23 Haziran 2015 Salı

Tam Bağımsızlık Bir Milletin Varlığının Temel Koşuludur / Cihan Dura





Millet nedir, hangi unsurlar bir millete hayat verir, önce bu soruların yanıtlarını vermeliyim.
Millet birbirine tarih, dil ve kültür birliğiyle bağlı olan yurttaşların oluşturduğu siyasal bir topluluktur. Demek ki, bir topluluğu üç unsur millet yapıyor: Ortak tarih, ortak dil, ortak kültür… Kültür de birçok unsuru içine alıyor: Din, güzel sanatlar, gelenek ve töreler, aile kurumu gibi. Demek ki, bu üç ana unsurun iyi yönleriyle bilinci ve sürekliği gerekiyor, bir milletin varlığını sürdürmesi için. Millî birliği bunlar sağlıyor, Millî birlik, dayanışma da bir toplumu millet yapıyor.
Peki, nasıl sağlanıyor bu? Şöyle: Millî İrade üç değere sahip çıkar, millî egemenlikle somutlaştırır. Mecliste, hükümette, yargıda bütün kararlar, bu üç ana unsurun sürekliliği ve bilinci yönünde alınır. Millet varlığı devam eder, gelişir.
‘***’
Ancak bu olumlu durumun sürüp gitmesinin garantisi yoktur. Çünkü iç ve dış şer güçleri (iç ve dış bedhahlar) pusudadır! Şer güçlerinin, diğer bir deyişle “iç ve dış düşmanlar”ın gözü, hedef aldıkları ülkenin ekonomisindedir, ekonomik kaynaklarında, pazarlarındadır. Bunları ele geçirmek, onlar üzerinde söz sahibi olmak isterler. Bunu sağlamanın ise tek bir koşulu vardır: Ülkeyi tam bağımsız olmaktan çıkarmak!… Tam bağımsızlığı zayıflatmak, zamanla yok etmek için de türlü araçlar kullanırlar. İşte bunda başarı sağladıkları an, milleti oluşturan üç unsur şer güçlerinin saldırısına açık hale gelir. Artık ortak tarih bilinci, ortak dil, ortak kültürle ilgili kararlar milletin düşmanı olan güçler lehine alınmaya başlar. Yurttaşları bir arada tutan ortak değerler aşağılanır, bozulur, yozlaştırılır. İç ve dış şer güçlerinin bütün istediği de budur; çünkü ülkede millî birlik çözülme sürecine girmiştir, toplum millet olmaktan çıkmaktadır. Özetle, nasıl başarıyorlar bunu? Şu beş aşamadan geçerek:
-Millî Egemenlik ele geçirilir,
-Tam bağımsızlık yok edilir,
-Millî birlik bozulur,
-Millet, millet olmaktan çıkarılır,
-Ekonomiye nüfuz edilir.
Aşağıda ayrıntılara giriyorum.
‘***’
Doğada nasıl bir canlı, başka bir canlı ile besleniyorsa, onu avlayarak yaşamını sürdürüyorsa; insanlar arasında, dolayısıyla birer insan topluluğu olan milletler arasında da durum bir açıdan böyledir. İnsanlar, insan toplulukları, bunlar arasında daha güçlü olanlar; diğerlerinin aleyhine, imkânlarını artırmak, gelişmek, zenginleşmek, daha iyi yaşamak isterler. Bazı milletler, daha doğrusu bu milletlerin içindeki zengin sınıfı (günümüzde ulus-ötesi şirketler); diğer milletlerin aleyhine olmak üzere etkilerini, nüfuz alanlarını, servetlerini artırmak isterler. Bu arayış süreklidir, arkası kesilmez. Nihai gaye hedef ülkenin pazarlarına ve ekonomik kaynaklarına el koymaktır.
Nasıl ulaşırlar bu gayeye? O ülkeyi sömürülebilir hale getirerek…
Bunun için yaptıkları şey ise, o toplumu zayıflatmaktır. Türkiye gibi ulus-devletlerde bunu millî birliği bozarak yaparlar. Araçları, milleti millet yapan unsurlara saldırmaktır, saldırtmaktır. Ülkenin ortak olan tarih bilincini, ortak dilini, kültürünü hedef alırlar. Bunlar bozuldukça millî birlik de zayıflamaya yüz tutar. Meclis, Hükümet, Yargı ele geçirilir. Devleti ayakta tutan güç, yani Millî Egemenlik şer güçlerinin çıkarları hizmetinde kullanılmaya başlar. Üç temel kurum, Millî Egemenliğin üç tecellî şekli; şer güçlerinin emrine girmiştir; kararları, uygulamaları onların istekleri yönündedir. Millî İrade felç olmuştur, kararlar Milletin varlık ve gelişmesi için değildir artık.
Neden gelinmiştir bu noktaya? Çünkü tam bağımsızlık, elden gitmiştir.
Artık milletin varlığı ve gelişmesi tehlikededir, hatta yok oluş sürecindedir.
Demek ki, Tam Bağımsızlık bir milletin varlık ve gelişmesinin temel koşuludur.
23.6.2015

22 Haziran 2015 Pazartesi

AMASYA GENELGESI


Amasya Genelgesi, Türkiye'nin temellerinin atıldığı, ulusal egemenliğin ve tam bağımsızlığın en büyük adımlarının atıldığı önemli bir bildiridir. Yeni devletin temellerini atmak için adım adım hareket eden Mustafa Kemal, Havza'daki  çalışmalarından sonra Amasya'ya geçerek silah arkadaşları olan Rauf Bey, Refet Bey ve Ali Fuat Paşa'yla bir araya gelerek Amasya Genelgesi'ni hazırlamışlardır. Hazırlanan bu genelge Kazım Karabekir ve Cemap Paşa'nın da onayıyla birlikte yayınlanmıştır.

Amasya Genelgesi'nin Hazırlanış Aşaması ve Temel Esasları

Amasya Genelgesi ulusal egemenlik hakkında ilk kez bahsi geçen bildiri olmuştur.Amasya Genelgesi bir anlamda İstanbul Hükümeti'ne karşı bir ihtilalin ilk adımı olmaktadır. Amasya Genelgesi'nde İstanbul Hükümeti hiçe sayılmış, hükümetin düşmanın elinde olduğu ve bu durumdan yalnızca milletin iradesi ve azmi kurtulunabileceği ifade edilmiştir. Amasya Genelgesi'nde Sivas'ta bir kongrenin toplanacağı konusunda bilgi vermiştir. Amasya Genelgesi

Amasya Genelgesi'nin esasları Cevat Abbas Bey'e Mustafa Kemal tarafından yazdırılmıştır. Bu esaslar şunlardır:
  • Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.
  • İstanbul hükümeti aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yol olmuş gösteriyor.
  • Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
  • Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve hakların gür sesle cihana duyurmak için, her türlü baskı ve kontrolden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.
  • Anadolu'nun her bakımdan en güvenilir yeri olan Sivas'ta hemen milli bir kongre toplanması kararlaştırılmıştır.
  • Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkılması gerekmektedir.
  • Her ihtimalle karşı bu mesele milli bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler gereğinde yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.
  • Doğu illeri adına 10 Temmuz'da Erzurum'da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas'a gelebilirlerse Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket ederler.
Amasya Genelgesi'nin bu genel taslak metni Kazım Karabekir, Mustafa Kemal, Rauf Bey ve Refet Bey'in yanı sıra birçok kişi imzalamıştır. Hazırlanan Amasya Genelgesionaylandıktan hemen sonra tüm sivil ve askeri kurumlara dağıtılmıştır.

Amasya Genelgesi Sonrası Yaşananlar

Türkiye Tarihi'nde dönüm noktalarından birisi olan Amasya Genelgesi birçok anlamda önemli sonuçlara neden olmuştur. Bunlar;

  • Amasya Genelgesi ile Türk inkılabı adına ihtilal aşaması başlamıştır..
  • Kurtuluş Savaşı için gerekçe, amaç ve yöntem ortaya koyulmuştur.
  • İlk defa milli egemenliğe dayalı bir yönetimin oluşturulması gerektiğine dair bir fikirden bahsedilmiştir.
  • İstanbul Hükümeti artık yok sayılmıştır.
  • Türk Milletine İstanbul ve Anadolu'daki işgalcilere karşı mücadele için çağrı yapılmıştır.
  • Amasya Genelgesi ile birlikte artık padişah, halifelik manda - himaye fikirlerinin yerini milliyetçilik ve millet fikirleri almıştır.
  • Temsil Heyeti'nin oluşturulması konusunda fikir belirtilmiştir.
  • Amasya Genelgesi ile birlikte ilk defa kurtuluş direnişi yazılı hale getirilmiştir.
  • Müdafayi Hukuk Cemiyetleri'nin birleştirilmesi için Sivas'ta bir kongre toplanması kararı alınmıştır.
  • Ordunun terhis edilmemesi kararı alınmıştır.
  • Amasya Genelgesi ile birlikte Kurtuluş Savaşı resmen ilan edilmiştir.
Amasya Genelgesi ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi adına atılmış olan büyük bir adım olmuştur. Bu durum sadece milletin harekete geçmesini sağlamakla kalmamış, aynı zamanda işgalcilerin de tepkisini çekmiştir. Bu doğrultuda Amasya Genelgesi doğru şekilde atılan bir adım olmuştur.

20 Haziran 2015 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN MERKEZİ JEOPOLİTİĞİ Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Türkiye dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan en önemli bir merkezi devlettir. Bütün coğrafya ve jeopolitik kitaplarında yer alan bu durumun Türkler tarafından bilinmesi tarih boyunca istenmemiş ve her zaman için dolaylı yollardan böylesine bir bilinçlenme önlenmeye çalışılmıştır. Dünyanın tam ortalarında yaşayan halk topluluğunun nerede bulunduklarını bilmeleri önlenirken, merkezi coğrafyanın tam ortalarında yer alan bir ülkenin toplumunun üzerinde yaşanılan topraklar ya da ülke üzerine bilinç sahibi olması, her dönemde dünyanın egemen güçleri tarafından istenmemiştir. Dünyanın merkezi alanını ele geçirmek isteyen bölge dışı emperyal güçler, merkezi alan üzerine hesaplar yaparken ya da ele geçirme projelerini uygulama alanına aktarırken, her zaman için önceliği bu bölgede yaşayan toplumların cahil kalmalarını sağlamaya çalıştıkları görülmüştür. Böylece merkezi alana karşı herhangi bir ele geçirme operasyonunda, bölgenin cahil kalmış bilinçsiz halkının kolaylıkla teslim alınması düşünülmüştür. Tarihin ilk dönemlerindeki saldırı ve işgal hareketlerinde görülen bu durum asırlar sonra bugün de geçerlilik kazanmış ve küresel imparatorluk kurmak isteyen emperyal güçler, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerindeki devletlerin ve toplumların merkezi coğrafya hakkında jeopolitik bilincin ötesinde cahil kalmaları için çaba gösterdikleri her zaman ön planda olmuştur.

         Tarihin garip cilveleri sonucunda merkezi alana gelmiş olan topluluklar, ya göçler sırasında bu bölgeye gelerek yerleşmişler ya da doğu ile batı bölgelerinin emperyal güçlerinin dünyayı ele geçirme girişimleriyle gündeme gelen savaşlar sonrasında, bu bölgenin çeşitli yörelerinde kendilerine yaşam alanları oluşturmuşlardır. Bu çerçevede, merkezi bölgede yaşamakta olan halk topluluklarının tarihsel bir bilinç ile bu bölgede yerleştikleri pek söylenemez. Tarihin ilk dönemleri Asya kıtasında ortaya çıkarken, doğudan gelen topluluklar merkezi alana gelerek yerleşme şansı bulmuşlardır. Göçebelik sürecinde her zaman için yerleşim bölgeleri toplumsal değişiklikler yaşamış, Mezopotamya uygarlığı sonrasında yerleşik toplum yapılanmasına geçilince, bu kez de her dönemin en büyük siyasal gücü olan büyük devletler orduları ile merkezi alanı işgal etmek üzere bu topraklara gelmişlerdir. Asya’dan gelen Cengiz Han ve Timrlenk ile İlhanlılar Devletinin merkezi bölgeyi ele geçirmek üzere gelen emperyal güçlerin ilk örnekleri olduğu söylenebilir. Roma İmparatorluğu da merkezi alanı ele geçirerek dünyanın tam hakimi olabilmek üzere bu topraklara gelmiş ve bir süre sonra zayıflayarak bölününce, yerini Bizans İmparatorluğu almıştır. Daha sonraki dönemde Hristiyanlık dini ortaya çıkınca, bu kez Haçlı orduları ondan fazla sefer yaparak merkezi alanı tam olarak ele geçirmeye çalışmışlar ama başarılı olamamışlardır. Bizans sonrasında Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının bu topraklarda kurulması üzerine, merkezi alanda Türk hegemonyası dönemi başlamıştır. Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklar merkezi alana egemen olduğu dönemlerde, doğu ya da batı bölgelerinden merkezi alana gelmek üzere saldırılar olmamış ama bu bölgedeki merkezi devletin çökmesi ya da zayıflaması üzerine, dünyayı ele geçirmek isteyen büyük emperyal güçler merkezi coğrafyayı ele geçirmek üzere birbirleriyle yarışlara kalkışarak orta dünyaya gelmişlerdir. Tarihin her döneminde doğu ve batının büyük güçleri merkezi alanı ele geçirerek dünyanın tam ortasında bir küresel egemenlik peşinde koşmuşlardır.

         Dünyanın ana karası denen üç büyük kıtanın birleştiği yerde merkezi coğrafya tarih sahnesine çıkmıştır. Asya-Avrupa-Afrika kıtalarının birbirleriyle karasal bağlantıya sahip oldukları yer, dünyanın merkezi bölgesi olarak kabul edilmektedir. Beş büyük kıtadan meydana gelen dünya kara bölgelerinin ana merkezi üç kıtanın birleştiği bölgedir. Avustralya ve Amerika kıtaları bu üçlünün dışında kaldığı için, üç kıtanın kesişme yeri dünyanın ortası olarak görülmüş, kenarlardan merkeze doğru yönelen emperyal gelişmeler ya da saldırılar, küresel egemenlik doğrultusunda orta dünyanın ele geçirilmesini hedeflemişlerdir. Orta çağ sonrasında dünya yeni ve yakın çağlara doğru yol alırken, Osmanlı İmparatorluğu merkezi alanın büyük devleti olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. İşte bu dönemde başlayan bilimsel devrimlerin gelişmesiyle birlikte, insanlık ciddi bir bilgi birikimine sahip olmuştur. Avrupa kıtasında görülen ilerlemeler sosyal bilimler alanına da yansıdığı ölçüde, tarih kadar coğrafya dalında da önemli gelişmeler sonucunda ciddi bilgi birikimleri oluşmuştur. Avrupa merkezli büyük batı devletleri sömürge imparatorluklarına yönelince, bilimsel icatları coğrafi keşifler izlemiş ve dünya kıtaları ile birlikte yerkürenin coğrafya haritaları ortaya çıkarılmıştır. Harita bilinci coğrafyaların siyasal önem kazanmalarına yol açınca, daha sonraki aşamada jeopolitik ismiyle yeni bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Devletlerin dünya haritası üzerindeki yerleri jeopolitik biliminin inceleme konusu olmuştur. Batının büyük emperyal devletleri bu doğrultuda kendilerini merkeze koyan yeni açılımları geliştirirken, bir yandan da jeopolitik biliminin verilerini kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirerek, kıtalar arasında hegemonya oluşturabilmenin yollarını arıyorlardı. Bu tür değerlendirmeler daha da ileri götürülerek, emperyal devletlerin küresel imparatorluk kurabilme doğrultusunda kendi jeopolitik teorilerinin gün ışığına çıkmasını sağlıyordu. Özellikle batı dünyasının önde gelen sömürgeci ülkeleri, kendilerini merkeze oturtarak bir dünya imparatorluğu haritası yaratabilme doğrultusunda jeopolitik teoriler geliştiriyorlardı.

