26 Ağustos 2015 Çarşamba

Atatürk’ün Saklanan Türklüğü! DR.ALİ GÜLER



Atatürk’ün Saklanan Türklüğü;  Saklayanlar, Saldıranlar, Satanlar
Kim Bunlar?
Türkiye’de üç kesim gerçek Atatürk’ü, yani Atatürk’ü olduğu gibi anlamamıza engel oldu.
Bunların bir kesimi “Atatürkçü” geçinerek, kendi kafalarında ürettikleri bir başka Atatürk’e sahiplendiler.
Milletimizin önüne “işte Atatürk budur” diyerek çıktılar.
Bunların anlattığı ve dayattıkları Atatürk, “soyca Türk olmayan bir aileden gelen, dinsiz, ateist çizgide inançsız, ayyaş, militarist, diktatör, en yakın arkadaşlarını bile öldürtmekten çekinmeyen gözü dönmüş katil” şeklindedir.
Son yıllara kadar medya, sinema, tiyatro, müzik, moda sektörlerinde tek egemen olan bu kesim mensupları genellikle Türk kimliği bakımından “etnik” problemleri olan ve ideolojik bakımdan da Marksist – Liberal çizgide bulunanlardan oluşmaktadır.
Bu grupta yer alanlar aynı zamanda Türk milli kültür değerlerine uzak dururlar ve “din/İslâm karşıtı”dırlar.
Bunlar, kendi ideolojik görüşlerini ve tarihsel sayıklamalarını Atatürk’e giydirerek pazarladılar.
Atatürk’ün üzerinden İslâm/din konusunda yüzeysel, sıradan, çarpık ve maksatlı düşüncelerini yaymaya çalıştılar.
İkinci kesim ise baştan beri Atatürk’e, düşüncelerine ve onun eserine karşı olan, ideolojik bakımdan kendilerini “İslâmcı-Muhafazakar” diye tanımlayan kesimdir.
Esasında bunlar; ağırlıklı olarak gerçek “Muhammedî İslâm”ın (Hazreti Muhammed’in insanlığa tebliğ ettiği İslâm’ı) değil; Prof. Dr. Nadim Macit’in ifadesiyle birilerinin, küresel güçlerin politikaları ve stratejik çıkarları doğrultusunda “üretilen”, Osmanlı Devleti’nin çöküşünde İngiliz destekli Teali İslâm Cemiyeti’nin, günümüzde ise “ayarlı İslâm”ın (Moderate İslâm) sözcüleridir.
İnanç değerlerini, kültürel kıymetlerini kendi var oluşlarının dışında gördükleri için ‘tarih dışı, lafızcı, şekilci’ din müntesipleridir.
Bu grupta yer alanlar diğerlerinin tersine “dini/İslâm’ı” referans aldıklarını ifade etmelerine rağmen, gerçekte “din/İslâm üzerinden ve dini/İslâmî değerler ve semboller üzerinden siyaset yapanlar”dır.
Bunlar, Atatürk’ün çağdaşlaşma faaliyetleri ile birlikte “yeraltına” inmiş, çok partili hayatla birlikte tekrar “yerüstüne” çıkmış ve son yıllarda diğer kesimin egemenliğindeki bazı alanları da ele geçirmişlerdir.
Bu ikinci kesim mensuplarının Türk milletine anlattıkları Atatürk de “annesi genelev kadını, neseb-i gayri sahih, dinsiz, imansız, ayyaş, uçkuruna düşkün, zalim bir diktatör, deccal, paraya düşkün” şeklindedir.
Bu iki kesimin Atatürk ve Atatürkçülük konusundaki yaklaşımları birbirlerine ters imiş gibi görünse de; yani bir kesim “Atatürkçü”, diğer kesim de “Atatürk karşıtı/düşmanı” gibi görünse de esasında bunlar daima birbirlerini beslemişler ve birbirlerini büyütmüşlerdir.
Yani birinin varlığı, söylemleri ve eylemleri diğerinin de varlık nedeni olmuştur.
Zıt gibi görünen bu iki kesim, tersinden birbirine komşudurlar.
Tarihi, siyasi ve fikri duruşları farklı gibi gözükse de aynı amaca hizmet etmektedirler.
Üçüncü kesim ise “Atatürk tacirleri”dir, Atatürk’ü bir “geçim aracı” haline getirenlerdir.
Kapitalizmin değer tanımayan, çürüten, tüketen çarpık hayat tarzını benimseyen bu kesim mensupları diğer iki kesimin ürettiği sanal Atatürk ve Atatürkçülüğü içeride ve dışarıda “pazarlayarak” keselerini doldurmuşlar ve doldurmaya da devam etmektedirler.
Hiçbir etik ve bilimsel kurala uymayan Atatürk tacirlerinin tek dertleri paralarına para katmak olmuş, Türk milletinin Atatürk sevgisini yıllarca acımasızca sömürmüşlerdir.
Bazen bir “belgeselci” bazen bir “filmci” bazen de yazar olarak karşımıza çıkan bu tacirler, Atatürk üzerinden dolarlarına dolar katmışlardır.
Türk milleti bu üç kesimin dayatmaları arasına sıkıştırılmış ve kendi öz evladını tanımaktan uzak kalmıştır.
Bunların elinde Atatürk zamanla “törensel bir meta” haline getirilmiş, Onun büstlerini dikerek, On Kasımlarda selam durup, ağlayarak Atatürkçü olacağımız zannedilmiştir.
Çocuklarımıza yıllarca Atatürk çocukluğunda dayısının tarlalarından kargaları nasıl kovaladıysa; yurttan işgalci düşmanları da kargalar gibi kovaladığı anlatılmıştır.
Mesela, cenaze namazının kılınıp kılınmadığını veya annesinin ikinci evliliğini anlatmak; Atatürk’ün bir insan olarak manevi dünyasının nasıl olduğunu belgelerle ve anılarla ortaya koymak kimsenin aklına gelmemiş; bu konular kargalar kadar ilgi görmemiştir!
Belirtilen kesimler yıllarca hem “yavuz hırsız” hem de “ev sahibi” rolü oynamışlardır.
Bir taraftan millete gerçek olmayan bir Atatürk ile içi boşaltılmış bir Atatürkçülük anlatılmış; bir taraftan da “resmi ideoloji gerçekleri saklıyor” denilerek devlet suçlanmıştır.
Çelişkili vizyona dayanan bu yöntemin tarafları bazen “millet değerleri adına Atatürk’e karşı çıktıklarını” söylemiş; bu yöntem eskiyince “Cumhuriyetin batıcı olduğu” ileri sürülerek “devleti bağımlılıktan kurtarmak gerektiği” yalanı ortaya atılmıştır.
Herhangi bir zeminde ve siyasi alanda etkin olunca da reddettiklerini özgürlüğün ve kurtuluşun temeli ve esası olarak sunma yolunu tercih etmişlerdir.
Sözün özü, hem sözde “Atatürkçüler” hem de “Atatürk karşıtları” dünyadaki siyasi ve ideolojik gelişmelere bağlı olarak kurgulanmış, sanal, hayali bir Atatürk yaratmışlar ve küresel egemen gücün ideolojik değerlerini Atatürkçülük olarak pazarlamışlar; Atatürk’ü, düşüncelerini ve eserini, Türk milletinden “saklamışlardır.
Yarattıkları sanal Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü de Türk milletinin benimsemesini istemişlerdir.
Halbuki, gerçekte ne Gazi Mustafa Kemal Atatürk bunların anlattığı gibi birisidir; ne bunların anlattığı Atatürk’ü Türk milletinin benimsemesi mümkündür.
Bu  yazıda Atatürk’e atılan iftiraları, yalanları, uydurmaları ve bunların cevaplarını bulacaklar.
İnanıyoruz ki, Türk Milleti, tarih boyunca Türklük ile ilgili en güzel ve en derin sözleri söylemiş bulunan ve Türk Milliyetçiliği fikir sistemi üzerinde yükselen yeni bir Türk Devletini kuran Büyük Atatürk’ü daha yakından tanıma fırsatı bulacaklardır.
Burada bazı temel tespitleri yaparak konuya girmemizde fayda vardır.
  1. Bugün bilim adamı olarak, akademisyen olarak M. Kemal Atatürk’ün özel yaşamı hakkında bilmediğimiz bir konu yoktur.
Genel çerçeve tamamlanmıştır.
Yeni bulunan veya bulunacak belgeler bazı eksik bilgileri tamamlayacaktır.
  1. Gayretimiz, Atatürk’ü büyütmek veya bir başkasını küçültmek değildir.
Tarihi gerçeklikleri, bu arada Atatürk’ü olduğu gibi insanımıza anlatmaktır.
  1. Atatürk karşıtları/düşmanları ile şimdiye kadar yapıla geldiği gibi sadece “hukuki” mücadele ile yetinmek yeterli değildir.
Bunun yeterli olduğunu zannetmek en büyük gaflettir.
Bu elbette yapılmalıdır.
Fakat esas mücadele “fikri” zeminde yürütülmelidir.
Atatürk’e şu veya bu şekilde saldıran birisini “Atatürk’ü Koruma Kanunu” kapsamında yargılayıp cezalandırmakla iş bitmiyor.
Esasen bundan daha önemli olarak böyle kimselerin düşünceleriyle mücadele edilmelidir.
Yani doğrular eğitim sistemi ve medya aracılığı ile halkımıza anlatılmalıdır.
  1. Atatürk “törensel bir meta” olmaktan çıkartılmalı, önce insani boyutuyla anlatılmalı, sonra düşünceleri ve eserleri onun üzerine bina edilmelidir.
En büyük” diye başlayan ve bir heyula yaratan, temelsiz ve desteksiz Atatürk imajına son verilmelidir.
Onun da bizim gibi bir insan olduğu, fakat vasat insanlara göre yetenekleri ve üstünlükleri olan bir deha olduğu aşama aşama işlenmelidir.
