18 Temmuz 2015 Cumartesi

TÜRK YÖNETİM GELENEKLERİYLE İLGİLİ SÖYLEŞİ - Metin AYDOGAN



Türk tarihi, Büyük Göçler ve göçleri ortaya çıkaran nedenler bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin başka toplumlara yaptığı etki ve yarattığı sonuçlar anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göçler Türk toplumunun özyapısına (karakterine) biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir. Göçlerle gidilen yerler yurt yapılmalı, buraya sağlamca yerleşilmeli ve bir daha göç etmek zorunda kalınmaması için bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalıydı, bunun için, örgütlü ve güçlü olunmalıydı (devlet). Bu yaklaşım, Türkler’in neredeyse genlerine işleyen kutsal bir milli ülkü halini almıştı.Zorunluluklara dayanan bu ülkü onlara; Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Avrupa’ya dek çok geniş alanlarda, devletler kurdurdu; kültürünü bu alanlara yaydırttı; Türkler’in, dünya tarihi içinde, hiçbir kavmin yapamadığı kadar uzun ve etkili yer almasını sağladı.

Tarihin en karanlık çağlarından bugüne kadim bir medeniyet halini gelmiş olan Türklerin yönetim geleneği üzerine ne yazık ki çok fazla çalışma bulunmamaktadır. Genç araştırmacımız Hacı Mehmet POYRAZ, son yıllarda adından sıklıkla bahsettiren mimar-yazar Metin Aydoğan ile “Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler” isimli iki ciltlik kapsamlı çalışması üzerine konuştu.                                                         İktisadi.org


Hacı Mehmet Poyraz: Gerek iki ciltlik “Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler” isimli çalışmanız gerekse diğer çalışmalarınız oldukça kapsamlı ve üzerinde bir hayli emek sarf edilmiş eserler. Aslen mimar olmanıza rağmen bu denli bilgi birikimini nasıl elde ettiniz?

Metin Aydoğan: Mimarlık, çoğu kişinin sandığı gibi, konut ya da işyerlerinin tasarını (planını) yapan, kolay edilinen, sıradan bir iş değildir. Eğitimi güç, ustalaşması zaman ve uygulamayı gerektiren, daha önemlisi yüksek kültür isteyen bir meslektir. Sanata olduğu kadar, tarihe ve toplumbilimine yakınlığı vardır/olmalıdır. İnsanla, bağlı olarak toplumla ilgili her şey, mimarın ilgi alanı içindedir. Doğal çevrenin dışındaki yaşam alanlarının tümü, mimar tarafından yaratılır. Bunun için okuluna gitmek de koşul değildir. Kendine ev yapan köylü, yaptığı evin mimarıdır. Geçmişte şahaserler yaratan insanlar da okula gitmemiş, usta-çırak ilişkileriyle uygulamalar içinde yetişmiştir.
Günümüz mimarlığı kuşkusuz ayrımlı. Toplum yaşamının gelişkinliğine bağlı olarak kapsamlı bir eğitim istiyor. Mimar adayları, günümüzün “gecekondu” üniversitelerinde değil de nitelikli eğitim veren bir okulda eğitim görüyorsa; tarihi, sanat tarihini, toplumbilimi ve kent kültürünü öğreniyor demektir. Okul sonrasında bilgisini geliştirip mesleğine özen gösterirse, gerek mimarlığını ve gerekse aydın olma niteliğini yükseltecektir. Ben bu yolu seçtim, kendimi geliştirmek için çaba gösterdim. Bunlar mesleğimle ilgili yanıtımdır.
Mesleğim dışında kişisel konum olarak şunları söyleyebilirim: Kitaba ve okumaya önem veren bir çevrede büyüdüm. Ortaokuldan beri ders dışı kitap okumayı hiç bırakmadım. Dostoyevski’yi ortaokul 2. Sınıfta okumuştum. Okuma alışkanlığım eksilmeden hala sürüyor. Bu alışkanlık bana çok şey kazandırdı.

