29 Aralık 2015 Salı

HALA GÖRMEYECEKSEK - Metin AYDOGAN


Ülke, herkesin birlikte yaşadığı tehlikeli bir süreçten geçiyor. Bugünün sorumluluğunu taşıyan erk sahipleri, bilinen ve beklenen yönde yürümeyi sürdürüyor. Ülke sahipsiz, halk yoksul ve örgütsüz. Gizli işgal ilişkileriyle yönetim yapısında etkili olan yabancılar, olaylara dilediği gibi yön veriyor. Türkiye Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, girişim gücünün olmadığı, bölünmeyle sonuçlanabilecek, çatışma yüklü bir karmaşaya sürükleniyor.
Bugünkü iktidar yönetimde olduğu sürece, Türkiye için olumlu bir sonuç elde edilemez. Türkiye’nin baş düşmanı emperyalizmle birlik olarak yararlı bir iş yapılamaz. Ülkeyi yabancıların istediği duruma getirerek Cumhuriyet’i ortadan kaldırmak isteyenler, sorun çözmez, sorun yaratır. Ayrılıkçı terörle mücadele edemez. Türk siyaseti kuşatılmış durumdadır. Halk yazgısıyla baş başadır.
Yalanı ve yanlışı yayan politik söylemlere, televizyon konuşucularına, gazetelere inanmayın. Gerçeği görmeye çalışın. Yakın tarihimizi öğrenin. 20.Yüzyılı sorgulayın. Kurtuluş Savaşı’nı, öncesi ve sonrasıyla inceleyin. Bu çabanın, tarih dersi çalışmak değil, bugünü anlamak olduğunu göreceksiniz. Yaşadığınız sorunların çözümüne yönelik ipuçlarını bu çabada bulacaksınız.
Bilgili olmak zorundasınız. Bilgisiz insanlarla başarılı bir sonuca ulaşmak olası değildir. Erk sahiplerinin varlık nedeni, topluma yayılmış olan bilgisizliktir. Şunu kimse unutmasın ki, halkın ve ulusun kurtuluşu, yüz yıl önce olduğu gibi bugün de, halkın kendi gücüyle olacaktır.
Bu büyük gücü harekete geçirmek için, bilinç ve örgüt gerekir. Teknolojinin elinize verdiği olanakları; uyutucu alışkanlıklar için değil, bilgilenmek ve bilgiyi yaymak için kullanın. Bilgisiz bilinç, bilinçsiz savaşım olmaz. Savaşım ise sağlam bir istenç gerektirir. Ulusal istencin kaynağı tarihtir. Tarihi bilmeyenin direnme gücü ve geleceği olamaz.
Okuyun ve okutun. Öğrenin ve öğretin. Ulusal bilinci yaymaya çalışın. Bu eylem, şu anda, her türlü savaşım yönteminden önde gelir. Savaşım, ulusal bilinci yüksek, amaç birliğine varmış insanlarla kazanılır. Amaç birliği ancak bilgi ve bilinçle sağlanabilir. Bunu bugünden sağlamak, kaçınılmaz gibi görünen ilerdeki çatışmalı günlere hazırlık anlamına gelir.

devami icin...
http://kuramsalaktarim.blogspot.de/2015/12/hala-gormeyeceksek_57.html

28 Aralık 2015 Pazartesi

GÜNEY KORE MUCİZESİ: EĞİTİMDE BİRE ON ALAN ÜLKE - Prof. Dr. Hasan Şimşek İstanbul Kültür Üniversitesi