  1. Bugünkü orta halli bir Müslüman Türk ailesi ve onların çocukları hangi milli manevi değerlere dayanıyorsa; içinden çıktığı ailenin soyu, dayandığı kültürel ve manevi ortam, aldığı eğitim ve özel hayatı itibarıyla Atatürk de aynı milli ve manevi değerlere dayanmaktaydı.
Dolayısı ile Türk Milletini “millet” yapan değerlerle bütünleşmiş bir Atatürk gerçeği vardır ve bu millete bu Atatürk anlatılmalıdır.
Hayatta Tek Övüncüm ve Servetim Türklüğümdür” diyen M. Kemal’in Ailesi Geniş anlamda Atatürk’ün soyu, dar anlamda Atatürk ve ailesinin Türklüğü konusunda yukarıda bahsettiğimiz çevreler çok fazla asılsız iddia ortaya atmışlardır.
Onun ve ailesinin etnik kimliği konusunda “Türklük”ten başka her şeyi ona izafe etmişlerdir.
Anlaşılmaktadır ki, bu kesimleri rahatsız eden şey Atatürk’ün Türk kimliği ve Türk milletinin “orta kesimi”ne mensup bir aileden geliyor oluşudur. Atatürk’ün “Arnavut, Sırp” veya “Balkan Slavlarından” olduğunu, “ailesinin Türkçeyi Rumeli’de yaşayan Türklerden sonradan öğrendiklerini” yazanlar (Andrew Mango); ilk öğretmeni Şemsi Efendi’nin Sabatayist/Dönme olduğu için ve bu okula sadece Sabatayist/Dönme ailelerinin çocuklarının gidebildiğinden hareketle “onun Sabatayist/Dönme olduğunu” anlatanlar (Ilgaz Zorlu); yine babası Ali Rıza’nın “Efendi” lakabını taşımasından dolayı ve bu lakabı genellikle Sabatayistlerin/Dönmelerin taşıdığından dem vurarak “onun ve ailesinin Sabatayist/Dönme olduğu” imasında bulunanlar (Soner Yalçın)…* Mustafa Kemal Atatürk, değişik araştırmalarımızda da ortaya konulduğu gibi, hem baba hem de anne tarafından Türk’tür.
Eldeki bütün belgeler ve bilgiler bu konuda hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır.
Hem ailesinde, hem de kendi şahsında muazzam bir “Türklük bilinci” vardır.
Atatürk, hayatı boyunca Türklük bilincinin farkında olmuş, Türk tarihi boyunca gelmiş geçmiş bütün Türk devlet adamları içinde Türklükle ilgili en güzel sözleri kendisi söylemiş; Türk yaratılmaktan, Türk milletinin bir mensubu olmaktan daima gurur duymuştur.
Hayatta yegâne övüncünün ve servetinin Türklük olduğunu söyleyen Mustafa Kemal Atatürk; “hangi asil aileye mensup olduğu” sorusuna, Avrupa Hun İmparatoru Attila gibi “asil bir milletin evladı olduğunu” söyleyerek cevap vermiş; bir başka vesile ile de “bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz” demiştir.
Baba Ali Rıza Efendi (Selanik, 1839 – Selanik, 28 Kasım 1893) Ali Rıza Efendi’nin ailesi Rumeli’nin fethinden sonra bölgenin Türkleştirilmesi için Anadolu’dan (Konya/Karaman civarından) göçürülerek bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin Debre şehrine bağlı “Kocacık” nahiyesine yerleştirilen Kızıl Oğuz/Kocacık Yörükleri / Türkmenlerinden gelmektedir.
Dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile onun kardeşi Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi 1800’lü yılların başında o dönemde yine bir Türk toprağı olan Selanik’e göç etmişlerdir.
Ali Rıza Efendi’nin annesi Ayşe Hanımdır.
Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile Ayşe Hanım’ın evliliğinden dört çocuk olmuştur: “Mustafa” (bebek iken beşikten düşerek vefat etti, ismi Kemal Atatürk’e verildi), “Hatice”, “Nimeti” ve “Ali Rıza Efendi”. Ali Rıza Efendi’nin annesi Ayşe Hanım kocasının ölümünden sonra Halil Efendi ile ikinci bir evlilik yaptı.
Bu evlilikten de “Emine” (Zübeyde Hanım’dan 3 ay sonra Nisan 1923’te İstanbul’da vefat etti) isminde bir çocuk olmuştur.
Yani Ali Rıza Efendi’nin dört kardeşi vardı.
Atatürk’ün baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi tarafından devam etmiş ve günümüzde kadar ulaşmıştır.
Bunun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra Hanım’dan devam eden aile, torunlarla yedinci kuşağa ulaşmış bulunuyor.
Belgelerden Atatürk’ün Müberra Hanım’a “Yenge” şeklinde hitap ettiğini biliyoruz.
Bunların beş çocuğundan birisi olan Necati Erbatur, 28 Eylül 1927’de Dolmabahçe Sarayı’nda nişanlanmış; diğer çocukları Vüsat Erbatur’un kızı Nesrin Hanım ile Feridun Söğütligil’in nikâhları 2 Ekim 1937’de Park Otel’de yapılmış ve Atatürk bu nikâh törenine katılmıştır.
Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, Selanik’te 1839 yılında doğdu.
Selanik’te Abdi Hafız Mektebi’nde okumuş, Vakıflar İdaresi’ne kâtip olarak girmiş, “Gümrük Memurluğu” görevlerinde bulunmuş ve son olarak ticaretle meşgul olmuştur.
Ticari faaliyetleri başarısızlıkla sonuçlanan Ali Rıza Efendi, bu olaydan çok etkilenmiş ve büyük bir moral çöküntüsü içinde hayata küsmüş ve kaynaklarda “barsak veremi” olarak geçen bir hastalığa yakalanmış, yaklaşık üç yıl hastalıkla uğraştıktan sonra 28 Kasım 1893’te vefat etmiştir.
Mustafa Kemal’in sonraki yıllara ait bir notundan anlaşıldığına göre Ali Rıza Efendi, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin de bulunduğu Koca Kasım Paşa Mahallesi’ndeki Hortacı Baba (Süleyman) Camisi haziresine gömülmüştür.
Memuriyeti bırakarak, kereste ticaretine başlayan Ali Rıza Efendi, bu işi sırasında haraç isteyen çetelere boyun eğmeyerek onlarla çatışmayı göze alabilecek yapıda cesur bir insandı.
Yine işini bırakmak pahasına onların istediği “haracı” vermeyecek kadar da dürüst bir insandı. Oğlu Mustafa’ya “adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır.
Başka çare yoktur” diyen Ali Rıza Efendi, geniş görüşlü, modern düşünceli, yeniliklere açık aydın bir insandı.
Mustafa’yı Mahalle Mektebi’nden alarak, çağdaş bir eğitim kurumu olan Şemsi Efendi Okulu’na vermesi de, onun yenilikçi, parlak kişiliğini göstermektedir.
Anne Zübeyde Hanım (Selanik, 1857 – İzmir/Karşıyaka, 15 Ocak 1923) Zübeyde Hanım’ın soyu da yine 1466’larda Konya/Karaman yöresinden Rumeli’ye göçürülen ve o dönemde Vodina Sancağı (şimdi Yunanistan’ın Edessa şehri)na bağlı Sarıgöl nahiyesine yerleştirilen ve geldikleri yörenin adına izafeten Rumeli’de “Konyarlar” diye bilinen Yörük/Türkmen grubuna mensuptur.
Aile sonradan Selanik yakınlarındaki Lankaza (Langaza)’ya, oradan da Selanik’e göç etmiştir.
Zübeyde Hanım 1857’de burada dünyaya gelmiştir. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası Sofu-zade Feyzullah Efendi üç defa evlenmiştir.
Feyzullah Efendi’nin ilk eşinden Hüseyin Ağa (M. Kemal’in dayısı) ve Hatice Hanım (M. Kemal’in teyzesi), ikinci eşinden Zehra (M. Kemal’in teyzesi) ve Hasan Ağa (M. Kemal’in dayısı), üçüncü eşi olan Ayşe (Aişe) Hanımla evliliğinden de Zübeyde Hanım dünyaya gelmişlerdir.
Atatürk’ün dayısı Hüseyin Ağa, Lankaza yakınlarındaki Hacı Süleyman Bey’in Çalı (Rapla) Çiftliği’nde kâhya olarak çalışıyordu.
Hiç evlenmemiştir.
Atatürk’ün anne soyu diğer dayısı Hasan Ağa tarafından devam ederek günümüze ulaşmıştır.
Lankaza’da aşçılık yapan Hasan Ağa’nın, Abdurrahman (Aldırma), Hatice (Sümer) (Doğumu: Selanik, 1314 / 1898/1899 – Ölümü: Bursa, 2002) ve Münire isimlerinde üç çocuğu bulunuyordu.
Balkan Savaşları sonrasında Selanik elimizden çıkınca Zübeyde Hanım kızı Makbule ile birlikte Mart 1915’te İstanbul’a geldi.
Mili Mücadele’nin en sıcak günlerinde Atatürk Adapazarı’nda buluştuğu annesini 22 Haziran 1922’de Ankara’ya yanına getirdi.
Mustafa Kemal bu günlerde annesinin durumunu, “ona kavuşabildim ki artık maddeten ölmüştü, yalnız manen yaşıyordu” diye özetlemiştir.
1919’da oğlu Mustafa Kemal hakkında verilen ölüm emri üzerine kısmi felç geçiren Zübeyde Hanım’ın hastalığı giderek arttı ve havasının iyi geleceği düşüncesiyle gittiği İzmir Karşıyaka’da Latife Hanımların evinde vefat etti (14 Ocak 1923).
