünümünde inisiyatif kullanmaya başlamışlardır. Yer altı ya da yer üstü yapılanmalar ile yönlendirilmeye çalışılan dünya halkları, bekledikleri barış ve mutluluk düzenine hiçbir zaman sürekli olarak sahip olamamışlar, barış dönemlerini her zaman savaşlar izlemiştir.  Savaş ve sıcak çatışmalar dünya gündeminden eksik olmayınca, istikrarlı bir evrensel düzen ile beklenen sürekli barış ortamına kavuşulamamıştır. İnsanlar arasında doğal yaşamdan bu yana gelen çekişme ve rekabet, önce toplumsal yapılara daha sonraları da devlet düzenlerine yansıdığı zaman, sonunda kazançlı çıkabilmek için her türlü oyun, senaryo ve komplo devreye sokularak zafere ulaşılmak istenmiştir. İnsanlık tarihi böylesine oyun ve senaryoların yer aldığı bir geçmişin olayları ile doludur.

         Dinler arası çekişmeler yüzünden dünya barışı gerçekleştirilemeyince, bu kez dinlerin ötesine gidilerek, belirli bölgelerdeki halkların uzun süre birlikte yaşamaktan dolayı kazandıkları yeni yapılanmalar olarak ulus gerçeğinden hareket edilerek bir sonuç elde edilmeye çalışılmıştır. Din kavgasını geride bırakmak üzere laik devlet gerçeği gündeme getirilmiş, uluslaşma yolu ile insanlar arasındaki din ve mezhep kavgalarının üzerine çıkılmak istenmiştir. Fransız devrimi bu konuda tam bir dönemeç olmuş, bir Hristiyan toplumunda Yahudi örgütlenmesi olarak Jakobenler bir sosyal devrim gerçekleştirerek, din kavgasına son vermek üzere laik devleti hedefleyen yeni bir rejim anlamında cumhuriyet ilan etmişlerdir. Devletin dinin dışına çıkarılması ve laik bir siyasal yapılanmaya geçiş ile dinsel toplumlar, ulusal topluluklara doğru dönüştürülmüştür. Giderek kalabalıklaşan ülkeler dinler üzerinden yönetilmez bir aşamaya geldiğinde bu kez uluslar gerçeği üzerinden yönlendirilmeye çalışılmıştır. Dine dayanan kutsal imparatorluklar devre dışı bırakılırken ulusal toplum gerçeğine dayanan ulus devletler öne çıkmıştır. İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken, devlet dışı gizli örgütlenmeler daha da güçlenmiş ve uluslar arası kapitalist sistemin zenginleri bu kez üstünlüklerini ulus devletler aracılığı ile dünya halklarına kabul ettirmeye çalışmışlardır. Görünürde ulus devlet düzenleri gelişerek devam ederken, kapitalist sistemin para babaları da kendi aralarında kurdukları gizli örgütleri üzerinden, siyasal gelişmeler üzerinde etkinliklerini artırarak sürdürmüşlerdir. Devletlerin yanı sıra bu gibi devletimsi yapılanmaların topluma kapalı bir doğrultuda sürdürülmesi, zaman zaman devletler ile bu gibi örgütleri karşı karşıya getirmiş ve bunun sonucunda da ciddi çatışma olayları yaşanmıştır. Zenginlerin çıkarları ile halkların çıkarlarının karşı karşıya geldiği aşamalarda, devletler üzerine baskılar artırılarak zengin azınlıkların çıkarları doğrultusunda meseleler çözüme kavuşturulmak istenmiştir.         

          Her insanın diğer insanlar ile rekabet halinde olduğu yaşam düzeninde her zaman için güçlü görünmek zorunda olması gibi, bir benzeri çekişme ortaya çıkarak zamanla hem devletlerarası hem de gizli örgütler arası rekabet düzeninde yeni gelişmelere neden olmuştur. Her insanın daha güçlü olarak yaşamını anlamlandırmak eğilimi, devletler için de geçerlilik kazanmış ve her devlet yapısı zaman içerisinde daha da güçlenerek, diğer devletler ile olan rekabet sürecinde öne geçmiştir. Uluslararası devletler düzeninde öncelikle her devlet ortaya çıktıktan sonra varlığını güçlendirmeye çalışmış, diğer devletler ile var olan rekabet düzeninde her devlet daha iyi ve güçlü bir konuma gelebilmek üzere yarışa kalkışmıştır. Bu normal çekişme sürecinin ötesinde bir de anormal boyutlarda rekabet öne çıkınca, devletler birbirlerine karşı çeşitli komplolara girişmişler ya da uygulamaya koydukları farklı senaryolar doğrultusunda birbirlerinin önünü keserek, çelme atarak, arkadan vurarak ve de her türlü hukuk dışı yolları zorlayarak sonuç almaya çalışmışlardır. Bu yüzden normal devletlerin ötesine giden derin devlet yapılanmaları da ortaya çıkmış, devletlerin istihbarat servisleri normal haber toplamanın ötesinde operasyonel bir biçimde yapılanarak,  her türlü hukuk dışı eylemin uygulamaya konulmasında, görünmeyen derin devlet misyonunu oynamaya başlamıştır. Özellikle, küresel dünya hegemonyası peşinde koşan batının önde gelen emperyalist devletlerinin, kendi aralarında sömürge savaşlarını yürütürken, hukuk dışı yollara saparak kendi üstünlüklerini diğer ülkelere zorla kabul ettirme çabası içinde, akla gelebilecek her türlü hukuk dışı senaryoları kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirebilmek için uğraştıkları, zaman içinde yayınlanan anı kitapları ya da araştırmalar aracılığı ile kesinlik kazanmıştır. Amaca giden her yolu mubah gören bir Makyavelist zihniyetin, hem devletlerde hem de devlet dışı örgütlerde ana prensip haline gelmesi yüzünden, dünya ve insanlık bir türlü kalıcı bir barış düzenine ulaşamamıştır.

         Batılı sömürge imparatorlukları arasındaki kıtalar üzerinde egemen olabilme doğrultusundaki çekişmeler dünyayı birinci cihan savaşına götürmüş, kıtaları fetheden batılılar dünyanın merkezi coğrafyasına doğru bir hegemonya girişimi başlattıkları aşamada, üç doğu imparatorluğunu ortadan kaldıracak bir dünya savaşını insanlığın gündemine zorla dayatmışlardır. Savaş sonrasında doğu imparatorlukları ortadan kalkarken, batının sömürge imparatorlukları da dağılma aşamasına gelmiştir. Yirminci yüzyıla girerken var olan yirmi devlet, bu yüzyıldan çıkarken iki yüz devlet haline gelmiş ve böylece ulusalcılık akımları sayesinde imparatorlukların yerini ulus devletler almıştır. Uluslararası düzende ulus devletlerarasındaki çekişmeler de çeşitli sorunlara yol açmış, her ulus devlet önce varlığını koruma doğrultusunda kendisini güçlendirmeye çalışmıştır. Güçlenen ulus devletler, daha sonraki aşamalarda kendi bölgesindeki diğer devletler üzerinde etki ve baskısını artırmaya çalışmıştır. Her ulus devlet diğerleri ile rekabete girerken, büyük ulus devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde rekabete girerek, bunları kendilerine bağlayabilmenin yollarını aramışlardır. Büyük ulus devletler komşuları üzerinde hegemonya kurarak yeni bir tür sömürge imparatorluğunu kendi çevrelerinde oluşturabilmenin yollarını ararken, bazıları da çeşitli senaryolar doğrultusunda dünyanın diğer kıtaları üzerindeki devletler ile yakın ilişkiler oluşturarak, geleceğe yönelik imparatorluk arayışlarının örneklerini ortaya koymuşlardır. Ulus devletlerin çekişmeleri zamanla küçük ve zayıf olanların tasfiyesine giden yolu açmış, orta boy ulus devletler ise, ayakta kalabilmek için daha da güçlenerek büyüyebilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Orta boy ulus devletler sahip oldukları jeopolitik konumlarını küresel gelişmeler karşısında iyi ve doğru değerlendirebildikleri aşamada     büyüyebilmişler, aksi durumda giderek zayıflayarak yeniden sömürgeleşme bataklığına düşmüşlerdir.          Orta çağ sonrasında bütün dünyaya egemen olan batı sömürgeciliğinin temsilcisi olan büyük devletler, aradan geçen zaman dilimi içinde bağımsızlık kazanan eski sömürgelerini ellerinde tutabilmek için ellerinden gelen her yolu denemişler, eskiden olduğu gibi yakın ilişkileri ve bağlantıları yeni dönemlerde de sürdürebilmenin yollarını aramışlardır. Devlet kapitalizminin ötesinde batılı ülkelerin şirketleri fazlasıyla büyüyerek, dünya sahnesine çıkmışlar ve kendi devletlerinin desteği ile şirket emperyalizmi olarak piyasa kapitalizmini yer kürenin bütün halklarına ve ülkelerine yeni emperyal düzen olarak dayatmışlardır. Bu doğrultuda, dünya ülkelerinin hem maddelerine ve enerji kaynaklarına uluslararası tekeller el koyarken, çeşitli senaryolar ve komplolar sahneye konulabilmiştir. Uluslararası bir bakır tekeli olan İTT şirketi, Şili’nin bakır madenlerine el koymak isteyince, sosyalist yönetimi iktidardan indirmek üzere darbe senaryosu düzenlenebiliyor, genelkurmay başkanı darbe senaryosuna direnince, onu bir trafik kazasıyla bertaraf edebilmenin yolu bulunup, istihbarat servislerinin aracılığı ile sosyalist yönetimi işbaşından uzaklaştıracak darbenin önü açılabiliyordu. Yirminci yüzyılda Asya ve Afrika ülkelerinin bütün yer altı kaynaklarına el konulurken, her ülke için ayrı bir senaryo hazırlanıyor, dünyanın bütün ülkeleri ile ilgili bütün bilgiler toplanarak düşünce kuruluşlarında her ülke için en uygun senaryolar üretilerek, bu gibi planları uygulayacak işbirlikçi politikacılar, ya mevcutlar içinden işbirlikçi kadrolar olarak seçiliyor, ya da bu doğrultuda yetenekli gençler bulunarak batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yetiştirildikten sonra devreye sokularak yeni sömürge düzenleri bu tür taşeronlar aracılığı ile kurulabiliyordu. Özellikle dünya enerji sorunu, enerji kaynakları bol olan ülkeler üzerinden çözülmek istendiği için, doğalgaz ve petrol sahibi ülkelerde çok uluslu enerji şirketlerinin çıkarlarını gerçekleştirecek senaryolar hazırlanarak uygulama alanlarına aktarılabiliyordu.                                           Orta Doğu bölgesi bu konuda en önde gelen çekişme ve sıcak çatışma alanı olarak enerji kavgasının ana merkezi konumuna geliyordu. Enerji tekeli olan şirketler, kaynaklara el koyabilmek için her yolu denerken, darbeler ve savaşlar birbirini izliyordu. Yirminci yüzyılın başlarında merkezi alana İngiltere ve Fransa imparatorlukları kendi çıkarları doğrultusunda biçim veriyorlardı. İkinci dünya savaşı sonrasında, savaşın galibi olan Amerika Birleşik Devletleri bölgeye gelerek Nato üzerinden yerleşiyor ve daha sonra da iki bin yıllık rüya olan İsrail’i kurdurarak, kutsal topraklar ilan edilen merkezi alana farklı bir biçim vermeye yöneliyordu. Bu nedenle, Büyük Orta Doğu projesi ABD’nin bölgeye geldiği yıl, Büyük İsrail projesi de bu devletin kurulduğu sene başlatılıyordu. Sovyetler Birliği varken geçerli olan soğuk savaş döneminde ABD-İsrail ikilisi geleceğe dönük planlarını gizli gizli Türkiye ve bölge devletleri üzerinden yürütürken, küreselleşme aşamasına gelinmesinden sonra daha açık yollara giderek, merkezi alanı Atlantik emperyalizmi ile Siyonizm ortaklığının hegemonyası altına sokabilmenin girişimlerini, birbiri ardı sıra bölge halklarını zorlayıcı bir biçimde gündeme getiriyorlardı. Lübnan’ın Bekaa vadisini terör merkezi yapan bu ortaklık sonucunda, İsrail’in beka sorununun çözümü için bütün bölge ülkelerinin başına terör belası sardırılıyordu. Terör ile bölge düzeni çökertilerek gelecekte ABD-İsrail ikilisinin planları doğrultusunda bir yeni yapılanma oluşturulmak isteniyordu. Terörü kullanmasını iyi bilen ABD-İsrail ikilisi merkezi alanın ötesine giderek tüm Müslüman ülkeler ile Asya ve Afrika devletlerinin işgal ettiği topraklarda her türlü terörü ve savaşı geçerli bir hale getiriyorlardı. Terör emperyalizmin en büyük silahı olurken, yeniden sömürgeleştirmek istenilen ülkelerin halkları da yok pahasına ölüme mahkum ediliyorlardı.