Hacı Mehmet Poyraz: Türklerin yönetim geleneği gibi bakir bir konuyu çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Metin Aydoğan: Yalnızce Türk yönetim gelenekleri değil Türk tarihiyle ilgili hemen her şey Türkiye’de ne yazık ki “bakir” durumdadır. Bakir sözcüğü yerine, “önlenmiş” ya da“engellenmiş” sözcüğünü kullansak belki de daha doğru bir tanım kullanmış oluruz. Abartılı gibi görülebilir ancak Atatürk’ün öncülük ettiği tarih araştırmaları, neredeyse onun bıraktığı yerde duruyor. Kişiye bağlı nitelikli çalışmalar az da olsa var ancak devlet kurumlarında Türk tarihi araştırılmıyor. Yaşanmış bir örnek vereyim. Küçük kızım tarihçi. Başarılı bir öğrenciydi ve iyi bir eğitim aldı. Doktorasını Öntürkler üzerine yapmak istedi. Ancak Türkiye’de bu konuda doktora yapacak üniversite bulamadı. Şimdi Almanya’da Osmanlılarda uç sorunu ve coğrafi algı konusunda doktora yapıyor.
Benim Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler’i yazmam, düşünülüp tasarlanmış bir çabanın ve yoğun bir çalışmanın ürünüdür. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, dünya tek kutuplu duruma gelmiş adeta 20. Yüzyıl başına geri dönmüştü. Yüzyıl başında emperyalizm tartışılıyordu, yüzyıl sonundaYeni Dünya Düzeni adını verdikleri küreselleşme tartışılır oldu. Yazılı ve görsel basında, küreselleşmenin erdemlerinden sözeden ve yaymacaya dönüşen bilim ve gerçek dışı yayınlar yapılıyordu. Küreselleşmeyle dünyanın küçüldüğü, çalışmanın yük olmaktan çıktığı barış ve özgürlük çağına girildiği, temsili demokrasi ve ölçek ekonomisinin çağdışı kaldığı söyleniyor, günümüz için tarihin sonu deniliyordu. Oysa yaşananlar ne yeni ne de düzenliydi. Dünya, uluslararası gerilim ve çatışmaların yoğunlaştığı karışık ve karmaşık bir dönem yaşıyordu.
Bu durumun insanlarımıza, gerçeği yansıtan, belgeyle kanıtlanan ve kolay anlaşılır biçimde anlatılması gerekiyordu. Bu konuda doyurucu bir çalışma yoktu ya da ben bilmiyordum.
Döneme yönelik bir başka saptamam şuydu: Atatürk’ten çok söz ediliyor ancak onun önderlik ettiği Türk Devrimi’nin niteliği, nasıl gerçekleştirildiği, dünyaya etkisinin ne olduğu yeterince bilinmiyordu. Kemalizm, Türk tarihi gibi adeta gömülmüş bilinmeyen bir konu durumuna gelmişti. Atatürk’ü sevenler çoktu ancak bilenler çok değildi.
Atatürkle küreselleşmenin birbirini etkileyen ilişkisini görüyordum. Günümüzü de ilgilendiren bu ilişkinin, geleceğe yönelik sonuç çıkarmak için incelenmesi gerekiyordu. Küreselleşme sözcüğüyle tanımlanan uluslararası ilişkiler bütünü, emperyalizmden başka bir şey değildi. Batı Avrupa sömürgeciliği, 19.yüzyıl sonu - 20. Yüzyıl başında emperyalizme yönelmiş, liberalizmin yerini tekelci şirket egemenliği yani emperyalizm almıştı.