         “Tarihin Coğrafi Kalbi“ adında bir jeopolitik kitap yayınlayan İngiliz Sir H.J.Mac Kinder, Türkiye’nin ortasında yer aldığı merkezi bölgeyi dünya karalarının merkezi olarak kabul ederek, bu bölgeyi ele geçirme doğrultusunda önemli jeopolitik düşünceler ve teoriler geliştiriyordu. Merkezi bölgeyi, tarihin jeopolitik kalbi olarak gören, İngiliz emperyalizminin jeopolitik teorisyeni, orta dünyaya diğer kıtalar arasında daha çok önem veriyordu. Bu doğrultuda çalışmalar yapan Mac Kinder, merkezi bölge ile ilgili olarak Kalpgah görüşünün geliştiricisi oluyordu. Bu görüşe göre İngiltere dünyaya egemen olabilmek için merkezi alanı ele geçirmek zorundadır. Dünya gezegenine tam anlamıyla egemen olabilmenin yolu merkezi alanı kontrol etmekten geçiyordu. Mac Kinder, Asya ve Avrupa kıtalarının birbirine yaklaşan bölgelerine Avrasya adını verirken, merkezi bölgenin önemine işaret ediyor ve bu hassas merkezi alana eski Türkçe bir deyim ile Kalpgah adını veriyordu. Ona göre dünya kıtalarının merkezi olan bu coğrafyada ki gelişmeler bütün dünya kıtalarını yakından etkileyeceği için Kalpgah yaşamsal öneme sahip olan bir bölge olarak öne çıkıyordu. Avrasya kıtasında yer alan Türkiye ve Rusya merkezi alanın güney ve kuzey merkezleri olarak öne çıkıyordu. Rusya’nın sıcak denizlere inme doğrultusunda önünü kesmek isteyenler eski Osmanlı hinterlandını ele geçiriyorlar ve bu bölgede kuracakları hegemonya ile kuzey bölgesinde yer alan dev ülkenin merkezi ele geçirerek dünyanın egemen gücü olmasını önlemeye çalışıyorlardı. Bunun en açık örneği Rusların Kafkas savaşı sonrasında 1878 yılında Doğu Anadolu’ya Kars, Batum ve Ardahan üzerinden girmelerine tepki olarak, İngilizler de tam bu aşamada Kıbrıs adasını işgal ederek, merkezi alanın güneyinden girerek Rus yayılmacılığının önünü kesmeye çalışıyordu. Daha sonraki aşamada İngilizler yanlarına Fransızları alarak bütün Orta Doğu coğrafyasına el koyarak bölüşmüşlerdir. İnsanlık tarihini dünya organizmasının canlı bir yapılanması olarak açıklamaya çalışan Mac Kinder, merkezi alandaki gelişmelerin tarihi olayları doğrudan etkilemesini dikkate alarak, orta alanı dünyanın kalbi olarak göstermiştir. Doğu ve batı bölgeleri arasında her dönemde var olan göç olayları, merkezi alan üzerinden gerçekleştiği için, bu alan bir organizmanın merkezi olarak uluslar arası ilişkilerin canlılığı doğrultusunda, bir organizmayı yönlendiren kalp gibi bir misyon üstleniyordu. Bazı insan toplulukları bu bölgeden geçerek ve doğu ya da batıya giderek kendilerine uygun yeni bir yaşam alanı ararken, bazı boylar da bu bölgede yerleşip kalarak bölge nüfusunun oluşmasına zemin hazırlıyorlardı.

          Eski deyimi ile mihver bölge olarak ilan edilen merkezi alan, Balkanlar’dan Kafkaslara, Hazar bölgesinden Kuzey Afrika’ya, Orta Avrupa’dan Orta Asya’ya kadar uzanan çok geniş bir alanı içine alıyordu. Böylesine bir genişliği tek bir devletin kontrol edebilmesi ya da kıtalardan merkeze doğru gelişen akınlar ve göçler sürecinde bu bölgenin güvenliğinin sağlanabilmesi giderek sorun olmuş ve bu yüzden artan çekişmeler belirli dönemlerde merkezi dünyayı bir savaş alanına dönüştürmüştür. Asya ya da Avrupa’dan gelerek başka bölgelere giden çeşitli kavimler için Orta Doğu bölgesi ya yeni bir yurt olmuş ya da onlar Anadolu yarımadasını bir köprü olarak kullanarak karşı kıtaya gidebilmişlerdir. İnsanlığın gelişim çizgisi içinde kendine yurt arama ve yerleşilen bölgeleri kendilerine vatan yapma gibi içgüdüsel eğilimler bulunduğu için, göçebelikten yerleşik düzene geçiş aşamasında, bazı kavimler merkezi alana yerleşerek buradaki siyasal oluşumların içinde kendilerine yeni bir gelecek oluşturmaya çalışmışlardır. Bu doğrultuda merkezi alandaki siyasal oluşumlar zaman içerisinde devletleşmeye doğru eğilim göstermiştir. Doğu-batı ya da kuzey-güney ekseninde Orta Doğu bölgesi ele alındığında merkezi konumu daha açık bir biçimde öne çıkmaktadır. Tarihin akışı içinde kıtalar arası geçişler giderek artınca, bu kez kavimlerden arta kalan nüfus yapıları öne çıkarak, kendilerini merkezi alanın geleceğini belirlemek istemişler ve bu yüzden de merkez alan topraklarında her zaman için savaş ve çatışma süreçleri ön planda yer almıştır. Merkezde barış olmazsa kendiliğinden savaş öne çıkmakta, göçler yolu ile hareketlilik fazlasıyla sorunlar yaratmaya başlayınca, bu kez bölgede, kalıcı bir siyasal düzeni kurabilme doğrultusunda girişimler birbiri ardı sıra öne çıkmaktadır. Merkezi alan kıtalar arasında bir geçiş yolu olarak hizmet verirken, coğrafi koşullar üzerinden olayların yönlenmesinde de birinci derecede etkili bir unsur olarak devreye girmiştir. Dünyanın jeopolitik merkezi olarak batılı emperyalist devletler tarafından ilan edilen orta dünya, tarihin her döneminde geleceğe dönük olayların gelişim sürecinde kilit bir rol oynamıştır. Bunu bilen emperyal güçler, bu yüzden merkezi coğrafyayı kontrol için mücadele etmişlerdir.

         Küreselleşme döneminde yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılırken gene dünyanın önde gelen büyük güçleri ve emperyalist devletleri, batılıların Orta Doğu adını verdikleri orta alanda kendi hegemonyalarını kurabilme doğrultusunda her türlü mücadeleyi sürdürmektedirler. Günümüzün dünya devleti olarak öne çıkan batı kapitalist sistemi okyanus ötesinden yönlendirilirken, merkezi alanda istenen etkinliği kuramamışlar ve bu doğrultuda yeni yaklaşımları merkez ülkeler üzerine baskı yaparak devreye sokmaya çalışmışlardır. Birinci dünya savaşı sonrasında merkezi alanda oluşturulmuş olan devletler düzeninin geride bırakılmaya çalışılması ve bu doğrultuda yeni projelerin Orta Doğu devletlerine dayatılması üzerine, bu bölge ciddi bir karışıklığa sürüklenmiş ve bu yüzden dünya barışı tehlikeye girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında İngilizler ile Fransızların birlikte çizdikleri merkezi alan haritasını, bölgeye sonradan gelen ABD ile onun kurmuş olduğu İsrail devleti kabul etmeyince merkezi coğrafya karışıklığa sürüklenmiş ve bu kaotik durum bugün de devam ettiği için yeni bir düzen burada kurulamamıştır. Dünya tarihinden alınması gereken dersler ortaya konamadığı için, tarihi olaylar olumsuz bir çizgide sürüp gitmekte ve bölge ülkeleri her geçen gün karışıklık çukuruna daha fazla batmaktadırlar. Çeyrek yüzyıllık küreselleşme süreci sonucunda yeni bir dünya düzeni bütün devletlerin kabul etmesiyle kurulamadığı ve bölgeyi dönüştürmeye çalışan ABD ve İsrail ikilisi dünyanın en büyük örgütü olan Birleşmiş Milletler kararlarına karşı çıktıkları için merkezi coğrafya her geçen gün daha fazla savaş ve sıcak çatışma tehditlerine maruz kalmaktadır. Orta dünyanın merkezi konumunun ne anlama geldiğinin açıkça ortaya konulmaması ve bu durumu göz önüne alan barış politikalarının devreye sokulamaması yüzünden, emperyal ve Siyonist politikalar devam etmekte ve bu doğrultuda yeni siyasal projeler bölge devletleri ile halklarına karşı açıkça dayatılmaktadır. Zorla güzellik olmadığı gibi, dayatmalar ile de yeni bir siyasal düzen kurulamamış ve birbirini izleyen sıcak çatışmalar ile üçüncü dünya savaşı süreci burada tırmandırılmıştır.

          Türkiye bölgenin merkez ülkesi olarak bağımsız bir dış politika ile komşusu olan eski Osmanlı ülkelerine sahip çıkarak öncülük yapması gerekirken, batılı emperyal güçler Türkiye’nin bu merkezi konumundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanarak yeni siyasal gelişmeleri bu bölgede gündeme getirmişlerdir. İki büyük dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD kendi projesi olan Büyük Orta Doğu planını yürürlüğe sokmaya çalışırken, ABD’nin omuzları üzerinde yükselen İsrail de, Büyük İsrail İmparatorluğunun temellerini atarken Türkiye’nin merkezi konumundan yararlanmasını bilmiştir. On bin kilometre öteden bir hegemonya düzeni kurmak üzere gelen ABD Türkiye’yi bir merkezi karakol ya da üs haline dönüştürürken, İsrail’de bölgedeki Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı Türkiye’yi laik ve çağdaş rejimi ile bir siyasal şemsiye olarak kullanmaya çaba göstermiştir. Avrupa ise, kendi Hristiyan yapısı nedeniyle Türkiye’yi İslam dünyası ile arasında bir tampon ülke ya da bir geçiş kapısı olarak köprü konumunda yeniden yapılandırmaya çaba göstermiştir. İngilizlerin dünyanın merkezi olarak ilan ettikleri Türkiye, merkezi alanda giriş kapısı, askeri üs, sınır karakolu, cephe ülkesi, geçiş köprüsü ya da koruyucu şemsiye konumunda kullanılmaya çalışıldığı için bir türlü gerçek anlamda merkezi konumuna kavuşamamıştır. Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında, Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir siyasal gücün merkezi alanda yeniden kurulamamasının önemli rolü olmuştur. Türkler, küresel sermayenin baskı ve denetimi altında bulunan Türk medyası üzerinden batılıların gördüğü gibi kamuoyuna merkez üssü, sınır karakolu ya da siyasal şemsiye gibi yansıtıldığı için, ülkenin gerçek anlamdaki merkezi konumu kamuoyu bilincinden kasıtlı olarak uzak tutulmuştur.

         Atatürk dönemi dışında, Türkiye’nin merkezi konumunu gündeme getiren ya da izleyeceği politikaları bu konuma göre geliştiren ciddi bir hükümet cumhuriyet tarihi içinde işbaşına gelememiştir. Batının önde gelen emperyal devletlerinin yetiştirdiği batı mandacısı siyasal kadrolar, Türkiye’yi merkezi konumdan uzak bir çizgide yönetmeye çalışmışlardır. Soğuk savaş döneminde NATO’ya girdikten sonra Türkiye batı bloku için bir sınır karakolu olarak değerlendirilmiş ve bu doğrultuda Demirperde bölgesinin batı kontrolü için üs olarak kullanılmıştır. Demirperde ile dünya iki kutuplu bir oluşuma yönlendirildiği için yirminci yüzyılda Türkiye bir türlü merkezi konumundan ulusal çıkarları doğrultusunda yararlanamamıştır. Batılı ülkelerin sosyalist dünyayı dışarıdan izlemesi sırasında, Türk devletinin ülkesinin her köşesinde üsler oluşturularak karşıt sistem gözetim altına alınmıştır. Casus uçakların havalanmasında Türkiye hava alanı olarak kullanılmış, uzaktan kumandalı dinleme ve gözetleme sistemleri aracılığı ile karşı blokun izlenmesinde, Türklerin ülkesi gene Türkiye’yi komşuları ile savaşa zorlayacak derecede batının çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. ABD ve müttefikleri karşıt blok olan Sovyetler Birliği’ni yıkma operasyonlarında Türkiye’yi kuzeydeki büyük komşusuna karşı her zaman için kullanmasını bilmiştir. Demirperde varken, sınır ülkesi olarak görülen Türkiye Cumhuriyeti, bu perdenin ortadan kaldırılması ve duvarların yıkılması üzerine gene eski merkezi konumuna kavuşmuştur. Böylesine bir jeopolitik konum değişikliği yeryüzü üzerindeki ikinci kutup olan sosyalist sistemin devre dışı kalmasıyla gündeme gelmiştir. Rusya merkezli sosyalist sistem dünya sahnesinden geri çekilirken, orta dünyaya gelmiş olan ABD ve İsrail ikilisi, istedikleri bölgesel düzenin kurulabilmesi için gene Türkiye’yi emperyal amaçlı olarak merkezi coğrafya devletlerine karşı kullanmaya devam etmek istemişlerdir. Medyası ve siyaset sahnesi küresel sermayenin kontrolü altında bulunan Türk devletinin ve halkının, Türklerin ulusal çıkarlarına böylesine aykırı bir durumu görebilmesi önlenince, son yıllardaki istenmeyen siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra öne çıkmıştır. Engelleme, aldatma ve sahtekarlık üzerine kurulu emperyalist politikalar, Türk halkının bilinçlenmesini önlerken, bu konularda ulusal kamuoyunu sürekli olarak uyaran vatansever bilim adamları ile uzmanların üzerine gidilerek ve bu gibi insanlara kara çalınarak ve her türlü saldırılar ile yok edilmeye çalışılarak Türkiye’nin teslimiyeti gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin en büyük kozu olan jeopolitik konumu Türk devletine hiçbir zaman kullandırılmamıştır.