OECD tarafından her üç yılda bir 15 yaş öğrencilerine uygulanan 2012 PISA [Program of International Student Assessment-Uluslararası Öğrenci (Başarısını) Değerlendirme Programı] sonuçlarına göre Güney Kore değerlendirmeye katılan 64 ülke içinde en başarılı 5. ülke olma başarısını gösterdi. Güney Kore’nin üzerinde yer alan ülkelerin çoğunluğu da Doğu Asya’da yer almaktaydı; örneğin Çin Şangay 1, Singapur 2, Çin Hong Kong 3 ve Tayvan 4. 1999 yılından uygulamaya başlanan başlangıçta 34 OECD üyesi ülkenin katıldığı ilk testlerde Finlandiya’lı çocuklar PISA testlerinde tartışmasız bir üstünlük elde etmişlerdi.
Daha sonra OECD üyesi olmayan ülkelerin de sınava dahil olmasıyla Finlandiya bu üstünlüğünü kaybetti. Katılan üye sayısı arttıkça ilginç bir şekilde Uzak Doğu ülkeleri çocuklarının PISA testlerinde gösterdikleri başarı bütün dünyanın ilgisini çekti. Bunlar içinde Güney Kore özellikle dikkat çekiciydi, çünkü 1950 ve 1960’larda Afrika ülkelerindeki yoksulluk ve az gelişmişlikle kıyaslanabilecek bir ekonomik ve toplumsal kalkınmışlık düzeyine sahip olan Güney Kore 40 yıl gibi bir süre içinde dünyanın en büyük 11. ekonomisi olmayı başarmıştı. Bütün dünya bu başarının nedenlerini araştırmaya başladı ve bugün Güney Kore, üzerine en çok yazılıp çizilen ülkelerin başında geliyor.
Gerçekten de bu mucize nasıl başarılmıştı? Biraz tarih 1910-1945 yılları arasında Japon istilasına uğrayan Kore, Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla bu kez Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Doğu Blokuyla ABD’nin başını çektiği Batı Bloku arasında bir mücadele alanı haline geldi. 1948’deki Birleşmiş Milletler kararıyla 38. paralelin kuzeyi Sovyet denetimine, güneyi ise ABD denetimine bırakıldı. 1950-1953 yılları arasında Türk ordusunun da Güney Kore saflarında katıldığı savaş sonucunda Kore, Kuzey ve Güney Kore olarak ikiye bölündü. 1953-1987 yılları arasında Güney Kore baskıcı bir askeri rejim tarafından yönetildi. Bu yıllar içinde muhalefet partilerinin ve özellikle üniversite öğrencilerinin hükümet karşıtı gösterileri defalarca kanlı bir şekilde bastırıldı, pek çok muhalif öldürüldü veya uzun yıllar tutuklu kaldı.
Güney Kore’de doğrudan halk seçimiyle iktidara gelen ilk başkan olan Roh Tae-woo oldu ve 1988’de göreve başladı. Baskıcı askeri rejim 1960’lardan itibaren eğitime ve sanayileşmeye önem vermeye başladı. Bu nedenle Güney Kore’nin hem eğitim hamlesinin hem de sanayileşme hamlesinin yıllar içinde el ele gittiğine tanık olmaktayız.
1950’lerde %20’ler düzeyinde okuyan yazan bir nüfusa sahip olan Güney Kore’de 1960’lar ilkokulların, 1970’ler ortaokulların, 1980’ler liselerin ve nihayet 1990’ler ve 2000’ler yüksek öğretimin yaygınlaştırıldığı yıllar oldu. Başarı rastlantı değil: Eğitim göstergeleri Bugün Güney Kore 6 yıl ilkokul, 3 yıl ortaokul, 3 yıl lise ve 4 yıllık yükseköğretimden oluşan bir eğitim sistemine sahip. Zorunlu eğitim 9 yıl olmasına rağmen Güney Kore’lilerin eğitime düşkünlüğü lise düzeyinde de %98 gibi bir okullaşma oranının gerçekleşmesinin arkasındaki en büyük neden. Geçmişte de, sadece 6 yıllık ilkokul zorunlu iken Kore’liler eğitime verdikleri önem nedeniyle gönüllü olarak çocuklarını göndererek ortaokul düzeyinde de %100 okullaşma oranını yakalamışlardı. Aynı şey bugün yükseköğretim düzeyinde gözlemleniyor. Güney Kore %71 ile dünyada en yüksek yükseköğretim okullaşma oranına sahip ülkelerden birisi. Bu oran 2009-2011 arasında bir ara %80’lere kadar yükselmişti.
Pek çok eğitim göstergeleri açısından Güney Kore ilginç bir ülke. Eğitimdeki bu göstergelere bakıldığında Güney Kore’nin hem PISA sınavlarında hem ekonomik alanda gösterdiği başarının rastlantısal olmadığı anlaşılıyor. İlk olarak, Güney Kore’nin nüfusu 2012 rakamlarına göre 50 milyon. Güney Kore bugün GSMH içinde eğitime %8 gibi bir pay ayırıyor ki bu oran OECD ülkeleri arasında ABD’den sonra ikinci sırada (Türkiye’de bu oran hiç bir zaman %4’ün üstüne çıkmadı; yıllar içindeki en yüksek oran 2011 yılında %4 idi; OECD ortalaması ise %5.9-6.0 civarında). Güney Kore öğrenci başına yılda (2009 rakamlarıyla) 7,500 Dolar civarında bir harcama yapıyor (Bu Türkiye için oran 2009 rakamlarıyla 2,200 Dolar civarında). Güney Kore sadece her yıl yükseköğretimine GSMH’sının %2.6 sını ayırıyor. Bu konuda OECD ortalaması %1.6. Türkiye’nin 2011’de eğitime ayırdığı %4’lük payın içinde yükseköğretimin payı sadece % 0.94! (Güngör ve Göksu, 2013, s. 66). Güney Kore’de eğitime ayrılan kaynakların %80’i kamu kaynaklarından, ancak dikkate değer bir katkı da öğrenci velilerinden geliyor. Güney Kore’de eğitim ve okul başarısı adeta bir saplantı. Türkiye’dekine benzer son derece stresli ve rekabetçi bir üniversite giriş sınavı var. İlk ve ortaöğretim düzeyinde SBS ve TEOG benzeri sınavlar da oldukça yaygın. Bu rekabetçi sistemde Türkiye’de olduğu gibi çocuklu ailelerin bütçelerinin ortalama olarak %10’u “hagwon” denilen dershanelere ve özel kurslara akıyor. Bu açıdan bakıldığında Güney Kore’liler yılda yaklaşık olarak 17 Milyar Dolar gibi bir kaynağı eğitime akıtıyorlar. Dolayısıyla eğitim harcamaları Güney Kore’lilerin tüm tüketim harcamalarının %21’ini oluşturuyor (kaynak: http://monitor.icef.com/2014/01/high-performance-high-pressure-in-south-koreaseducation-system/). Eğitime aktarılan bu özel kaynaklar da düşünüldüğünde Güney Kore büyük olasılıkla dünyada eğitime en fazla kaynak ayıran ülkelerin başında geliyor.