Kemalizm, emeryalizmi daha “daha gençlik yaşındayken” yenilgiye uğrattı ve ezilen uluslara örnek olarak emperyalizme büyük zarar verdi. Bu yüzden de hiç afedilmedi.Mustafa Kemal, uluslararası bir ulus devinimi yarattı.
Bu iki konuyu yani küreselleşme ve Kemalizm konusunu, yergi ya da övgüden uzak durarak, belgeli ve kanıtlı bir araştırmayla incelemek, sonuçları halkımıza sunmak istedim. Bin sayfalık “Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye - 20. Yüzyılın Sorgulanması” bu isteğin sonucu olarak ortaya çıktı.
20.yüzyılı sorgulamış, günümüzü incelemiş ve geleceğe yönelik önermelerde bulunmuştum. Yüz yıl toplum yaşamında uzun bir süre değildi ancak Türk toplumu bu yüz yılda, sıradışı değişimlerden geçmiş, çelişkilerle dolu karmaşık bir dönem yaşamıştı. Yeniyle eski, tutuculukla devrimcilik iç içe geçmiş, eskiye dayanan yozlaşma, 20. Yüzyıl başında özellikle yönetim anlayış ve işleyişinde bozulmalara yol açmıştı.
Ancak, yönetici konumunda olanlar ne denli yetersiz olursa olsun devlet işleyişi, her şeye karşın eksik de olsa sürüyor ve sanki kendi kendine işleyen bir makine gibi işlevini ağır aksak sürdürüyordu. Bunun bir nedeni olmalıydı. Korunup geliştirmek bir yana, içten ve dıştan ağır bir saldırı altındayken devletin işlevini sürdürmesi, sorunlarını çözemese de halkın ona verdiği değer, duyduğu saygı ilgi çekiciydi. Kimi zaman kendine karşı güç kullanan bir devlete halk neden güven duyar, ona neden bağlı kalırdı.
Bu soruların yanıtının tarihte saklı olduğunu düşündüm. Amerikalıların yaptığı bir araştırmada, Anadolu Türklerinin bin yıl önceki değer yargılarının yüzde 38’ini yaşattıkları, bu oranın Orta Asya’daki Türklerde yüzde 67’ye çıktığı söyleniyordu.
Yönetim biçimi ağırlıklı olarak Türk tarihini incelemeye, araştırmaya başladım. Ve tam bir dipsiz kuyuyla karşılaştım. Türk tarihi o denli geniş, o denli görkemliydi ki şaşırmamak elde değildi. Dünyanın hemen her yerine gitmişler, kimi bakir yerlerde oranını otantik halkı olmuşlar, başka toplumlarla kaynaşmışlar, büyük uygarlıklar kurmuşlar, etkileyip etkilenmişlerdi. Türkler kadar dünyaya yayılan başka bir milliyet (kavim) yoktur. Çinliler, Hintliler ya da Mısırlılar yüksek uygarlıklar kurmuşlar ancak başka bölgelere gitmemişlerdi.
Çalışmalarım sırasında konunun tam olarak anlaşılması ve günümüze yönelik sonuç çıkarmak için başka uygarlıkların de incelenmesi gerektiğini gördüm. Doğudan Batıya tarihe iz bırakan büyük uygarlıkları inceledim, Türklerin bu uygarlıklara yaptığı etkiyi arştırdım. Ulaştığım sonuçları yorumlayarak kitaplaştırdım. Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler böyle oluştu.