         Son genel seçimlere doğru gidilirken gene Türkiye’nin siyasal gündemindeki boşluklar doldurulmamış, geçmişten gelen yanlışlar sürdürülerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin küresel emperyalizm ve onun bölgesel planlarına karşı ciddi bir alternatif oluşturacak milli bir programın, hiçbir siyasal parti tarafından hazırlanmadığı görülmüştür. Ülke demokrasisinin emperyal planlara karşı bir milli program oluşturmak gibi ulusal bir misyonu yerine getirmemesi üzerine, bazı ulusalcı merkezler ve uzmanlar yavaş yavaş, Türkiye’nin merkezi bir projeye yönelmesi gerektiğini seslendirmeye başlamışlardır. Bu durumu görmezden gelen siyasal çevreler, doğunun önde gelen büyük güçlerinin de orta dünya bölgesine doğru emperyal açılım yapmaları aşamasında Türk toplumunu doğulu büyük devletlerin etkisinden uzak tutmak üzere, bir “Merkez ülke Türkiye “ projesini öne çıkardıkları görülmüştür. Çin ve Rus donanmalarının ilk kez Akdeniz’de ortak bir askeri manevra yaptıkları sırada, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu partisi olan Atatürk’ün partisinin başkanlığını şimdilik yürütmekte olan kişi alelacele düzenlediği bir basın toplantısı ile “Merkez -Türkiye “ adı altında Türkiye’nin merkezi konumuna denk düşen bir planı ilk kez kamuoyuna açıklamıştır. Şimdiye kadar medya ve basın organları tarafından sınır ülkesi ya da askeri üs olarak gösterilen Türkiye’nin, aslında merkezi bir ülke olduğu ilk kez bir yetkili kişi tarafından açıklanarak, batı dünyasının Türkiye’nin bu konumunu desteklediği imajı verilmeye çalışılmıştır. Doğunun büyük güçlerinin yeni emperyalist politikalar ile orta dünya alanına gelmesine kadar Türk halkından gizlenmeye çalışılan Türkiye’nin merkezi konumu, şimdi doğunun büyük devlerine karşı, batı blokunun denetimi altında açıklanmaya çalışılmıştır. Doğunun devleri Orta Doğu’ya gelmese, batı emperyalizmi tarafından gizlenmeye çalışılan Türkiye’nin merkezi konumu belki de hiçbir zaman yetkili organlar tarafından açıklanmayacaktı. Batı emperyalizminin karşısına Çin, Rusya ve Hindistan doğunun dev ülkeleri olarak karşı çıkınca, doğuya hegemonyasını kaptırmak istemeyen batı bloku merkezi alanı kendi kontrolü altında tutabilme doğrultusunda “Merkez-Türkiye “ projesini tam seçimlere giderken kendine yakın bir siyasetçiye açıklattırmıştır.

         Aslında devleti kuran partinin şimdiye kadar çoktan ilan etmesi gereken bir merkezi projenin tam seçimlere giderken dünyaya açıklanması, tamamen küresel süreçte yaşanmakta olan doğu-batı kavgasının bir sonucudur. Dünyanın merkezi imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’ni batı emperyalizmi yıktığı için, Atatürk Türk ulusunun kurtuluş savaşı sonucunda merkezi bir ulus devleti dünya haritasının tam ortasında kurmuştur. Devletin kurucusu Atatürk ülkenin merkezi konumundan yararlanarak Sovyetler Birliği gibi bir büyük dev siyasal güce karşı bir tampon devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak, bu sosyalist emperyalizmin dünya sahnesini ele geçirmesini önlemiştir. Devletin temelinde var olan merkezi coğrafi konumun Atatürk sonrasında unutulmasının asıl nedeni, Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’inin Türkiye’deki devşirme kadrolar aracılığı ile Türk siyasetinde yönlendirme yapmasıdır. Doğunun emperyal güçleri orta alana gelene kadar Türk halkından saklanan merkezi konum gerçekliği, seçimlere giderken yeni bir siyasal iktidar yapılanması ABD’nin istediği doğrultuda ortaya çıksın diye apar topar açıklanmaya çalışılmıştır. Ne var ki, küresel sermayenin işgali altında olan devletin kurucu partisi böylesine bir proje ile bile genel seçimlerden sonuç alamamıştır. Birbirinden çok farklı konjonktürel gelişmelerin tam kesişme noktasında bulunan Türkiye, tek bir proje ile ele geçirilemeyecek derecede büyük bir ülke haline geldiği için kısmı bir proje seçim kazanmak için yeterli olamamıştır. Ayrıca, bu işe soyunan siyasal partinin içinin çok karışık olması, işbirlikçi ve mandacı neoliberal kadrolar ile geçmişten gelen ulusalcı ve cumhuriyetçi toplum potansiyelinin parti içinde çekişmelere yönelmesi yüzünden de, böylesine bir proje tam anlamıyla ortaya konulamamıştır. Küresel sermayenin ve batı blokunun merkezi alanda yeni bir hegemonya oluşturması doğrultusunda gündeme getirilmiş olan “Merkez-Türkiye” projesi hiç inandırıcı bulunmamış, bir seçim kazanma manevrası olarak ortada kaldığı için tabandan oy da getirmemiştir. Cumhuriyetin kurucu partisinin cumhuriyetçilikten ve ulusalcılıktan uzaklaşması nedeniyle Türk halkı bu projeyi inandırıcı bulmamış ve giderek sermayenin kontrolü altına giren Atatürk’ün partisinden uzaklaşarak, farklı konjonktürel gelişmeler doğrultusunda başka partilere yönelmiştir.

         Türkiye’nin kaderini değiştirecek yüzyılın projesi olarak lanse edilen “Merkez-Türkiye” projesinin beraberinde bir ekonomik yükseliş getireceği proje ile beraber ilan edilmiştir. Üç kıtanın ortasında pırlanta gibi parlayan Türkiye’nin bu proje ile dünya ticaretinin merkezi konumuna geleceği ve Afrika ile Asya ülkelerine açılan dünya ekonomisinin işleyişinde kilit bir role sahip olacağı ileri sürülmüştür. Dünyanın en büyük firmalarının Türkiye’de merkezler açacağı, Türkiye üzerinden açılacak ticaret yollarından tıpkı eski ipek yolunda olduğu gibi yararlanacakları ifade edilmiştir. Üç kıta arasında her türlü ekonomik ilişkilerin gelişmesinde merkezi bir konuma sahip olacak Türkiye’nin böylece hem kendisi hem de çevresi için refah üreteceği açıklanmıştır. Küresel emperyalizmin kamusal alanı kendi kontrolü altına alabilmek için ortaya çıkardığı kamu-özel sektör birlikteliği sistemiyle çalışacak olan “Merkez-Türkiye” projesinin, sonunda birçok kesim için refah sağlayacağı öne sürülmüştür. Özel bir yasa ile kurulacak bir Mega kentin yönetiminde uygulanacak olan bu projenin ikibinli yıllarda Türkiye’nin geleceğini temsil edeceği açıklanmıştır. Üç milyon nüfuslu bir cazibe merkezi olarak kurulacak olan Mega kentin yönetiminde, “Merkez-Türkiye” projesinin en iyi biçimde çalışacağı ileri sürülürken, birkaç yüz milyarlık bir yatırım ile, ülkenin hızlı bir ekonomik kalkınmaya yöneleceği anlatılmıştır. Yirmi birinci yüzyılın ortalarında Türkiye’nin önemli bir ekonomik merkez haline geleceği. onlarca ülkeye olan yakınlığı nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti’nin hem ulaşım hem de lojistik alanlarında dünyanın en önemli ekonomik merkezlerinden biri olacağı ortaya konulmuştur. Türkiye’nin gelecekte yaşanacak bir ülke olabilmesi ve bu doğrultuda bir atılıma kalkışabilmesi açısından “Merkez-Türkiye“ projesi önemli bir çözüm programı olarak öne sürülmüştür. Yüzlerce milyarlık bir gelirin kısa zamanda Türkiye’ye akacağı öne sürülen bu proje, seçim öncesinde aceleye getirildiği için ne olduğu tam olarak anlaşılamamış ve projeyi açıklayan partiye toplumsal destek sağlayamamıştır.

         Türkiye’nin merkezi konumunun böylesine bir proje ile dile getirilmesi ve bu doğrultuda kamuoyunun bilgilendirilmesi, Türk halkında jeopolitik bir bilinç yaratacağı için olumlu olarak görülebilir. Ne var ki, proje üzerinde biraz durulduğunda, Türkiye’nin ulusal çıkarlarından daha çok batı emperyalizminin ekonomik çıkarlarına hizmet edecek bir atılım olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin gerçek anlamda ulusal çıkarları doğrultusunda bu proje ele alınsaydı, sadece ekonomik yönü üzerinde değil ama sosyal, kültürel, siyasal ve de jeopolitik boyutları üzerinde de durulması gerekirdi. Jeopolitik bilimine göre hiçbir merkez nokta ya da yer tek başına ekonomik koşulları ile değerlendirilemez. Bu bilim dalının esasları açısından dünya haritasında yer alan bütün yerler ya da bölgeler çok yönlü bir değerlendirme içerisinde ele alınmalıdır. Bu açıdan Türkiye’nin merkezi jeopolitiği her açıdan değerlendirilmedikçe, sadece ekonomik içerikte açıklanan bir “Merkez-Türkiye” projesi eksik kalacaktır. Ayrıca ne olduğu pek anlaşılamayan bazı muğlak ifadelere de bu proje de yer verilmesi yüzünden kafa karışıklığına yol açabilecek değerlendirmeler de yapılmıştır. Kurulması düşünülen Mega kentin nerede yapılandırılacağı söylenmezken ve Asya ülkelerinden gelen mal trafiğinin Avrupa ve Afrika kıtalarına yönlendirileceği ifade edilirken, Türkiye’nin güneyinde yer alan Adana-Mersin hattının yeni bir dünya limanı olarak inşa edileceği gibi bir anlam belirginlik kazanmıştır. Bizans döneminden kalma bu bölgenin adının Kilikya olması ve bu coğrafya da Bizans sonrasında bir Ermeni krallığının kurulmuş olması da, Çukurova hattı üzerinde bir yeni Kilikya projesi olduğu ve bunun dışarıdan Ermeni lobisi aracılığı ile desteklendiği birçok İnternet sitesinde yer almıştır. Türkiye bir yandan Büyük İsrail, Büyük Orta Doğu ve yeni Bizans projeleri ile uğraşırken, bir de Yeni Kilikya projesi ile de uğraşmak zorun bırakılması, ülkenin geleceği açısından ciddi tartışmalar ve tehditler yaratacak düzeyde olmuştur.

         Sovyet devrimi sonrasında ortaya çıkan Sovyetler Birliği İmparatorluğuna karşı bir tampon devleti dünyanın merkezi coğrafyasında kurmuş olan Atatürk’ün, Osmanlı devletinin çöküşünden sonra meydana gelen otorite boşluğu alanını doldurmak üzere orta dünyada merkezi bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olduğu görülmektedir. İkinci Dünya Savaşına giderken, Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu bölgesine kuzeyden inmesini önlemek, Hitler ve Musoluni gibi iki çılgın diktatörün batıdan doğuya yönelerek Orta Doğu bölgesine saldırmalarını engellemek amacıyla Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün İran, Irak ve Afganistan devletleriyle dayanışma sağlayarak merkezi alanda yeni bir yapılanmayı hedeflediği tarihin bize gösterdiği bir gelişmedir. Bu noktada, Türkiye‘nin kendi merkez ülke konumundan yararlanarak, her türlü emperyalist saldırıya karşı biri merkezi siyasal yapılanma peşinde koştuğu anlaşılmaktadır. Emperyal devletler ve siyasal güçlerin bir dünya hegemonyası kurabilmek üzere merkezi coğrafyaya doğru saldırıya geçtikleri bir aşamada, Atatürk kurmuş olduğu merkezi devletin güvenliği açısından komşuları ile bir araya gelerek bir Merkezi Devletler Birliğine yönelmesi, bir siyasal alternatif olarak Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri karşısında Sadabat Paktı girişimini gerçekleştirmiştir. Bir cihan imparatorluğunun çöküşü sonrasında merkezi coğrafyada meydana gelen otorite boşluğu alanının doldurulması, küresel dengeler açısından önem taşıyınca, Atatürk’te böylesine bir siyasal boşluğun doldurulması doğrultusunda Sadabat paktı ile geleceğe dönük bir barış adımı atmıştır. Ne var ki, ikinci dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen Atlantikçi ve Siyonist güçler Sadabat paktı yerine, İsrail’i bölge ülkelerine karşı koruyacak Bağdat Paktı ile öne çıkmışlar ama General Kasım’ın Sovyet destekli darbesi yüzünden Bağdat Paktı da kalıcı olamamıştır.

         Avrasya coğrafyasının güney bölgesinde Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilmiş olan Sadabat paktı girişimi, gerçek anlamıyla bir merkez projesidir. Türkiye’nin öncülüğünde ve İran ile ortaklık kurarak oluşturduğu böylesine bir birliktelik gerçekçi bir merkez projesidir. Türkiye’nin bir merkez ülke olarak böylesine merkezi bir projeye öncülük etmesi, Atatürk’ün bu bölgeyi çevreleyen sosyalist, kapitalist ve İslamcı siyasal rejimleri dikkate alarak, bölge koşullarına uygun bir doğrultuda gündeme getirmiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti modeli, aslında bir merkezi siyasal yapılanma olarak kendi alanında tektir ve bu haliyle de merkezi coğrafyada yer alan ülkeler açısından da merkezi bölgenin örnek ya da emsal ülkesidir. Batı kapitalizminin, doğunun dev ülkelerinin dünyanın orta alanına girmesin diye, Türkiye’yi bir merkezi karakol konuma sürüklemesi Türk ulusu açısından kabul edilemeyecek emperyal bir gelişmedir. Türkiye merkezi konumunu iyi bilerek bilinçli bir dış politikayı batı emperyalizminin dışında bağımsız bir doğrultuda yürütebildiği sürece, merkez ülke Türkiye gerçekliği bölge ülkelerine yön göstermeye devam edecektir. Türkiye ekonomik açıdan olduğu kadar, sosyal, siyasal ve kültürel açılardan da merkezi bir ülke olarak tanımlanmak durumundadır. Yüz milyarlarca paranın bu coğrafyadan akıp gitmesi, ya da bu doğrultuda bazı kara para aklama girişimlerinin önünün açılması, merkez ülke Türkiye açısından kabül edilemeyecek derecede olumsuz gelişmelerdir.