          Emperyal güçler, tam bir dünya hegemonyası için, dünya halklarını korkutma ve sindirme doğrultusunda terörü en büyük silah olarak acımasızca kullanıyorlardı. Terör onlar için oyuncak olduğundan, Orta Doğu bölgesi ve İslam dünyasına kolayca saldırabilmek üzere kendilerini mağdur duruma düşürecek II Eylül saldırılarını da, gene kendi kendilerine yaparak dünya kamuoyunu aldatabilmenin yollarını arıyorlardı. Önceleri çok korkan, geçmişten gelen pasifliğini bir türlü kaldırıp atamayan dünya halkları önceleri bu oyunlara kanmışlar, televizyon programları ile Hollwood üzerinden insanlık Siyonizm’in emelleri doğrultusunda kandırılmaya ve de uyutulmaya çalışılmıştır. Birbiri ardı sıra yaşanan olaylar, artık gerçekleri gün ışığına çıkarınca mızrak çuvala sığmamaya başlamış ve gerçekler belirginleşince dünya kamuoyu uyanarak, batı emperyalizmi ve Siyonizm ortaklığının suçunu görebilmiştir. Dünya enerji kaynaklarının toplandığı yer olan merkezi coğrafyada bir düzen kurmuş olan eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa ikilisine karşı, yeni emperyalistler olarak ABD ve İsrail ikilisi yeni siyasal senaryolar ile devreye girmişlerdir. Terörün yetmediği yerde savaş, sıcak çatışmaların yetersiz kaldığı aşamalarda ekonomik kriz ve siyasal baskı yöntemleri ile emperyalizm sürekli olarak sonuç almaya çalışmış ve bu yüzden de milyonlarca masum insan katledilmiştir. Zengin iş adamlarının masalarının önünde dünya küresi ile oynadıkları gibi, emperyalizm ve Siyonizm ikilisi de bütün dünya devletleri ve halkları ile oynamayı adet haline getirmişlerdir. Gizli dünya devletinin kurucusu olan büyük patronlar her zaman için kendi devletlerine emirler vererek, her türlü saldırganlığı beş kıta üzerinde sergilerken, uluslararası ilişkiler artık bir oyun haline gelmiştir. Batılı ülkeler bu aşamadan sonra daha da ileri giderek, oyun teorileri oluşturmuşlar ve uluslararası alanda hangi oyunları oynarlarsa daha fazla kazançlı çıkabileceklerinin hesaplarını yapmışlardır. Her emperyal güç dünyanın gelmiş olduğu yeni aşamada genel durum tespiti yaparak, en üst düzeyde çıkarlarını korumak ve daha fazla kazanabilmek üzere her türlü senaryo üzerinden çeşitli oyunları hedefledikleri ülkelerin, ya da halkların başına çorap ağı gibi örerek sonuç almak istemişlerdir. Onların bu oyunculuğu yüzünden dünya halklarının başı beladan hiçbir zaman kurtulamamıştır.

         Yirminci yüzyılın başlarında batılı emperyalistlerin Orta Doğu’ya gelerek merkezi alanda çekişme içine girmesine, uluslar arası ilişkiler dalında Büyük Oyun adı verilmiştir. Eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa bölgeye gelirken, diğer emperyal güçler olan Almanya ve Rusya, bu duruma karşı çıkmaya başlamışlar ve böylece, dünyanın merkezinde kendi hegemonyasını kurmak isteyen emperyal güçler arasında bir Büyük Oyun oynanmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşının galibi olarak ABD’nin merkeze gelmesi ve iki bin yıl sonra üçüncü kez İsrail devletini kurdurmasıyla, yüz yıl önce başlamış olan Büyük Oyun yeniden sahnelenmeye başlamıştır. Uluslararası ilişkiler devletlerarasında geliştirildiği için, her devletin sahip olduğu jeopolitik konumu ve özel durumları, ilişkilerin gelişmesinde belirleyici olmaktadır. Her devlet bu nedenle kendi ülkesinin merkezi gücü olarak ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirerek, bunları uygulamak ve diploması yolu ile de bu yaklaşımlarını uluslararası alanda tanıtarak, kendi etkinlik alanını genişletmek doğrultusunda yaygınlaştırmak zorundadır. Bu nedenle kendini bilen her devlet kendi plan ve programlarını belirli senaryolar doğrultusunda gerçekleştirmeye çalışır. Kendi merkezi gücünü koruyamayan ya da iç bünyesinde paralel devlet yapılanmalarının oluşumunu önleyemeyen devletler ise, emperyalistlerin taşeronu ya da sömürgesi olmaktan kurtulamazlar. Oyun kuran her büyük devlet, kendi oluşturduğu senaryoda küçük ve orta boy devletleri diğer büyük güçlere karşı kullanabilmenin hesaplarını yaparak adımlarını atmaktadır. Bu yüzden de, küçük ve orta boy devletler büyük güçlerin ve emperyal devletlerin çekişme ve çatışma alanı konumundadır. Çatışmaların çok şiddetli bir aşamaya geldiği noktada ise, dünyanın her yeri emperyalist devletler için savaş alanı olarak öne çıkmaktadır.

         Birinci Dünya Savaşı ile beraber dünya politikaları Avrasya bölgesine gelerek kilitlenince, İstanbul’un doğusunda başlayan çekişmeler ve rekabet düzeni tam anlamıyla bitmeyen bir oyun olarak öne çıkmıştır. Bu alanda oyunlar başlamış ama bitmemiş, soğuk savaş döneminde devam ettiği gibi küreselleşme aşamasında da oyunlar başka biçimlerde devam ettirilerek, sahnelenen oyunlar, giderek bir Büyük Oyun’a dönüşmüştür. Avrupa kıtasının ortalarından başlayan çekişme macerası doğuya doğru açılım olarak anlaşılmış, Asya’nın her bölgesi batı ülkelerinin doğuya açılışının başlıca konusu haline gelmiştir. Osmanlı, Rus ve Avusturya–Macaristan İmparatorluklarının çöküşü ile ortaya çıkan otorite boşluğu alanlarında batılı devletler kendi hegemonyalarını kurabilmenin arayışı içinde olmuşlar ve bu yüzden de iki cihan savaşı aracılığı ile büyük bir çatışma dönemi yaşamışlardır. Birinci Dünya Savaşı, imparatorlukları ortadan kaldırınca eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa bölgeye yerleşmişler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ABD ve İsrail ikilisinin merkezi alana gelmesiyle beraber de ciddi biri çekişme yaşandığı için, bitmeyen oyun her aşamada tırmandırılarak bir Büyük Oyuna dönüştürülmüştür. Orta Doğu ülkelerinden bölgeye giren emperyal güçler, Kafkasya ve Hazar’a doğru ilerlemeye başlayınca, Orta Asya ve çevresi Büyük Oyun’un ana hedefi haline gelmiştir. Bu aşamada, Rusya’da gerçekleştirilen Sovyet devrimi, Büyük Oyun’u bir süre için durdurarak yarım yüzyıllık bir statüko oluşturunca, bölgede sakinlik sağlanabilmiştir. Demirperde uygulaması, batılı güçlerin doğu bölgelerine ulaşmasını önleyebilmek üzere ideolojik imparatorluğa yaptırılan bir uygulama olmuştur. Yeni emperyalistler olan ABD ve Yahudi lobileri İngiltere, Fransa ve Almanya’nın önlerini kesmek üzere Sovyet devrimine dolaylı yollardan destek sağlayarak, Büyük Oyun’un soğuk savaş döneminde de sürdürülmesini sağlamışlardır. Osmanlı topraklarını ele geçiren İngiltere ve Fransa ikilisi, Kafkaslar bölgesinden Rusya’ya tam girme aşamasına geldiği noktada, New York Yahudi lobisinin verdiği yüzbinlerce dolar ile Kızıl Ordu kurdurularak, Alman destekli Osmanlı ordusunun Azerbaycan’dan çıkartılması sağlanabilmiştir. Sarıkamış’ta 90 bin asker bu kavga yüzünden şehit olmuştur. Amerika’nın dolaylı desteği ile eski emperyalistlerin Rusya’yı ele geçirmesi önlenerek, yeni emperyalistlerin gelecekte, merkezi alanı ele geçirmesini hazırlayacak bir geçiş dönemi soğuk savaş süreci olarak devreye sokulmuştur.