Hacı Mehmet Poyraz: Kitabınıza “küreselleşme” olgusu ile başlamışsınız. Okuyucularımızın bilgilenmesi açısından küreselleşme sizin için ne ifade etmektedir? Artıları ve eksileri nelerdir?

Metin Aydoğan: Yukarda açıkladım. Küreselleşme emperyalizmin günümüzdeki adıdır. Benim için emperyalizm ne ifade ediyorsa küreselleşme de onu ifade ediyor. Olumlu bir yanı yoktur.

Hacı Mehmet Poyraz: Hiç kuşkusuz, antik çağlardan bugüne Türklerde sağlam bir örgütlenme kültürü olduğu aşikâr. Bu sağlam örgütlenme kültürünü neye bağlayabiliriz?

Metin Aydoğan: Türklerde gerçekten gelişkin bir örgütlenme yeteneği vardır ve bu yeteneğin kökleri bana göre çok eski dönemlere, büyük Türk göçlerine dayanmaktadır. Bu göçler; bir kümenin, boyun ya da aşiretin bir yerden bir yere gitmesi değildir. Bir ulusun, yeni bir yurt için göçmesidir. Binlerce yıl süren büyük bir olaydır.
Türk tarihi, Büyük Göçler ve göçleri ortaya çıkaran nedenler bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin başka toplumlara yaptığı etki ve yarattığı sonuçlar anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göçler Türk toplumunun özyapısına (karakterine) biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir.
Yokolmamak için örgütlü, güçlü ve bilgili olmayı gerektiren göç eylemi; Türk toplumunu, geçmişine önem veren, paylaşımcı, dayanışmacı ve yenilikçi bir toplum yapmıştır. Durağanlığı, tutuculuğu ve uyuşukluğu sevmeyen; her zaman devingen ve atak, öğrenmeye ve bilime önem veren, doğayı ve insanı esas alan Türkler, bu nitelikleri büyük oranda binlerce yıl süren göç eylemi nedeniyle kazanmıştır.
Çin’e, Hindistan’a ya da Batıya yönelen Büyük Göçler, toplumun tümünün katıldığı bir eylem olduğu için: taşınabilir tüm malların yanında, insan unsuru olarak her meslekten insanı da kapsıyordu. Daha önce yerleşik yaşama geçmiş olan tarımcı, madenci, zanaatçı, yazıcı, bilim adamı, din görevlisi ve bunların oluşturduğu kültür;Büyük Göçler’le çok uzak yörelere taşınıyordu.
Ayrıca, binlerce yıl süren bu göçler çoğu kez, daha önce göçüp yerleşmiş olanları da, eğer göç yollarına denk geliyorsa sürüklüyor ve içine alarak götürüyordu.
Göç olayının kendisi, başlıbaşına bir örgütlenme şahaseridir. Bilinmezliklerle yüklü yerlere gidiliyordu. Öncüler, artçılar, yancılar çıkarılmalı; bunlar göç koluyla sürekli ilişkide olmalıydı. İnsanların (ve hayvanların) gereksinimleri karşılanmalı, güvenliği sağlanmalıydı. Bu güç ve karmaşık işte “her kafadan bir ses çıkmaması için” bir önder ve yöneticı küme belirlenmeli ve onların buyruklarına kesin olarak uyulmalıydı (öndere bağlılık).
Yeni yurda sağlamca yerleşilmeli ve bir daha göç etmek zorunda kalınmaması için bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalı, bunun için de örgütlü ve güçlü olunmalıydı (devlet). Bu yaklaşım, Türkler’in neredeyse genlerine işleyen kutsal bir milli ülkü halini almıştı. Zorunluluklara dayanan bu ülkü onlara; Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Avrupa’ya dek çok geniş alanlarda, devletler kurdurdu; kültürünü bu alanlara yaydırttı; Türkler’in, dünya tarihi içinde, hiçbir kavmin yapamadığı kadar uzun ve etkili yer almasını sağladı.

Hacı Mehmet Poyraz: İslam ile tanışan Türklerin yönetim geleneğinde ne tür değişiklikler oldu?