         Dünya çok hızla değişirken, artık okyanus ötesinden yönetilemeyen yeni bir dünya düzensizliği ile insanlık karşı karşıyadır. Bu doğrultuda, Atlantik kıyılarından Avrasya coğrafyasını yönetemeyen batının önde gelen emperyalist güçlerinin, merkezi coğrafyaya gelerek dünyayı merkezden yönetme planları artık açıkça göze çarpmaktadır. Dünya jeopolitiğinin merkez ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin hem ipek yolu üzerindeki ticaretin merkezi olması hem de yeni bir Avrasya yapılanması süreci içerisinde de dünyanın yakın geleceği içinde çözümler üretmesi dikkate alınırsa, merkez ülke Türkiye oluşumu, dünyanın merkezi coğrafyasının yeniden ekonomik yapılandırmaya çalışıldığını göstermektedir. Merkez-Türkiye oluşumu, dünyanın ortasındaki siyasal boşluğu dolduracağı gibi aynı zamanda yepyeni bir siyasal yapılanmanın da önünü açacaktır. Türkiye’nin merkezi jeopolitiği ile merkezi alan üzerinden dünya siyasetine öncülük yapabilecek bir düzeyde gelişmiş ülke olduğu her zaman hatırlanmalıdır.

Beyaz Ruslar 150 Bin Kişiyle İstanbul'a Neden Geldiler ?


1.  BOLŞEVİK DEVRİM VE BEYAZ ORDU

1.1 Rusya’da Bolşevikler iktidarda

Rusya’da Marksizm’in etkinliği 1905 yılında Rusya’nın Japonya’ya yenilmesiyle artmaya başlamıştır. Aynı yıl Troçki liderliğinde çıkan isyan, hükümet tarafından bastırılmış fakat Çar II.Nicholas 19 Ağustos 1905’te Rus Meclisi Duma’yı açarak meşrutiyet yönetimini başlatmak zorunda kalmıştır. I.Dünya savaşı sırasında Rusya’da sıkıntılar artmış, İtilaf devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya) Çanakkale’yi geçip Rusya’ya yardımda bulunamayıp bir de üstüne yiyecek sıkıntıları başlayınca 8 Mart 1917’de halk gösterileri başlamıştır. 10 Mart 1917’de Bolşevikler ve Menşevikler birlikte hareket ederek İşçilerin ve Askerlerin Sovyeti’ni kurmasıyla hareket bir ihtilale dönüştü. Bunun üzerine Çar II.Nicholas tahtından feragat etmek zorunda kaldı. Geçici bir hükümet kuruldu. Ama güç, hükümete az sayıda temsilci veren, Bolşeviklerin elindeydi. Ülkenin siyasi ortamında tartışılan en önemli sorun I.Dünya savaşına devam edip etmeme üzerineydi. Siyasetteki ılımlı gruplar savaşa devam etmek yanlısıyken, Bolşevikler yenilginin kabul edilerek hemen barışın imzalanmasını istiyordu. 1917 Temmuz’unda hükümeti devirmek için Bolşevikler Petrograd’ta bir isyan denemesinde bulundular ama başarısız olunca Lenin ve Troçki yurt dışına çıkmak zorunda kaldı.

25 Kasım 1917’de Kurucu Meclis için halk temsilcileri seçimi yapılacaktı. Bunu bir fırsat olarak gören Bolşevikler o zaman Rusya’da kullanılan Gregorian takvimle 7 Kasım’da(Julian takvimle 25 Ekim’de) Rusya Sovyetleri Kongresini topladılar. Aynı gece Hükümet binası Bolşevik birliklerce işgal edildi. Petrograd Garnizonunun Bolşeviklere katılmasının ardından Geçici Hükümetin kullandığı Kışlık Saray basıldı. II.Sovyet Kongresi toplandı ve Bolşevik programı onaylandı. V.I.Lenin’in devlet başkanlığa seçildi ve özel mülkiyetin kaldırılmasıyla Rusya’da yeni bir dönem başladı. 

Çar II.Nicholas eşi ve çocuklarıyla birlikte

Çar ailesi Bolşevik İhtilali'nden sonra Urallar'daki Yekaterinburg'a götürülmüştü. Bolşeviklere karşı savaşan Beyaz Ordu kuvvetlerine bağlı Çek Lejyonunun bölgeye yaklaşması ve Çar'ı kurtarmaları olasılığı üzerine, 16-17 Temmuz gecesi Çar II.Nicholas, eşi, beş çocuğu ve 4 yardımcısı kurşuna dizilerek öldürüldüler. Cesetler terk edilmiş bir maden ocağında yakıldıktan sonra yakınlardaki ormanlık araziye gömüldü. II.Nicholas ve aile üyelerinin naaşları 1979 yılında ormanlık alanda bulundu. 1991’de Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra kemiklerine kimlik testi uygulandı. 17 Temmuz 1998'de yapılan devlet töreniyle ailesiyle birlikte St. Petersburg'da St. Peter ve Paul Katedrali'ne defnedildi. Çar ailesi, 2000 yılında Rus Ortodoks Kilisesi tarafından Aziz ilan edildi. 2008 yılında, Rusya Yüksek Mahkemesi Çar ailesinin siyasi cinayete kurban gittiklerine karar verdi ve itibarlarının iade edilmesini kararlaştırdı.

1.2 Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918 de durumu

Sultan Reşad’ın vefatı üzerine 3 Temmuz 1918’de Sultan Vahdettin padişah olmuştu. I.Dünya Savaşının sonucu  Osmanlı için belli olunca Sadrazam Talat Paşa, 8 Ekim 1918 tarihinde istifa etmiş ve yerine Ahmet İzzet Paşa Hükümeti kurulmuştu.  ITC’nin lider kadrosunu oluşturan Enver, Cemal ve Talat Paşa ile Dr.Nazım ve Dr. Bahaddin Şakir gibi ittihatçıların 2 Kasım 1918’de yurt dışına çıkması ile İttihat ve Terakki hakimiyeti sona erdi. Kısa bir müzakerenin ardından da 30 Ekim 1918’de İtilaf Devletleriyle Mondros Mütarekesi imzalandı.  Mondros Mütarekesi’ni Hükümet adına imzalayan Trablusgarp ve Balkan savaşlarının Hamidiye kahramanı Bahriye Nazırı Rauf bey, antlaşmayı bir başarı gibi kamuoyununa sunmasının ardından mütarekenin aslında Osmanlı için bir yıkım olduğu anlaşılacaktı.  
İşgal dönemi, İtilaf Devletlerinin 13 Kasım 1918’de donanmaları ile İstanbul’a ayak basmasının ardından başladı. Fransız Generali Franchet d’Esperey’in Şişhane üzerinden Beyoğlu’na bir at üzerinde şehri zapt eden komutan edasıyla yaptığı yürüyüşündeki tavır ile  Lloyd George’nin 17 Aralık 1917’de Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada dile getirdiği üzere, İtilaf Devletleri İstanbul’a hak ettiği cezayı vermeye hazırdırlar. Söz konusu konuşmasında Lloyd George; “Bize diyorlar ki Türkiye ile, tamamıyla Türk olmayan toprakları kendisinden almak suretiyle niçin sulh akd etmiyorsunuz? İyi, fakat İstanbul ve Boğazlar ne olacak? Bu kapılar açık olsaydı, harp ve ticaret gemilerimiz buradan serbestçe geçebilseydi dünya harbi iki sene kısalmış olacaktı. Bu kapılar bir ihanet neticesi olarak kapatılmıştır” demektedir.

1.3 Rusya’da Beyaz Ordu Kuruluşu ve cephe savaşları

İktidara gelen Bolşeviklerin ilk yaptıkları işlerden birisi 3 Mart 1918 tarihinde Almanya ile Brest-Litowsk antlaşması imzalayarak I.Dünya savaşından çekilmeleri oldu. Bolşevik idaresine karşı en ciddi muhalefet Güney Rusya’daki Don-Kuban Kozak’larının yaşadığı bölgeden geldi. Bu halka Rusça’da Kazak denildiği için Türk Kazaklarla karıştırılmıştır. Muhafazakarlıkları ve ortodoksluklarından gurur duyan bölge halkı, bir gönüllüler ordusu oluşturdu. Beyaz ordu, Çarlık yönetiminin sivil ve askeri bürokrat ve politikacıları ile büyük ve küçük toprak sahipleri, Kozaklar ve Tatarlar gibi ulusların kuvvetlerinden oluşuyordu. Çarlık döneminde orduya Beyaz Ordu denilmekteydi. Devrim sonrasında Sovyet Ordusu Kızıl Ordu adını alınca Kızıl Orduya karşı savaşan Çarlık yanlısı kuvvetlere de Beyaz Ordu denildi. Daha sonra İstanbul'a gelecek olan Ruslar Beyaz Rus olarak isimlendi. Bu gelenlerin şimdiki Belarus Devletiyle bir ilişkileri yoktu.

Beyaz Ordu üç cephede savaşdı. Güney cephesi, Doğu cephesi ve Kuzey cephesi. Rusya’nın güney ve güneydoğu taşrasında büyük baskı yaratabilen Beyaz Ordu kuvvetlerinin, Urallar’ın batısında Volga üzerindeki Samara şehri ve Uralların ötesindeki Omsk şehri olmak üzere iki merkezleri vardı. Beyaz ordu 1918 yazı boyunca henüz tam organize olamamış Kızıl Orduya karşı bölgede başarılar elde etti. Bolşevik ordularını Kuzey Kafkasya ve Don bölgesinden uzaklaştırdı ama sonradan mücadelenin seyri değişecekti.

Güney cephesi

11 Kasım 1918’de Almanya’nın mütareke yapması ve I.Dünya savaşının bitmesiyle Sovyet Rusya açısından yeni bir dönem başladı.  Almanya’nın Ukrayna’yı boşaltmasıyla Güney Rusya, İngiltere ve Fransa tarafından paylaşıldı. İngiltere, Kuzeydoğu Karadenizin Kuban bölgesinde ve Kafkasyadaki zengin petrol yataklarını elinden kaçırmamak için Beyaz Rusları destekliyor, Rusya'ya karşı tampon bölge olarak bir Ermenistan kurulmasını istiyordu. Fransa ise Kırım Odesa bölgesinde ‘Ukrayna' Devleti kurulması için Kırıma asker çıkardı. Ayrıca Kafkasya’da bir Gürcü Devleti düşünülüyordu. Fransızlar yerel Rus güçlerin de desteğiyle Bolşeviklere karşı operasyonlara başladılar.

Güneyde Beyaz Hareket 15 Kasım 1917’de (eski takvim) General Mikhail Alekseev (1857-1918) liderliğinde başladı. Alekseyev hareketin siyasi ve mali idaresini, Kornilov‘da askeri komutanlığını üstlendi. General Lavr Kornilov yeni adıyla Gönüllüler Ordusu komutanlığını, öleceği Nisan 1918 tarihine kadar sürdürdü. Ölümünden sonra General Anton Denikin Güney Rusya Silahlı kuvvetler başkanı oldu. 

General Mikhail Alekseev, General Lavr Kornilov, General Anton Denikin

General Kornilov, I.Dünya Savaşının sürdürülmesi taraftarıydı ve Bolşevik karşıtlığıyla biliniyordu. Geçici Hükümet başkanı Kerenski tarafından görevden alınarak askeri diktatörlük ile suçlanması üzerine 6 Eylül 1917’de Geçici Hükümete karşı başkaldırdı.  Darbe başarısız olunca Kornilov ve Denikin hapse atıldılar. Kornilov Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinden sonra hapisten kaçıp kendisini destekleyen Don Kazak’larının yanına sığındı. Burada General Alekseyev ile birleşip anti-Bolşevik Gönüllü Ordusunun komutanı oldu. 24 Şubat 1918 tarihinde Don Kazaklarının başkenti olan Novocherkassk Bolşeviklerin eline geçince Kuban steplerine doğru zorlu koşullarda yürüyüşe geçti. 13 Nisan tarihinde Ekaterinodar şehrini ele geçirmeye çalışan Bolşevik saldırısı sırasındaki bombardımanda öldü.


Kornilov’un ölümünden sonra Alexeyev Gönüllüler ordusunun Don nehri bölgesine dönmesini sağladı. Komutanlığa Anton Denikin getirildi. Yaşlı ve hasta Alexeyev’e de Denikin’e destek görevi verildi ancak Alekseyev, Eylül 1918’de Ekaterinodar’da kalp krizinden vefat etti.  

Güney cephesi Bolşevik hükümete en tehlikeli saldırıları yapan ve risk yaratan taraf oldu. Eylül 1918’de gönüllü ordu 30-35 bin askere ulaşmıştı ve kuzey Kozak bölgesinde konuşlanmıştı. 23 Ocak 1919’da Denikin komutasındaki Gönüllü ordu 11. Sovyet ordusunu mağlup ederek kuzey Kozak bölgesine hakim oldu. 1919 yazında Orel, Donbass, Tsaritsyn ve Kharkov’u aldılar. Doğu cephesinin başarısızlığına rağmen Rusya’nın güneyindeki Beyaz Ordunun komutanı General Anton İvanoviç Denikin’in Bolşeviklere karşı mücadeleyi kazanabileceği ümidi mevcuttu. 1919 sonbaharında durum Beyaz Ordu açısından iyi gidiyordu. 

3 Temmuz 1919’da General Denikin Moskova’nın 100 mil güneyindeki Tula’ya kadar geldi ama işin ciddiyetini kavrayan Bolşeviklerin şiddetli karşı saldırısıyla geri çekilmek zorunda kaldı. Bundan sonra Denikin’in geri çekilme süreci başladı. Beyaz Ordunun Moskova’nın sınırlarına kadar gelmesi üzerine Bolşevikler tüm ülkede seferberlik ilan ederek her bölgeden cepheye asker sevk ettiler. Kızıl Ordu Ukrayna’ya girdi, Kiev şehrini kontrolü altına aldı. Ocak 1920’de St.Petersburg alan Kızıl Ordu bir taraftan da Kafkasya sınırına yaklaşmıştı. Bolşeviklerin bu kadar kısa zamanda başarı kazanmalarının nedeni daha merkezi ve otoriter bir düzen kurmaları ve ordularını iyi takviye edebilmeleriydi. 1920 başında kontrol artık Bolşeviklere geçmişti.