İzmir Karşıyaka’da bulunan Ferik Osman Paşa Camii haziresine defnedildi.
Zübeyde Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu gibi, güçlü bir iradeye de sahipti.
Yeterince eğitim görmemiş, ama okuma yazmayı öğrenmişti.
Annesine “Molla Hanım” denildiği gibi, kendisine de “Zübeyde Molla” deniyordu.
Bu “bilge” kişiliğini ifade eden bir lakaptı. Muhafazakâr, geleneklerine bağlı bir kadındı.
Beş vakit namazını kılan, “dindar” bir Müslüman Türk anasıydı.
Her Türk anası gibi Zübeyde Hanım’ın da “devlet düşüncesi” çok kuvvetliydi
Perihan Eldeniz’in anlattığına göre;
Büyük Taarruz öncesinde Mustafa Kemal Paşa’ya gönderilmek üzere kızı Makbule’ye şunları yazdırtmıştır:
“Oğlum! Seni bekledim dönmedin.
Çay ziyafetine gittiğini söyledin.
Ama ben biliyorum, sen cepheye gittin.
Sana dua ettiğimi bilesin.
Harbi kazanmadan dönme! Annen.”
Mustafa Kemal bu mektubu sık sık arkadaşlarına gösterip, “işte benim annem!” dermiş.
Aralık 1922’de Çankaya’da Mustafa Kemal’i ziyaret eden İngiliz Gazeteci Grace Ellison, onun çalışma masası üzerinde annesinin resmini görmüş ve kendisiyle görüşmek istemişti.
Mustafa Kemal, annesinin çok hasta olduğunu belirterek, “ne yazık ki, acılarının kaynağı benim.
Benim sürgün kaldığım yıllar esnasında çektiği ıstırap ve döktüğü yaşların bedelini şimdi ödüyor” diye eklemişti.
Ellison, Zübeyde Hanım’ın yanına götürüldüğünde ona “oğlunuzla kim bilir ne kadar iftihar ediyorsunuz.
Onun yaptıkları olağanüstüdür” deyince Zübeyde Hanım Ona teşekkür etmiş ve oğlu için şunları söylemiştir:
Allah’ın bana bu oğlu vatanı kurtarmak için gönderdiğine inanıyorum.
Oğlum bana her zaman çok iyi davranır.”
Bir Kocacık İle Konyar’ın Tarihi Evliliği Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım, 1870 veya 1871 yılında evlendiler.
Evlendiğinde Zübeyde Hanım 13-14 yaşında; Ali Rıza Efendi ise 31-32 yaşında bulunuyordu.
Ali Rıza Efendi ve Evkaf İdaresi’nde memurdu.
Talip olduğu Zübeyde’den 17-18 yaş büyüktü.
Kız tarafından özellikle anne Ayşe Hanım, memuriyet dolayısı ile kızından ayrı kalacağı düşüncesiyle evliliğe başlangıçta itiraz eder.
Sonunda Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa aileyi ikna eder, nikâh kıyılır ve iki genç evlenirler.
Böylece Türk milletine Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan edecek olan “tarihi evlilik” gerçekleşmiş olur.
Evlendikten hemen sonra, Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki baba evine yerleşirler.
İlk evlilik yılları bu evde geçer. Önce bir kızları olur, adını “Fatma” (1871/1872-1875) koyarlar.
Bundan sonra da iki erkek çocukları olacaktır.
“Ahmet” (1874-1883) ve “Ömer” (1875-1883).
Bunları “Mustafa” (1881-1938), “Makbule” (1885-1956) ve “Naciye” (1989-1901) takip edecektir.
Seçilen isimler ve bu isimlerin Müslüman Türk Milletinin kültürüne ait göstergeleri ailenin kimliğini ortaya koyan önemli bir veridir.
Bu mutlu evlilik, salgın bazı hastalıklardan dolayı ilk üç çocuklarının değişik yıllarda ölümleri ve Ali Rıza Efendi’nin çok düzenli olmayan iş hayatındaki aksaklıklarla zaman zaman sıkıntılı bir şekilde yürür.
Nihayet, Mustafa’nın doğumu ve varlığı ile hayata bağlanan aile, bu defa Ali Rıza Efendi’nin vefatıyla sarsılır.
Ali Rıza Efendi öldüğünde (1893) 36 yaşında ve üç çocukla dul kalan Zübeyde Hanım için kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Çalı (Rapla) Çiftliği sığınacak bir liman olur.
Hüseyin Efendi, eniştesinin ölümü haberini alınca Selanik’e, kız kardeşi Zübeyde’nin evine gelir.
Onu ve çocukları ile birlikte, hayatın bu zor şartları içinde bırakamaz ve kız kardeşi Zübeyde’ye, “Rahmetli ömürsüz adamla seni evlendiren ben oldum.
Bundan sonra size ben bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim” diyerek, aileyi yanına alıp çiftliğe götürür.
Zübeyde Hanım’ın İkinci Evliliği Genç yaşta üç çocuğu ile dul kalan Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa’yı Askeri Rüştiye’ye verdikten sonra, özellikle ekonomik yönden zor günler yaşamaya başlar.
Çocuklarla birlikte kendisine bağlanan iki mecidiyelik maaş ailenin geçimini sağlamaktan çok uzaktır.
O sıralarda, Yunanistan’a terkedilen Teselya’nın merkezi Larisa (Yenişehir)’dan göç edenlerden Reji İdaresi memurlarından Ragıp Efendi, kendisine talip olur.
Ragıp Efendi de hanımını kaybetmiş dört çocuklu bir duldur.
Zübeyde Hanım, Kılıçoğlu Hakkı Bey’in kayınpederi Şeyh Rıfat Efendi tarafından Ragıp Efendi ile evlendirilir.
Varlıklı bir kimse olmasına rağmen, Ragıp Efendi Zübeyde Hanım’ın evine gelerek yerleşir.
Şüphesiz, evin en büyük erkek evladı olarak Mustafa bu evliliği onaylamaz ve evi terkederek, Horhor (Horhorsu) Mahallesi’nde oturan öz halası Emine Hanım’ın evine yerleşir.
Manastır İdadisi’ne gidinceye kadar da eve nadiren uğrar.
Ragıp Efendi esasında çok kibar ve iyi kalpli bir insandır.
Mustafa Kemal, yıllar sonra Afet İnan’a üvey babası ile ilgili olarak şunları söyleyecektir:
“… Fakat sonradan o asil beyle dost oldum.
Bana iyi bir eğitici oldu.
Anamın da geç yaşında böyle bir aile bağı yapmış olmasını takdir ettim.
Ancak çocukluk duygum benim babamı kaybetmiş olmama karşı bir isyandan ibaretti”
Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy’a da Ragıp Efendi ile ilgili olarak,
“Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. Nazik ve kibar insandı.” demiştir.
Mehmet Somer de bu konuda “tali ve âli tahsili devrinde üvey pederi Ragıp Bey Mustafa Kemal’e çok samimi davranmış olduğundan, Mustafa Kemal sonraları Ragıp Bey’e hürmet eder olmuştu…” demektedir.
Ragıp Efendi, kaynaklara göre Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918) Selanik’te vefat etmiş; bazı kaynaklara göre de Çanakkale Savaşları’nda (1915-1916) şehit düşmüştür.
Fakat yukarıda da değinildiği gibi, Zübeyde Hanım ve Makbule’nin 1915 yılı Mart ayında İstanbul’a göç ettiğini biliyoruz.
Ragıp Bey’in onlarla İstanbul’a geldiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu nedenle Ragıp Bey, muhtemelen Balkan Savaşları sırasında veyahut hemen sonrasında vefat etmiş olmalıdır.
  1. Kemal’in ailesini yakından tanıyan Mehmet Somer de anılarında bu tespiti doğrulamaktadır.
O şöyle diyor: “Umumi Harp’ten biraz evvel muvakkat bir zaman için İstanbul’a gelen ana (Zübeyde Hanım) ve hemşiresi (Makbule Hanım), harbin patlaması ile artık Selanik’e gidememişlerdir.
Ragıp Bey Selanik’te kaldı vefat etti.
Kendisinin Zübeyde Hanım’dan çocuğu yoktur.
Başka familyasından kız ve erkek çocukları olduğunu hatırlıyorum…”
Ragıp Bey’in önceki evliliğinden ikisi erkek, ikisi kız dört çocuğu vardı.
Bir oğlu Süreyya Bey (Toyran), diğeri şimendifer memuru Hakkı Bey’dir.
Kızlarının birisinin adı Rukiye (Ruhiye)’dir. Fuat Bulca akrabalarıdır.
1913 yılında 16 yaşında iken tanıdığı ve “Ağabey” diye hitap ettiği M. Kemal’e sonradan delice âşık olan ve bu yüzden de intihar eden Fikriye Hanım da Ragıp Bey’in kardeşi Albay Memduh Hayrettin Bey’in üç çocuğundan birisi idi.
Yani Fikriye, Ragıp Bey’in yeğeni idi.
Hüsamettin Bey’in diğer çocuklarının adları da Enver ve Jülide idi.
Mustafa Kemal, gerek üvey kardeşleri gerekse Ragıp Bey’in kardeşi Memduh Hayrettin Bey ve onun ailesiyle iyi ilişkilerini sürdürmüştür.
Üvey kardeşlerinden Süreyya subay olmuş, fakat savaş yıllarında intihar etmişti.
Ragıp Bey’in kardeşi Albay Memduh da İstanbul’a gelmiş ve Akbıyık semtine yerleşmişti.
İstanbul’da sık sık Zübeyde Hanım’ın ziyaretine giden Fikriye ile Mustafa Kemal arasında giderek bir yakınlık başlayacaktı.