Metin Aydoğan: İslamiyeti 9.yüzyıldan sonra kabul etmeye başlayan Türkler, büyük bir çoğunlukla, bin yılı aşkın bir süredir, bu dine bağlı olarak yaşadı, yaşıyor. Çatışmalarla dolu, uzun bir süreçten geçerek benimsedikleri bu dinin edilgen inananları olmamış, Müslüman olan başka uluslardan ayrımlı olarak, bu dini çok geniş bir coğrafyaya yayarak kurumsallaştırmış ve korumuştur.
Peygamber’in söz ve davranışlarından oluşan Hadis’lerin toparlanmasını Türkler sağlamış, Sunni mezhebinin oluşumunu Türkler gerçekleştirmiştir. İslam dünyasının en büyük ve en seçkin bilim adamları, en parlak düşünürleri Türktür. Haçlı seferlerine karşı koyanlar, İstanbul’u alanlar, İslamiyet’i Avrupa’nın ortasına, Çin’e, Hindistan’a dek götürenler Türklerdir.
Türkler, İslamiyetken çok şey alıp ona çok şey verdiler; onunla bütünleşip gerçek temsilcileri ve yayıcıları oldular. Yalnızca İslamiyet’i değil, hiç bir dini hiçbir dönemde bağnazlıkla ele almadılar. Kendilerine ve yönettikleri topluluklara dini baskı yapmadılar. Dinleri önemli oranda kendi yaşam biçimine ve geleneklerine uydurdular. Örneğin, Çin’de Budizmi kabul eden Türkler, bu barışçı dini savaşçı bir din haline getirmişti.
Türkler, İslamiyeti kabul etti ancak Araplarda olmayan alışkanlıklarını sürdürdüler. Kadının özgürlüğü, aile ve toplum ilişkileri, yurda ve devlete bağlılık, yardım ve dayanışma vb. Araplardan ve başka Müslüman ülkelerden çok ayrımlıydı. Yatır, türbe, tekke, tarikat ve zaviyeler Türklere özgü yapılanmalardı. Ölüye verilen önem, cenaze töreni, musalla taşı, mezar taşı, mezar ve mezarlık Araplarda yoktu.
İslamiyeti, birçok konuda kendi yaşam biçimine uygun duruma getiren Türkler, yönetim anlayış ve işleyişinden ödün vermediler, yönetim geleneklerini sürdürdüler. Ancak, bu konuda ikisi de Osmanlılar döneminde olmak üzere iki kırılma yaşandı.Birinci kırılma 2. Mehmet (Fatih) döneminde oldu. Fatih, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı öldürttü ve Türk yönetim gelenelerinin devlet politikasındaki belirleyiciliğine son verdi.
Türklerde kimi aileler, kuşaktan kuşağa çocuklarını devlet yönetiminde görev almak üzere yetiştirir, onlara geçmişten gelen yönetim biçimini koruyup geliştirecek yüksek düzeyli bir eğitim verirlerdi. Çandarlılar bu ailelerin en köklülerindendi. HalilPaşa’dan sonra, devlet yönetimine giderek artan biçimde, Türk olmayan devşirmeler yerleşmiştir.
İkinci kırılma, 1.Selim (Yavuz) döneminde yaşandı. Yavuz, Mısır seferinden kutsal emanetler ile halifeliği İstanbul’a getirdi. Kendi halife olmadı ancak bu girişimiyle, hiç bir Türk devletinde olmayan, dinin devlet işlerinde kullanılmasının yolunu açtı. Bu gelişme, Türk yönetim anlayışında kalıcı bir bozulmaya yol açtı.

Hacı Mehmet Poyraz: Türklerin yönetim geleneği, etkileşim halinde olduğu medeniyetlerden ne ölçüde etkilendi ve onları ne ölçüde etkiledi?