Başarının kültürel kodları
Sadece eğitime ayrılan kaynaklar tek başına Kore’nin başarısını açıklayamaz. Kore’nin tüm Uzak Doğu’ya özgü kültürel kalıpları da eğitimdeki başarının önemli tetikleyicilerinden. Başarının ancak yorulmadan çalışmakla mümkün olduğuna vurgu yapan Konfüçyüs felsefesi Uzak Doğu’da hayli etkili. Güney Kore gibi önemli bir doğal veya stratejik yer altı ve yer üstü kaynağı olmayan ve uzun yıllar işgal altında kalmış, yıkıcı savaşlar yaşamış ve baskıcı rejimlerin tahakkümü altında kalmış ülkede eğitimin en önemli ve belki de en kesin “yükselme” aracı olduğu konusunda yaygın bir inanç var. Yıllarca iyi eğitimliler toplumda saygın yerlere gelmişler ve iyi bir gelire sahip olmuşlar. Uzak Doğu’nun mükemmeliyetçi ve elitist kültüründe eğitimsizler ikinci sınıf görülmüş, toplumda ayrıcalıklı yere gelememişler ve daima daha az kazanmışlar. Güney Kore’nin tarihinde bu “denenmiş ve kanıtlanmış” hipotez özellikle anneler üzerinde ciddi bir motivasyon kaynağı. Bu nedenle, çocuklarının eğitimi konu olduğunda Güney Kore’li anneler “kaplan anneler” (Tiger Mom) olarak bilinyorlar ve çocuklarını adeta bir yarış atı yetiştirir gibi bu rekabetçi sistemde ayakta tutmaya çalışıyorlar. BBC’ye göre, tipik bir Güney Kore’li çocuğun Batı’da pek çok yetişkini yere serecek derecede yoğun ve yıpratıcı bir günlük programı var. Çocuklar 06:30-07:00
gibi kalkıyor, 08:00’de okulda öğretim başlıyor, 16:00’da okul bitiyor, kısa bir yemek
arasından sonra 17:00-17:30 gibi dershanede derse başlıyor ve bu ders gece yarısı
10:00-11:00’e kadar sürüyor. Eve dönüşte hemen yatmak yok. 12:00 veya 01:00-
02:00’ye tekrar ders çalışılıyor. Sabah aynı rutin hafta sonu da dahil olmak üzere
devam ediyor. Durum o kadar abartılmış ki hükümet dershaneleri saat 22:00’de
yasayla kapatıyor (http://www.bbc.com/news/education-25187993).
Pek çok Uzak Doğu ülkesinde olduğu gibi böylesi bir eğitim sistemi artık toplumsal bir
sorun halini almış ve Güney Kore hükümeti çocuklar üzerindeki bu sınav stresini
azaltabilecek önlemler üzerinde düşünüyor. 2016’dan itibaren bütün ortaokul ve
liselerde hiç sınavın yapılmadığı “sınavsız öğretim dönemleri” tasarlanmış.
Başarının öğretmen, yönetim ve eğitim politikası boyutu
Dünyanın her tarafında olduğu gibi, eğitim süreç ve sonuçları sadece bir kaç
değişkenle açıklanamaz. Kuşkusuz Güney Kore’nin eğitim ve ekonomideki başarısı da
bir kaç etkenle açıklanamayacak kadar karmaşık. Güney Kore sistemini dünyadaki
diğer eğitim sistemlerinden ayıran önemli özelliklerden birisi de öğretmenin eğitim
süreçlerinde ve eğitim çıktılarında üstlendiği rol. Güney Kore’li öğretmenler rekabetçi
sınav sistemi içinde ölçme testlerine dayalı olarak en yüksek puana sahip ilk %5’lik
dilimden geliyor. Bu öğrencileri öğretmen yetiştirme kurumlarına çeken cazibe ne
olabilir? Güney Kore’li öğretmenler dünyanın en iyi kazanan öğretmen grupları
arasında. Bütün okul düzeylerinde orta kariyer basamağında (diyelim 15 yıl) bir
öğretmen yılda 52,699 Dolar gelir elde edebiliyor. Aynı konuda OECD ortalaması
41,700 Dolar (kaynak: http://www.ncee.org/programs-affiliates/center-oninternational-education-benchmarking/top-performing-countries/south-koreaoverview/south-korea-teacher-and-principal-quality/).
Bu rakam Türkiye için 2009 yılında yıllık 25,000 Dolar civarında idi (rakam Türkiye koşullarını bilen bizler için bir miktar yüksek. Bu durum 2008-2009 yıllarındaki Dolar kurundan kaynaklanıyor.
2009’da yayınlanan veriler 2008’de toplandığına göre, 2008 yılı içinde Dolar-TL
kuruna bakmak gerekli. 2008 yılında 1 Dolar 1.22 TL. Dolayısıyla, Türkiye’de ortalama
öğretmen maaşı bugünkü kura göre 14,000 Dolar düzeyinde olabilir).
Güney Kore’li öğretmenler iyi kazanıyor, ancak çok da çalışıyor. Bir Finlandiya’lı
öğretmen yılda yaklaşık 650 saat, bir ABD’li öğretmen yılda yaklaşık 850 saat
çalışırken bir Güney Kore’li öğretmen yılda yaklaşık 1,100 saat çalışıyor. Dünyanın pek
çok ülkesinde okullar yaklaşık 180 gün öğretim yaparken Güney Kore’de okullar yılın
220 günü öğretim yapıyor.
Öğretmenler düşük sosyo-ekonomik bölgelerdeki okullarda çalıştıklarında veya düşük
başarılı veya özel eğitime muhtaç çocuklarla çalıştıklarında daha fazla ücret alıyorlar.
1990’lara kadar oldukça merkezi bir sistem olan ve Eğitim Bakanlığı tarafından
doğrudan ve il müdürlükleri yoluyla yönetilen sisteme daha adem-i merkeziyetçi
uygulamalar getirilmiş durumda. Okul müdürleri öğretmenlerin performanslarını
değerlendirmede bugün daha fazla yetkiye sahip ve bizdeki SBS/TEOG tarzı merkezi
sınavlarda elde edilen başarı doğrultusunda okul, okul yöneticileri ve öğretmenlere
çeşitli katkılar sağlanıyor.
PISA sınavında ülke başarısını etkileyen en önemli etkenlerin başında eğitim sistemi
içindeki “değişkenlik” (variation) oranı yer almakta. Bir ülkenin eğitim sistemindeki
değişkenlik bir kaç türde olabilir: Öğrenci başarısına ilişkin değişkenlik, sosyoekonomik
düzeye ilişkin değişkenlik, dezavantajlılık anlamında coğrafi bölge
değişkenliği, anne-babanın eğitim durumuna ilişkin değişkenlik. Türkiye bütün bu
başlıklar altında değişkenlik oranı en yüksek sistemlerden birisine sahip. Bu nedenle
aslında PISA ortalamasının üstünde de olan bazı öğrenci grupları (Anadolu Liseleri,
Fen Liseleri; Marmara bölgesi; yüksek sosyo-ekonomik kökenden gelen öğrenciler,