         Sovyetler Birliği’ni zamanı gelince bir tek kurşun atmadan, insan hakları emperyalizmi ile dağıtan Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ikilisi, Demirperde kalkınca Orta Doğu üzerinden Orta Asya’ya doğru geçişin girişimlerini gündeme getirmiştir. Ne var ki, çeyrek asırlık zorlamalara rağmen tek merkezli dünyayı ABD bir süper güç olarak kuramayınca, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi dört büyük devlet yeni emperyal merkezler olarak bir araya gelerek, ABD öncülüğündeki batılı ülkeler hegemonyasına karşı savaş açmışlardır. Yeni gelinen noktada artık batılı güçlere karşı doğulu güçler de bir denge unsuru olarak ortaya çıkmışlardır. Dünya nüfusunun yarısının yaşadığı Çin ve Hindistan gibi ülkelerin büyüklüğü karşısında batı ekonomisi doğuya doğru kalmaya başlamış, dünya topraklarının altıda birini sınırları içinde kontrol eden Rusya Federasyonu yeni süper güç olarak, tüm batılı güçlere meydan okuyarak hegemonya alanını genişletmeye başlamıştır. Daha önceleri batının büyük devletleri arasında sürdürülen hegemonya çekişmeleri bitmeyen bir büyük oyun olarak devam ederken, şimdi ortaya çıkan doğunun ve güneyin dört büyük emperyalist gücü, bitmeyen büyük oyunun daha da büyümesine giden yolu açmışlardır. İran, Endonezya, Nijerya, Meksika, Güney Afrika gibi ikinci derece büyük ülkeler de, yarışma alanına yeni merkezler olarak girince, ortalık iyice karışmış ve bitmeyen oyun iyice büyüyerek dev bir kapışma sürecine doğru dünyayı sürüklemiştir.

         Yeni dönemde her büyük devlet kendi bölgesinin tam patronu olmak istemekte, arada kalan bölgelerde ise diğer güçlere karşı ön planda yer alarak, buralarda da etkinlik alanlarını genişletmeye çalışmaktadırlar. Yeni emperyal güçler eskileri ile takışıp dururken, doğu güçlerinin de devreye girmesiyle birlikte tam anlamıyla bir büyük oyun dünya sahnesinde oynanır hale gelmiştir. Şimdiye kadar oynanan büyük oyunları geride bırakacak düzeyde bir yeni büyük oyun,  küresel imparatorluk peşinde koşan ABD-İsrail ikilisi tarafından sahneye konulmaktadır. Rusya’nın Kırım’ı işgal ederek Tatarları tasfiyeye yönelmesi ile,  bunu izleyen günlerde IŞİD isimli Neocon destekli aşırı terör örgütünün Musul’dan Türkleri tasfiye etmesiyle içine girilen yeni dönemde, merkezi coğrafyanın hem kuzey bölgesi hem de güney sahasında sıcak savaş tehlikeleri tırmandırılmaya başlanmıştır. Rusya’nın elinden eski hegemonya sahasını almak, Çin’in Avrasya bölgesine girişini önlemek, Türklerin yeni bir imparatorluğa yönelmelerine izin vermemek, Arap dünyasını eskisine oranla daha fazla parçalı bir yapıya getirmek, Hindistan’ı bulunduğu yarım adaya hapsetmek, diğer büyük devletlerin dünya ülkeleri üzerinde etkinliklerini artırma girişimlerinin önünü kesmek, bütün dünyayı ABD-İsrail ortaklığında yeni bir küresel imparatorluğa dönüştürmek üzere, Atlantik okyanusunun doğu ve batı kıyılarında yeni senaryolar hazırlanmakta ve şimdiye kadar oynanan büyük oyun bu doğrultuda en büyük oyuna dönüştürülerek, bütün dünya küresel sermayenin diktatörlük düzeni altına alınmaya çalışılmaktadır. Avrasya satranç tahtasında her büyük güç kendi oyununu oynayarak merkezi coğrafya hegemonyası peşinde koşarken, şimdiye kadar oynanan büyük oyun tam anlamıyla bir büyük satranç çekişmesine dönüştürülmektedir. Asıl büyük oyunun Avrasya satranç tahtası üzerinde bir büyük satranç maçına dönüştüğü bu aşamada, satrancın ortaya çıktığı Hindistan ile, ruletin Rus ruletine dönüştüğü Rusya ve ilk uygarlığın sarı ırmak kenarlarında doğduğu Çin gibi üç büyük Asya gücünün, son sözü söyleyebileceği yeni bir dünyaya doğru gezegenin yol aldığı görülmektedir. Sekiz milyarlık bir dünyanın yönetim sorumluluğunu üstlenmek istemeyen batılı emperyalistler, Avrasya alanında bir üçüncü dünya savaşını büyük oyunun yeni senaryosu olarak devreye sokmaya çalışmaktadırlar. Dünya halkları ve bütün insanlık böylesine bir büyük oyunun getirdiği tehditler ile karşı karşıyadır. İnsanlığın birleşmesiyle bu tür bir felaket önlenebilecektir.

22 Eylül 2014 Pazartesi

ULUSALCILIK İÇİN BİR SÖZLÜK ÇALIŞMASI - Birgül AYMAN GÜLER CHP İzmir Milletvekili



Bugünkü sıcak tartışmalar pekçok şeye takılıyor. Ama herhalde konuşmaları hızla bir kör dövüşüne çeviren unsur, kullanılan sözcüklere farklı anlamlar yüklenmiş olması. Siyasi ve medyatik saldırılar öyle boyutlarda ki ‘ulusalcıyım’ demek cesaret işi.

“Milliyetçiyim” diyen kimilerine göre ulusalcılık uydurmasyon!

Biri ‘yok öyle bi şey’ derken, F Tipi Emniyet daha 2007’de var-yok demeden ulusalcılığı terörist akımlar arasına almış. Biri ‘biz milliyetçiyiz, ulusalcı değil’ diye incelmiş anlam çizgileri çekerken, bir zamanların komünizmle mücadele dernekçileri ile bugünün şöhretli sağ-sol liberalleri, mücadelelerinin hedefine ulusalcılığı oturtmuş durumdalar.

Hedef etmişlere göre ulusalcılık bir dizi kötü şey: 
(1) Asimilasyon, inkar, imhacılık; yani ırkçılık, faşistlik, şovenizm;
(2) vesayetçilik, askercilik, darbecilik,
(3) küreselleşen dünyaya sırtını dönüp içe kapanmak, yani Batıya sırt dönmek,
(4) küresel serbest piyasacılığa karşı devletçilik,
(5) hepsiyle birlikte 1930’lar takıntısı!
Ulusalcılara göre ise bu düşünce bir dizi iyi şey: 
(1) Küreselci sömürgeciliğe direniş ve dünyadan eşit uluslararası ilişki talebi,
(2) ülkenin siyasal – iktisadi bağımsızlığı,
(3) kon/federasyonculuğa karşı üniter devlet,
(4) çok resmi dilliliğe ve çok-hukukluluk gericiliğine karşı ulusal vatandaşlık sisteminde yurttaşların eşitliği,
(5) laik Cumhuriyet’le özgürleşme,
(6) planla, gelir dağılımı adaletiyle büyük kalkınma.
Tartışma şiddetli, kapsamlı, derin.

Bunun altından kalkmak için temel taşları tek tek dizmek, sözcüklerle terim ve kavramları netleştirmek gerek. Aklı ve sözü netleştirelim ki, politikaları inşa etmek için gerekli hızı kazanalım. Aşağıdaki tarama, bu görevi yerine getirmek için.

ARAPÇA – TÜRKÇE DÜNYASINDA DURUM

İsmet Zeki Eyüboğlu’nun 1998 tarihli Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’nde ulus girişi var, ulusalcı girişi yok. 

Ulus sözcüğünün Kaşgarlı’da ve Uygurca’da yer aldığı bilgisini veriyor. Bölüm, kesim, pay, topluluk anlamında ülüş’ten doğduğunu; Uygurca’da uluş olarak ulus ve ülke, Kaşgarlı’da köy ve il anlamında yer aldığını ve Moğolca’da koyun sürüsü, halk, devlet anlamlarında kullanıldığını söylüyor.

Bu sözlükte millet girişi de var. Arapçadan gelen bu sözcüğün “gerçek anlamı: yazılmış, düzenlenmiş olan. Bir inanca, bir dine bağlı topluluk” diye belirtiliyor. 

Sözlükte milli girişi de açıklaması da yok.

Sevan Nişanyan’ın 2009 tarihli Çağdaş Türkçenin Etimoloji Sözlüğü'nde şu bilgiler var:
“Ulus -Nihai kökeni muhtemelen Türkçe olmakla birlikte Türkiye Türkçesine Moğolcadan alındığı muhakkaktır. Türk Dil Kurumu Tarama Sözlüğü’ne göre 14 – 18. yüzyıllarda göçebe aşireti, Türkmen kavmi demek. Türkiye Türkçesi’nde TDK 1945’te (Fransızca nation karşılığı olarak) millet diye yer almıştır. Yeni Türkçe’de ulusal, ulusçu, uluslararası, uluslarüstü gibi türemeleri vardır.

Ulusalcı -Yeni Türkçe’den, arşivlerde “1999’da geleneksel ulusçu/milliyetçi düşünceden farklı sayılan bir siyasi görüş olarak yer aldı. * 2000 yılı dolayında Mümtaz Soysal ve Doğu Perinçek tarafından popülerleştirildi.”

Millet girişinde, bunun 11 – 19. yüzyıllarda din, mezhep, bir din veya mezhebe mensup cemaat anlamına geldiği belirtiliyor. Fransızca nation karşılığı olan yeni anlamı Türkçeden modern Arap dillerine aktarılmıştır deniyor. Milli için burada da ayrı bir giriş yok.
Milliyet ise, 1900’de millet, kavmiyet anlamında kullanılır. “19. yüzyıl sonlarında Fransızca nation/nationalite kavramının karşılığını millet sözcüğünün geleneksel [dini topluluk] anlamından ayırd etmek için türetilmiş bir sözcüktür. Kamus-u Türki’ye göre kelimenin kendisi müvelled [uydurulmuş] olup kavmiyet anlamında kullanımı galattır. [yanlıştır]”

Ali Püsküllüoğlu’nun 2012 baskılı Türkçe Sözlük çalışmasında ulus “siyasal olarak örgütlenmiş… en geniş insan topluluğu” olarak tanımlanırken, ulusalcı = ulusçu diye verilmiş. Kavramlardaki yeni anlamlara ilişkin ipucu bulunmuyor. Millet girişi ise ulus ile eş anlamlı gösterilmiş.

Arapça – Türkçe terimler dünyası bakımından karşımızda iki sorun bulunuyor:

(1) Siyasal İslamcılar, ısrarla ulus değil millet terimini kullanırken Arapçayı Türkçeye yeğ tutma gösterisi yapıyorlar. Doğru, ama asıl olarak, millet terimini günümüzde ümmet ile anlattığımız dini mensubiyet anlamı nedeniyle yeğliyorlar. Bu siyasetçilerin milletin adını söylemekten kaçmalarının nedeni budur. Demek ki sözlükler “milletin eş anlamlısı ulus” dese de, siyaset bu ikisi arasına büyük bir anlam mesafesi koymuş durumdadır. Bir kesim, millet derken aslında ümmet demektedir. Millet sözcüğü, kastedilen milletin adı [Türk milleti] koyulduğunda bir ulusu anlattığından emin olabiliriz. Bundan kaçınıldığında ise, konuşan kişi millet dediğinde 'ümmet mi diyor, ulus mu?’ diye sormak zorundayız.