16 Ağustos 2015 Pazar

GÜNEŞ'İN EN SON BATTIĞI YER GÖKÇEADA - Nezahat Göçmen


Eşsiz İmroz rüzgarlarının topladığı tozlar gibi geçtim Gökçeada’dan


Bu rüzgarın adası, coğrafya derslerinden aklımda kaldığı kadarıyla Türkiye'nin batıdaki en uç noktası olan İncirburun'a sahip kekik kokulu, eski adı İmroz olan en büyük adamıza gitme zamanı gelmişti.   Ege'nin en zengin adası, Saklı cenneti görmemek olur mu?
Feribotun Kabatepe Limanından ayrılmasından Gökçeada'ya vardığınız o ana kadar tipik Ege adalarından birine gideceğinizi düşünüyorsunuz ya,  işte o anda ıssız ve ağaçsız görünümü ile karşılıyor sizi Kuzu Limanı. Yıldızlar ve ay ışığı ile indik Kuzu limanına. Adaya indiğiniz an yıldızların altında yoğun bir kekik kokusu karşılaşıyor sizi. Feribottan indikten yaklaşık 7km sonra adanın merkezine varıyorsunuz.
Kuzu Limanından geçip, merkeze giderken olmayan hava limanının tabelasını görüyorsunuz.
İlk gün kaldığımız merkez bir otelde sabahın saat dördünde horoz sesleri ile uyandım, üüüürrrüüüü… Gün doğumunda yerini çocuk seslerine bırakan bir sabah atmosferi.  Bu insanlar, bu horozlar kaçta uyanıyor merak ettim doğrusu. Yıllardır duymadığım doğanın sesi ile uyandım.
Ankara’da geçti çocukluğum, gençliğim. Bozkır çocuğuyum. Neşet Ertaş'ın Bozkırın Tezenesi misali…  Tamamen dikeni otlardan oluşan bir bitki örtüsü var.  Tam bana göre bir yaşam alanı. Her yerde zeytin ağaçları, serbestçe dolaşan keçiler. Adanın her yerinde serbest dolaşan keçi, koyun, küçükbaş hayvanlar var. Bunlar dikenlerle besleniyorlar.  Cılız keçiler yollarda, kayalıklarda yeni çıkan ağaçların fidelerini yiyorlar. Düşünün öyle doğal. Dağlar hayal edin birçok, ama her tarafı türlü dikenlerle dolu. Çimen yok,  yeşillik yok.  
Buradaki insanların para kazanma gibi dertleri yok.  Gökçeada’nın bozulmamasından çok mutlular.  Ranta dönüşen bir ada değil. “Gökçeada, 2011 yılında dünyanın ilk cittaslow (sakin şehir) adası ilan edilmiş. Cittaslow; küreselleşmenin yarattığı homojen mekânlardan biri olmak istemeyen, yerel kimliğini ve özelliklerini koruyarak dünya sahnesinde yer almak isteyen kasabaların ve kentlerin katıldığı uluslararası bir birlik. “
Rum kültürüyle iç içe yaşayan adamız. Turizm yatırımının olmadığı bir ada. Astım hastalarına iyi gelen havasıyla fark atan adamıza selam olsun.
Kaldığımız otelde davul sesi geliyordu. Sesin geldiği yere doğru yöneldik. Bir de ne görelim, harika bir kır düğünü. Biz de yerimizi aldık düğünde. Müziğin ritmine zaman zaman eşlik ettik. Adada adetmiş, tüm adalı ve adaya gelen konuklar anons edilerek davet edilirmiş. Oldukça kalabalık bir düğündü. Çocuklar ortada bir o tarafa bir bu tarafa koşuyordu. Roman havası ile gelin, Anadolu ezgileri ile damat, sağdıç ve damadın erkekler grubunun yaptığı gösteri muhteşemdi. Gelinin kızlar grubu da düğünün hakkını verdiler. Düğün çok güzeldi.
Akşamları genelde çay bahçelerinde vakit geçiriliyor. Kahve çekirdeğinin dibekte özel olarak elle dövülmüş halini muhteva eden Türk kahvesi -nam-ı diğer madamın kahvesi-ile güne başlayıp günü bitirebilirsiniz.  Gökçeada 365 günün 300 günü rüzgârlıymış. Özellikle kış mevsimi daha da rüzgarlı olduğunu belirttiler. Yabancılar keşfetmiş sörf yapmak için geliyorlar. Buradaki Rum evleri beyaz mavi değil bildiğimiz İç Anadolu'daki köy evleri rengi.  İnsanlar kendi çapında yaşıyor. Çok sıcak ve nazik insanlar. Tarihi kiliseler ve taş Rum evleri ile inanç turizminin canlı tutulduğu yer.
Eğer kendi aracınız yoksa taksi ile tüm köyleri dolaşabiliyorsunuz. Biz de öyle yaptık.
“Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izinleriyle, Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Gökçeada’da arkeolojik kazı çalışmaları yürütmüştür. Kazı çalışmaları sonucunda elde edilen verilere göre, adada yerleşmenin günümüzden 5000 yıl öncesine gittiği anlaşılmıştır.”
Geçmiş yıllarda korsanların saldırıları nedeniyle Rum köyleri daha iç bölgelerde konumlandırılmış. Terk edilmiş Rum Köyleri var. Taksi şoförümüz Dere köyü terk edilmiş köy olarak anlattı, içim sızladı, içindeki "terk edilmişlik hüznü “nü hissettiğim anda. 
Gökçeada'da ve köylerde dolaşırken sizi şaşırtacak kalın ve biçimsiz gövdeli yıllara meydan okuyan 300- 500 yaşlarda çınar ve zeytin ağaçlarını görüyorsunuz. Köylerde ortak olarak, taş evler, dar sokaklar, kilise, okul, meydan, çamaşırhane, zeytinyağı, sabun üreten yerler ve renkli sandalyelerin bulunduğu asmaların altında mis gibi dibek kahvesi kokusunun geldiği kır kahvehaneleri bulunmakta. Gökçeada'nın köylerinde; sokaklar köy meydanı ile son bulmakta, geldiğiniz noktaya geri dönerek köyü terk ediyorsunuz. Gökçeada'nın Rum köylerinde bağcılık yapılıyor. Gökçeada'nın şaraplık üzümü olarak, Kalabaki üzümünden yapılan şarap, Gökçeada şarabı olarak adlandırılıyor.  Adada, her yerden temin edebilirsiniz.
Adanın en hareketli yeri Kaleköy, merkeze 3 kilometre, burada restoran, kafeler ve alışveriş yapacağınız küçük seyyar satıcılar var. Rengarenk kapıların bulunduğu alışveriş meydanı, akşamüzeri açılan bir yer Kaleköy’de.  Bir insan nasıl düşünür, bisikleti sarıya boyayıp, ağacın gövdesine yerleştirmeyi. Sonra o ağacı bir de saksı ile süslemeyi. Adanın her yerinde reklamı olan meşhur Efibadem pastanesinin bademli kurabiyelerini çıkıyor karşınıza Tatlı severler buyursun. Kaleköy sırtını bir tepeye dayamış, bu tepede kale kalıntıları var.
Kaleköy’de fotoğraf çektirecekseniz rüzgâr size eşlik ediyor. Saçlarınız, etekleriniz sizden ayrı hareket ediyor, hafif esen rüzgâra katılıyor. Birlikte Kaleköy’ü dolaşabilir, renkli sandalyeleri olan kır kahvelerinde kahvenizi içip, balıkçı lokantalarında balığınızı yiyebilirsiniz.  Adını alan kaleye çıkmadan gelmeyin. Dünyaya bir de o pencereden bakın. Elimiz hep fotoğraf makinesinde kalıcı kareler bırakmak çabasındaydı. Kaleköy’de Agios Nikolaos Kilisesi, yazıtlı taş arkeolojik sit alanı içerisinde bulunmakta.
Eski bademli köyünde, bu sessiz sakin köyde ada geleneğini yansıtan, örneklerini temsil eden bir çamaşırlık var. Bu çamaşırlıkta, suyu ısıtmak için ocaklar, akması için kanallar,  çamaşır yıkamak için taşlar bulunmakta. Ayrıca bu çamaşırlıklar kadınların haberleşme, birbirine yiyecek içecek sunma yeri olarak da kullanılırmış. Kadınların buluşma yeri olduğunu öğrendim.  Çamaşırlıkta, yüzyıllardır akan sularda eliniz yüzünüzü yıkamadan geçmeyin. Köyde bazı evlerde, kapı ve pencereler bildiğiniz sapsarı renge boyanmış.  Çok hoş bir görüntü sergiliyor.
Zeytinli köy, ben bu köyü çok ama çok beğendim. Burası eski bir Rum köyü, evleri ve manzarası çok güzel. Hep içinde madam geçen mekanlar var. Taş yoldan ilerlerken taşlara bakarak yürümeniz gerekiyor. Başınızı kaldığınızda ayağınız takılıp düşebilirsiniz. Taşların arasında belli ki biraz önce o yoldan keçiler geçmiş. Zeytin tanelerini dökmüşler sanki.  Keçiler bu kadar rahat.  Surla’nın yerinde dibek kahvesi içmeden dönülür mü? Taze günlük hazırlanan dibek kahvenizi yudumlarken, Yunan müziği hafif hafif rüzgarla birlikte dolaşıyor mekanın içinde kulaklarınızda hoş bir tını bırakarak. Surla bana nazik bir şekilde saçlarıma takmam için vazodaki çiçeklerden bir tanesini sundu.  Aldım ve taktım.  Aynı zamanda paketlenmiş dibek kahvesi ve Zeytinli köye ait adaya özgü diğer doğal ürünlerde satıyor. Surla her yıl nisan ayında Zeytinliköy’e geliyor, ekim ayında Selanik’e dönüyormuş.   Keşke biraz daha kalabilseydim. Surla’nın  Selanik'ten  Zeytinli köye uzanan hayat hikayesini dinleseydim diye geçirdim içimden. Yeniden neden olmasın. Surla ya da bir başka kadın hikayesi.
Gitmenizi tavsiye ederim.  Köyde “Ada Hatırası” yazan renkli bir kapı var, orada fotoğraf çektirmeden dönülür mü? Sokaklarda Rumca konuşan teyzelere rastlayabilirsiniz.
Tepeköy’de Yorgo’nun yerinde yemek yemeden zeytinyağının tadına bakmadan dönmek olur mu?  Yunan cacığı ile çoban salata yan yana. Adada üretilmiş şaraplardan zeytinyağı ve organik ada ürünlerinden alabilirsiniz. İncecik üretilmiş katkısız ada zeytinyağı aldım. Ayrıca Yorgo’nun yerinde Türk Yunan dostluğu adına verilen mesajı okumadan geçmeyin.
“İki yabancı gibi, karşılıklı iki yakada
Uzo ve rakı ile dumanlı kafaları
Dillerinde aynı şarkı
Dudaklarında aynı tebessüm
Kim inanır ki düşman olduklarına.”
“Aydıncık Koyuna gitmeden asla dönmem.” dedim.
Aydıncık plajında rüzgar sörfü yapılıyor kumsalı çok güzel denizi sığ. Suyu çok berrak.  Fazlasıyla rüzgar var haberiniz olsun, denizi süper. Denize giren halk yok.  Rüzgar sörfü için bir plaj var Aydıncık’ta, Türkiye’de bu alanda mühim bir noktaymış. Sörf eğitimi okulu var orada eğitim alabilirsiniz.  En güzeli Aydıncık koyunda sörfçüler denizin üstünde rengarenk sörflerle dekor oluşturmuşlar.
 Tuz gölü ile Aydıncık koyu yan yana.  Çamur banyosunu görmek için gittim. Güney Afrika da gibisiniz. Bildiğiniz çamurdan değil, simsiyah bir çamura bürünüyorsunuz.  Ağır bir koku ile birlikte burnunuzu tutarak geziniyor çamur banyosu yapan insanları izliyorsunuz. Kimse sizi tanımıyor. Hangi kabileden olduğunuz belli değil. Macun, jöle gibi bir çamur işte.
2006 yılından beri Slow Food üyesi olan Gökçeada ,  “Yavaş yemek” felsefesini de benimsemiş, dünyanın ilk ve tek Cittaslow adasında Eko-Gastronomi Kongreleri de düzenlenmekteymiş.
Gökçeada denilince; en batı / horoz sesi / keçi sesi /Efibadem /Dibek kahvesi /sakin /saçlarımda çiçek /kurak, bozkır /rüzgâr/  sakızlı muhallebisi / Hem büyük, hem de görülesi yer/ bakir /organik ada/ Gökçeada çocukluğum ve gençliğim/ Gökçeada Ankara/ Gökçeada huzur
Çocukluğumu hissettiren cennetten bir köşe. Hayatımın geri kalanını yaşamak istediğim ada. Bu güzellikler yok edilmemesi dileğimle.
Tarihi, doğası, denizi, organik ürünleri, mimarisi ile kafa dinlenecek bozulmamış ada sizleri bekliyor…