vb.) diğer gruplar tarafından aşağı çekiliyor. Bu nedenle, pek çok ülkede PISA
sonuçları eğitim otoritelerinin daha çok dezavantajlı gruplara yönelmesini ve sistemde
dezavantajlı grupların başarısını artıracak önlemler almalarını getirdi. Örneğin,
Türkiye’den sınava dahil olan öğrencilerin %42’si “ikinci düzeyin” altında performans
gösterirken, Güney Kore’de öğrencilerin sadece %9’u ikinci düzeyin altında
performans gösteriyor. Benzer biçimde, 15 yaş grubu öğrencilerin sadece %5’i “beş
ve üstü düzeyde” başarı gösterirken Güney Kore’de bu sayı %35. Demek ki, eğitim
sisteminde başarılı grupların başarısını aşağı çeken başarısız öğrenci kitlenin başarısını
yükseltmeye çalışmak dikkate alınması gereken ve PISA’nın bize öğrettiği en temel
eğitim politikasıdır. İşte Güney Kore, bu tür “eşitleyici” politikaları etkili biçimde
devreye sokan bir eğitim politikası izlemekte.
“Yönlendirilmiş Kapitalizm” ve eğitim ilişkisi
Güney Kore ilginç bir ülke. Ana hatlarıyla, Soğuk Savaş dönemi de dahil olmak üzere
Kapitalist blokta yer almasına rağmen bazı uygulamalar açısından Sosyalist ve Sosyal
Devlet özellikleri gösteriyor. İstihdam politikaları açısından katı kurallar var ve
şirketler çalışanlarıyla ilişkilerinde Vahşi Kapitalist uygulamalara girişemiyorlar.
Genellikle devlet şirketleri ve küresel büyüklüğü olan Samsung, Hyundai, LG gibi aile
işletmelerinde çalışanlar uzun yıllar çalışabiliyorlar. Ülkede etkili bir genel sağlık
sigortası var.
Bu kapsam altında diğer önemli bir konu devletin ekonomideki ağır eli. Yıllar içinde
azalmasına rağmen Güney Kore’de devlet neredeyse bir Sosyalist ülkedeki kadar
güçlü. 1970’lerde ihracata dayalı kalkınma politikasını başlatan Park hükümeti dört
stratejik alan saptamış ve devlet ve seçilmiş bazı aile işletmelerini bu alanlara
yönlendirmiş. Bu şirketler devletten özel destek almışlar ve bu destekler belirli
ölçülerde bugün de devam ediyor. 1970’lerde belirlenen dört stratejik alan şunlar:
Petrokimya, gemi inşaatı, otomobil sanayi, elektronik. 2000’lerde Güney Kore bu dört
alanda da küresel düzeyde işlev üstlenebilen markalar üretmeyi başardı. Güney Kore
iç pazarını uzun yıllar rekabete kapattı ve doğrudan dış yatırıma sıcak bakmadı. Bazı
kaynaklar, Amerikan sermayesi de dahil dış sermayenin ülkeye girmesine izin
vermeyen “yönlendirilmiş Kapitalizm”in ABD’nin onayından nasıl geçtiğini gündeme
getiriyor. Bu kaynaklara göre, Güney Kore hükümetleri ABD’nin Soğuk Savaş
yıllarında Komünizm karşıtı duruşunu son derece etkili kullanarak ülkeleri için bir
kulvar açmayı başardılar. Bu yorumu yapan kaynağa göre, örneğin Hindistan ve
Filipinler’de 1970’lerde ABD ile ilişki bağlamında Güney Kore’den farksızdı, ancak bu
iki ülke ilerleyen yıllarda ekonomik kalkınmada Güney Kore’nin gösterdiği başarıyı
gösteremediler (http://www.shanghaidaily.com/opinion/shanghai-daily-columnists/SKorean-economic-miracle-looks-ahead-to-next-40-years/shdaily.shtml).
Bu anlamda,
hem merkezi ve planlı ulusal kalkınma politikası, buna koşut olarak eğitime verilen
önem ve eğitime yapılan yatırımlar Güney Kore’nin bugüne gelmesinde stratejik
öneme sahip etkenler olarak görülebilir. Dolayısıyla, insan kaynağının iyi eğitilmesi tek başına yeterli bir koşul değil. Bu insan kaynağının sahip olduğu bilgi ve beceriyi kullanacak ve istihdam edebilecek bir ekonominin de hazırlanması gerekiyor. Dolayısıyla, 1960’lardan sonra eğitime artarak yatırım yapan Güney Kore, 1970’lerde başlayan ihracat odaklı “yönlendirilmiş Kapitalist” bir stratejiyle yetiştirdiği bu insan kaynağını ekonomik gelişmesinde etkili bir şekilde kullanabildi. Sonuç olarak, eğitim ve ekonomik kalkınma birbirini destekleyen sinerjik alanlar olarak birlikte kullanıldı. Güney Kore örneğinin de kanıtladığı gibi, eğitim ülkeler açısından “stratejik bir alandır.” Yirminci yüzyılın emperyal gücü ABD ile 1950’lerden sonra göbek bağını hiç koparmayan, zaman zaman ABD yardımları ile ayakta kalan Güney Kore’de stratejik düşünen bir kaç kişi sanırım 1950’lerde ABD üniversitelerinde yer tutmaya başlayan “insan sermayesi” kuramını ciddiye aldılar. Bir ülkenin insan sermayesini, dolayısıyla bu sermayenin geliştirilmesinin yolu olan “eğitimin” önemini gün yüzüne çıkaran insan sermayesi yaklaşımı, stratejik sektörleri devletleştirerek küresel rekabet edecek tekeller haline getirmek gibi ekonomik kararların yanı sıra, Güney Kore’nin bugüne gelmesinin temel dinamiklerinden birini de eğitim ve eğitime yapılan yatırım oluşturmaktadır. Zaten bu yatırım olmaksızın küresel rekabet edecek tekellerin yaratılması da mümkün olmaz. 1950’lerde ulusal geliri ve dolayısıyla kişi başına geliri Türkiye’den daha kötü olan Güney Kore nasıl oldu da dünya devi dört küresel şirket ve 30,000 Dolar kişi başına gelirle dünyanın 11. büyük ekonomisi oldu? Çünkü, Türkiye’yi 1950’lerden sonra “insan sermayesinden” haberi olmayan, kalkınmayı yol ve baraj inşaatı olarak anlayan zihniyet yönetti de ondan. ABD’nin Komünizm zafiyetini akıllıca kendi yararına kullanmasını becerebilen Güney Kore’li siyasetçi ve teknotratların yerine Türkiye’yi 70 cent’e muhtaç eden zihniyet yönetti. GAP’ı yapacak insanı yetiştirmek yerine GAP’a 35 milyar Dolar yatırdı. Tren de zaten o yıllarda kaçtı.
Güngör, G. ve A. Göksu (2013). Türkiye’de Eğitimi’nin Finansmanı ve Ülkelerarası Bir Karşılaştırma, Yönetim ve Ekonomi, 20(1): 59-72.