(2) Milliyet sözcüğü, 20. yüzyıl başında millet’in ümmet anlamından doğan karışıklığı gidermek nedeniyle türetilmiştir. Doğuşu bilimsel sınıflandırma ya da farklı ve özgün bir nesneyi adlandırma amaçlı değildir. Terimin dilbilimsel anlamda temelini göstermemiz güçtür. Kendisinden başka herhangi bir sözcük üretilmemiş olması, böyle bir arayışın verimli olmayacağını göstermektedir. Bu durumda, milliyetçilik sözcüğünün dinsel değil siyasal birlik olarak millet/ulus anlayışını savunma anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Zaman içinde farklı anlamlar yüklenmiş olmasını ise, ancak siyasal görüşler bağlamında açıklığa kavuşturabiliriz. Daha önemlisi, bir anlam kargaşasını gidermek üzere doğmuş bu terimi yerinde bırakarak, ulus konusunda başka sözcükler ile yol alabiliriz.

İNGİLİZCE – TÜRKÇE DÜNYASINDA 

İngilizce sözcükler ile karşılaştırıldığında, karşımıza dört önemli sözcük çıkar.

NATION, Türkçe’de millet – ulus olarak çevrilen sözcük. “A nation” olarak tek bir ülke, “The nation” olarak da tek bir ülkede yaşayan insanların tümü anlamında kullanılıyor.

Bundan türetilen temel isimlerden biri nation-state. Türkçe’ye ulus-devlet diye çevrildi. Sözlüklerde anlamı, bir ulusun bir bölümünü değil tümünü kapsayan bağımsız devlet.

İngilizce sözlüklerde milletçilik – ulusçuluk diye çevrilebilecek “nationism gibi bir terim yer almıyor.

Nation adından national sıfatı, en çok türetme yapılan sıfat olmuş. Türkçe’ye milli- ulusal diye çevirdiğimiz “a national/nationals” İngilizce’de iki farklı anlama geliyor:
(1) Türkçe’de milli ya da ulusal olarak karşıladığımız; yerel – küresel - uluslararası olmayan, ülke düzlemini anlatan kavram. Ya da yabancı değil de yerli yani yalnızcaülkeye ilişkin şeyler anlamında. Örneğin yerel gazete - ulusal gazete ya da milli marş gibi.

(2) Bir ülkenin vatandaşı olan kişinin başka bir ülkede adlandırılışı, vatandaş anlamında. [Türkiye’de yaşayan bir Alman vatandaşı için –German national]

Türkçe’de çeviri bakımından tartışmalı terimlerimiz hep “national” ile ilgili. Nationalism, nationalist, nationalistic, nationality, nationalize…. 

Başlıca özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

NATIONAL – Milli/Ulusal. Türetilmiş sözcüklerin anlamları kendiliğinden açık değildir. Başka bir deyişle bunlar çoğu zaman tanımlama işlemine tabi tutulmuştur, anlamlara her zaman serbest çağrışım yoluyla erişilmesi güçtür.

Örneğin, national/milli/ulusal sıfatı genelde basitçe ulusla ilgili şeylere işaret eder. Ancak siyaset bilimi çerçevesinde örneğin national government/milli hükümet dendiğinde “özellikle bir kriz sırasında kurulan koalisyon hükümeti” gibi özel bir anlam kazanır. Ya da national anthem/milli marş, bir ülkenin resmi şarkısı anlamına gelir. National park/milli park dendiğinde ise kendisi ülkenin tümünü kapsamayan ama devlete merkezi yönetime ait olan geniş yeşil alanlar anlaşılır.

NATIONALISM – Millicilik/Ulusalcılık… İngilizce’de patriotizm, vatanseverlik bunun eş anlamlısı kabul edilir. Bu isim, istekler ve siyasal tavırlar dünyasına aittir. Anlamı, doğrudan tarihsel siyasal hareketlere ve bunlara karşı tutumlara bağlı olarak ortaya çıkar. Terimin yaygın kullanımında iki anlam bulunuyor:
(1) Bir ulusun siyasal bağımsızlığını istemek.
(2) “Millet aşkı” olarak kendi milletiyle gurur duyan, kendini üstün sayan şovenizm ya da etnik önyargı. Bu daha çok, olsa olsa sözlüklerde olmayan “nationism-milletçilik” gibi bir şey.
İlk anlamı savunanlar nationalist, ikinci anlamı savunanlar nationalistic [şovenist, jingoistic] olarak adlandırılıyorlar. Bu görüşün onaylanmadığını, ayıplanıp kınandığını ima eden ikinci sözcük –nationalistic- unutulmuş gibi. Böylece iki anlam tek ‘nationalist’ sözcüğünde kaynaşınca, bağımsızlıkçılık ile şovenizm aynı kapta gösterilir hale gelmiş bulunuyor.

İngilizce dilinin anayurtlarında “bağımsızlıkçı” olmak, bunların kendilerinden kurtulmak isteyen üçüncü dünya ülkelerini akla getirir. ABD 1700’lü yıllarda bu sorunu halletmiş, İngiltere’nin hiç böyle bir sorunu olmamış. O nedenle olsa gerek, “nationalism” deyince ulusal kurtuluş savaşlarını hiç görmemeyi yeğliyorlar. Sözcüğü ikinci anlama bulayarak yol alıyorlar.

Doğrudan kendilerinin tarihi olan sömürgecilik geleneklerinden doğmuş ırkçılığı, kendi çocukları olan Hitler, Mussolini, Franko faşizmlerini ve şimdilerde kendi anayurtları Avrupa’da kendilerinin yarattığı yabancı düşmanlığı kasırgalarını, “mazlum milletler”in bağımsızlıkçı ulusalcılığını karalamaya araç ediyorlar. Ya da çok haksızlık etmeyelim. Bindirme işini belki de onlardan çok, bu ülkelerin entelektüel ürünlerini “oralara özgü” değil de “evrensel ilke”ye işaret sayan azgelişmiş ülke aydınları yapıyorlar.

NATIONALITY –nationalities- yine iki farklı anlama gelen bir sözcük:
(1) Uyrukluk, vatandaşlık bağı. Bir kişinin bir devlete doğumla ya da hukuksal kabulle bağlanma durumu. [İngilizce öğrenilirken belki ilk duyulan şey: what’s your nationality?]
(2) Milliyetler, etnik topluluk. Bir ülkede aynı etnik kökenden gelen ve kendi etniğine dayalı siyasal varlığı olmayan topluluklar.

İkinci anlama Collins Cobuilt 1987, s. 956 girişinde şu iki cümle örnek verilmiştir: “… the nationalities inhabiting Tsarist Russia (Çarlık Rusyasında yaşayan milliyetler) … European nationalities struggling for cultural and political autonomy” (kültürel ve siyasal özerklik için çabalayan Avrupalı milliyetler).

Buna “kimlik” yaklaşımını benimseyenler “alt-kimlik” diyerek neoliberal ideoloji çerçevesinde bir politika yolu açmaktadırlar. 

Benzer biçimde PKK/HDP anlayışı bunun yerine “halklar” terimini kullanmayı yeğlemektedir. Böylece Birleşmiş Milletler jargonuna sığınıp kendi siyasal amaçlarını uluslararası anlaşmaların zorlayıcı şablonuna yerleştirerek yol almaya gayret etmektedirler.

NATIONALIZE, millileştirme/ulusallaştırma, bir şirket ya da sanayi işletmesini devlet mülkiyetine ya da hükümet kontrolüne alma işlemidir. ABD değilse de Avrupa bu işlemi iyi bilir. Ama 20. Yüzyılda üçüncü dünyanın “nationalized” işlemleriyle dünyanın pekçok ülkesinden kovulma kabuslarıyla da sırtları ürperir. Bu ürperti, küreselleşmeci ideolojinin bu hatırayı bir daha dirilmemek üzere gömülmesi için canhıraş çabalarının başlıca nedeni olmuştur.

TAŞ TAŞA DEĞMELİ Kİ… 

Aslına bakılırsa ulusalcılığa yönelik küfürlerin çeşitleriyle çokluğu ve saldırıların şiddeti, zamanın çıkış yolunu gösteriyor. Bu çıkış yolu ulusalcılıktır. Ulusalcılık zaman dışıymış, dar kalıpmış, marjinal duruşmuş diyenleri bir tarafa koymak gerekir. Bu, zamanımızın ideolojisidir; her yönüyle örmeye ve yükseltmeye hız vermeli.

21. yüzyıldayız. Tarih 2014. 

Bundan daha 25 yıl önce küreselcilik peydah oldu ve pek kısa bir sürede hem kendisini hem de dünyayı batırdı. Ulusala karşı yerellikleri yüceltti, etnik toplulukları cesaretlendirdi, tekellerin dünya hükümeti yönetiminde bugün sayıları 200 olan ulus-devletlerin yerine sayısı 2000’i aşacak devletçikler hayali kurdu, bu hayali barış içindeki dünyada zenginliği paylaşmak vaadiyle sattı. Ama işler öyle yürümedi, küresel piyasalar şişti, patladı patlayacak. Enerji kaynaklarını kontrol savaşı Afrika’yı ve Avrasya’yı kasıp kavurdu.

Dünya elbirlik yeni bir çıkış yolu arayışında. Ulusalcılık, bu arayışın şimdilik en etkili parçası. Bu parçanın taşlarını tek tek yerine yerleştirmeli. 

Taş taşa değmeli ki, kurulsun gelecek.

[BAG, 22 Eylül 2014]

Yön Dergisi´nden Alintidir

15 Eylül 2014 Pazartesi

DİN ÜZERİNE NOTLAR - ATATÜRK'ÜN EL YAZMALARI



DİN VE MİLLET

Din birliğinin de bir millet oluşumunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk Milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.

Türkler, arapların dinini kabul etmeden önce de büyük bir milletti. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din, ne arapların, ne aynı dinde bulunan acemlerin (İranlılar'ın) ve ne de Mısırlılar'ın vesairenin Türkler'le birleşip bir millet oluşturmalarını sağlamadı. Aksine, Türk Milleti'nin milli bağlarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uğuşturdu.

Bu çok doğaldı. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin amacı, bütün ulusların üstünde, kapsamlı bir arap milliyeti siyasetine doğru sürükleniyordu. Bu arap düşüncesi, "Ümmet" kelimesi ile ifade edildi. Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine adamaya mecburdular.

Bununla beraber, allaha kendi milli dilinde değil, allahın arap kavmine gönderdiği kitapla arapça kitapla ibadet ve yakarışta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, allaha ne dediğini bilmeyecekti. Bu durum karşısında Türk Milleti bir çok asırlar ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin anlamını bilmediği halde Kuran'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.

Başlarına geçebilmiş olan açgözlü komutanlar, Türk Milleti'nce karışık, cahil hocalar ağzıyla, ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan dini hırs ve siyasetlerine alet ettiler. Bir taraftan arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa'da allah kelimesinin yüceltilmesi parolası altında hristiyan milletleri idareleri altına geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine dokunmayı düşünmediler. Ne onları ümmet yaptılar, ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısır'da, belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye pasaklı, yırtık bir giysiyi, hilafet alameti ve ayrıcalıklı diye altın sandıklara koydular, halife oldular. Kâh doğuya, kâh batıya ya da her tarafa birden saldıra saldıra türk Milleti'ni, topraklarını, çıkarlarını, benliğini unutturacak, allaha boyun eğdirecek derin bir aymazlık ve yorgunluk beşiğinde uyuttular.