1919 yılında General Denikin’in şehri ele geçirmek için saldırıları başarılı olmadı. Savaşı kaybettiler. 27 Kasım 1919’da General Anton Denikin, general Vladimir May-Mayevsky’yi görevden alarak yerine General Pyotr Wrangel’i atadı. General Wrangel bir zamanlar Çar’ın muhafız birliği komutanlığını yapmıştı. Geriye kalan  Güney cephesi kuvvetleri Novorossiysk’den tahliye edilerek Kırım’da Pyotr Wrangel ordusuyla birleştiler. Denikin 20 Nisan 1920’de istifa ederek komutayı General Pyotr Nikolayevich Wrangel’e devretti. Denikin İngiliz savaş gemisiyle önce İstanbul’a gelmiş, sonrada Malta üzerinden Londra’ya gitmiştir.  Londra’dan ayrılınca Belçika ve Macaristan’da yaşadı. 1926 dan sonra Paris’e yerleşti. 1940 yılında Fransa işgal edilince Paris’den ayrıldı. Savaş sonrası 1945-1947 yılları arasında New York’daydı ve orada öldü.

General Wrangel Beyaz Ordunun oluştuğu zamandan itibaren General Alekseyev, General Kornilov ve General Denikin ile birlikte çalışmıştı. Ama Wrangel’in başarıya ulaşması pek mümkün gözükmüyordu. İngiltere başlangıçta beyaz Orduyu desteklerken, Rusya’nın İngiltere’ye olan 571 milyon poundluk borcunu düşünüyordu. 1920 başından itibaren İngiltere politikasını değiştirerek Beyaz Orduya destek vermekten vazgeçti ve Bolşeviklere uygulanan ambargoyu da kaldırdı. İngilizler, Bolşeviklerin yenilemeyeceğini gördükleri için barış tesis etmek için Wrangeli sıkıştırıyorlardı. Wrangel’in Bolşeviklerle barış görüşmelerini yapmasını beklerken, aniden Kızıl Orduya saldırması üzerine İngiltere tüm  yardımlarını durdurdu. Amerika da silah sevkiyatından vazgeçti.

General Pyotr Nikolayevich Wrangel için sonun başlangıcı Sovyet Rusya ile Lehistan’ın Ekim 1920’de barış antlaşması imzalaması oldu. General Wrangel’in Kırım’da bulunan askerleri Kızıl Ordu için dikkate değer bir tehlike olmakla beraber, Kasım 1920’de Wrangel, Kızıl Ordu komutanı M.V Frunze’nin saldırısına karşı koyamadı ve onun yenilmesi ile birlikte Beyaz Orduların sonuncusu da saf dışı kalmış oldu. Kızıl Ordu’nun Kefe ve Simferopol’ü alması üzerine, Wrangel Fransız Askeri Misyon şefini bilgilendirerek, Kırım’dan tahliye hazırlıklarını hızlandırıldı.

Doğu (Sibirya) cephesi

Doğu cephesi 1918 ilkbaharında subaylar ve sosyalistler arasında gizli bir hareket olarak başladı. Çarlık yanlıları, Çek lejyonlar ve Beyaz Ruslara destek olan Japonlar ile birlikte saldırılara başladılar. Cepheye Amiral Alexander Kolchak komuta ediyordu. İtilaf Devletleri Bolşevik Kızıl Orduya karşı savaşan Amiral Kolçak’ın ordusuna 70,000 tüfek, 3,150 mitralyöz, 580 top, 30 uçak, milyonlarca fişek ve top mermisi verdi. 1919’da önemli başarılar elde etmelerine rağmen sonra Kolchak ordusunun ilerleyen aylarda yenilmesi, İtilaf devletlerini hayal kırıklığına uğrattı. Amiral Aleksandr Kolçak 125,000 kişilik ordusuyla Perm, Orenburg ve Ufa şehirlerinden sonra Moskova’yı tehdit eder duruma gelmişti. Ama Amiral Kolçak ard arda gelen yenilgilerden sonra Ekim 1922’ye kadar savaşmaya devam edecekleri Sibirya’ya geri çekildi. Yanındaki bazı askerlerin ihaneti sonucunda pusuya düşürüldü ve Bolşevikler tarafından 7 Şubat 1920’de kurşuna dizildi. Doğu ordusunun Sibirya’ya çekilmesi, Kızıl Ordu’ya Denikin’in arkasını sarmak için fırsat yarattı. Japonlar, doğu Asya’yı terkedince bölge Sovyet ordusu kontrolüne girdi. 16 Haziran 1923’deki Pepelyayev’in Yakut isyanı Beyaz Ruslar tarafından Rusya’da gerçekleştirilen son askeri harekat oldu. Kızıl ordunun başarısı üzerine ülkedeki iç savaş ve anti kominist hareketler son buldu.

Kuzey ve Kuzey-batı cephesi

Komutanlığını General Nikolai Yudenich’in yaptığı kuzey-Kuzey batı cephesi, Kızıl Orduya karşı Güney cephesi kadar başarılı olamamıştır. Estonya ile birlikte Kızıl Orduya karşı mücadele veriyorlardı. Cephenin hatırlanan en önemli askeri harekatı Beyaz Kılıç harekatı adıyla bilinen ve Rusya’nın başkenti Petrograd’ı ele geçirmek için 1919 sonbaharında yapılan ama başarısızlıkla sonuçlananan taaruzdur.

2.  RUSYA’DAN KAÇIŞ

2.1 Ana Kraliçe Rusya’dan ayrılıyor

İngiliz savaş gemisi HMS Marlborough Nisan 1919’un birinci haftasında Sivastopol’a yanaştı. Çar II.Nicholas’ın annesi Büyük İmparatoriçe Marie Feodorovna’ya, kız kardeşi Büyük Britanya Kraliçesi Alexandra’dan, İngiltere Krallık donanması ile acilen Rusya’yı terketmesini isteyen bir davet mektubu taşıyordu.  Dört hafta önce yapılan benzer daveti red etmiş olmasına rağmen, Bolşevikler Kırım’a yaklaşınca İmparatoriçe Feodorovna ülkesini terk etmeyi kabul etmek zorunda kaldı.

İmparatoriçe kendisini Malta’ya getiren HMS Marlborough savaş gemisinin güvertesinde

İmparatoriçe Yafta’daki sarayda kalıyordu. 11 Nisan’da İmparatoriçe, Hanedan üyeleri ve soylularla onların yardımcıları, yüzlerce bavul ve yük ile HMS Marlborough gemisiyle Yafta limanından ayrıldı. Gemi Heybeliada’dan birkaç gün kaldıktan sonra 20 Nisan’da Malta’ya ulaştı. İmparatoriçe Marie Fedorovna, kendisini Londra’ya götürecek gemi gelinceye kadar San Anton Sarayında ağırlandı. Marie Feodorovna, Danimaka prensesi iken Çar III.Alexander ile evlenmiş ve imparatoriçe olmuştu. Çocukları II.Nicholas son Rus çarıydı. Kız kardeşi Kraliçe Alexandra, İngiltere Kralı VII. Edward’nin dul eşi ve İngiltere Kralı George’un annesiydi. Marie Feodorovna daha sonra memleketi Danimarka’ya dönecek ve 13 Ekim 1928’de 81 yaşında Kopenhag’da vefat edinceye kadar orada yaşayacaktı.

2.2 İstanbul’a İlticalar

Mart 1919’da Fransa Doğu Ordusu komutanı Franchet D’Esperey askeri başarı için 500,000 asker ve bir milyar Fransız Frank gerektiğini söylemesi üzerine Fransız Hükümeti 1 Nisan’da Kırım Odesa’yı boşaltma kararı aldı. Bu tahliyede Fransız gemilerinin bazı Rusları da beraberlerinde getirmeleri İstanbul’a mülteci akımını başlattı. Nisan 1919’da Rus ilticası artarak devam etti. Odesa’dan kalkan, yüzlerce Rus sivil taşıyan gemiler, önce İstanbul Kavak’ta karantinaya tutuluyor ardından boğazdan içeriye giriyorlardı. Aslında Aralık 1918’den itibaren Güney Rusya’dan İstanbul’a mülteci akını başlamıştı. İlk dönemde gelenler Rus zenginlerdi. Zengin tüccarların ayrılma nedenleri Bolşevik korkusuydu. 
   
Yanlarına neredeyse hiçbir şey almadan gelen bu insanlar, kurtulmak için umutlarını Türkiye’ye bağlamıştı.1917 Devrimi’nden sonra dünyanın yedi bucağına dağılan Beyaz Ruslar, önce ilk durak, ardından özgürlüğe uzanan köprü olarak Türkiye’yi gördü. Bu seçimin iki nedeni vardı. Birincisi; çoğunluk için en yakın ve en güvenli ülke Türkiye’ydi. İkincisi; Osmanlı’nın engin hoşgörüsü ve konukseverliği dünyaca meşhurdu. Hatta bir göçmen şunları söyleyecekti:“Rusya’dan kaçarken hep şunları düşündük: 1492’te İspanyol engizisyonundan kaçan yahudilere kapılarını açan tek ülke Türkiye’ydi. Bizi de geri çevirmeyeceklerdi.”

1920 başlarında İstanbul’a her gün Beyaz Rusları taşıyan iki gemi geliyordu. Bu kişilerin çoğu kadın ve orta halliydi. Genel olarak Fransızların kontrolünde gerçekleşen Kırım’dan tahliye sürecine İngiliz, Amerika ve Yunan gemileride katılmıştı. 1920 Nisan ayından istanbul’da ve Adalardaki muhacir sayısının 30 bin olduğu sanılmaktadır.
Wrangel Ordusunun Kırım’dan tahliyesine 11 Kasım 1920’de başlandı. 17 Kasım tarihli İstanbul gazetelerine göre şehre gelen mülteci sayısı 70,000 kişiye yaklaşmıştı. 60-70 bin kişinin de Kırım’da vapurlara binmek üzere beklediği belitiliyordu. Fransa Kırım’dan kaçan Beyaz Orduyu ve mültecileri himayesi altına alırken karşılığında Rus filosunu rehin alıyor ve Fransız bankalarındaki Rus Ordusuna ait 69 milyon Frank paraya da el koyuyordu. Fransız raporlarına göre Kırım’dan İstanbul’a gelen mülteci sayısı 24 Kasım 1920 itibarıyle 148,678 idi. Bunun 30 bini sivil, gerisi askerdi.    

Kapasitesi 2-3 bin kişi olan gemilere 4-5 bin mülteci alınarak getirilen beyaz Ruslar’ın sivil olanları İstanbul’da Adalara götürülmekteydi. Karaya çıkmadan önce karantina sürelerini gemide geçiren mülteciler, açlık ve susuzluk çekmekteydi. Kayıklarla gemiye yanaşan fırsatçılardan bir simit için fahiş fiyatlar ödeyenler hatta ipin ucuna bağladıkları yüzükleri karşılığında yiyecek alanlara rastlanıyordu. Bir yüzüğe karşı bir ekmek, bir gömleğe karşı bir şişe su verilmekteydi.

2.3 Beyaz Rusların İskanı

1919’da ilk partide gelen az sayıdaki asiller ve zengin Beyaz Ruslar, İstanbul üzerinden Paris’e ve diğer Avrupa şehirlerine gittiler. İstanbul’da kalanlarda Beyoğlu ve Adalarda ikamet ettiler. Mültecilerden 8-10 bin kişinin Büyükada’ya iskanı planlanmıştı. Burgaz adasına da iki bin kişi düşünülüyordu. Bunun için Adalar’da barakalar yapılmıştı. Adalar’a gidecek mülteciler, önce Tuzla’da karantinaya tabi tutuluyordu. Gelenler arasında Kiev Genel Valisi, Odesa Genel Vali yardımcısı, Kuban Cumhuriyeti eski reisi ve çok sayıda general ve üst düzey subay bulunuyordu. 
General Wrangel ve Beyaz Ordu’nun üst düzey subaylarını taşıyan Korniloff destroyeri ile diğer göçmenleri taşıyan gemiler Türkiye’ye geldiler. Kalabalık mülteci sayısı nedeni ile yolculuk çok zor geçmişti. İliazd “Bir Rus Fütüristi’nin Dört Vizyonu” isimli çalışmasında gemilerdeki insanları şöyle anlatıyor: ‘O gemilerde askerler ayakta duruyorlardı. Bu insanlar halatlarla direklere bağlanmış ve orada kaderlerine terk edilmiş, aç kalarak ve boğularak ölmeye mahkûm edilmişlerdi. Aralarında ölmüş olanlar, henüz ölmeyi becerememiş silah arkadaşıyla aynı mekânı paylaşmaya devam ediyorlardı”.

İstanbul’a gelen mültecilerin sayıları hakkında en sağlıklı bilgiyi General Wrangel’in verdiğini düşünülmektedir. 4 Ocak 1922 tarihinde İstanbul Darülfünun’daki toplantıda konuşan  Wrangel, Kasım 1920’de Kırım’dan 135,000 Rus mültecinin İstanbul’a geldiğini ve böylece Rusların İstanbul’daki toplam sayısının 167,000 olduğunu ve bunlardan 69,000 mültecinin Limni adası, Çatalca ve Gelibolu’daki kamplara yerleştirildiğini açıklamıştır. Yine Wrangel’in açıklamasına göre; Şehirdeki ve civardaki Fransız kamplarında 4,488 kişi bulunuyordu. Bulgaristan’a 3,840, Romanya’ya 2,000 ve Yunanistan’a 1,742 kişi gönderilmişdi.  

Gelibolu’da Geçici İskan

Gelibolu Limanına yanaşan gemilerden inen Rus subaylar, askerler ve aileleri hiç de iç açıcı bir tablo ile karşılaşmadılar. Çanakkale savaşlarından dolayı şehirde büyük çapta yıkıntı, yiyecek ve içecek sıkıntısı vardı. Ayrıca Anadolu’da Milli Mücadele başlamıştı. Gelibolu şehrinde o dönemde nüfus Müslüman, Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluşuyordu.


22 Kasım 1920 günü ‘Herson’ ve ‘Saratov’ adlı iki Rus gemisiyle Gelibolu’ya Korgeneral Nikolay Kutepov’un komutanlığında Rus Beyaz Kolordusundan 9,540’u subay olmak üzere 25,940 kişi geldi. Aralarında sivil mülteciler de vardı. Fransız işgal kuvvetleri kendilerine yerleşim olarak Gelibolu’dan altı km. uzakta ıssız bir yer olan, Büyükdere vadisini gösterdiler. Ruslar yerleşim bölgesine, yılanların çokluğu ve yabangülü çalılıklarından dolayı ’Gül ve Ölüm Vadisi’, arazinin ıssızlığı ve Gallipoli sözcüğüne sesçe benzemesinden dolayı ’Göleye Pole’ (Çıplak Vadi) diyorlardı. 