15 Ağustos 2015 Cumartesi

GİRİT'İN YOLUNDAKİ KIBRIS



14 Ağustos, Kıbrıs’ın bugünkü konumunu belirleyen askeri eylemcenin başarıldığı gündür. Bu yazıyı, geçmişi anımsatmak, şehit ve gazileri anmak için yayınlıyoruz.

Batının Kıbrıs’a verdiği önem ve bu öneme uygun düşen politik davranışlar eski bir öyküdür. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik konumu, bu adanın tarihin her döneminde saldırılar ve ele geçirme girişimleriyle karşılaşmasına neden olmuştur. Suriye, Filistin, Anadolu, Yunanistan ve Mısır arasındaki ticaret yollarının kavşak noktasında olan Kıbrıs, Doğu Akdeniz’e egemen olmak isteyen devletlerin, Antik Çağ’dan beri ele geçirmeyi amaçladıkları bir yer olmuştur. Bu nedenle Kıbrıs’ın tarihi, yoğun ve sürekli çatışmalarla dolu bir tarihtir.

Türkiye, Kıbrıs ve Avrupa Birliği

Kıbrıs, Avrupa Birliği’nin kuruluşundan özellikle de 1974’den beri, yürütmekte olduğu Ortadoğu politikasında ilk sırada yer alan bir konudur. AB’nin Kıbrıs’a gösterdiği “ilgi”, her zaman “çok yakın” olmuş, ancak bu ilgi, 1995’te kabul edilen Gümrük Birliği Protokolü’nden sonra yoğunlaşmış, Türkiye’nin adadaki etkisini ortadan kaldırmaya yönelmiştir.

Sonu Gelmeyen İstemler

Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin üyelik başvurusunun reddedilmesinden bir yıl sonra, 20 Mayıs 1988 tarihinde, Kıbrıs konusunda bir karar aldı. Türkiye’yi suçlayan ve “Kıbrıs’daki Durum” başlığıyla alınan bu kararda şunlar söyleniyordu: “Avrupa Topluluğuna ortak üye olan bir ülkenin topraklarının (Kıbrıs y.n.), yine Toplulukla ortaklık ilişkileri içindeki başka bir ülkenin (Türkiye y.n.) askerleri tarafından yasalara aykırı bir biçimde işgali, Türkiye ile Topluluk arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi önündeki en önemli engellerden biridir”.1
Avrupa Parlamentosu, 13 Aralık 1995 tarihinde, Türkiye’nin Gümrük Birliği Protokolünü onayladı ve Kıbrıs konusunda oybirliğiyle şu kararı aldı: “Türk Hükümeti ve TBMM Kıbrıs’ın bölünmüşlüğüne son vermek için somut adımlar atmalı ve işgal altında tuttuğu Kıbrıs topraklarından çekilmelidir”.2
Avrupa Parlamentosu, bu kararı aldığı günlerde Türkiye’de hemen tüm politikacılar, iş çevreleri ve medya Gümrük Birliği’ne girmenin bayramını yapıyor ve “coşkulu” açıklamalarda bulunuyorlardı. AP, onayladığı Gümrük Birliği Protokolü’nü, AB Komisyonu’nun 9 Kasım 1995 tarihinde hazırlamış olduğu bu yazanağa (rapora) dayandırıyor ve bu yazanakta şu söyleniyordu: “GB’ye sokulmuş bir Türkiye ile Kıbrıs Sorunu daha kolay çözülür”.3
Avrupa Parlamentosu, 19 Eylül 1996 tarihinde Kıbrıs’la ilgili bir karar daha aldı. “Avrupa Parlamentosu, Türk hükümetinden özellikle işgalci askeri güçlerini geri çekmesini ve Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm çağrısında bulunan Birleşmiş Milletler kararlarını kabul etmesini ve uygulamasını ister”.4
AP’nun 17 Eylül 1998 tarihinde aldığı karar, yine Türk Ordusu’nun Kıbrıs’tan çekilmesini istiyordu. Karar şöyleydi: “Avrupa Parlamentosu Türkiye’ye Ada’nın askersizleştirilmesini sağlamak amacıyla, Kıbrıs’tan askeri güçlerini çekmesi için somut adımlar atma çağrısında bulunur”.5
AB, Türkiye’den “Ada’nın askersizleştirilmesini” isterken, Kıbrıs Rum kesimi sürekli silahlanıyor, Yunanistan adalara yasa dışı üsler kuruyordu.