 Prof. Dr. Hasan Şimşek İstanbul Kültür Üniversitesi (www.hasansimsek.net) 9 Eylül 2014


Son Güncelleme
Dünya ölçeğinde eğitim çözümleri geliştiren Pearson'ın () raporuna göre en iyi eğitim sistemine sahip ülkeler:

1 - Güney Kore
2 - Japonya
3 - Singapur
4 - Hong Kong
5 - Finlandiya
6 - İngiltere
7 - Kanada
8 - Hollanda
9 - İrlanda
10 - Polonya
11- Danimarka
12- Almanya
13- Rusya
14- ABD
15- Avustralya
16- Yeni Zelanda
17- İsrail
18- Belçika
19- Çek Cumhuriyeti
20-İsviçre
........
34-Türkiye


17 Aralık 2015 Perşembe

ULUSLARARASI ŞİRKETLER VE DIŞSATIM - Metin AYDOGAN


Uluslararası şirketler, azgelişmiş ülkelerdeki şirket şubelerinde, yerel hükümetlere döviz kazandıracak gerçek dışsatım politikaları uygulamaz. Böyle bir uygulama onların dışa açılma amaçlarına, yarışma (rekabet) dengelerine ve yüksek kazanç isteklerine uygun düşmez. Herhangi bir ülkedeki şirket biriminden yapılacak her dışsatım, aynı şirketin aynı üretim dalında etkinlik gösteren bir başka ülkedeki şirket çıkarıyla çelişecektir. Bu nedenle uluslararası şirketler, yerel hükümet yetkililerinin dışsatım isteğini dikkate almaz ve azgelişmiş ülkeler ya da yerel şirketlerle yaptıkları lisans ve işbirliği anlaşmalarına, dışsatımı sınırlayan ya da yasaklayan maddeler koyar.

Uluslararası Şirketlerin Yatırım Yaptığı Ülke Dışına Mal Satması O Ülkenin Dışsatımı (İhracatı) Değildir

Kalkınma ve ekonomik büyüme için yabancı sermaye yatırımlarının zorunlu olduğunu ileri süren birçok azgelişmiş ülke yöneticisi, ülke sınırlarını uluslararası şirket yatırımlarına koşulsuz olarak açtı. Onlara göre bu yatırımlarla ülke ileri teknolojiye dayalı üretim birimlerine kavuşacak, işsizlik azalacak, gönenç (refah) düzeyi yükselecek ve endüstriyel ürünlere dayalı dışsatım olanakları artacaktı. Ancak, doğal olarak bunların hiçbiri gerçekleşmedi.
Pazar genişletmek ve kâr oranlarını arttırmak için dışarıya açılan uluslararası şirketlerin, amaçlarına ters düşen davranışlar içine girmesi kuşkusuz beklenemez. Denizaşırı ülkelerde gerçekleştirilen üretimin, dışsatım yoluyla dünya pazarlarına gönderilmesi, yatırım yapılan ülke dışında pazar daralmasına yol açacaktır. Uluslararası şirketlerin kendi kendilerine rakip yaratması anlamına gelecek böylesi bir uygulamanın gerçekleşmesi, gerek yapısal gerekse mantıksal açıdan olanaklı değildir.
Bu tür uygulamalar uluslararası şirketler için, istenilen değil tam tersi, önlenmesi gereken olumsuz gelişmelerdir. Onlar, yatırım yaptığı ülkelerin dışsatım olanaklarını sınırlayıp denetlemek gibi bir özgöreve (misyona) sahiptir ve bu olgu şirket çıkarlarıyla doğrudan bağlantılı olan dışsatım karşıtı politikaların uygulanmasını zorunlu kılar. Bu nedenle uluslararası şirketler; yatırım yapacakları ülkelerde yaptıkları lisans ve işbirliği anlaşmalarında, dışsatımı kısıtlayan ya da yasaklayan hükümleri öncelikli maddeler olarak kabul ettirirler.

Dışsatımı Yasaklayanlar

C.V.Vaitsas’ın 1974 yılında yaptığı bir araştırmaya göre; Bolivya, Kolombiya, Ekvator, Peru ve Şili’de uluslararası şirketlerle imzalanan 409 lisans anlaşmasından 317’si (yüzde 78) dışsatımı tümüyle yasaklamakta, geri kalanların bir bölümü de yalnızca belirli bölgelere dışsatım izni vermektedir.1
Bu konuda UNCTAD’ın 1973 yılında yaptığı bir başka araştırmada, Kolombiya, Hindistan, İran, Jamaika, Kenya ve Malezya’da etkinlik gösteren, 102’si yerli-yabancı ortaklık, 45’i yüzde 100 yabancı 147 yabancı şirketten; yüzde 53’ünün hiç ya da çok az dışsatım yaptığı saptanmıştır.2 Hindistan’da 1964 yılında yürürlükte olan 1051 adet ortaklık ve lisans anlaşmasının yüzde 45’inde ihracatı kısıtlayan açık hükümler bulunmaktadır.3

Şirket Örgütlenmesi

Dünyanın hemen tüm pazarlarında etkili olmak isteyen uluslararası şirketler, ülke ve bölgeler düzeyinde örgütlenmiştir. Her yatırım bölgesi çevre bağlantılarıyla birlikte şirket merkezlerindeki yönetim organlarına bağlıdır. Nerede, ne kadar üretim yapılacağı, üretimin nerelerde pazarlanacağı merkezin denetimi altındadır.
Bir ülke ya da bölgeden çevre ülkelere gönderilecek malların miktar ve gönderme biçimine, tüm dünya pazarlarını içine alan küresel tecim ağına yönelik izlencelere (programlara) sahip şirket merkezleri karar verir.

Firma İçi Mal Alışverişi

Şirket merkezleri dış yatırım ürünlerini, uygun gördüğü zaman ve miktarlarda çevre ülke ve bölge pazarlarına gönderir. Dünya tecimsel yarışının gereği olarak gerçekleştirilen bu tür uygulamalar; söylendiği ve zannedildiği gibi döviz getirici ülke dışsatımı biçiminde değil, çoğunlukla firma içi mal alışverişi biçiminde ve yerel hükümet yetkililerinin denetleyemeyeceği karmaşık ilişkilerle gerçekleştirilir.
Ana şirket-yavru şirket ya da şirket birimleri arasındaki alışveriş düzeyinde tutulan mal satışları, yasal anlamda ekonomik değeri olmayan pazar dışı özel şirket ilişkileri biçiminde gerçekleştirilir.
Bu biçimdeki kayıt dışı tecimsel etkinlik şirket etkinlikleri içinde artık önemli bir yer tutmaktadır. Uluslararası şirketlerin dış üretim birimlerinden yapılan mal satışları, bilanço, kâr ve vergi denetiminden uzak, fatura, miktar ve fiyatlarının özgürce belirlendiği şirket içi alışveriş ya da şirket birimleri arası mal gönderme biçiminde yapılmaktadır.