Fransız yetkililerin yönlendirmeleriyle gelenlerden 10 bin kişinin İstanbul’a, Gelibolu ve Limni’ye de toplam 40,000 askerin yerleştirilmesi planlanmıştı. Beyaz Rusların kampları askeri ve sivil kamplar olmak üzere iki gruba ayrılıyordu.  Beyaz Ordu Başkomutanı General Wrangel 70 bin kişilik ordusunun ve 120 parçadan oluşan filosunun tahliye edildiğini, savaşa hazır bekleyeceklerini,  askerlerin iki grup halinde Gelibolu ile Limni’ye nakledileceğini belirtmişti. Kampların iaşesi Fransa tarafından karşılanacaktı, yönetim sorumluluğu ise Rus kumandanlara bırakılmıştı.

1920 yılında Gelibolu’da çekilmiş Beyaz Rus ordusunu gösteren fotoğraf

2 Ocak 1921 tarihli bir raporda Gelibolu kampında yaklaşık 40 bin Rus kuvvetinin olduğunu yazıyordu. Rus askerleri düzenli olarak talimlerini yapmaktaydılar. Rusların paraları geçmediği için silahlarını, askeri  malzemelerini satarak çarşı pazardan alışveriş yapıyorlar hatta ormandan odun kesip bunları pazarda satıyorlardı. Gelibolu’da kaplumbağaların azlığının sebebi Ruslardan bilinir. Fransızlar gıda yardımını kesince aç kalan Ruslar kaplumbağaları pişirip yemişlerdi.

Gelibolu’da Beyaz Ordu ile birlikte gelen Rus aileler bir gezide
Kutepov Kolordusunda katı bir disiplin mevcut idi, hatta işlenen suçların çoğu ölümle, kurşuna dizilme ile sonuçlanıyordu. Gelibolu’nun helvacıları meşhurdur. Aç Rus askerleri çarşıda dolaşırken bir asker dayanamayıp helvacıdan bir parça helvayı alır, ağzına atar ve kaçar. Bu olayı helvacı, Rus yüzbaşısına bildirir. Yüzbaşı taburu toplar ve askerin birkaç kez sırasını değiştirir, her seferinde askeri tanıyan helvacı, yüzbaşıya askeri affetmesini söylesede, yüzbaşı silahını çıkarıp, askeri oracıkta alnından vurur ve bunun bütün tabura ibret olmasını söyler. Korgeneral A.V.Kutepov daha sonra Fransa’nın başkenti Paris’te KGB ajanlarınca yakalanmış, Sibirya’da akibeti belirsiz bir şekilde yok edilmiştir.

Göçmenlerin psikolojisi açısından son derece önem taşıyan bir başka konu ise yakınları ile haberleşme olanağına kavuşmalarıdır. Rus elçiliğinde bir süre sonra haberleşme servisi oluşturulmuş ve her cumartesi kiliseden sonra burada toplanan Ruslar, ülkelerinden gelen haberleri öğrenme olanağına kavuşmuştur. Ruslar, izini kaybettikleri akrabalarını bulmaya çalıştıkları gibi, iş ve ev başvurularını da buraya yapıyorlardı.

Gelibolu Rus Abidesi

Beyaz Ruslar Gelibolu’ya indiklerinde disiplinli bir şekilde askeri talimlerine devam ettiler. Bu da onlara ikmal desteği sağlayan Fransızları öfkelendirdi. Askerî eğitimlerden vazgeçmedikleri taktirde gıda ve ikmal yardımını kesecekleri tehdidinde bulundular. Kamplardaki olumsuz şartlar nedeniyle salgın hastalıklar baş gösteriyodu. Fransızlar ilaç ve gıda yardımını da kesince salgın hastalıktan ölen Ruslar’ın sayısı daha birinci yılını doldurmadan 220’yi geçti. Korgeneral Kutepov Gelibolu’da kaybettikleri kişilerin anısına bir anıt yapılmasını istedi ve tersanenin arkasına 16 Temmuz 1921 tarihinde 20 bin taştan bir anıt yapıldı.


Anıt, 1949’da Çanakkale depremi sırasında yıkıldı. 1995’te Başbakan Bülent Ecevit döneminde yeniden yapılması için Rusya ile anlaşılmasına karşın ancak 17 Mayıs 2008’de yenilenebildi.  

2.4 Askeri kampların boşaltılması

Beyaz Rusların bir kısmı Rusya’ya dönmeye bir kısmı da başka ülkelere gitmesine rağmen General Wrangel ordusunun morali yüksek tutmaya çalışıyordu. General Wrangel’in karargah olarak kullandığı İstanbul limanında demirlemiş Lutulu adlı yat, kontrolden çıkan İtalyan bandralı bir geminin, Salıpazarı önünde çarpması sonucu batmış ve yat ile birlikte Beyaz Ordunun tüm evrakı da 36 metre derinliğe gömülmüştü. Bu kazadan bir süre sonra Wrangel Şubat 1922’de İstanbul’da ayrılarak Sırp-Hırvatistan-Solvenya Krallığına gitti. Daha sonra Brüksel’e yerleşti ve orada maden mühendisliği yaptı. Wrangel 1928 yılında aniden ölmüştür. Sovyet ajanlarla ilişkisi olduğu anlaşılan mahalle kasabının kardeşi tarafından zehirlendiğinden şüphenilmektedir.


Gelibolu’nun ilk tahliyesi Ağustos 1921’de başlamıştı. ilk tahliye olanlar Selanik üzerinden Sırbistan’a gönderilen süvari birliğiydi. Bir süre sonra sıra piyadelere geldi. 14 Aralık 1921’e kadar çok sayıda asker Bulgaristan’a gönderildi.  Teknik Birlikler ve askeri öğrencilerin Sırbistan’a gitmesi söz konusuyken Sırbistan son anda kabulden  vazgeçti. Bu grup iki yıl sonra Macaristan’a gidecek, Mayıs 1923’de de Sırbistan-Hırvatistan-Slovenya Krallığına geçeceklerdi. Gelibolu’da kampı kapatmakla görevli az sayıdaki asker grubu da 5 Mayıs 1923’de Gelibolu’dan ayrıldı.

Wrangel Ordusundan Hadımköy, Sancaktepe, ve Çilingir çiftliklerinde iskan edilen 6,500 Rus askeri, diğer ülkelere gönderilmek üzere önce Limni’ye nakledildiler. Limni adasındaki Beyaz Rusların Bulgaristan’a sevkleri ise Mayıs-Haziran 1921 tarihleri arasında gerçekleşti.  Askerlerin bir kısmı buradan trenle Sırbistan ve Çekoslokavya’ya gittiler.

Bizerte’de rehin altındaki Rus donanmasının durumu

Kırım’dan ayrılış sonrası, Fransa tarafından Tunus Bizerte’ye götürülen ve limanda demirleyen Rus donanması, bir daha ne savaşa girebildi ne de donanma askeleri ülkelerine geri dönebildiler. Fransa, bir süre sonra bu gemilerin masraflarını artık karşılamak istemediği için açık artırma ile satışa çıkardı. Sovyet Hükümeti bu gemileri Fransa’dan geri istemesine rağmen Fransızlar vermediler ve gemiler satıldılar.

2.5 Sivil Beyaz Rusların İstanbul’dan ayrılmaları

Beyaz Rusların İstanbul’a gelmelerinden kısa süre sonra çıkışlarda başlamıştı. Aralık 1920 başında mültecilerden 10 bin kişi Sırbistan’a, dört bin kişi Bulgaristan’a, dört bin kişide Romanya’ya gitti. General Wrangel tahliyesinde gelen Ruslardan yedi bin kişi Aralık ayında Fransız torpidoları eşliğinde Karadağ Cattaro’ya gönderildi. 1 Mart 1921’de Türkiye dahilinde ve Limni’de 99,210 Rus mülteci vardı. Bunların 33,420’si İstanbul’da, 21,501’i Limni’de, 29,090’ı Gelibolu’da, 15,200’ü Çatalca’daydı. 1921’de çiftci Rus mülteciler Brezilya’ya Sarpulo yaylalarına gönderilmek istendi. Brezilya hükümeti her çiftci aileye 25-30 hektar arazi vermeyi planlıyordu. Bazı Ruslar Brezilya’yı istemedi, kendileri çiftçi olarak tanıtıp Brezilya’ya gidenlerin bazılarının da yalanları ortaya çıkınca, Brezilya tarafından geri gönderildiler. 

Dolmabahçe sarayının kullanılmayan ahır tesislerinde oluşturulan Rus Mülteci kampı

Milli mücadelenin başarıya ulaşması, Beyaz Rusların yurt dışına çıkışını hızlandırdı. Moskova yönetimi Ankara’dan İstanbul’daki mülteci teşkilatlarını kapatmasını istemekteydi. Mülteciler Moskova ve Ankara yönetimlerinin iyi ilişkileri nedeniyle Kemalistlar İstanbul’a geldiğinde, kendilerini Sovyet Rusya’ya göndereceklerinden korkuyorlardı. 1922 sonbaharında İstanbul’dan başka ülkelere özellikle Bulgaristan’a yoğun Beyaz Rus göçü oldu. Sovyet Rusya’nın 1921 başında çıkardığı af ile Rus mültecilerin Rusya’ya dönüşü başladı. Ama bu sayı fazla olmayacaktı.    

2.6 Beyaz Rus Ordusunun Ankara Hükümetine karşı kullanılmaya çalışılması

Beyaz Ordunun, İtilaf devletleri himayesinde İstanbul’a iltica etmesi aslında Ankara Hükümeti ve Milli Mücadele’nin geleceği açısından büyük bir risk oluşturmuştur. İtilaf Devletleri birkaç yıldır savaşan, iyi eğitimli Beyaz Orduyu Ankara Hükümetine karşı kullanmayı düşünmüştü. Buna karşın Wrangel Ordusu subayları en baştan beri Anadoluya karşı bir savaşta yer almayı düşünmedikleri hatta Anadolu hareketine sempatiyle baktıklarını açıkladılar. İstanbul’daki Ruslar, Türklere ve özellikle Anadolu’ya karşı sempati duymaktaydı. Hatta itica eden Wrangel Ordusu subaylarından bazıları Fevzi Paşa(Çakmak) ile temasa geçerek beraberlerindeki askerlerle birlikte Milli Mücadele yanında savaşa katılmak istediklerini bildirmişler fakat bu talep Fevzi Paşa tarafından kabul edilmemişti. Wrangel Ordusu içerisindeki subay ve askerlerden Çerkez ve Tatar olanlar da vardı. Çerkezlerin sayısının 7,216 olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan bazıları Milli Mücadele tarafına geçmek için Adapazarı’na kadar gelmiş ve burada Yunanlılar tarafından geri çevrilmişti.  

Gelibolu’da Rus Ordusu geçit töreninde

Yunan Hükümeti’de Beyaz Rus kuvvetlerinin Yunan ordusunda istihdamı ve kullanılması için büyük gayret gösteriyordu. İngiliz ve Fransızlar Beyaz Ruslara yardımı azaltınca bu durumdan istifade etmek isteyen Yunan Hükümeti, her türlü yardımı yapmaya hazır olduğu iletmişti. Gerçekten zor durumda olmasına karşın Beyaz Rus ordusu, Ankara Hükümetine karşı bir hareket içerisinde olmayacağını açık ve kesin bir dille belirterek, Yunanlıların umutlarını kırmıştır. Gerçekten de Beyaz Rus generalleri Anadolu aleyhinde bir harekette bulunmayacakları konusunda dirayetli bir duruş sergilediler ve Rusya dışında kan akıtmayacaklarını kesin bir dille ilettiler. Sonuçta İtilaf Devletlerinin, Beyaz Rusya Ordusunu, Anadolu hareketine karşı kullanmaları mümkün olmadı.     

2.7 Mütareke yıllarında İstanbul

16 Mart 1920’de resmen işgal edilen İstanbul yoğun bir nüfus hareketliliğine sahne olmuştur. Bu nüfus hareketliliğini yaratan faktörlerden birisi terhis edilen Osmanlı askerlerinin kente geri dönmesi, bir diğeri ise Rus mültecilerdir. Büyük bir hareketlilik yaşayan İstanbul şehrinin nüfusu 1914-1916 yılları arasında 1,600,000 kişidir.

Karaköy Limanda Denizcilik İşletmeleri binasının önünde İngiliz Birlikleri

İstanbul’un mütareke sonrasında çok ciddi boyutlarda hayat pahalılığı yaşanmaktadır. Vedat Eldem Mütareke İstanbul’unu anlatırken: ”Mütarekenin imzalandığı tarihte, memlekette iktisadi durum pek vahim bir hal almıştı. Yiyecek ve giyecek stokları tükenmiş, ithal yolları kapanmış, mahsul harpten önceki miktarının yarısına düşmüştü. Halka ekmek yerine 100 dirhem (320 gr) arpa, yulaf ve bakla ile karışık mamul verilmektedir. Ruslar tarafından istila edilen Doğu vilayetlerinden(Kafkasya) göç eden bir milyona yakın insan, Batı Anadolu’ya sığınmıştır. İstanbul’da 1918 yılının Ekim ayında hayat pahalılığı, Düyun-i Umumiye’nin endeksine göre harpten evvelkinin 15 misline, toptancı fiyatları esas alındığı takdirde 7-8 misline yükselmişti”.

Çamaşır yıkayan bir Rus prensesi

Rusya’dan ayrılırken yanlarında pek fazla bir şey getiremeyen göçmenler için yerleşme sürecinin arkasından, iş bulma ve hayatlarını devam ettirme kaygısı baş göstermiştir. Sepet, oyuncak yapımı, bahçıvanlık, halıcılık, ayakkabıcılık, nakış, dikiş, tren vagonlarının temizlenmesi, taksi sürücülüğü, gazete, yün bebek veya ayakkabı bağı satıcılığı gibi değişik işler yapmışlardır. Terzilik yaparak yaşamını kazanmaya çalışan ancak geçmişte bu tür işler için deneyimi olmayan Rusya’nın soylu kadınları için İngiliz ve Amerikalı yardımsever kadınlar tarafından dikiş evleri açılmış, bir kısmı da mürebbiyelik ve kâhyalık yapmaya başlamıştır. Bir prensesin patrona kahve götürmesi, profesörler ve eski milyonerlerin çiçek ya da sigara satması İstanbul’un olağan görüntülerinden birisi olmaya başlamıştır.

2.8 Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Sovyet Hükümeti ile İlişkileri

Mustafa Kemal, 1920 İlkbaharında, Halil (Kut) Paşa’yı (Enver Paşa’nın amcası) Bolşeviklerle temas kurma görevi ile Moskova’ya gönderdi. Halil Paşa, Sovyet Hükümetine ‘En yakın zamanda Anadolu’da Sovyet Rusya’yla dostluk ve birlik antlaşması imzalamaya hazır ulusal bir hükümet kurulacağını bildirdi.’