Helsinki Doruğu ve Sonrası

Kıbrıs’ın Türkiye karşıtı uluslararası bir sorun durumuna getirilmesinin dönüm noktası, 1999’daki Helsinki Doruğu kararlarıdır. Türk hükümetinin, bu Doruk’da Kıbrıs konusunun AB gündemine taşınmasını kabul etmesi, Kıbrıs konusunun Ada’daki Türk halkı ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun düşmeyen bir yola girmesine neden olmuştur.
Türkiye’nin AB’ye özellikle 1980’lerden sonra gösterdiği “aşırı bağlanma isteği” doğal ve kaçınılmaz olarak, Avrupalılara, Kıbrıs konusunu istedikleri yönde “çözme” olanağını vermişti. 1974’den sonra Türkiye’ye karşı uygulanan engelleyimler (ambargolar), 1980 öncesinde iç savaş durumuna gelen dış kaynaklı politik terör ve ekonomik–mali yetmezlikler, Asala Terörü, PKK’nın kurulması; hep 1974 yılından sonra yoğunlaşmıştır. 1980’den sonra Turgut Özal’ın tam üyelik başvurusu ile Türkiye’nin AB üyeliği için her türlü ödünü verebilecek yöneticilere sahip olduğunun ortaya çıkması üzerine Kıbrıs, AB belgelerinde daha çok dile getirilmeye başlanmıştır.
Helsinki’de Kıbrıs’ı ele alan 9.başlam (madde) şöyleydi: “AB Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs’ın (AB’nin Kıbrıs ’tan anladığı yalnızca Rum kesimidir) AB’ye katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa Konsey, üyelik konusundaki kararını, yukarıda belirtilen husus çerçevesinde bir ön şart olmaksızın verecektir”.6
Söylenenlerin açık anlamı şuydu: Biz Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşru temsilcisi olarak kabul ettiğimiz Kıbrıs Rum kesimini AB’ye tam üye yapacağız. Türkiye olarak işgal ettiğiniz Kıbrıs topraklarından çekilirseniz istediğimiz bu katılım kolaylaşacaktır. Kıbrıs’tan çekilin...

“Kıbrıs’ı Rumlar Temsil Eder”

Avrupa Parlamentosu, 5 Ekim 2000 tarihinde Kıbrıs konusunda bir başka karar daha aldı. Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilmesi için Kıbrıs sorununu bir an önce çözmesini isteyen ve Türk Ordusu’nun işgal gücü olduğunu ileri süren bu kararda şunlar söyleniyordu: “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (Rum kesimi) Ada’yı bir bütün olarak temsil etme hakkına sahip tek devlet olduğu kabul edilmiştir. Kıbrıs’ın en önemli toprakları 26 yıldır Türkiye tarafından işgal edilmiştir. Kıbrıs (Rum kesimi) Kopenhag Kriterlerini tam olarak yerine getirdiği için AB üyeliğine alınacaktır. Bu konuda Türkiye’nin yapacağı her türlü itiraz, politik ve manevi açıdan geçersizdir”.7
Bu karar, AB’nin Türkiye’ye yönelttiği açık bir gözkorkutmaydı (tehditti). “Anlamı” şuydu: AB, Kıbrıs’ı Rum adası olarak görmektedir. Ve bu adayı AB’ye katacaktır. Türk Ordusu işgal ettiği topraklardan çekilip Türkiye’ye dönmelidir. Dönmezse, yakında AB üyesi olacak olan Kıbrıs’ı değil, AB’yi işgal etmiş duruma gelecektir. Sonrasını siz düşünün...

Silahla Korkutma

Türkiye’yi Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne birincil tehlike olarak koyan Yunanistan’da, 10 Ekim 2001 tarihinde Savunma Bakanı aracılığıyla, “stratejisine” uygun düşen bir açıklama yapıldı. Yunanistan Savunma Bakanı Yannus Papandoniu, Ta Nea Gazetesi’ne verdiği demeçte şunları söyledi: “Kıbrıs’ın AB’ye giriş saati geldiğinde Türkiye’nin tehditleri karşısında Yunan Silahlı Kuvvetleri hazır olacaktır. Kıbrıs’la Yunanistan arasındaki Birleşik Savunma Doktrini çerçevesinde Kıbrıs’ın bağımsızlığı dahil, ulusal çıkarlarımızın korunması için Yunan Silahlı Kuvvetleri gereğini yapacaktır”.8
Yunan Silahlı Kuvvetlerinin Türkiye’ye karşı hazır olduğunu ve günü geldiğinde gereğini yapacağını söyleyen Yannos Papandoniu, 17 Nisan 2002’de “Türkiye’nin Yunanistan için bir numaralı tehdit olduğunu” ileri sürdü. Papandoniu, Amerikan Savunma çevrelerinin dergisi olarak bilinen Defense New’a verdiği demeçte de şunları söyledi: “Yeni savunma stratejimiz, oluşan yeni ortamdaki tehditlere yanıt verecek niteliktedir. Yunanistan için tehditler açık. İlk sırada Türk tehdidi geliyor. Ulusal topraklarımız üzerinde spesifik iddiaları vardır”.9
Kıbrıs’ı temel alarak Türkiye’yi tehdit edenler yalnızca Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan değildi. Brüksel’de ya da Avrupa başkentlerinde alınan kararlar, hazırlıklar ve açıklamaların birleştikleri ortak nokta; Türkiye’nin Kıbrıs’ı terk etmesi ve Kıbrıs’ın AB ile bütünleşmiş olan Yunanistan’a ya da bir başka deyişle, Yunanistan’ı içine alan AB’ye verilmesiydi.
Bu yöndeki açıklamalar artık gözkorkutma aşamasına getirilmişti; bunu en açık bir biçimde dile getirenlerden biri de AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Başkanı Daniel Cohn Bendit’di. Bendit TÜSİAD’ın 26 Kasım 2001 tarihinde kendisine verdiği öğle yemeğinde şunları söylüyordu: “Kıbrıs’ın üyeliği AB genişlemesinin önceliklerinden biridir. Kıbrıs bir bütün halinde AB’ye üye olmalıdır. Türkiye, Kıbrıs’ı ilhak etmesi durumunda Avrupa toprağının bir parçasını ilhak etmiş olacaktır”.10 Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız Parlamenter Jean Charles daha açık konuştu ve “Türkiye’nin Kıbrıs’ı ilhakı savaş nedenidir”.11
Daniel Cohn Bendit ve Jean Charles’in Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye yönelttikleri gözkorkutmanın kapsamı, içerik ve sonuç olarak silahlı çatışmayı da içeren bir niteliğe sahipti ve bu gözkorkutma İstanbul’da “Türk” işadamlarının önünde yapılıyordu.

Milliyetçi Yunanistan, Avrupacı Türkiye

Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis kendi deyimiyle, “Ülke için büyük önem taşıyan milli konuların çözümü için” 24 Mayıs 2002’de Yunan halkına milli birlik çağrısında bulundu. Aynı gün tüm parti başkanlarıyla bir araya gelerek Kıbrıs konularında “ulusal bütünlüğü” sağlayacak görüşmeler yaptı. Görüşmelerden sonra yaptığı açıklamada, Kıbrıs sorununun çözümü, Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa üyeliği ve AB-NATO ilişkilerinin düzenlenmesi konularında “gerçek saatin” geldiğini söyledi ve şu açıklamayı yaptı: “Bu noktada, seferberlik, konsantre olma, mücadele ruhu ve her şeyin üzerinde milli birliğe gereksinim var. Buradan güçlü bir Yunanistan isteyen tüm Yunanlılara sesleniyorum. Güvenli, barış ve refah içinde bir Yunanistan için bu üç büyük konunun ülkemiz yararına çözülebilmesi çabalarında dayanışma içinde olunması gerekiyor”.12
Kostas Simitis Yunan halkını “Güçlü Yunanistan” için “milli birliğe” çağırırken aynı gün yani 24 Mayıs’ta Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de bir “milli” çağrı yapıyor, ancak bu çağrıda, “AB’nin Partiler üstü ulusal bir konu olarak ele alınması”13 gerektiğini belirterek “Avrupa treninin kaçmaması için”14 parti liderleriyle bir zirve yapacağını açıklıyordu. Sezer şunları söylüyordu: “Avrupa Birliği tam üyelik yönelimimiz, toplumumuzun geniş bir kesimince desteklenen bir çağdaşlaşma tasarımıdır. Ulusal nitelikteki bu konuya partilerüstü bir anlayışla yaklaşmak ve 2002 yılının kritik niteliğine uygun adımları atmamızı sağlayacak bir ortak görüş oluşturmakta zorunluluk vardır”.15

Girit'in Yoluna Giren Kıbrıs

Türkiye’nin Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan ettiği 1829’dan beri, görüşmeyle sorun çözme ilişkisinde, kazanç elde ettiği tek bir örnek yoktur.

DEVAMI ICIN ...