Anavatana Mal Satışı

Uluslararası şirketler, denizaşırı ülkelerde gerçekleştirdikleri üretimin bir bölümünü-artık kendi ülkesinde üretmediği için-anavatanına da getirmektedir. Azgelişmiş ülkelerde Amerika, Avrupa ya da Japonya gibi dev pazarlara mal satma olarak yaymacası (propagandası) yapılan bu tür etkinlikler gerçekte, şirket gereksinimlerini karşılayan şirket içi işlemlerdir.
ABD’nin uluslararası şirketleri, 1973-1975 yıllarında dış ülkelerde gerçekleştirdiği üretimin yüzde 63-70’lik bölümünü üretimin yapıldığı yerel pazara, yüzde 19-30’luk bölümünü çevre pazarlara, yüzde 7 kadarını da ABD’ne satmıştır.4 Japonya dışında yatırım yapan 410 Japon şirketinden yüzde 77’si yerel pazara mal satmayı, yüzde 9’u üçüncü ülkelere mal satmayı ve yüzde 7’si de o ülkeden Japonya’ya mal getirmeyi amaçlamıştır.5

Üretim Bölgeleri

Uluslararası şirketlerin bir bölümü, 1970’lerden sonra, ülkeler ve bölgeler arası pazarları amaçlayarak, montaja dayalı sanayi üretim birimleri açtı. Bunlar, hammadde kaynakları ve ucuz işgücünden yararlanma, yerel kredi olanaklarını ve yerel enerji kaynaklarını düşük bedellerle kullanma amacıyla yoğun bir biçimde azgelişmiş ülkelere yöneldi.
İşçiyi makinanın yanına değil, makinayı işçinin yanına götür” söylemiyle gerçekleştirilen yatırımlar aynı zamanda dış satım ereklerinin de genişlemesine yol açtı. Ürettiğin yere sat anlayışı geçerliliğini sürdürmekle birlikte, ürettiğin bölgeye sat ve hatta kendi ülkene sat uygulamaları gündeme geldi. Böylece büyük pazarlara komşu olan Meksika, Türkiye, İspanya gibi azgelişmiş ülkelere, işgücünün çok ucuz olduğu, Endonezya, Hindistan, Brezilya, Filipinler, Peru, Şili gibi ülkelere yoğun olarak tüketime yönelik üretim yapan şirket yatırımları yapıldı.
Bu ülkeler, ağırlıklı olarak iç pazara üretim yapan, gerektiği zaman da bölge ülkelerine mal gönderen üretim üsleri durumuna getirildi. Buralarda üretim ve dışsatım arttı ancak dışsatımdan elde edilen gelirler, üretim yapılan ülkelerin hazinesine herhangi bir katkı sağlamadan doğrudan, şirket merkezlerindeki banka hesaplarına gönderildi.

Üretim Dalları

Uluslararası şirketlerin azgelişmiş ülkelerde kurduğu şirket alt birimleriyle çevreye mal satma eğilimi, üretim dallarına göre ayrımlılık göstermektedir.
Genel olarak; önemi giderek azalan geleneksel emek-yoğun endüstriler (dokuma, deri, mobilya..), teknolojiye dayalı endüstrilerin emek-yoğun kısımları (elektronik, makina...) yığın üretimine dayalı hem emek-yoğun hem de sermaye-yoğun endüstriler (otomobil, TV, ev eşyaları...) ve çevre kirliliği yaratan sermaye-yoğun endüstriler (kimya, kağıt, metalurji..) uluslararası şirketlerin azgelişmiş ülkelerde yoğun olarak yatırım yaptığı üretim dalları oldu.6
Yüksek ve en yüksek kazanç için dış yatırım yapan şirketler, gerek yerel pazara gerek çevre ülkelere ve gerekse gelişmiş ülke pazarlarına mal verdi. Denizaşırı ülkelerdeki şirket birimlerinin dış satım gerçekleştirme oranı, daha yüksek oldu. Bu tür ülkelerde; üretim maliyetleri düşük, siyasal ortam elverişliydi. Ekonomik ve akçalı bağımlılık içindeki yerel hükümetler, şirket etkinliklerini denetleme olanaklarından yoksundu.
Bu nedenle örneğin, Hollanda ya da Avustralya gibi gelişkin pazarlarda yatırım yapan uluslararası şirketler, daha çok bu ülkelerin pazarlarını yönelirken; Endonezya ya da Filipinler gibi alım gücünün düşük, devlet denetiminin işlemediği yoksul ülkelerde, gerek yerel ve gerekse çevre ülke pazarlarına açıldılar.
Azgelişmiş ülkelerde, dışarıya mal gönderme işleminin gerçek niteliği, ülkeye döviz kazandıran dışsatım değil, geliri şirket kasalarına giden şirket içi mal gönderimleri olarak görünür. Bu nedenle bu işlemden vergi alınmaz.

Vergilendirilmemiş Kazanç ve “Kıyı Bankacılığı”

Değişik yöntemlerle elde edilen vergilendirilmemiş kazanç ve yasadışı getiriler, devlet denetimi olmayan ülkelerde ya da onların çevresindeki adısanı duyulmamış küçük ve garip devletçiklerde aklanır. Buraları, dünyanın geleceği için öngörülen devletsiz, denetimsiz bir çeşit “yönetim birimleridir.”
Cayman AdalarıBahamalarBermudaCape VerdeBahreyn böyle yerlerdir. Buraların dünyanın her yeriyle kolay uçuş ve iletişim bağlantıları vardır.7Banka ofisine hizmet veren Grand Cayman İş Merkezi, dünya yüzünde fax ve internet yoğunluğunun en yüksek olduğu yerdir. Yalnızca Cayman’daki 548 banka ofisinde 1992 yılında 400 milyar dolar aktif para bulunuyordu.7
The Wall Street Journal gazetesinde yayınlanan bir araştırmaya göre kıyı bankacılığındaki (vergi kaçırılan kara para aklanan bu yerler böyle adlandırılmıştır) paranın büyük çoğunluğu gelişmiş ülkelere ait. İngiltere, ABD, Japonya, Almanya ve Fransa’nın kıyı bankacılığındaki para toplamı 1998 yılında tam 4,523 trilyon dolardı. Gazetedeki araştırmada, varsıl ülkelerin kıyı bankacılığıyla ünlü finans merkezlerinden, milyonlarca dolar çektikleri belirtilerek; “vergi kaçakçılığı yapılan bu yerlerde, uyuşturucu paralarının aklanmasına karşı yürürlükteki uluslararası anlaşmaların uygulanması gerektiği”istenmiştir.8

Madenlerin Ayrıcalığı
devami icin...
http://kuramsalaktarim.blogspot.de/2015/12/uluslararasi-sirketler-ve-dissatim.html