Metin Aydoğan: Türkler, büyük göçlerle dünyanın hemen her yerine gittiler. Doğal olarak gelişkin ya da azgelişkin birçok kültürle karşılaştılar. Yurt tuttukları yerlere getirdikleri kültürle, insansız bölgelerde tek başlarına, yerleşik yerlerde ise yerel uygarlıklarla kaynaşarak daha ileri uygarlıkların oluşmasına neden oldular. Kimi yerde yerel uygarlıklar içinde eriyip kimliklerini yitirdiler, kimi yerde (çoğunlukla) onları kendi içinde eritip Türkleştirdiler. Ancak her iki tür gelişmede de tarım ve hayvancılık merkezli ikili yaşam biçimi, varlığını uzun süre korudu; sonuçta, geniş bir coğrafya alanı, Türkleşti, Türkler buralarda yerel halk durumuna geldi.
Türkler, değişik dönemlerde hanedanlıklar oluşturup Çin’i yönettiler. Ünlü Çin Seddi Türk akınlarını önlemek için yapıldı. Öncekileri saymazsak, Gazneli Mahmut’un 1001 yılında Hindistan’a girmesinden 1857’ye dek 8 yüzyıl Hindistan’ın büyük bölümünüTürkler yönetti. İran çok uzun bir süre Türkler’in yönettiği bir ülkeydi. İlkMüslüman Türk devleti olan Samanoğulları’ndan (874), Pehlevi hanedanlığına dek (1925),(14.yüzyıldaki Moğol egemenliği ve 1750-1779 arasındaki 29 yıllık Zent hanedanlığı dışında) yaklaşık bin yıl, İran Türk asıllı hanedanlar tarafından yönetildi.

Hacı Mehmet Poyraz: Türklerin yönetim anlayışında ordunun rolü nedir? Ordunun paralı askerlere dayanmaması ne ölçüde etkili olmuştur?

Metin Aydoğan: Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi örgütlenmiş, büyük ve güçlü ordular kurup bu orduları, adeta bir yenilmezlik efsanesine dönüştürebilmeleri; yaşam biçimlerine olduğu kadar, kuşkusuz teknolojik gelişkinliğe de bağlı bir sonuçtur.
Eski Türkler’in kurduğu ordularda, asker sayısının genel nüfusa oranı, başka hiçbir kavim ya da ulusta görülemeyecek denli yüksektir. Ordunun temel gücünü doğal olarak genç nüfus oluşturur; ancak Türklerde gerektiğinde yaşlılar, kadınlar ve hatta çocuklar da savaşa katılırlar. Her yaştan insan, savaşta ölmeyi hastalıktan ölmeye yeğler; savaşmayı, ülkeyi ve kavmi korumanın kendilerine yüklediği bir görev olarak görür. Bu uğurda ölmek, onlar için görevini yerine getirmenin en ihtişamlı biçimiydi.
Yaşama tutkuyla bağlıydılar. Dünyayı severler, ölmekten nefret ederlerdi ancak millet varlığına yönelen bir tehlike söz konusu olduğunda, ölmekten hiç çekinmezlerdi. Bir gelenek halinde, iç içe geçerek günümüze dek gelen bu ikili davranış, kalıcılığı olan bir töre ve bu töreye dayanan bir ulusal bilinçti. Savaşlara, çoğu kez halkın tümünün katılması, ordu örgütlenmesinde disiplini gevşetecek bir sonuç doğurmaz ve orduyakatılım, başka hiçbir toplumda görülmeyen düzeyde gönüllülüğe dayanırdı. Hiçbir askere ücret ödenmez, hiçbiri paralı asker değildir, kimse kimseyi zorlamaz, herkes savaşa isteyerek katılır; Türk ordusu ayağa kalmış bir halk, yürüyen bir ulustur.
Babalar ve askere gitmeyen kardeşler, yoksul da olsalar, neleri varsa askere giden oğullara ya da kardeşlere verirdi. Aileler, devletin herhangi bir istemi olmamasına karşın, çocuklarının giyim ve gıda gereksinimlerini karşılar, askere öyle yollardı.
Ordu sefere çıktığında büyük şenlikler düzenlenir, bayram gibi kutlanır. Günümüzde askere giden gençlerin coşkuyla uğurlanması, bu törenlerin bugüne dek gelen bir uzantısıdır.
Orduyu oluşturan insanlar, kişiselliği aşan ortak bir ülkünün, duygulu birlikteliğine sahiptir. Ancak, ordu örgütlenmesinde, duygusal olmayan yüksek bir disiplin ve gerçekçilik egemendir. Bütün birimler neyi, ne zaman ve nasıl yapacağını bilir, bütünlüklü bir dayanışma içinde olurdu.