Milli duyguyu boğan, fani dünyaya değer verdirmeyen, yoksulluklar ve zorunluluklar, yıkımlar hissedilmeye başlayınca, gerçek mutluluğa öldükten sonra ahirette kavuşacağını vaad ve temin eden dini inanç ve dini duygu, millet uyandığı zaman onun şu acı gerçeği görmesine engel olmadı. Bu korkunç manzara karşısında kalanlara, kendilerinden önce ölenlerin ahiretteki mutluluklarını düşünerek ya da bir an önce ölüm niyaz ederek ahiret hayatına kavuşmayı telkin eden dini duygu, dünyanın acısı duyulan tokatıyla derhal Türk Milleti'nin vicdanındaki çadırını yıktı; davetlileri Türk düşmanları olan arap çöllerine gitti.

Türk kalbi yüzlerce asırlık kudret ve ferahlıkla, büyük heyecanlarla çarpıyordu. Ne oldu? Türk'ün milli duygusu, artık ocağında ateşlenmişti. Artık Türk, cenneti değil, eski, gerçek büyük Türk atalarının kutsal miraslarının, son Türk ellerinin savunma ve korumasını düşünüyordu. İşte dinin, din duygusunun Türk Milliyeti'nde bıraktığı hatıra.

Türk Milleti milli duyguyu dini duygu ile değil de insani duygu ile yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında milli duygunun yanında insani duygunun şerefli yerini daima korumakla övünür. Çünkü Türk Milleti bilir ki bugün medeniyetin büyük yolunda bağımsız fakat kendilerine paralel yürüdüğü bütün medeni milletlerle, keşifleri karşılıklı insani ve medeni ilişki, elbette gelişimimizin devamı için gereklidir. Ve yine malûmdur ki Türk Milleti her medeni millet gibi geçmişin bütün devirlerinde keşifleriyle, türetmeleriyle medeniyet alemine hizmet etmiş insanların, milletlerin değerini taktir ve hatıralarını saygıyla korur. Türk Milleti, insanlık aleminin samimi bir ailesidir.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

[Kaynak: Medeni Bilgiler s:364-370, Atatürk'ün el yazıları]

----------------------------------------------------------------

‎"Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımızın kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

[Kaynak: Son meclis konuşması, TBMM tutanakları, video kayıtları]

----------------------------------------------------------------

"Masum ve cahil insanları, yüzlerce allaha taptırmak veya allahları muayyen (belli) gruplarda toplamak, ve nihayet bir allah kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir." Mustafa Kemal ATATÜRK

[Kaynak: Atatürk'ün El Yazmaları, Anıtkabir arşivi, Çankaya Köşkü arşivi, TBMM arşivi, Medeni Bilgiler, Türk Tarihi'nin Ana Hatları sayfa:220-221, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri/Tarih-I (1931-1941) sayfa: 121, Kemalist Devrim-2 (Din ve Allah) sayfa:206-207]

7 Eylül 2014 Pazar

ATATÜRK’ÜN PARTİSİ TASFİYE EDİLİYOR - Prof.Dr. Anıl ÇEÇEN


 Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran Atatürk’ün partisi, son yıllarda giderek artan bir hızla tasfiye edilme aşamasına getirilmeye çalışılmaktadır.  Birinci Dünya Savaşı sonrasında Büyük Britanya İmparatorluğu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve onun yavrusu İsrail’in bu bölgeye gelmesiyle birlikte,  Türkiye Cumhuriyeti devlet modelini ortaya koymuş olan Atatürk’ün partisi sürekli olarak hedef alınarak,  bir tasfiye edilme noktasına doğru itilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında,  dünyanın merkezi alanı için ayrı ayrı bölgesel plan ve projeleri olan Britanya İmparatorluğu–Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail üçlüsü, bir anlamda Siyono-Atlantizmin ortakları olarak,   dünya hegemonyası peşinde koşarlarken, merkezi coğrafyada kendilerini güç merkezi konumuna getirebilecek, çeşitli plan ve projeler üzerinde çalışmalar yaparak, bunları bölge ülkelerine kabul ettirebilmenin çabası içine girmişlerdir. Böylesine bir emperyalist düzen oluşturma süreci içerisinde Türkiye ve komşuları eski Osmanlı ülkeleri olarak, hem on bin kilometre ötelerden gelen Atlantik rüzgârları ile hem de tarihin derinliklerinden iki bin yıl öncelerden gelen Siyonizm esintileri ile karşı karşıya kaldıkları için, giderek artan dış baskılar ile provokasyonlara karşı da kendilerini koruma doğrultusunda bir savunma dönemine sürüklenmişlerdir.
        