13 Aralık 2015 Pazar

AYDINLARI BEKLEYEN GÖREV - Metin AYDOGAN


1923-1938 arasını incelemek, bir tarih araştırması değil, günümüz sorunlarına çözüm arama ve ulusal varlığı korumayla ilgili bir eylemdir. Bu yargıya neden olan gerçek, Türkiye’nin, 1923 öncesi koşullara geri götürülmesi ve Sevr’in, askeri işgal dışında, bütün koşullarıyla uygulanıyor olmasıdır. Kendisinin, çocuklarının ve ülkesinin geleceğini düşünen herkes, çok şey yitirmekte olduğunu ve çatışmalı bir geleceğe doğru sürüklendiğini görmeli, tehlikeli gidişi durdurmak için çaba harcamalıdır. Bunu yaptıklarında, kaçınılmaz olarak Atatürk’e ulaşacaklar ve başardığı eylemin, Türkiye için anlamını daha iyi kavrayacaklardır.


Yaşamın Gerçekliği

Türkiye, bugün, Osmanlının son döneminde olduğu gibi, ekonomik ve siyasi olarak Batının yarı-sömürgesi durumuna düşmüştür. Görmek isteyenlerin kolayca görebileceği bu gerçek, ülkeyi aynı durumdan kurtaran Mustafa Kemal’i ve eylemini, güncel kılmaktadır. Gizli İşgal’e dönüşen dışa bağımlılık, Türkiye’yi Türkler için ve Türkler tarafından yönetilen bir ülke olmaktan çıkarmış, ulusal gücü kırmaya yönelik baskı, toplumsal yaşamın sıradan olayı durumuna gelmiştir. Ülke yönetimine getirilen işbirlikçiler, Türk ulusunun ve halkının değil, yabancıların isteklerini yerine getirmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlının gittiği yola sokulmuş durumdadır.
Çekincenin ayırdında olanlar, henüz yeterince güçlü ve örgütlü değil. Kötü gidişin sorumluluğunu taşıyan yetki sahipleri, ülkenin altını oyan uygulamalar içindeyken; “Türkiye’nin iyiye gittiğini”, yapılanların “çağın gereği ve küreselleşmenin doğal sonucu” olduğunu, bağımsızlığın yerini, artık “karşılıklı bağımlılığın” aldığını ve“korumacılığın çağdışı olduğunu” ileri sürüyorlar. 
Söylenenlerin kuşkusuz bir değeri yok. Yaşanan gerçek, söylenenlere hiç uymuyor. Güçlüler, kendilerini koruyup daha çok güçlenirken, güçsüzleri; baskı, yoksulluk ve dağılma bekliyor. Devletin, her gün bir birimi etkisizleştirilip yok edilirken, bilinçli izlencelerle (programlarla) birlik duyguları köreltiliyor; ulusal varlığa saldırılar aralıksız sürüyor. Yoksullaşan örgütsüz ve sahipsiz halk, dostunu düşmanını seçemez durumda. Türk ulusuna karşı, Batı kaynaklı ekonomik ve siyasi bir terör uygulanıyor. Yaşanmakta olan somut gerçek bu.
Ülkeyi uçuruma götürenler, dışardan aldıkları yönergeleri (direktifleri) yerine getirmeyi aralıksız sürdürürken, kötü gidişin ayırdına varanlar tepkisel bir devinim içine giriyor. Ulusal değerlere yapılan saldırıyı görenler her geçen gün artıyor.
Özelleştirilen ya da kapatılan fabrikalardaki işçiler, tarlasını ekemez duruma düşen çiftçiler, işyerini yitiren esnaf, yoksullaşan memur, terörün acısını yaşayan şehit aileleri ve ülke için kaygı duyan aydınlar; yaşanan sürecin ne anlama geldiğini kavramaya başladılar. Gerçeği, önceden görerek değil, yaşayarak öğrendiler, öğreniyorlar.

Geleceği Görmek

Ancak, bu böyle olmamalı. Gerçek, onun sert yüzüyle karşılaşınca görülebiliyorsa, ortada önemli bir sorun var demektir. Uygar olmak, bir başka söylemle insan olmak, olayları önceden görmeyi ve önlem almayı gerekli kılar.
Geleceği görerek önlem alacak olanlar, önce ülke yönetiminde görev ve sorumluluk alan yetki sahipleri, yani yöneticilerdir, öyle olması gerekir. Ülke yönetenlerin insanlaşma düzeyini, ellerinde bulundurdukları yönetim yetkisini kullanma biçimi belirleyecektir. Yetkiyi, halktan yana mı, yoksa dış isteklerden yana mı kullanacaklar? Asal sorun budur.
1923-1938 arasında yapılanlar, o günün toplumsal koşullarıyla birlikte ele alınmalıdır. Ayrıntılı bilgi ve kavrama yetisi gerektiren bu iş, o dönem insanları artık aramızda olmadığı için, çok okuyarak başarılabilir. O dönemi sanki yaşamış gibi duyumsamak gerekir. Bu ise bilgi ve bilinçle sağlanabilir. Yakın tarihimizde gerçekleştirilen büyük dönüşüm, neden-sonuç bütünlüğü içinde değerlendirilmeli ve o günün koşullarını anlayarak Türk Devrimi’nin gerçek boyutunu kavranmalıdır.

“Sürekli Devrim”

Fransız tarihçi Paul Gentizon, Türk Devrimi’ni Fransız ve Rus Devrimi’nden daha ilerde bulur ve “sürekli devrim, Türkiye’den başka hiçbir ülkede bu denli etkili olmamış; siyasi kurumları, toplumsal ilişkileri, din uygulamalarını, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı, geleneklerini ve toplumun moral değerlerini değiştirmemiştir” der.
Gentizon haklıdır. Türk Devrimi’ni inceleyenler, birbirini izleyen ve birbirini tamamlayan başdöndürücü bir eylem süreciyle karşılaşır. Türkiye, onbeş yıl içinde ve gerçek anlamda, “bir çağdan yeni bir çağa” taşınmıştır. Bu denli kısa bir süreye sığdırılan büyük dönüşümün kapsamı ve derinliği şaşırtıcıdır ve dünya tarihinde örneği yoktur. 