Hacı Mehmet Poyraz: Türklerin yönetim geleneğinde kadının rolünü nasıl görüyorsunuz?

Metin Aydoğan: Devlet politikasını belirleyen önemli kararlar, silah taşımaya ya dasavaşma yeteneğine sahip herkesin katıldığı Kurultaylarda alınırdı. Kurultay toplantılarına,savaşlara katılma yeterliliğinde oldukları için kadınlar da katılırdı.
Hititlerde yönetim deneyimine sahip yetkililerin katıldığı Pankuş adı verilen bir meclis vardı. Bu meclis hükümdarın yetkilerini kısıtlıyabiliyor ve uygulamalarını denetliyordu. Hükümdardan sonra meclise karşı sorumlu en üst yetkili, tavanna denilen hakanın eşiydi?
Eski Türkler’de kadının siyasi yaşamda önemli bir yeri ve kabul edilmiş hakları vardı. O dönemdeki inanç düzenini, erkeğin kutsal kuvvetini öne çıkaran Toyonizm ile kadına önem veren Şamanizm’in oluşturması, kadın ve erkek arasında tüzel (hukuksal) olduğu kadar siyasi bir denge yaratıyordu. Toplantılara, kadın ve erkek birlikte katılırdı. Toplumu ilgilendiren siyasi kararlarda, hakan kadar hatunun da yetki ve sorumlulukları vardı. Herhangi bir buyruk yazıldığı zaman, buyruğun uygulanması için hakanın yanı sırahatunun da imzası olması gerekiyordu; hatunun imzası eksikse o buyruğa boyun eğilmezdi.
Hakan, yabancı ülke elçilerini tek başına kabul etmezdi. Elçiler, hakanınsağda, hatunun solda oturduğu devlet kurulunda, huzura kabul edilirlerdi.Şölenleregenel toplantılara (kengeş)kurultaylara, dinsel törenlere; hatun, kesinlikle hakanla birlikte katılır ve bu toplantılarda herhangi bir örtünme kuralına bağlı olmazdı. Hakanın yönetimdeki ortağı olan hatunun ünvanıTürkandı. Türkan, tümüne birden hatun denilen hakan soyunun prensesleri içinden seçildiği için, ona da yalnızca hatun deniliyordu.
Göktürk Hakanı Gültekin Han’ın devlet yönetimini eşi Kutlulu Sultan ile paylaşması, konuyla ilgili ilginç bir örnektir. Bu paylaşım, göstermelik bir değer vermeye değil, kesin olarak Kutlulu Sultan’ın iyi yetişmiş, yetenekli bir yönetici olmasına dayanıyordu.

Hacı Mehmet Poyraz: Osmanlı’nın yıkılışında yönetim geleneğinin bozulması ne ölçüde etkiliydi?