Okyanus ötelerinden ve tarihin derinliklerinden gelen rüzgârlar, merkezi coğrafya da kesişince, Balkanla, Orta Doğu, Kafkaslar üçgeni bir savaş alanı konumuna gelmiş ve bu üç bölgenin merkezinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti de bütün savaş senaryolarının çekişme merkezi olarak öne geçmiştir. İşte bu yüzden, Türk Devletinin kurucusu olan Atatürk’ün öldüğü gün, emperyalist güçler tarafından karşı devrim devreye sokuluyordu. Türk ulusu adına Atatürk ve Kuvayı Milliye kadrosunun kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti, yıkıcı rüzgârlara karşı var olma mücadelesi vererek ayakta kalmaya çalışırken,  Türk ulusu adına devleti kurmuş olan Atatürk’ün Partisi’nde varlığını dış baskılara karşı koruyabilme doğrultusunda yeni bir mücadele dönemine sürüklenmiştir. Partinin toptan ortadan kaldırılması doğrultusundaki bir plan, gene Atlantikçi güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından devreye sokulmuştur. Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasında Sovyetler Birliği üzerinden komünizmi asıl tehdit olarak gören anlayış, Türk siyaset sahnesinde geçerli kılınmaya başlayınca, merkez sağ kanatta yeni siyasal partiler kurdurularak, bunlar Batı desteği ile sürekli olarak iktidara getirilmiş ve bu doğrultuda devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisi sürekli muhalefette kalma gibi bir siyasal mahkûmiyete itilmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçilirken, sürekli olarak merkez sağ partiler sosyalizme karşı dincilik aşılaması ile iktidara getirilmişler, böylece devlet kurucusu partinin sürekli olarak muhalefette bırakılmasının koşullarını hazırlamışlardır.  Ekonomik ya da siyasal dengelerde bir bozulma ya da tehlikeli durum ortaya çıktığında, NATO üzerinden askeri darbeler devreye sokularak,  batı emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarları devlet gücü ile koruma altına alınmış, ama hiçbir zaman Atatürk’ün partisinin iktidara gelmesine izin verilmemiştir.
         Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’inin işbirliği yapmaları sonucunda; Cumhuriyet Devletini kurmuş olan Atatürk’ün Partisi sürekli olarak muhalefette bırakılınca, hem Türk devletinin yapısı Batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda değişime zorlanmış, hem de Atatürk Cumhuriyetinin kurucusu olan siyasal partinin giderek temel ilkeleri ve anlayışından uzaklaştırılarak, Batı uydusu bir çizgiye kayması sağlanmıştır. Soğuk savaşın son dönemlerinde Türkiye sürekli olarak sağ iktidarlar ve askeri rejimler çıkmazına mahkûm edilirken,  rejimin kurucusu ve sahibi olması gereken Atatürk’ün partisi, sürekli olarak muhalefette bırakılarak, Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında elde etmiş olduğu halk tabanı desteği giderek devre dışı bırakılmıştır. Batı emperyalizminin ve yerli ortaklarının çıkarları doğrultusunda bir gelişim çıkmazına itilen Türkiye’de,  Atatürk’ün partisinin etkisi giderek azalınca,  hem karşı devrim azmış hem de cumhuriyet düşmanları olan bölücüler ile şeriatçılar siyaset sahnesinde daha geniş etki alanına sahip olarak,  ikinci cumhuriyetçilik görünümü altında emperyalizminin taşeronluğuna soyunmuşlardır. Cumhuriyetin kurucusu olan siyasal partinin, aynı zamanda cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı olmasına izin verilmemiş,  Batı kapitalizmi ve yerli ortaklarının çıkarları söz konusu olunca,  cumhuriyeti koruma ve kollama görevi gerekçe yapılarak ara rejimler ve askeri dönemler için Türk Silahlı Kuvvetleri devreye sokulmuştur.  Dış güçler, Atatürk’ün partisini sürekli olarak muhalefette bıraktığı için, sermaye çevreleri ve kapitalist sistemin her ihtiyacı olduğu dönemde asker destekli ara rejimler sağ parti iktidarlarını destekleyecek biçimde devreye sokularak, ekonomik alanda halk kitlelerinin çıkarlarını gözetmeyen ve ihmal eden işbirlikçi politikalar, egemen azınlık ve çıkar çevrelerinin istekleri doğrultusunda uygulanmıştır.
         Soğuk savaş yıllarında sürekli olarak muhalefete mahkûm edilen Atatürk’ün partisi, küreselleşme dönemine gelindiğinde askeri darbe yolu ile ortadan kaldırılarak tarihe mal edilmek istenmiştir. Soğuk savaşın son döneminde İran-Irak savaşı sırasında Türkiye’yi Batı denetimi altında tutmak üzere getirilen NATO destekli uzun süreli askeri dönemde, bütün kuruluşlar kapatılırken,  devleti kuran Atatürk’ün partisi de kapatılmıştır.  Ne var ki,  daha sonraki yıllarda normal demokratik ortama geçildiğinde, Türk toplumunun bölünmesine ya da bölgesel emperyal planlara yönelmesini sağlayan farklı siyasal partilerin kurulması üzerine, milli burjuvazinin sağlam kalmış unsurlarının öncülüğünde Atatürk’ün partisi yeniden kurulmuştur. Partinin ikinci kez kurulması sırasında, bunu önlemeye çalışan emperyal müdahaleler ile birlikte, Türkiye’yi Atlantikçi güçlerin planları doğrultusunda dönüştürmeye uğraşan çeşitli siyasal girişimler ve bu doğrultuda bazı yanlış siyasal parti oluşumları da gündeme gelmiştir.  Askeri dönem sonrasında normalleşmeye doğru gidilirken, bu kez de küresel emperyalizm doğrultusunda müdahaleler artmış, ikinci cumhuriyetçilik doğrultusunda hem bölücülük, hem siyasal dincilik hem de batı uyduculuğu ülkeye empoze edilmeye başlanmıştır.  Büyük sermayenin denetimindeki basın ve medya organları bu planlara hizmet ederken,  siyasal kadrolar da dış destekler ile bu tür oluşumlara hizmet edecek bir çizgide öne çıkarılmıştır.  Devletin kurucu partisinin rejimin güvencesi olarak yoluna devam etmesi gerekirken,  emperyalistler buna izin vermemişler,  askeri rejimi bahane ederek bu partinin kapatılmasına giden yolu açmışlardır. Ne var ki,  kısa zamanda,  devletin kurucusu olan partinin rejimin güvencesi olduğu anlaşılınca, Atatürk ilkelerine karşı bir doğrultuda gündeme getirilen yanlış siyasal partiler teker teker siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır.
          Atatürk’ün partisine üçüncü genel başkan olarak getirilen bir Atlantikçi gazeteci emperyal çevrelerin desteği ile Orta Doğu projelerine yelken açarken,  daha sonraları ayrı bir parti kurarak Türkiye’yi Atatürk çizgisinden uzaklaştırabilmenin yollarını aramıştır. ”Atatürk ve Devrimcilik “ ya da “Bu düzen değişmelidir” gibi kitaplar yazan bu Atlantikçi gazeteci, daha sonraki aşamada devrimcilik ilkesini Atatürk karşıtı bir karşı devrimcilik olarak anlamış, Atatürk ilkelerini savunmaktan vazgeçerken devrimcilik ilkesini Kemalizm’i silmek üzere kullanmıştır. “Bozuk düzeni” değiştiremeyeceğini görünce de “ben değiştim” diyerek çark edince, merkezi coğrafyaya yönelik çeşitli plan ve projeleri uygulayabilme doğrultusunda kendisine iktidar olma fırsatı verilmiştir. Atatürk’ün partisi meclis dışı bırakılırken, Atatürk’ süz yeni bir gelenek yaratılmak istenmiş ama Atlantikçi gazetecinin iktidarı bunun mümkün olamayacağını gözler önüne sermiştir. Milli burjuvazinin ısrarları ile Atatürk’ün partisi ikinci kez kurulurken,   ABD’de kariyer çalışmaları yapmış ve Kemalist olmayan bir siyaset bilimi doçenti Amerikancı güçlerin desteği ile Atatürk’ün partisinin başına getirilmiştir. Siyasal katılım uzmanı olarak bu alanda tez yazmış olan siyaset bilimcisi, uzun süreli genel başkanlığı sırasında, hem Atatürk’ün partisini muhalefette bırakarak kendisini destekleyen güçlerin isteklerini yerine getirmiş,  hem de sahip olduğu siyasal katılım bilgisini ters yönden kullanarak, Atatürk’ün partisine halk kitlelerinin geniş katılımını önleme doğrultusunda kullanarak, devlet kurucusu olan partinin ulusal tabanını küçültmeye çalışmıştır. Sürekli olarak muhalefette kalmak partiyi küçültürken, Kuvayı Milliye partisine milletin değişik kesimlerinin katılımının bilinçli olarak engellenmesi de, cumhuriyetin bekçisi olması gereken bu örgütün, gücünün iyice kırılmasına ve halk kitleleri nezdinde itibarını yitirmesine neden olmuştur. Atlantikçi gazeteci Atatürk geleneğini tasfiye ederken, siyasal katılım uzmanı doçent de,  partinin giderek küçültülmesine giden yolu açmıştır.  Hiçbir gün ortaya bir iktidar programı koymayan ve halk kitlelerine bir siyasal iktidar vaadinde bulunmayan bu doçent, ileri geri adımlar atarak ve kafaları karıştırarak, devleti kuran partinin iktidar olmasını dolaylı yollardan önlemiştir. Merkezi alana egemen olmak için büyük çaba gösteren Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ortaklığı, Türkiye’yi bu doğrultuda kullanmaya çalışırken, Atatürk cumhuriyetini tasfiye edebilmenin ilk koşulu olarak Atatürk’ün partisinin her aşamada iktidara gelmesine önlemek doğrultusunda ısrarcı ve inatçı olmuştur. Batı emperyalizmi ile yakın ilişki içinde olan işbirlikçi toplum kesimleri ve komprador burjuvazi, Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasi konusunda hiçbir zaman ısrarcı olmadıkları için, ABD’nin gösterdiği yolda,  Atatürk’ün partisinin yozlaştırılmasına ve gerçek rayından çıkartılmasına hiçbir şey demeyerek seyirci kalmayı tercih etmişlerdir. Boğazdaki villalardan manzarayı seyretmeyi kendi çıkarları açısından uygun gören Batı işbirlikçisi zenginler sınıfı emperyalizme direnmeyerek pasif kalmayı tercih etmiştir.
         Laik devleti ortadan kaldırmayı ve Türkiye’yi emperyal devletlerin dümen suyuna çekmeyi hedefleyen karşı devrimciler, bugün Büyük Orta doğu Projesi doğrultusunda Atatürk Cumhuriyetinin kesin olarak ortadan kaldırılmasını istedikleri için, her yerde Atatürk’ün partisinin kapatılmasını açıkça dile getirerek cumhuriyet düşmanlığında yeni bir aşamaya gelmişlerdir. Şeriatçı basının önde gelen yazarlarından birisi,  adında “Cumhuriyet “ kavramı olan bir siyasal partinin dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığını ve bu yüzden Atatürk’ün partisinin bir devlet dairesi görünümü içinde olduğunu, devleti küçültürken Atatürk’ün partisinin de öncelikle kapatılması gerektiğini, neredeyse her hafta yazılarında tekrar ederek,  siyasal İslamcılara yol göstermektedir. Siyaseti bildiğini iddia eden ve her gün ciddi anlamda açık ve ezoterik istihbarat bilgilerini her anlamda kullanan bu yazarın, her fırsatta bir devlet dairesini kapatır gibi Atatürk’ün partisinin kapatılmasını istemesi, normal demokrasilerde görülmeyecek bir durumdur. Aslında hiçbir siyasal partinin devlet ya da yargı kararı ile kapatılmaması gerekmektedir. Bugünkü iktidar partisi de böylesine bir süreçten geçerken, yandaş basında yer alan siyasal İslamcı yazarların, hem iktidar partisinin kapatılmasına karşı çıkmaları ama aynı yazarların devleti kuran Atatürk’ün partisinin kapatılmasını istemeleri, çok ciddi anlamda bir siyasal bir çelişki olarak gündeme gelmektedir. Kapatılması istenen “Cumhuriyet” gazetesi veya kebapçısı, ya da “Cumhuriyet sucukları “ işletmesi değil, bir Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Türk milletinin devletini kurmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Her gün kamuoyunun önüne çıkan siyasetçilerin ve basın mensuplarının halk kitleleri önünde daha ciddi ve tutarlı davranmaları gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyetini kuran bir partinin kapatılmasını istemek her yönü ile antidemokratik bir tavırdır. Herkes kendisi için istediği hak ve özgürlükleri başkaları için de istemek durumundadır. Bu gibi çelişkilerin önlenebilmesi için, cumhuriyet karşıtlığı politikaları ile iktidara gelerek,  devleti kuran partinin kapatılmasını istemek gibi çelişkili durumlara artık fırsat verilmemelidir. Tarihin belirli bir döneminde, toplumsal karşılığı olan her partinin kurulmak ve ortaya çıkmak durumu nasıl normal karşılanıyorsa,  sosyal tabanını kaybeden partilerin siyaset sahnesinden silinip gitmesini de benzeri bir normallik çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Her siyasal partinin kurulması ve varlığını sürdürmesi normal bir durumdur.  Askeri dönemleri bahane ederek, siyasal partilerin kapatılmasını istemek, ancak emperyalizmin oyunları ile açıklanabilmektedir. Orta Doğu planları yüzünden, Türk Devletini dönüştürmek isteyenlerin, Atatürk’ün partisinin kapatılmasını istemeleri Türk kamuoyunda haklı bir tepkiye neden olmaktadır.