Mustafa Kemal, Rusya Elçisi Aralof ve Azerbeycan Elçisi İbrahim Abilof ile Çay İlçesinde (Anadolu Ajansı – Hanri Benazus Arşivi)

23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisinin ilk faaliyetlerinden biri,  26 Nisan’da Sovyet Rusya Halk Komiserler Meclisi’ne bir mektup göndererek ilk dış ilişkiyi başlatmak oldu. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Lenin’e yazdığı mektupta ‘Türkiye-Sovyet Rusya ile birlikte emperyalist hükümetlere karşı savaşmak zorundadır ve Türkiye’ye saldıran emperyalist düşmanlarla mücadele de Sovyet Rusya’nın yardımına umut bağlamaktadır” sözleri yer almaktadır. 1 Haziran’da Moskova’ya ulaşan mektup, B.M.M. Hükümetinin ilk dış politika belgesi oluyordu ve Sovyet toplumu tarafından memnuniyetle karşılanmıştı.


3. BEYAZ RUSLARIN İSTANBUL SOSYAL HAYATINA ETKİSİ

1917 Devrimi sonrası Kızıl Ordu'dan kaçan Rus göçmenlerin Avrupa ülkelerine gidebilmeleri hemen hemen olanaksızdı. Wrangel ve Denikin'e her türlü desteği vaat eden Batılı ülkeler, yenik düşen Beyaz Rus halkını ülkelerine kabul etmiyordu. Vize alabilmek çok zordu. Ancak, bir yabancının metresi olmayı başaran ve o sayede seyahat izni koparan kadınlar, kocalarını da peşlerinden sürükleyerek diledikleri ülkeye gidebiliyorlardı. 

 Büyükada’da Beyaz Ruslar

Genelde Slav ırkından, duru beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü olan Beyaz Rus kadınlar İstanbul’a geldiklerinde olay yaratmışlardı. Başı açık geziyor, kısa ya da kloş tabir edilen etekler giyiyorlardı. Saçları kısacık kesilmişti. Buna da ‘çan kesimi’ deniyordu. Kimileri saçlarına tülbent sararak Rus başı modasını başlatmıştı. 

İstanbul sokaklarında tablasıyla satış yapan Rus mülteci

İstanbul Ansiklopedisi yazarı Reşad Ekrem Koçu’ya göre: ‘Beyaz Rusların büyük ekseriyeti Çarlık Rusya’sının en üst, görgülü, bilgili tabakasına mensuptu. İstanbul’un eğlence dünyasını renklendirerek ilk barlarını açtılar. Açtıkları eğlence yerleri sanat mekanları oldu. Ak sakallı yarbaylar, albaylar, generaller, memleketinde malikaneler bırakmış zenginler, Beyoğlu Cadde-i Kebir’inde, boyunlarında basit tahta işportalar, kibrit, sigara, çikolata ve karamele sattılar’.  İstanbul’a gelen Avrupa görmüş Beyaz Rus aristokratlar, son modayı da beraberlerinde getirmişler, terzilik yapan İstanbullu şık hanımefendiler arasında rağbet görmüşlerdi.

3.1 İstanbul’lu deniz ile tanışıyor

İstanbul’da Mütareke ile birlikte mesire anlayışı değişiyor. Boğaz yerine artık Marmara kıyılarına, Adalar’a gidiliyor. İstanbul’lu denize girmeye başlıyor. Plaj modasını Rus göçmenler getiriyor. Yüzyıllardır denizden kaçan müslüman ve gayri müslim İstanbul halkı bu kez Fülürye’ye plaja koşuyor. Burada yarı çıplak Rus dilberleri denize giriyorlar. Eskiden, tarihi çınarlar ve menba suları ile meşhur Fülürye’ye fülürye kuşunu dinlemeye giden halk bu kez deniz banyosu yapıyor. Bu arada “Fülürye” Rus şivesi ile Florya’ya dönüşüyor. Mahremlik giderek kalkıyor, Türk kadınları için de açılma devri başlıyor.

3.2 Beyaz Rus taksi şöförleri

İstanbul’da ilk otomobilleri 1910 yılından sonra görüyoruz. Taksicilik mütareke yıllarına denk düşer. 1920’lerin sonlarında İstanbul’da yaklaşık 700 otomobil vardır ve bir bölümü taksi olarak çalışmaktadır. 1920’lerin ortalarında birçok Beyaz Rus’un şoförlük yaptığını görürüz. İş disiplini olan bu şöförler genelde takım elbise, kolalı gömlek ve kasket giyerlerdi. Bu şoförlerin neredeyse tümü Beyaz Ordu’nun mekanize birliklerinin subayları ve zırhlı sürücüleriydi. Bir bölümü oto tamircisi açmayı tercih etmişti. İstanbul trafiğinde ustalığını kanıtlayan Beyaz Rus şoförler, kısa zamanda Beyoğlu’nun gözdesi olmuştu. Bunun bir nedeni de, Rus şoförlerin tüm kabare, bar ve pavyonların yerlerini bilmeleri ve önerilerde bulunmalarıydı.

3.3 Beyaz Rus Müzisyenler

İlk dalgada gelen müzisyenlerden Segei Pissanko de Romanovski boğazdaki yalılarda çok konser vermişti. Chijevski kemanın ressamı olarak nitelendirilen bir sanatçıydı. Bu iki sanatçı 1920’lerin ortalarında Amerika’ya gittiler.  Pera Palas Oteli salon orkestrasının şefi ve kemancı Pavel Alexeyevich Zamoulenko, çoğu Beyaz Rus müzisyen gibi 1920 sonbaharında gelmişti İstanbul’a. Gerçek bir virtüöz olarak ün salan sanatçı, özellikle Çaykovski, Beethoven, Liszt, Schubert, Borodin, Rimsky-Korsakov gibi bestecilerin yapıtlarından bölümler yorumlarken yoğun alkış alıyordu.

İstanbul’da 1920-1924 arasında gösteriler düzenleyen Rus bale topluluklarının dekorlarını tasarlayan Bobritzky’nin yapıtları şaheser kabul ediliyordu. Sanatçı Mesut Cemil, Radyo Dergisi’nin Ocak-Şubat 1949 sayısında, “Hepsi Fransa, Almanya ve Amerika’ya giden bu artistler en kıymetlilerindenmiş. O zamandan beri yüksek ve modern bale sanatı namına, görüp görebileceğimiz bunlardan ibaret kaldı...” diyor. Müzik Antolojilerinde Muhlis Sabahattin’in Nihavent şarkısı olarak kaydedilen “Hatırla Sevgilim” adlı şarkının da bir Rus şarkısı olduğunu, 1940’lı yıllarda şarkıya “ Hatırla Margarit” diye başlandığını söylemek gerek.

3.4 Beyaz Rus Ressamlar

İstanbul'a göç eden sanatçılar içerisinde çok sayıda ressam vardı. Almış oldukları klasik-akademik eğitim ve yetenekleriyle, yabancı resme olan talebi değerlendirerek kısa zamanda ön plana çıktılar. Özellikle suluboya tekniğinde fevkalâde başarılı olan sanatçıların, yağlıboya dahil her türlü malzeme ve yüzeyde, yumuşak ve parlak renkleri tercih ettikleri, ışık oyunlarının hâkim olduğu başta Boğaziçi ve Haliç peyzajları ile tarihî yerleri konu alan çalışmaları yoğun talep görmüştür. İstanbul'da yaşayan kentsoylu ve aristokrat aileler sayesinde, yetkin oldukları portre ve azınlık tarafından gelen talep üzerine de natürmort çalışmalara ağırlık vermişlerdir. 

Rus ressamı Alexis Gritchenko 16 Kasım 1920'de İstanbul'a gelmiş, İbrahim Çallı, onu Tophane'de sulu boya resim yaparken görmüş, resimlerini beğenip ve evine davet etmişti. Gritchenko, Çallı'nın evinde aylarca konuk olmuştur. Gritchenko'nun çalışmaları, Çallı üzerinde büyük bir etki yaratacaktır.   Gritchenko 1921 yılında Paris’e gitmiştir.  

Two Figures, 1921, Gritchenko, Guaş ve kara kalem

Mülteci sanatçılar yapıtlarını ilk kez, Elhamra (Alhambra) Sineması yakınlarında, hediyelik eşya satan ‘Grigorian’ isimli dükkânda, 9 Ekim 1921 tarihinde sergileyerek kamuoyu ile paylaşmışlardır. İstanbul Rus Ressamlar Birliği, 1 Ocak 1922’de kurulur. Birlik üyeleri dokuz sergi açar ve durumları biraz düzelir. Birliği kuran ressamların çoğu daha sonra Avrupa ve özellikle Amerika’ya gidecektir. Bu dönemde İstanbul'da bulunan Beyaz Rus ressamların önemlileri; Vassili Yosifovich Ivanoff, Dimitri Vassilievich Ismailovitch, Vladimir Feodorovich Zender, Vladimir Konstantinovich Petrov, Nicholai Becker’dir.

Kazak asıllı olan İbrahim Safi (Rahman Safiev), 1918 yılında Beyaz ordu ile Türkiye'ye gelmiş ve İstanbul’a yerleşmiştir. Moskova’da başlamış olduğu resim eğitimine, Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nde devam etmiş, 1923 yılında üstün başarı ile mezun olmuştur. 1936’da Türk vatandaşı olmuş, 4 Ocak 1983 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir.

Plaj, İbrahim Safi

Nikalai Kalmikof Kharkow Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim aldı. Ailesiyle birlikte Beyaz Rus göçüyle İstanbul’a geldi. 1936 yılında Türk vatandaşı olan ve Naci Kalmukoğlu adını alan sanatçı Haliç, Boğaziçi ve Adalar’a dair peyzajlar resmeder. Tarihi şahsiyet ve olaylara ilişkin figüratif çalışmalar, nü çingeneler ve natürmortlarıyla ünlüdür. 3 Şubat 1951 günü yaşadığı apartmanın penceresinden düşerek şüpheli bir şekilde vefat etmiştir. 

Falcı Kız, Naci Kalmukoğlu

3.5 İstanbul’da Rus lokantaları ve Pastaneleri açılıyor
İstanbul’un barlarına ek olarak bu yıllardaki lokantaları da oldukça önemlidir. İstanbul’un eğlence kültürü üzerindeki etkilerine ek olarak bu yıllarda mültecilerin yemek kültürü üzerindeki etkileri de yadsınamaz. Rejans, Turkuaz, Ayaspaşa Rus Lokantası, Garden Bar, Maxım, Moscovite, George Carpitch, Medved, Rose-Noire, Splendid, Cherezade, Novotny Otel ve Lokantası, Kievski, Kit-Kat Bar ve Restoran, Dulber Restaurant De Caucasse-Dulber Cafe, Sarmatov, Dore Petrograd Nisuaz ve Ankara Pastanesi çoğunlukla Beyaz Ruslar tarafından açılan ve rağbet gören yerlerdi. 


Tepebaşı’nda eski Bonmarşe’nin yerinde Le Grande  Cercle Moscovite de önemli bir lokaldi.1925’de George Karpitch tarafından devralındı ve sahibinin adı altında yeniden açıldı. Yazar Reşat Nuri Güntekin, ”Nasıl tutunmaz ki, hem o vakte kadar görülmemiş bir dekor içinde, görülmemiş bir yeni çeşnide yemekler veriyor; hem mesela kutu kutu siyah havyarı ibadullah masaların üstüne döküyordu” Üstelik Karpiç Efendi, İstanbul’luları hızlı yemek yeme huyundan vazgeçirmeye çalışıyordu. Karpiç garsonlarına “Çorba ile etin arasına sekiz dakikadan az zaman koyarsanız ben de sizi kovarım… Hangisi işinize gelirse… Zevkle yemek yemeğe alışmalılar… ” diye ısrar ediyordu. Atatürk’ün teşvikiyle 1928 de lokantasını Ankara Ulus’taki Taşhan’a taşıdı. 1953 de kapandı. Ankara’nın ilk üst düzey lokantasıydı.


Rejans lokantası

Beyaz Rusların İstanbul da açtığı çok sayıda lokantadan yalnızca Rejans günümüze gelebildi. Olivo geçidi ile Emir Nevruz sokak arasındadır. 1923 yılının sonlarına doğru, içki yasağı nedeniyle, Berthet lokalinin isim hakkını Mihail Mihailoviç'e devretti. 1931 yılında Mihail Mihailoviç'in ödeme güçlüğüne düşünce mekan, Tevfik Manars, Veronika Protoppova ve Vera Çirik üçlüsü tarafından Rejans adıyla Rus lokantasına dönüştürülür.


Rejans'ın 1940-50'lerde müşterileri daha çok yabancı konsolosluk mensupları, İstanbul'un kalburüstü kişileri, zengin azınlıklar, yüksek devlet memurları iken, 1960'lardan itibaren Rejans sanatçıların, yazarların, şairlerin, aydınların üniversite öğretim üyeleri ve öğrencilerinin devam ettikleri bir yer haline gelir. 1976 yılında yanar sonrasında yeniden restore edildi. Olmazsa olmaz içkisi sarı votkadır. Bortsch çorbası, Boeuf straganov,  kievsky önemli yemekleridir.

Maxim Bar ve Lokal


Taksim Maksim Gazinosunun bulunduğu yerde 1920'lerde Maxim Bar ve Lokali vardı. Maxim'in kurucusu Maxim Frederick Bruce Thomas (1872-1928) eskiden köle olan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Çocukluğu ailesinin Mississippi’deki çiftliklerinde geçer. Babası başka bir siyah tarafından öldürülünce aile dağılır. Frederick önce Chicago ve Brooklyn’e gider ve garson olarak çalışır.

1894 da Londra’ya geçer. Avrupa’da çeşitli şehirlerinde bulunduktan sonra 1899 yılında siyah bir Amerika’lının şaşkınlıkla karşılandığı, siyah beyaz ayrımının olmadığı Rusya’ya yerleşmeye karar verir. Moskova’da yaşadığı 19 yıl süresince ismini Fyodor Fyodorovich Tomas olarak değiştirir ve iki kez evlenir. Rus vatandaşı olur ve şehrin tiyatrolar, restaurantlar sahibi bir zengini haline gelir. Bolşevik ihtilali sonrasında tüm taşınmazlarını Rusya’da bırakarak 1919 yılında İstanbul’a kaçar. Devrim öncesinin zengini, bu kez İstanbul’da elinde kalan son bir avuç para ile 1921 yılında Maxim’i açarak Türkiye’ye jaz müziğini tanıtır ve ikinci kez milyoner olur. Dönemin yabancı düşmanlığı ve kendisinin müsrifliği sonucu sıkıntılar yaşar, 1927 yılında Maxim elinden çıkar. Borçlarından dolayı hapse girer ve İstanbul’da 1928 yılında hapishane de ölür. Frederick 1920 yılında ABD ye dönmek için pasaport başvurusunda bulunmuş fakat köle geçmişinde dolayı ABD tarafından red edilmiştir. Frederick, köle orijininden gelen bir insan olarak iki kez iki değişik ülkede sıfırdan başlayarak milyoner olmuş ve ne enteresan ki iki devrim ile herşeyini kaybetmiştir.