Metin Aydoğan: Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşe götüren nedenler, nesnel koşullar yanında asal olarak yönetim geleneğindeki bozulmadır. Bu bütün devletler için geçerli olan bir durumdur. Bir devlet, döneminde ne denli güçlü ve gönençli olursa olsun; toplumu ayakta tutan değerleri geliştirip yaşatamıyorsa, yönetim işleyişini çağına uygun duruma getirip yenileyemiyorsa, ayakta kalamaz, varlığını sürdüremez. Bu evrensel bir kuraldır.
Türk yönetim geleneği, 2. Mehmet (Fatih) ve 1.Selim (Yavuz) dönemindeki kırılmalar, beraberinde duraklama ve gerilemeye neden olan süreci başlattı.2. Mehmet’in başlattığı, 1.Süleyman’ın (Kanuni) genişlettiği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına dek süren kapütülasyonlar ise duraklamanın, gerilemenin ve çöküşün nedeni oldu. Yönetimde başlayan bozulma kaçınılmaz olarak ekonomik alana yayıldı, devleti ve toplumu güçsüz kıldı.
Oysa, Osmanlı devletinde Türk yönetim geleneklerinin uygulandığı ilk üç yüzyıl içinde, Anadolu’da; artı ürün veren, toplu üretime dayanan ve pazar için üretim yapan gelişkin bir ekonomik düzen, Selçuklular’dan beri varlığını sürdürüyordu. Üretim çeşitliliği oldukça geniş bir alana yayılmıştı. Eskiden gelen ve yabancı mallara karşı üstünlüğü olan, kimileri tekel durumuna gelmiş mal ve ürün üretimi yapılmaktaydı. Yerli üretim dışa karşı korunuyor, üretim destek görüyordu.
Ekonomide bağımsızlığın önemi biliniyor ve önlem de alınıyordu. İmparatorluğun çok geniş bir alana yayılması, başlangıçta alınabilen ve etkili olan önlemleri yetersiz duruma getirdi ve yönetim düzeninden başlayarak ekonomiye dek uzanan, yaygın bir bozulma yaşandı.
Birbiri içine giren ve birbirinin hem nedeni hem sonucu olan kapitülasyonsüreci, ekonomik yaşama giderek yön veren yabancılara, devletin güçlü olduğu dönemlerde bile, devlet üzerinde baskı oluşturma olanağı verdi. Bunlar savaşta yenilseler de, ekonomik üstünlüğün sağladığı güçle, siyasi yapı üzerinde dolaylı baskı kurabiliyor, değişik yöntemlerle isteklerini kabul ettiriyorlardı.

Hacı Mehmet Poyraz: Önceki soruyla bağlantılı olarak, günümüz Türkiye’sinin yönetim sisteminin Osmanlı’nın yönetim sisteminin devamı olduğunu düşünüyor musunuz?

Metin Aydoğan: Günümüz Türkiye’sinden ereğiniz Cumhuriyet dönemi ise, bu dönemi Atatürk’ün yaşadığı dönem ve bügün yaşananlar olarak iki bölüme ayırmak gerekir. Atatürk dönemi, yönetim anlayışı ve Türk yönetim geleneklerine uyum bakımından Osmanlının yadsınmasıdır (inkarıdır). Bu dönem yeniliğe açık, gelişmeci ve devrimci bir süreçtir. Yeni devleti kuran 1. Meclis, Batı parlamentolarından çok, Göktürk toylarına benzer, yaşadığımız dönem ise, Osmanlılığa özenilen, dünyadan ve ülke sorunlarından kopuk ilkel bir öykünme (taklit) dönemidir.

Hacı Mehmet Poyraz: Küreselleşmenin etkileri Türklerin yönetim geleneğini ne ölçüde etkiledi? Ayrıca, günümüz modern Türkiye’sinde devlet ve devletin otoritesine duyulan saygı ve inanç giderek azalıyor mu?

Metin Aydoğan: Küreselleşme (yani emperyalizm) Türkiye’yi silahsız ele geçiriken, karşısında amacına uygun hazır bir ülke buldu. Atatürk’ün ölümünden sonra ülkeyi yönetenler, Batının Sevr ile elde etmek istediği hemen her şeyi onlara verdi; bunun koşullarını yarattı. Bu tutum, yurdun güvenliği ve ulusun gönencini sağlamaya dayanan Türk yönetim geleneğinin bağımsızlıkçı özünü ortadan kaldırdı. Küreselleşme denen dış saldırı, ulus-devletin yaşam alanını ele geçirdi.
Yurdunu ve ulusunu koruyamayan, korumayan, korumacağını dolaylı da olsa açıklayan ve açıklamalarını uygulayan devlet karşıtlarının yönetici olduğu bir ülkede devlete saygı ve güven olabilir mi? “Devleti küçülteceğiz”, “devletin ekonomide yeri yoktur”, “devlet yalnızca güvenlik ilgilenmelidir” sözlerini anımsayınız.

devami icin...

Kuramsal Aktarım ve Metin Aydoğan