Kuramsal Aktarım ve Metin Aydoğan

8 Ağustos 2015 Cumartesi

TÜRK TARİHİ - Metin AYDOGAN



TÜRK TARİHİ



Batı tarihçiliği iki tür bencilliğin hala etkisi altındadır. Biri Hıristiyan bencilliği(Christocentrism), diğeri ırk bencilliği (etho-centrism). Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi ‘Türktür’. Tüm nesnellik örtüleri, konu Türke gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. Türkten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür.”                                                                                                                   Niyazi Berkes



Tanım


Türkçülüğün ve Kemalizmin önde gelen düşünürlerinden Yusuf Akçura, Türkleri şöyle tanımlıyor: “Türkler dediğimiz zaman etnoğrafya (uygarlık tarihini kavimleri karşılaştırarak inceleyen, kültür oluşumlarını araştıran bilim y.n.),filoloji (dil yoluyla bir toplumun kültürünü inceleyen bilim, dil bilimi y.n.) ve tarihle ilgili olanların bazen ‘Türk-Tatar’, bazen ‘Türk-Tatar-Moğol’ diye andıkları bir ırktan gelme, adetleri, dilleri birbirine çok yakın, tarihi yaşamları birbirine karışmış olan kavim ve kabilelerin tümünü murad ediyoruz. Bu açıdan İranlı ve Avrupalı bazı yazarların ve onlara uyarak bazı Osmanlı yazarlarının Tatar dedikleri Kazanlar ve Azerbaycanlılar yanında, Kırgızlar ve Yakutlar da Türk tanımının içindedirler”.1
Akçura’nın genel çerçeve olarak belirlediği tanıma; BaşkırtUygur,TürkistanlıKaraçayBalkarGagavuzAltaylıÇuvasÇeçenIngus ile çok sayıdaki küçük boylar da katılırsa, kabul gören bir Türk tanımı ortaya çıkacaktır. Tek tek ad sayılmayacaksa, Türkçe konuşan herkesi Türk kabul etmek herhalde doğru olacaktır.
Tanımlanan birliktelik, eski bir tarihe dayanan ve canlılığını koruyarak varlığını bugün de sürdüren, ortak bir ırkı temsil eder. Ancak, Türklük kavramı etnik köken birlikteliğiyle sınırlı kalmaz; onu aşarak, dil ve kültür birliğine dayanan, geniş ve köklü, ortak bir uygarlığı tanımlar.
Irk öğesinin, aynı din gibi, toplumsal gelişimi açıklamada tek başına yeterli olamayacağı açıktır. İnsanlar arasındaki yaşambilimsel (biyolojik) ayrımları inceleyen insanbilimin (Antropolojinin) ilgi alanına giren ırk konusu, tarih-toplum ilişkilerini inceleme ve anlamanın gerek ancak yetmez koşuludur.

Tarih ve Nesnellik

Tarihi incelerken yapılabilecek en büyük yanlışlık, güncel siyasetin önceliklerinden etkilenerek nesnellikten uzaklaşmak ve geçmişi yaşanan çağın değerleriyle yargılamaktır. Tarih, bulunmayı ve çözülmeyi bekleyen birbilinmezler yumağı ise, bu yumağın çözümü için girişilecek zorlu uğraşta yeri olmaması gereken tek şey; siyasi eğilimlere, duyguya ve isteme bağlı kalarak davranmaktır. Ancak, en çok yapılan davranış biçimi de, ne yazık ki budur.
Dünyanın hemen her yerinde görülen, isteğe bağlı tarih araştırması ya da bir başka deyişle tarihin çarpıtılması, Avrupa’da neredeyse başlı başına bir “bilim”gibidir. Aydınlanma çağında, beysoylular (aristokratlar) ve varsıllaşan kentsoylular (burjuvalar) gösterişli saray eğlenceleri ve törenlerde, Antik Çağ Grek uygarlığına hayranlık gösterilerinde bulunuyor, ona övgüler düzüyorlardı. Tarih, felsefe ve edebiyat üzerine söyleşiler yapan bu insanlar; kazılar ya da buluntuların değil, çarpık bir tarih anlayışının gelişmesine aracılık ediyorlardı.
Prof.Niyazi Berkes, Batıda gelişip kurumlaşan ve doğal ki en başta Türkler’i aşağılayan bu anlayış için şunları söylemiştir: “Batı tarihçiliği iki tür bencilliğin hala etkisi altındadır. Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism), diğeri ırk bencilliği (etho-centrism). Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi ‘Türk’tür. Tüm nesnellik örtüleri, konu ‘Türk’e gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. ‘Türk’ten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür. Hiçbir Batılı okuyucu da bunların önyargılarında; nesnelliğe, bilime aykırı birşey görmez. Onun için bunlar, evrensel gerçeklerdir. ‘Türk’, Batı tarihçiliğinin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan bir şeydir. Batılı tarihçi bu konuda dilediği gibi konuşabilir”.2

Tarihi Gizleyenler

Doğu tarihi, özellikle de onun içinde etkili bir yeri olan Türk Tarihi, ustalıkla kurgulanan ve yalnızca Antik Grek ve Roma uygarlığına dayandırılanAvrupa merkezci tarih anlayışı için, aşılması yani yok sayılması gereken bir engel, hatta gizil (potansiyel) bir çekinceydi (tehlikeydi).
Batılıların gerçekleri gizlemeye dayanan tarih anlayışı, özellikle 19.yüzyılda ortaya çıkarılan ve gerçeği yansıtan bulgularla, büyük bir sarsıntı geçirdi. Saygınlığı olan birçok tarihçi güç durumda kalmış ancak bulunan sayısız belge ve bilgiye karşın ünlerine yakışmayan bir savunma içine girmişlerdi.
Bunlardan biri olan Ernest Renan (1823-1892), Orta Asya ve Mezopotamya’da ortaya çıkarılan buluntular üzerine şunları söyleyecektir:“Toprak altından çıkarılan bu eski ve yüksek Babil uygarlığını; Türkler, Finuvalar(Ural kökenli Laponlar ve Finliler y.n.), Macarlar gibi, şimdiye dek yakıp yıkmaktan başka marifet göstermemiş ve kendilerine özgü bir uygarlık yaratmamış ırklar nasıl yapmış olabilirler? Gerçi gerçek bazen gerçeğe benzemez gibi görünebilir. Eğer bize, Samilerden ve Arilerden önceki uygarlıkların en güçlü ve en değerlisini kuranların Türkler, Finovalar, Macarlar olduğu kanıtlarla ifade ve ispat olunursa inanırız. Ancak bu kanıtların, onu kabul etmenin doğuracağı fecaat (yürekler acısı durum y.n.) kadar güçlü olması gerekir”.3

Türklerin Anavatanı

Büyük Kadırgan (Kingan) Dağlar’ından Baykal Havzası’na giden, oradan Altay Dağları boyunca İtil Havzası’na vararak, Hazar Denizi Havzası, Hindukuş, Pamir, Karakurum, Karanlık Dağları yoluyla ve Sarı Irmak’la yeniden Kingan Dağlar’ına ulaşan çizgi içinde kalan bölgeye Orta Asya Yaylası denir. Türklerin anavatanı bu yayladır”.4
Atatürk’ün destek ve önerisiyle 1930 yılında Türk Ocağı bünyesinde kurulan Türk Tarih Kurulu, Orta Asya’yı ve Türkler için anlamını böyle tanımlıyor. Kurulda yer alan Afet İnanTevfik BıyıkoğluSemih RıfatYusufAkçuraDr.Reşit GalipHasan CemilSadri Maksudi ArsalŞemsettin GünaltayVasıf Çınar ve Yusuf Ziya Özer, kısa ancak yoğun bir çalışmaylaTürk Tarihinin Ana Hatları adlı 606 sayfalık bir çalışma hazırladılar ve bu çalışma 100 adet basılarak tartışmaya açıldı.
Orta Asya Yaylası’nın Türklerin anavatanı olması üzerinde, daha sonra sert tartışmalar yapılacak ve değişik düşünen çok sayıda insan, bu konuda görüş bildirilecektir. Asya’nın önemli bir bölümünü kapsayan bu büyük yaylanın,Türkler’in anavatanı olmasının tarih açısından bir önemi var mıdır? Varsa, bu önemin kapsamı, düzeyi ve bugüne etkisi nedir? Bu etkiye nasıl bir sınır çizilebilir?
Orta Asya’nın çok eskiden beri “Türkler’in anayurdu” olması, bilinen ya da sanılandan daha önemli sonuçları olan ve günümüzü dolaysız etkileyen bir tarih gerçeğidir. Bu olguyu önemli kılan, kuşkusuz Türkler’in bugün ve geçmişte yaşamış oldukları yerin belirlenmesi değildir. Tarih açısından önemli olan, ilk uygarlık gelişiminin bu yörede başlaması ve buradan yayılması olasılığıdır.
Bu olasılığın, kanıtlayıcı bulgularla tarihsel gerçek durumuna gelmesi, yüzyıllardır sürdürülmekte olan Batı merkezci tarih anlayışının çöküşü anlamına gelmektedir. Renan’nın “fecaat” olarak tanımladığı bu durum, gerçekten “tarihin yeniden yazılmasını” gerektirecek kadar önemli bir sonuç ortaya çıkarmıştır.