         Parti kapatmayı, devlet dairesi kapatılmasıyla karıştıran siyasal İslam’ın yandaş akılı, ileri demokrasi adına Türkiye’ye emperyalizm işbirlikçisi bir ikinci cumhuriyetçiliği empoze ederken,  devleti kuran toplum kesimlerinin var olma ve ülkedeki kamu düzenini ayakta tutarak yaşatma haklarını görmezden gelmektedir. Bu nedenle de,  kendilerini demokrasi havarisi ilan edenlerin giderek tek boyutlu bir faşist çizgiye,  ya da seçimle gelen krallar uygulamalarına benzer biçimde demokratik görünümlü diktatörlüklere yol açtıkları veya destek verdikleri görülmektedir. Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları ile dünyanın merkezi coğrafyasına gelerek büyük devletler düzeni kuran Türk milletinin, tarih sahnesinden silinmek istendiği bir aşamada, bir var olma savaşı vererek,  bağımsız bir Türk devletini dünya haritasının tam ortasında ilan etmesiyle,  tarihin seyri değişmiş ve batı emperyalizminin dünya hegemonyası planları devre dışı kalmıştır. Böylesine büyük bir başarıyı elde eden Türk ulusu da, Kurtuluş Savaşı yıllarında Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri çatısı altında bir araya gelerek örgütlenmiş ve tam olarak örgütlü bir siyasal varlığı ortaya koyduğu aşamada,  bütün ulusal savunma kuruluşları,  bir milli parti çatısı altında bir araya gelerek,  başkent Ankara’da tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. Türk milletine böylesine çağdaş bir devlet yapısını kazandıran, Ulusal Kurtuluş savaşının öncü kadrosu ve onun içinden çıkan Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Atatürk’ün partisidir. Türk ulusu hiçbir zaman bu gerçeği unutmadan hareket ederek, bir daha Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü döneminde olduğu gibi örgütsüz ve çaresiz bir olumsuz duruma düşmemelidir. Bir yandan Kurtuluş Savaşı verilirken, diğer yandan Türkiye Büyük Millet Meclisi açılarak, yeni devletin kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Böylesine çok yönlü bir siyasal mücadele, ancak Türk ulusunun bir siyasal parti çatısı altında bir araya getirilmesiyle mümkün olabiliyordu.
         Atlantik okyanusunun doğu ve batı kıyılarında Atlantikçi bir çizgide yetiştirilen siyasal kadroların,  Atatürk gibi Avrasya’nın tam ortasında yetişmiş bir önderden farklı bir çizgide olmalarını da doğal karşılamak gerekmektedir.  Ne var ki, bu gibi durumları aynı zamanda konuşmak ve yazmak yolu ile de kamuoyunun bilgisine sunmak da zorunludur. Türkiye Cumhuriyeti devletini geçici olarak gören ve artık tarih sahnesinden çekilmesi gerektiğini savunan Atlantikçi tavır kadar, Türk milletinin var olmasını ve yoluna devam etmesini sağlayan Ulusal Kurtuluş Savaşını ve bu kutsal mücadelenin ürünü olan Türkiye Cumhuriyetini ve bu devletin kurucu iradesi olan Cumhuriyet Halk Partisini de iyi bilmek gerekmektedir. Atatürk’ün partisi, Türk milleti adına Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olduğu kadar, aynı zamanda da koruyucusu olmak durumundadır.  Ne var ki,  Atlantik emperyalizminin Türkiye’ye girişi ile başlayan yeni işgal döneminde, Atatürk’ün eserleri ortadan kaldırılmaya çalışılırken,  Atatürk’ün partisini de Atlantikçi güçler ele geçirmiş gibi görünmektedir.  Türkiye’nin, Atlantik emperyalizmi ve onun bölgesel ortağı konumunda olan Siyonizm’in çıkarları doğrultusundaki politikalar, okyanus ötesinden tezgâhlanırken, okyanus kıyılarında feyiz almış Atlantikçi kadrolar,  cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk’ün partisinin,  Türk devletinin çıkarlarını korumasını ve kollamasına yardımcı olmamakta, bu yüzden ortaya çıkan siyasal boşluk aşamalarında egemen güçlerin askeri darbe senaryoları devreye sokulmaktadır.  Anayasa ve yasalarda yer alan cumhuriyeti koruma ve kollama misyonu esas olarak, devleti Türk ulusu adına kurmuş olan Atatürk’ün partisinin ana görevidir.  Ne var ki,  ikinci cumhuriyetçilik, ileri demokrasi ya da küreselleşme gibi cilalı sözcükler arkasına saklanan Atlantik güçleri ülkedeki Siyonist birikim ile de işbirliği yaparak, Türkiye siyasetinden Atatürk’ün partisini dışlarlarken, küresel sermayenin dünya imparatorluğu doğrultusunda Türkiye’yi yeniden yapılandırabilmenin yollarını aramaktadırlar. Bu nedenle,  Atatürk’ün partisi ya açıkça kapatılmak istenmekte, ya da halk kitleleri ile Ulusal Kurtuluş Savaşından gelen bağları kesilerek, iyice küçültülen ve giderek marjinalleştirilen bir siyasal örgüt konumuna düşürülmeye çalışılmaktadır. Bu durum, Atatürk’ün ölümünden sonra hiç değişmeden günümüze kadar sürdürülmüştür.
         Türkiye yeni bir siyasal dönemeci dönerken,  Atatürk’ün Partisi’nin yeni bir genel kurul toplantısı yapması gündeme gelmiştir. Aynı zamanda devleti kuran parti olduğu için, Atatürk’ün partisi cumhuriyet rejiminin kurucusu ve kollayıcısı olarak, her siyasal aşamada bir genel kurul toplantısına giderek genel durum değerlendirmesi yapmak zorunda kalmıştır. Yirmi birinci yüzyılda ilerlerken,  Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yıldönümüne yaklaşmakta ama aynı zamanda emperyal devletlerin bölge planları da komşu devletler ile birlikte Türkiye üzerinde ağırlık kazanmaktadır. Yeni Osmanlı diye yola çıkanlar, Avrupa üzerinden ithal edilen ikinci cumhuriyet senaryoları ile de birleşerek,  değişim görünümü altında Türkiye Cumhuriyeti’ni bölgesel projelere doğru her yolu deneyerek zorla dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Yaşanılan süreçte; Anayasa’da yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri ve anayasal koruma altında olan Atatürk ilkeleri ve devrimleri her gün ayaklar altına alınırken, her türlü milliyetçilik ile birlikte Türk ulusalcılığı da ihmal edilmekte, Atatürk’ün partisinin üst yönetiminde bir araya gelen alt kimlikçi, neoliberal,  siyasal İslamcı, cemaatçi, federasyoncu, Büyük Orta Doğucu ya da Büyük İsrailci ve de ikinci cumhuriyetçi kadrolar, gelişmelere seyirci kalmakta, gereken tavırlar konulmadığı gibi, hiçbir biçimde muhalefet yapılmayarak emperyalist müdahalelerin önünün açılmasına yardımcı olunmaktadır. Türkiye’yi, Atatürk’ün çizgisinden ve devlet modelinden kaydırma doğrultusunda önemli adımlar atılırken, geçmişten gelen hesaplaşmalar öne çıkarılmaya çalışılmakta, Dersim’de yaşanan tarihsel olayların sorumlusu olarak Atatürk ilan edilirken,  bir yandan da cumhuriyetin kurucu yönetiminden intikam alınmaya çalışılmaktadır. Değişik kesimlerden toplanmış temsilciler aracılığı ile tam anlamıyla Atatürk karşıtı bir çizgide Atatürk’ün partisinin yönlendirilmeye çalışıldığı açıkça gözlemlenmektedir. Bu gibi eleştiriler giderek kamuoyunda tırmanma gösterirken,  bu partinin bugünkü yönetici kadrolarından hiçbir kimse çıkarak ortaya çıkarak açıkça Atatürk ilke ve devrimlerini savunma ihtiyacında görünmemektedir.
         Atatürk’ün partisi sürekli olarak Atatürk’ün ilkelerinden ve siyasal çizgisinden uzaklaştırılırken, bir sosyal demokrasi tartışması öne çıkarılmakta ve bu doğrultuda neoliberalizm partiye monte edilerek, neoliberal politikalar halk kitlelerine sosyal demokrasi diye yutturulmaya çalışılmaktadır.  Bugün gelinen aşamada dünyanın hiçbir ülkesinde gerçek anlamda bir sosyal demokrasi uygulaması kalmamıştır.  Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra, bütün sol partiler ve akımlar ya çökmüş ya da sağa kaymıştır.  Küresel emperyalizm bu aşamadan sonra dışarıdan kapitalist sistemin empoze ettiği neoliberal politikaları sosyal demokrasi diye bütün dünya ülkelerine zorla dayatarak milliyetçi tepkileri önlemeye çalışmıştır. Türkiye’de de benzeri gelişmeler çok hızlı bir biçimde gelişmiş ve zengin kesimlerin liberal temsilcileri sosyal demokrasi görünümünde neoliberalizmin politikalarını savunmaya ve medya ile basın organları sayesinde topluma benimsetmeye soyunmuşlardır. Bugün, Atatürk’ün partisinin adında ”Halk” sözcüğü vardır ama gerçek anlamda halk temsilcilerinin parti yönetimine gelmesi ya da meclise girmesi merkez yoklamaları ile önlenmektedir. Halkın gerçek anlamda temsilcisi olması gereken Atatürk’ün partisi, bunun tam tersi bir çizgide sermayenin partisi konumuna düşürülmüştür. İstanbul sermayesinin gayrimüslim kanadı, siyasal İslam’ın iktidarına karşı Atatürk’ün partisini kullanmaya başlamış,  partinin yönetici kadroları ya da milletvekili adayları Boğaz kıyısındaki localarda,  işadamı derneklerinde ya da küresel emperyalizmin Türkiye şubesi gibi çalışan TESEV vakfı ile Büyük Kulüp gibi kuruluşların merkezlerinde belirlenerek, Soros’un yolundan gitmeye çalışılmıştır. Soros’un çocukları neoliberal politikalar ileparti yönetiminde etkili olunca,  ülkeden dışlanmış olan dünya bankasının bir yöneticisi partiyi okyanus ötesinden yönlendirmeye başlamıştır. Böylece tam bağımsızlıkçı Atatürk’ün partisinin yönetiminde Atlantik emperyalizmine tam bağımlılıkçı bir İMF cuntası ortaya çıkmıştır. Böylesine bir durum da Atatürk’ün partisinin halk kitlelerinden giderek uzaklaşmasında önde gelen bir faktör olmuştur. Amerika’da tahsil gören ikinci cumhuriyetçi kadrolar ile sermaye temsilcileri bir araya gelince, birinci cumhuriyetin partisi ikinci cumhuriyetçiliğin partisine dönüşmüştür. Kemal Derviş zihniyeti partiyi tümüyle sermayenin ve kapitalist sistemin yedek lastiği konumuna getirmiş, kesinlikle halk kitlelerinin çıkarlarına ters düşen neoliberal ekonomik karar ve uygulamalara karşı, halk partisi ya da halkın partisi olarak ciddi bir muhalefet yapılmamıştır.  Bunun sonucunda da,  Türkiye’de en fazla dolar milyarderi ortaya çıkarken, Türk halkı tabanda fazlasıyla yoksullaşarak dini cemaatlerin kontrolü altına sürüklenmiştir. İstanbul sermayesine teslim olan Atatürk’ün partisi,  doğu ve orta Anadolu bölgelerinden koparak,  sahillerde yaşayan zengin Levantenlerin ve gayrimüslimlerin partisi konumuna düşürülmüştür. Bu yüzden partinin adı, ”Sahil zenginleri partisi”ne çıkmıştır. Son yıllarda üst üste yapılan seçimlerin haritası da bu durumu açıkça kanıtlamaktadır.