İstanbul'a pasta zevkini aşılayanlar Rus göçmenlerdi. İstanbul’un seçkinleri artık muhallebicilere değil pastanelere takılıyordu. Kaçamaklar pastane köşelerine kayıyordu. Giderek pastane tutkusu yaygınlaştı. Mütareke yıllarında İstanbul'un dört bir yanında açılan pastanelerde servisleri Rus bayanlar yapıyordu. Beyoğlu’ndaki en önemli pastanelerden birisi de 1920 yılında açılan Petrograd Pastanesi’ydi. Sabaha kadar açık olan ve enfes tatlıları ile meşhur olan bu yerde özellikle tatil günü olan Cuma günleri yer bulmak mümkün değildi.

Çiçek pasajı


Çiçek Pasajı’nın bulunduğu yerde 1800’lerde Mihail Naum Duhani adında Lübnan’lı bir Hıristiyanın evi vardı. Ev 1831 yangınında yandı. Yangından sonra İtalyan İllüzyonist Giocanni Bartolomeo Bosca, bu araziyi kiralayarak ahşap Bosca Tiyatrosunu yaptırdı. 1844’den sonra arazinin sahibi Naum, tiyatroyu Bosca’dan devir alır. Salon tam bir İtalyan Operası biçimindeydi. Kat kat locaları vardı. Tiyatro binasının 1846’da tamamen yanması üzerine mimar Gapare ve Gusappe Fossatti Kardeşler tiyatroyu yeniden inşa ederler. Tiyatro bu haliyle 4 Kasım 1848’de Verdi’nin Macbeth Operası ile tekrar perdelerini açar.  Sultan Abdülmecit 9 Şubat 1849’da imparatorluk locasından ilk kez opera izler. 1853’deki yangın sonucu yine yanan tiyatro, eski formunda kagir olarak yeniden yapılır. Ne var ki bu kez de 1870 yangını sonucu kül olur.

Dönemin ünlü bankerlerinden Hristaki Zografos Efendi, tiyatrodan kalan boş arsayı alır ve mimar Cleanthe Zanno’yu görevlendirerek, orijinal adı Cité de Pera olan bugünkü çarşıyı yaptırır.1876 yılında yapımı biten binanın altında 24 dükkan üstünde ise 18 daire bulunuyordu. Hristaki Pasajı olarak da anılan bu pasajı, 1908’de Sadrazam Küçük Sait Paşa satın alır.

1919’dan sonra İstanbul’a gelen Beyaz Rus kızlar Çiçek pasajının yakınında bir sokakta çiçek satarlarken, Mütareke döneminde İngiliz ve Fransız askerlerinin tacizlerine uğrayıp, o zaman bir pasaj olan Çiçek pasajındaki küçük dükkanlara yerleşiyorlar. Sonrasında Çiçek mezatları da burada yapılmaya başlanıyor ve adı halk arasında Çiçek pasajı olarak kalıyor.   

Smirnoff votkası  üretiliyor

Pyotr Smirnov 1864 yılında Moskova’da PA Smirnoff adıyla votka üretimine başladı. Pyotr ölünce oğlu Vladimir Smirnov(1875- 1939) işi devam ettirdi. Şirket senede 4 milyon kasa votka üretiyordu. Çar 1904 yılında votka endüstrisini Rusya’da millileştirdi ve Smirnov ailesinin fabrikası ile markasını satın aldı. 1917 devrimi sonrasında Smirnov ailesi Rusya’yı terkedip istanbul’a gelince 1920 yılında Vladimir Smirnov votka fabrikasını İstanbul’da yeniden açtı. Dört sene sonra votka üretimini o dönem Polonya’ya şimdi Ukrayna’ya bağlı olan Lviv kentine taşıdı, marka adını da Smirnoff’a değiştirdi. 1925 de ikinci fabrika Paris’te açıldı.

3.6 Kahvehanelerde Rus kadınlar tombola oynatıyor

Rus kadınlarının güzelliği ve zarafeti İstanbul erkeklerini büyülemişti. Hele tombalacı hatunlara, İstanbul erkekleri deli divane oluyorlardı. İşgal yıllarında İstanbul'un hemen her kahvehanesine Rus kadınları müşterilerle tombala oynamaya başlamışlardı. Kolları, göğüsleri açık, güleryüzlü, sarı saçlı, mavi gözlü Rus dilberlerini karşılarında görenler keselerinin ağzını açmakta fazla direnemiyor; tombala oynayarak evin rızkını Rus dilberlerine kaptırıyorlardı. Aslında tombala oynatmak yetkisi “Malulin-i Askeriye Muavenet Heyeti”ne verilmiş bulunuyordu. Malulin-i Askeriye Muavenet Heyeti, Hükümet’e, Darülaceze’ye ve Darüleytam’a gelir sağlamak ve zor durumda bulunan asker malüllerine yardım etmeyi hedeflemişti. Ruslar tarafından para kazanmak amacıyla oynatılan Tombalaya karşı açılan savaşta bu oyunun kumar olması ve dolayısıyla islam dini açısından yarattığı sakınca da önemli bulunmuştur. Rus kadınların tombala oynatmaları ile mücadele etmek üzere dernek kurulur.  Çoğu Darülfünun öğrencisi olan Tombalacılarla Mücadele Derneği üyesi gençler kahve kahve dolaşarak hem kahvehane sahiplerini tehdit ederler, hem de Rus kadınlarına gözdağı verirler. Bunun üzerine Tombalacı Rus kızlar kahvelerden çekilmek zorunda kalırlar.

3.7 Gece hayatında Beyaz Rus kadınlar ve Haraşo’ların yarattığı sorunlar

Mütareke yıllarında Milli Sinema'da Rus varyetelerini seyretmek için bilet alabilmek hiç de kolay değildi.  Birçok kişi tekrar tekrar aynı varyeteyi seyrediyordu. Sinema sahnesinde, kadının hâlâ tesettürlü olduğu bir dönemde, ince bir ten rengi iç çamaşırı giyip akrobasi hareketleri yapan Rus kızları halkta heyecan yaratıyordu. 
Güleryüz dergisi sayı:47
Beyoğlu'nda Rus Lokantasında yemek yiyen müşteri: Sekiz yüz doksan yedi kuruş, bir yemek!.. Fena değil. Tam bizim maaş. Bu fiyata herhalde başka şeyler de dahil olsa gerek!
1920-1922 yılları arasında Beyoğlu, Beyaz Rus istilasına uğramış gibiydi. Ana caddeler üzerinde kabareler, arka sokaklarda pavyonlar açılıyor, Rus lokantalarının masaları kaldırımlara taşıyor, şarkılı ve danslı şovlar İstanbul gecelerine renk katıyordu. Beyoğlu’nun ön yakasında eski düşesler votka sunarken, arka yakasında Odessa ve Kiev genelevlerinden kaçan kadınlar kokain pazarlıyordu. İstanbul’un mütareke sonrasındaki temel sorunlarından birisi eğlence hayatına bağlı olarak gelişen fuhuştur. Barlar aracılığı ile uyuşturucu madde tüketiminin de bir alışkanlık halini almaya başlaması nedeni ile Dr.Mazhar Osman:” Wrangel ordusuyla birlikte İstanbul’un kaymak tabakası yeni bir illetin pençesine düşmüştür. Beyaz toz ya da kokain”  diyerek uyuşturucu kullanımında Rusların etkisine dikkati çekiyor.


Beyaz Rus kadınlarının İstanbul’a gelişiyle birçok ailede huzursuzluk başladığı anlatılır. Gerçekten de Beyaz Rus kadınlar son derece zor anlar yaşadı. Çarın sarayında her türlü lüks ve konfora alışık kadınlar, Beyoğlu’nda garsonluk yapıyor, daha az şanslıları Galata pavyonlarında kokain satıp kendini pazarlıyordu. Aralarında bulaşıkçı düşesler, tuvalet temizleyici kontesler, hastabakıcı baronesler, dadılık yapan nedimeler vardı. Bir bölümü boynunda sigara tablası, Pera’da bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, kimi de gazete satıyordu. İyi, hoş, güzel anlamına gelen Rusça sözcük ‘haraşo’, Rus lokantalarında, barlarında, pavyonlarında, kabarelerinde, pastanelerinde sıkça duyulurdu. İstanbullular özellikle sarışın ve beyaz tenli Rus kadınlarına ‘haraşolar’ adını takmıştı. Haraşo kelimesi, gazete köşelerine, fıkralara ve karikatürlere kadar girmişti.

3.8 Son Kalan Ruslarda İstanbul’u terkediyor


İstanbul’da kaldıkları dönemde Rus parası ruble’nin hiçbir alım gücü yoktu. Değeri o kadar düşmüştü ki bir milyon ruble üç Osmanlı lirasına değiştiriliyordu.  Bir muhasebecinin hesabına göre bir odayı ruble ile kaplamak, adi kağıtla kaplamaktan daha ucuza mal oluyordu. Çekirdek satan tezgahtarlar Rus Rublelerini alıp çekirdek külahı yapmaktan bahsediyorlardı. Çoğu Rus, evde 1 bavul dolusu ruble var ama açlıktan ölmek üzereyiz diye şikayet ediyordu. Bunların yanında bir de zengin Ruslar vardı. Eğlenceye çok düşkün, hesapsızca para harcayan ve bu nedenle İstanbul’da fiyatların artmasına ve piyasaların altüst olmasına neden olan bu zümre İstanbul’da fazla kalmadı. Avrupa’nın diğer büyük şehirlerine gittiler.

Aydede dergisi sayı:21
Barda seyyar satıcılar

1920’lerin ortasından itibaren işsiz Rusların ülkeyi terketmesi için çalışmalar yapılmaya başlandı. Oturma izinleri 31 Temmuz 1927’de sona eriyordu. Sayıları 2,700 kişiye inmişti. Ama oturma izni her dönemin sonunda uzatıldı.1932 yılında yabancıların kahvehanelerde, barlarda oyunculuk ve garsonluk, çalgıcılık, fotoğrafçılık, turist tercümanlığı ve rehberlik, şöförlük, bekçilik  yapmalarını engelleyen kanunun çıkışıyla Ruslar için  İstanbul cazip olmaktan çıktı. Yapabilecekleri bütün işler ellerinden alınmıştı. Ve son kalan Ruslar da böylece başka ülkelere gittiler.


4. SONUÇ

Bolşevik devrimi sonrasında Rusya’da Kızıl Ordu ile Bolşevik karşıtı Beyaz Ordu kuvvetleri arasında bir iç savaş yaşanmış ve mücadeleyi Kızıl Ordu kazanmıştır. Kızıl Ordunun önünden kaçan, 70 bini asker 150 bin kişi 1919-1920 yılları arasında İtilaf devletlerinin kontrolünde İstanbul’a sığınmıştır. İtilaf Devletleri, deneyimli Beyaz Rus Ordusunu Milli Mücadeleye karşı kullanmak istemiş ama Beyaz Rus Generallerin ülkeleri dışında kan akıtmak istememeleri ve Anadolu hareketine sempatileri nedeniyle bu istekleri gerçekleşmemiştir. Yetmiş bin kişilik ordunun Milli Mücadeleye karşı Yunan kuvvetleri yanında savaşa katılması, Kurtuluş savaşının seyrini değiştirebilirdi. Büyük bir risk atlatılmıştır. 

İstanbul’a hareket ve renk getirmiş olmalarına rağmen kentin bozulmasına da neden olmakla suçlanan Beyaz Ruslar, 1921 yılında Sırbistan’a, Bulgaristan’a, Romanya’ya ve Yunanistan’a sığınmacı olarak gitmişlerdir. 1920 yılında Beyaz Ordular ile ilişkisi olmayanların geri dönüşüne Sovyet hükümeti tarafından izin verilmesine rağmen çok az sayıda Rus vatandaşı memleketlerine dönmüşlerdir. Mültecilerin bir kısmı Avrupa’da asimile olurken, bir kısmı Amerika’ya gitmiştir. 1919 yılında Paris, Rus göçmenlerin politik merkezi olurken, Berlin kitapların yayınlandığı bir merkez halinde idi. Sofya emekli askerlerin toplandığı nokta, Prag bir bilim ve eğitim merkezi, Varşova ve İstanbul ise birer ara istasyondu. İstanbul’daki Rus nüfus 1922’den itibaren 30 bin kişinin altına düşmüş ve 1930 yılında Milletler Cemiyeti Yüksek Komiserliği’nin rakamlarına göre 1,400 kişinin kaldığı görülmüştür. 

Beyaz Ruslar kaldıkları süreç içerisinde kendilerine yardım eden başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Halife Abdülmecit ve çeşitli yardım kuruluşlarına teşekkürlerini 1924 yılında Spassibo (Şükran) isimli bir kitap  yayınlayarak göstermişlerdir. Kitap Rusça, Fransızca ve İngilizce olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. 

Kader’in oyunu olsa gerek Beyaz Rusların İstanbul’a gelmesinin nedeni olan Kızıl Ordu’nun kurucu Başkomutanı Troçki, Lenin’in ölümünden sonra parti’nin başına geçen Stalin ile anlaşmazlığa düşünce, 1929 yılında  İstanbul’a sürüldü ve 1933 yılına kadar çoğunlukla Büyükada’da yaşadı. Sonrasında ikişer yıl Fransa ve Norveç’te kaldıktan sonra 1937’de Meksika’ya sığındı. 1940 yılında röportaj yapmaya gelmiş gazeteci kılığında bir Rus ajanı tarafından öldürüldü.


Kaynakça
BARAN, Tülay Alim - Atatürk Araştırma Merkezi dergisi - Mütareke Döneminde İstanbul’daki Rus   Mültecilerin Yaşamı
BAKAR, Bülent          - Esir Şehrin Misafirleri Beyaz Ruslar
GÜNAYDIN Mehmet, GÜNAYDIN Elmira, ÖNGEL Süleyman – Gelibolu’da Beyaz Rus Ordusu ve Kırımlı  Askerler
BAYSAN, M.Galip     - Hakimiyet-i Milliye Bağımsız Kemalist Gazete - Beyaz Ruslar İstanbul’da


http://informadik.blogspot.de/2014/07/beyaz-ruslar-istanbulda.html  dan ALINTIDIR