Tarihin Yeniden Yazılması

Tarihin yeniden yazılması” sürmektedir. Uygarlığa kıdem biçmek isteyen her çalışma, ister istemez Orta Asya’ya yönelmektedir. Bu yönelişte, bilime bağlı Avrupalı tarihçiler de yer almışlardır.
Bunlardan biri olan Macar tarihçi L.LigetiBilinmeyen İç Asya adlı kitabında Avrupa dışındaki uygarlıklar konusunda şunları söylemiştir: “Eğer, uygarlık alanında derece ve şeref eskiliğe, ilk olmaya verilecek olsa, zafer dalı herhalde biz Avrupalılar’ın değil, başkalarının olurdu. Çünkü başka yerlerde, yüzlerce binlerce yıllık uygarlıklar yaşayıp parıldarken, Avrupa kavimleri barbarlığın uyuşukluğu içine gömülmüş bulunuyordu”.5

Orta Asya

Orta Asya’nın değişik yerlerinde yapılan kazılar, buluntular ve okunan yazıtlar; başka bölgelerde avcılık ve toplayıcılık dönemi yaşanırken, burada yaşayanların, hayvancılığı ve tarımı bildiğini ortaya çıkarmıştır.
Hayvan evcilleştirenalet geliştirentarım için orman açan ve tohumluk bitki yetiştirenmaden işleyenyerleşim yerleri kurup devlet oluşturanyazıyı bulan bu insanlar; uygarlığın başlatıcısı olmuşlar ve bu uygarlığı daha sonra başka bölgelere taşımışlardır.
Amerikalı kazıbilimci (arkeolog) R.PumpellyAşkaabat yakınındaki Anav’da yaptığı kazılar ve elde ettiği bulgular sonucunda; M.Ö.9 binde Neolitikuygarlığın (Ortataş ve Madencilik arasındaki Cilalıtaş Dönemi), 8.binde hayvancılığın, 6.binde ise madenciliğin, Orta Asya’da başladığını açıklamıştır.6Bu tarihler, madencilikte en eski merkez olan Sus’tan bin yıl öncesine gitmektedir.
Cordon Childe gibi kimi tarihçiler, Anav’da saptanan uygarlığın dışardan geldiğini ileri sürse de, kazıyı yapan Pumpelly ve Toung-DekienAnav’ın merkez olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Anav ve Aşkaabat bölgesi, o dönemlerdeki Önasya (Sümer ve Sus), Güney Asya (Hindistan, Sind, Harappa) ve Uzakdoğu’da (Çin, Yunan, Yang-Shoo, Mançuri) daha sonra gelişen üç büyük uygarlık arasında bir ilişki aracı ya da onların başlangıç merkezi olmuştur.7
Tarihçi Sinolog (Çin tarihini, dilini ve uygarlığını inceleyen bilim dalı)KarlgrenHonan ve Mançurya’daki Neolitik uygarlığı buraya, Çin’in batısında yaşayan daha ileri bir uygarlığa iye (sahip), Çinli olmayan bir kavmin getirdiğini belirtmiş ve bu kavmin “Orta Asya’da yaşayan Türkler” olduğunu söylemiştir.Aynı alanda kazı ve inceleme yapan Arne de, Karlgen’le aynı kanıya varmış ve “Çin’e ilk uygarlık ürünlerinin, Batıdan gelen ve daha gelişkin bir kültüre sahip olan işgalciler tarafından getirildiğini” ileri sürmüştür.9

Uygarlık Taşımak

Günümüzden 9 bin yıl öncesine dek giden10 Orta Asya uygarlığı, yalnızca Çin’e değil aynı zamanda Mezopotamya, Mısır ve Hindistan’a da gitmiştir.11Önce Mısır ve Mezopotamya’da, daha sonra Hindistan’ın Kuzeyinde ve Hazar çevresinde bulunan yapıtlardaki ortak nitelikler12Orta Asya uygarlığının yayıldığı alanın Çin’le sınırlı olmadığını göstermiştir.
Sir Avrel SteinAnderssonArneRichthofenKarlgen gibi bilim adamları, Orta Asya’nın eski uygarlıkların kaynağı olduğu konusunda birleşmektedirler.13
Son dönemlerde ise A.Belenitsky (1987), D.Sch.Beserat (1987) veV.A.Rano (1993); Orta Asya’da, Cilalıtaş dönemindeki yerleşik kültürlerin varlığını saptamışlar bu bölgede, “yerleşik kültür merkezlerinin (station), Paleolitik (Yontmataş) döneminden beri var olduğunu” ayrıntılarıyla ortaya koymuşlardır.14

Yazıtlar

Orta Asya’dan Batı Avrupa’ya, Mısır’dan İsveç’e, İtalya’dan Anadolu’ya dek çok geniş bir alanda 410 yazıt okunmuştur. Okumalar ve yaş saptamaları sonucunda, ilk kez Orta Asya’da ortaya çıkan resim ve yazıya dönüşen harflerin(tamga) hemen aynısıyla, bu bölgelerdeki yazıtlarda da kullanıldığı görülmüştür.
Yalnızca Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve Mezopotamya’da, M.Ö.15 binden başlayıp bin yılına dek inen 45 bine yakın kaya üstü piktogram vepetroglif bulunmaktadır. Bu yörelerde ayrıca, çok eskiye giden ve Türkler’e özgü özellikler taşıyan fosiller bulunmuştur. Konya Çatalhöyük’de bulunan Ana Tanrıça’nın gövdesini örten yazıtlar, önTürkçe harflerle yazılmıştır.
Tarihçi J.Mellart, Çatalhöyük’ün tarihini M. Ö.6500 olarak saptamaktadır. Mezopotamyadaki Tell Es Sawwan seramiklerindeki yazıtlar da ön-Türkçe harflerle yazılmıştır ve yaşı M.Ö. 5500 olarak saptanmıştır.15

Ön-Türkçe

Ön-Türkçe’nin okunması, Orta Asya uygarlığı ve en az onun kadar önemli başka tarihsel sonuçları da ortaya çıkardı. Yeni bulgular, uygarlığın başlangıcı konusunda Batıda onay gören tarih anlayışıyla çelişmektedir. Üstelik bu çelişmenin, “göçebe barbarlar” ya da “tarihi olmayan kavim” olarak değerlendirilen Türklerden kaynaklanması, Batı tarihçileri için kolay kabul edilebilir bir gelişme değildir.
Durumu kabul edilmez kılan temel öğe, Türkçe konuşan ve yazan insanların, çok eskilerde Asya’da oluşturduğu uygarlığın ortaya çıkarılması değil, bununla birlikte bu uygarlığın göçler aracılığıyla dünyanın büyük bölümüne taşındığının belgelenmesiydi.
Dilbilim araştırmacısı Abdullah Rıza Ergüven bu konuda şu saptamayı yapmaktadır: “Asya’da, Orta Asya’da, İç Asya’da kazılar sürdükçe insanlık tarihini alışılmış Avrupa ambargosundan kurtaracak durumlar, buluşlar ortaya çıkıyordu. Yeni buluşların önüne geçmek için, Avrupa Üniversiteleri araştırma ödeneklerini Afrika’da çalışma yapacak dilbilimcilere ya da kazıbilimcilere vermeye başladı. Çünkü onlara göre Asya’da yapılacak araştırmaların altından ‘bir çapanoğlu’ çıkacaktı. Kültür konusundaki ‘liderliği’ yitirmek istemiyorlardı”.16

Abeceyi (Alfabeyi) Bulanlar

Kavram ve düşüncelerin resim ve çizgilerle anlatılmasından kurallı yazıya, bağlı olarak abeceye (alfabeye) geçilmesinin, M.Ö.8 binlerde başladığı kabul edilmektedir. Kuzey Orta Asya’daki Ulukem VadisiSülyek Köyünde bulunan, tarihi M.Ö.7000’e giden kaya yazıtı bugüne dek bulunabilen en eski yazıttır.Ulukem yazıtları, bağrış ve haykırışla anlatım döneminin bu bölgede sona erdiğini ve tek çekirdekli bir dilin, ön Türk dilinin ilk kez burada oluştuğunu ortaya çıkaran belgelerdir.
Bu dilin başlangıçta yazıya dönüşen 22 harfi bulunuyordu. Harf sayısı, iki bin yıl işlenerek M.Ö.5000’lerde 35’e ulaştı ve sağlam kök yapısı olan bir dil ile bu dili kalıcı kılan kurallı bir yazı ortaya çıktı. Başka hiçbir dilin bu denli eski bir belgeye sahip olmaması, dokuz bin yılı aşkın geçmişi olan Ulukem ve Talasvadisi yazıtlarına, yalnızca Türk değil, dünya tarihi açısından da olağanüstü bir önem yüklemiştir. Tahta çubuklara yazılı Talas Vadisi yazıtları aynı zamanda, tarihteki ilk devlet belgesidir.17
19.Yüzyıl sonlarında Türkistan’da kazı ve tarih araştırması başlatanR.Pumpelly, 1908’de Washington’da, araştırma sonuçlarıyla ilgili Exploration in Turkestan adlı bir yazı yayınladı. O güne dek Batıda tartışmasız kabul gören tarih anlayışını temelinden sarsan yazıda, Aşkabat’ta M.Ö.9 binlerde yerleşik bir kültürün varlığından söz ediliyor ve dayanakları gösteriliyordu. Anav adı verilen bu kültürün yaşını daha sonra, A.Belenitsky (1965) M.Ö.5 bin,D.Schmandt-Besserat (1987) M.Ö.6 bin, V.A.Ranov ise (1993) M.Ö.7 bin olarak vermiştir.18

Millet Kavramı

M.Ö.6.yüzyıl başlarında hükümdar olan Yolug Tigin, devletine Biriki Budun (Birleşik millet) adını vermiş ve diktirdiği anıta şunları yazdırmıştı:“Babamız ve amcamızın kazanmış olduğu milletin adı ve gücü yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ökül Tigin ve İki Uşud (başbakan) ile birlikte, herşey yitirilmek üzereyken kazandım. Kazanarak ‘Biriki Budun’un dağılmasını önledim”.19
Yolug Tigin’in bu sözlerle dile getirdiği yönetim anlayışı, Türk tarihinin her döneminde geçerli olan bir geleneği temsil eder. Devlete ve devletin geleceğine verilen önemi gösteren bu yaklaşım, Göktürk yazıtlarında da konu edilecek ve hemen tüm Türk devletlerinin temel politikası bu anlayış üzerine kurulacaktır.

devami icin ...