         Cumhuriyetin kurucu önderi Atatürk’ bir ulus devlet kurarken, milli bir burjuvazinin oluşturulmasına öncelikle dikkat etmiş ve kendi döneminde devlet eliyle milli burjuva sınıfı yaratılmasının ilk adımlarını atmıştır.  Ne var ki,  Atatürk sonrası dönemlerde işbaşına gelen sağcı iktidarlar daha çok batı kapitalizmiile işbirlikçi bir ortaklık içine giren gayri millî bir komprador burjuvazinin geliştirilmesine öncelik vermiştir. Dışa açılma ya da küresel ekonomi gibi gerekçeler doğrultusunda milli burjuvazi ortadan kaldırılırken, gayri millî işbirlikçi burjuvazinin ortamı hazırlanarak onların içinden çıkan siyaset kadroları tarafından böylesine oluşumlar desteklenmiştir. Gayri millîlik aynı zamanda gayrimüslümliği de beraberinde getirmiş, Osmanlı döneminde sahil kentlerine yerleşen gayrimüslim Levanten kesimler,  laik cumhuriyetin büyük burjuvazisi olarak öne çıkmışlardır. Anadolu’nun çeşitli kentlerinden para toplayanlar İstanbul’a yerleşerek,  yeni bir Bizans arayışına girişmişlerdir. Bu tür gelişmeler çok hızlı bir biçimde birbirini izleyerek gündeme gelirken,  gayrimüslim kesimlerin temsilcileri Atatürk’ün partisini laiklik ilkesine kilitlemişler ve kendi din anlayışlarını laiklik adına topluma empoze ederken,  Atatürk’ün partisini kullanmaya başlamışlardır.  Özellikle soğuk savaş sonrasında,  dışa açık ekonomi uygulanırken,  milli devlete karşı cereyanların güç kazanmasıyla milli burjuvazinin tasfiyesi gerçekleşmiş, gayrimüslim burjuvazi Levanten kesimler ile işbirliği yaparak sahillere doğru yönelince, Anadolu’nun büyük çoğunluğu İslamcı bir ekonomik arayışa yönelmiştir. Atlantikçi gazetecinin, halk sektörü hayalleri kapitalist sistem tarafından çökertilince,  çöken Anadolu ekonomisi İslamcı tarikatlar üzerinden bir dinci burjuvazinin öne çıkmasına giden yolu açmıştır. Siyasal İslam’ın partisi kendisine bağlı bir dinci burjuvaziyi zamanla yaratırken, Atlantik ötesinden destekli bir dini cemaat da her türlü manüplasyona uygun bir yeni dinci sermaye örgütlenmesini Anadolu’nun göbeğinde gerçekleştirmiştir. Milli burjuvazinin çökertilmesi üzerine,  dinler arası savaş ekonomik alana kalmış ve İslamcı sermaye Yahudi ve Hıristiyan sermayelerine karşı bağımsız kimliği ile ortaya çıkmıştır.  İstanbul sermayesi Türkiye adına örgütlenirken Anadolu sermayesinin temsilcilerini içine almamış, İstanbul sermayesi gayrimüslim bir çizgide güçlenirken, Anadolu sermayesi de İslamcı bir kimlik ile öne çıkarak yeni dönemde gayrimüslim sermayeye karşı ağırlığını koymuştur. Türkiye’de böylesine köklü gelişmeler. Birbirini izlerken Atatürk’ün partisi gene bu önemli değişime karşı seyirci kalmış ve milli burjuvazinin ayakta kalabilmesi için mücadele etmemiş, ekonomik çekişmenin dinler arası yarışa dönüşümünü önleyen hiçbir adım atmamıştır. İstanbul sermayesi basını ve medyayı tam kontrolü altına alırken,  Atatürk’ün partisini de denetimi altına almış ve kendi temsilcileri ile partinin yönetimini sağlarken, Müslüman Türk milletinin milli devletini kuran Atatürk’ün partisi gayrimüslimlerin gayri millî ekonomi oluşturan girişimlerinin etkisi altında kalarak, bir anlamda gayrimüslimlerin partisi konumuna sürüklenmiştir.
         Atatürk’ten sonra iktidara gelen ikinci adam, göreve geldiği gün ilk iş olarak Atatürk’ün bütün kadrosunu işbaşından uzaklaştırmış, tek parti yönetiminde Atatürk’ün Avrasya’cı politikaları yerine gizli antlaşmalar imzaladığı Atlantikçi politikalara angaje olmuştur. İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngilizci,  sonrasında Amerikancı politikaların Türkiye’de etkili olmasını sağlayan Atlantikçiliğin Atatürk’ün partisinde etkin bir konuma gelmesi ikinci adam döneminde olmuştur.  Bu doğrultuda bir ikinci adam hegemonyası kendisi ve daha sonra da ailesi aracılığı ile Atatürk’ün partisinde ön planda olmuştur. Torunlar aracılığı ile parti üzerinde kurulmuş olan böylesine bir çizgi, İstanbul sermayesinin en önde gelen aileleri tarafından da desteklenince, Atatürk’ün partisi hem Atlantikçiliğe, hem ikinci cumhuriyetçiliğe, hem küreselciliğe hem de Büyük Orta Doğu politikalarına angaje olarak Türk halkından uzak düşmüştür.  Sahil zenginleri partisi konumuna gelirken, Atatürk’ün partisinde hem İstanbul sermayesinin hem de batıcı toplum çevrelerinin, gayrimüslim kesimlerle olan ortaklığının rolü olmuştur.  Türk halkına hiçbir şey vermeyen, İstanbul ve diğer sahil kentlerinde odaklanan Levanten yapılanma, Türkiye’yi batı kapitalist sisteminin Orta Doğu bölgesindeki üssü haline getirmiştir. Atatürk’ün partisi böylesine ulusal çıkarlara ters düşen gelişmelere alet olurken, hiçbir zaman halktan yana,  ya da Türkiye cumhuriyetinden yana ulusal politikaları gündeme getirememiş ve savunamamıştır. Halkın partisi sermayenin partisine dönüşürken partinin yöneticileri Atlantik çizgisinde böylesine bir dönüşüme seyirci kalmış,  hiçbir zaman Kuvayı Milliye yıllarından gelen antiemperyalist ve de tam bağımsızlıkçı çizginin gerçek temsilcisi olarak hareket etmemiştir.  Bu yüzden de hiçbir zaman halk kitlelerinin desteğini alarak iktidara gelememiş, bazı ara dönemler de ancak zorlama koalisyonlar aracılığı ile Türkiye’nin yönetiminde kısıtlı bir biçimde söz sahibi olabilmiştir.  Tek parti döneminden gelen sermaye kesimleri ile bütünleşme süreci sonraki yıllarda hızlanarak artmış, TUSİAD ve TESEV ile birlikte batı emperyalizminin Boğaz kıyısındaki temsil merkezi olan Büyük Kulp temsilcileri parti yönetiminde egemen olmuşlardır. Partinin bugünkü Meclis kadrolarının yarısına yakını ya parti merkezine hiç adımını atmadan ya da parti üyesi olmadan milletvekili olarak parlamenter olma hakkını elde etmişlerdir. Ancak, siyasi çalışmalarında Türk halkı ile değil kendilerini meclise sokan İstanbul’daki sermaye çevreleri ile hareket ederek, Atatürk’ün partisinin Türk halkının ulusal çıkarları ile ters düşmesine giden yolu açmışlardır.  Son yıllarda birbiri ardı sıra kaybedilen seçimler bu durumun en açık göstergesidir.
         Dünyanın her ülkesinde yoksulların yaşadığı semtlerden sol ve sosyal demokrat partiler oy alırken Türkiye’de, Atatürk’ün partisi sosyal demokrasi iddiasına rağmen zenginlerin yaşadığı semtlerden oy alarak meclise girmektedir. Bu durumda açıkça Atatürk’ün partisinin artık sermayenin ve gayrimüslimlerin partisi haline geldiğini ve eskisi gibi Türk halkının çıkarlarını temsil etmediğini göstermektedir. Atatürk’ün partisi ülkenin doğu bölgelerinden sonra orta bölgelerinden de dışlanırken, artık eskisi gibi bir halk partisi olmaktan çıkmakta ve zenginlerin dümen suyuna girdiği için, siyasal İslamcıların emperyalizm destekli neoliberal politikalarına da seyirci kalmaktadır. Orta ve doğu Anadolu’yu da içine alan Misakı Milli sınırlarının Kuvayı Milliye partisinin, çıkar çevrelerinin temsilcilerinin yönetiminde ülkenin çeşitli bölgelerinden sahillere doğru geri püskürtülmesi son derece acı bir durumu ortaya koymaktadır. Yoksul halk kitleleri ve Türk ulusunun çeşitli kesimleri de da İslamcı partilere kayınca,  sol görünümlü Atatürk’ün partisi artık yoksul halk kitlelerinin yaşadığı bölgelerden oy alamamaktadır. Gerçek anlamda halkın partisi olması gereken Atatürk’ün partisinin batı kapitalizmi ve onun yerli işbirlikçisi sermaye kesimlerinin temsilcisi konumuna gelmesi Türk demokrasisinin en büyük ayıbı olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyetinin de en önemli çıkmazıdır. Türk Devletini bir ulus devlet olarak kuran Atatürk’ün partisi, günümüzde sahil kentlerinde yaşayan zenginlerin, Levantenlerin ve gayrimüslimlerin partisi konumuna düşürülürken,  giderek Türk milletinin temsilcisi ve cumhuriyetin sahibi ya da bekçisi konumundan hızla uzaklaştırılmaktadır. Bugüne kadar yaşanan süreç içerisinde,  Türk milletinin ulus devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisinin Türk ulusunu temsil etmekten çıkartılma noktasına getirilmesini, Türk milletinin kabul etmesi mümkün gözükmemektedir. Batı emperyalizmine karşı büyük bir ulusal kurtuluş savaşı vererek dünya sahnesine çıkmış olan Türk milleti,  Atatürk sayesinde kurmuş olduğu çağdaş cumhuriyetine sahip çıkmak durumundadır. Bu nedenle,  cumhuriyetin hem kurucusu hem koruyucusu hem de kollayıcısı olmak durumunda olan Atatürk’ün partisinin yeniden Atatürkçü, cumhuriyetçi, ulusalcı, tam bağımsızlıkçı ve antiemperyalist yönetici kadroların eline geçmesi, cumhuriyetin ilelebet payidar kalabilmesi açısından zorunludur. Türkiye cumhuriyetinin kurucu partisinin halk tabanından kopartılması, devletin ve cumhuriyet rejiminin geleceğini ciddi anlamda tehlikeye sokmuştur.
         İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu, Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi, ya da Siyonist İsrail’in Büyük İsrail planı hep Türkiye Cumhuriyeti ile karşı karşıya gelmektedir. Bu gibi emperyal projelerin gerçekleşebilmesi için,  Kuvayı Milliye’nin zaferi ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin yıkılması gerekmektedir. Bu nedenle de, cumhuriyetin kurucu iradesini temsil eden Atatürk’ün partisinin ortadan kaldırılması istenmektedir. Askeri dönemde alınan karar ile yok edilemeyen Atatürk’ün partisi,  bugün hem sermaye çevrelerinin, hem gayrimüslim toplum kesimlerinin,  hem de emperyal ve Siyonist politikaların temsilcilerinin işbaşında bulunduğu bir aşamada, hızla güven ve oy kaybettiği görülmektedir. Giderek halkın büyük çoğunluğunun çıkarlarının savunmasından uzaklaşan ve sermaye kesimlerinin politikalarına alet olan bir neoliberal ikinci cumhuriyetçiliği benimseyen Atatürk’ün partisinin,  yeni yönetimi partiyi hızla çöküşe doğru götürmektedir. Son yıllarda hiçbir seçimi kazanamayan,  Türk ulusunu ayakta tutabilecek bir milli adayı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde öne çıkaramayan,  sağ partilerden gelen isimleri aday göstererek oportünist bir tavır ile oy tabanını genişletmeye çalışan, laiklik ilkesine karşı çıkan cemaatçilere yönetimde yer veren, ulus devleti bölmeye çalışan aşiretlerin avukatlarını yönetime taşıyan, ulus devleti kuran bir parti olmasına rağmen ulusalcılığa karşı çıkan alt kimlikçilere teslim olan bir parti yönetimi ile, Atatürk’ün partisi çok hızlı bir çöküşe doğru sürüklenmektedir. Büyük sermayenin denetimi altındaki işbirlikçi basın organları bu gerçekleri gizlemesine rağmen, Ulusal Kurtuluş Savaşından gelen ulusalcı taban artık tepki vermeye başlamıştır. Egemen güçler, Atatürk’ün partisinin toparlanarak yeniden Türk devletinin kaderinde etkin olmasını önlerlerse,  Atatürkçü, cumhuriyetçi ve ulusalcı Türk halkı,  altı oku esas alarak ve Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yeni bir siyasal örgütlenme ile ortaya çıkarak ve yeni bir siyasal parti kurarak, Türk Devletinin emperyal projeler doğrultusunda çökertilmesine karşı yeni bir ulusal kurtuluş savaşıvereceklerdir. Atatürk’ün partisinin yeni genel kurullarında bu konuların tabandan gelen halk temsilcileriyle tartışılması,  hem partinin hem de Türkiye’nin böylesine büyük bir çıkmazdan kurtulmasına yardımcı olacaktır.