Sağlam Temel

1923-1938 arasında yapılanlar, Türkiye'yi bugüne dek ayakta tutan temellerdir. Halkın ve ülkenin gerçekleriyle uyuşan bu temel, o denli sağlam atılmış ki; Türkiye Cumhuriyeti, 11 Kasım 1938'de başlayan yetmiş yedi yıllık geri dönüş sürecine karşın, varlığını bugüne dek sürdürebildi.
Ancak, artık yolun sonuna gelindi. Harcanan miras tükenmek üzere. Cumhuriyet'in yarattığı kurumlar ve ulusal kazanımlar, dış kaynaklı izlencelerle, devlet katında direnç görmeden ortadan kaldırılıyor. Yitirilenlerin değerini anlamanın en iyi yolu; onları kazanmak için verilen savaşımı bilmek, çekilen sıkıntıları öğrenmektir.
Kendisinin, çocuklarının ve ülkesinin geleceğini düşünen herkes, çok şey yitirmekte olduğunu ve çatışmalı bir geleceğe doğru sürüklendiğini görmeli, tehlikeli gidişi durdurmak için çaba harcamalıdır. Bunu yaptıklarında, kaçınılmaz olarakAtatürk'e ulaşacaklar ve başardığı eylemin, Türkiye için anlamını daha iyi kavrayacaklardır. Atatürk'ü incelemenin, eyleminden ders çıkarmanın önemi buradan gelmektedir.

Güncel ve Evrensel

1923-1938 arasını incelemek, bir tarih araştırması değil, günümüz sorunlarına çözüm arama ve ulusal varlığı korumayla ilgili bir eylemdir. Bu yargıya neden olan gerçek, Türkiye’nin, 1923 öncesi koşullara geri götürülmesi ve Sevr’in, askeri işgal dışında, bütün koşullarıyla uygulanıyor olmasıdır.
Dünyanın koşulları nitelik olarak değişmemiştir. Bugün küreselleşme adı verilen emperyalist işleyişin, insanlığa verdiği zarar, 20.yüzyıl başında olduğundan ayrımlı değil. Ezilen-ezen ayırımı, üstelik daha yeğin (şiddetli) olarak varlığını sürdürüyor. Bu ayrıma, bugün, Kuzey-Güney ayrılığı deniliyor. Atatürk’ün ve gerçekleştirdiği eylemin güncelliği ve evrenselliği buradan geliyor.

Yapılması Gereken

Başarısı uygulamalar içinde kanıtlanan ve Türkiye’nin gücünü oluşturan  bu eylem, günün koşullarına uygun olarak yeniden geçerli kılınmazsa, ulusal varlık korunamayacaktır. Önce, Cumhuriyet’i yıkma eylemi durdurulmalı, ardından ve zaman yitirilmeden, Atatürk politikaları uygulamaya sokulmalıdır. Geç kalınırsa, uzun olmayan bir zaman diliminde, korunacak bir Cumhuriyet kalmayacaktır.
Bu savın kanıtları, günlük yaşamda en açık biçimiyle görülüyor. Bilgi yetersizliği nedeniyle çıkış yolu bulamayanlar, içine düştükleri karamsarlık ve edilgenlikten kendilerini kurtarmalıdır. Çıkış yolu vardır ve ulusun birliği sağlanırsa başarı kesindir.
Birliğin sağlanması durumunda Türklerin Anadolu’da neler yapabileceğini,Atatürk bize göstermiştir. Yapılacak iş açık ve yalındır. Ulusçu aydınlar, önce kendilerini sonra halkı bilinçlendirmeli ve Türk Devrimi’ni yeniden toplum yaşamına sokmanın yolunu bulmalıdır.
Türk ulusunun gerçek gücü görülmeli, bu gücün harekete geçirilmesinin herkesin üzerine düşen bir görev olduğu bilinmelidir. Bu görev, hem geçmişe karşı ödenmesi gereken bir borç, hem de gelecek için yerine getirilmesi gereken bir ödevdir. 
Devami...  
http://kuramsalaktarim.blogspot.de/2015/12/aydinlari-bekleyen-gorev.html

9 Aralık 2015 Çarşamba

RUSYA DÜNYAYA MEYDAN OKUYOR Pof. Dr. Anıl ÇEÇEN


 Türkiye’nin Suriye sınırında bir uçağın düşürülmesiyle birlikte dünyanın siyasal gündemi değişmiş ve Orta Doğu bölgesi ile beraber Türkiye Cumhuriyeti de yeni bir siyasal krizin içine sürüklenmişlerdir. Soğuk savaş döneminde uzun süre iki ayrı kutup içerisinde yer alan Türk Devleti ve Rusya Federasyonu,  küreselleşme sürecinde normal düzeyde ilişkilerini geliştirmeye çalışırken,  birden oldubitti ile bir uçak krizinin ortaya çıkması üzerine yeniden eskisi gibi karşı karşıya gelmişlerdir. Sınırların ihlal edildiği gerekçesi ile Türk Devleti kendini savunurken,  Rusya Federasyonu resmi makamları uçağın kesinlikle bir sınır ihlali yapmadığını, Türkiye-Suriye sınırının aşılmadığını ve Suriye’deki iç savaşın önlenmesi doğrultusunda Rus uçağının kendisine verilen görevi yerine getirmeye çalıştığını öne sürerek,  Türkiye’nin gerçekleri dikkate almayarak düşmanca davrandığını olay tarihinden bu yana öne sürerek siyasal gerilimi önemli ölçüde tırmandırmıştır. Rusya Devleti yetkilileri kendilerini savunurken,  sürekli olarak Türk Devletini suçlamaya çalışmışlar ve bu doğrultuda Türkiye’nin bilerek ve isteyerek kasıtlı bir saldırı içinde olduğunu kamuoyu önünde kanıtlamaya çalışmışlardır. Böylece,  soğuk savaşın sona ermesinden sonra geçen çeyrek yüzyıllık dönemdeki küreselleşme süreci yakınlaşması sona ermiş ve soğuk savaşın iki komşu ülkesi yeniden düşman durumuna sürüklenmişlerdir. Hiç beklenmedik bir anda gündeme gelen uçak düşürülmesi olayından sonra,  iki ülke ilişkileri her gün artan siyasal gerginlik ortamında karmakarışık bir hale gelmiştir.
        
Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasından sonra giderek normalleşmeye başlayan Türk-Rus ilişkileri, çeyrek asırlık bir küreselleşme dönemi sonrasında yeniden eskisi gibi bir gerginlik çıkmazına düşmesiyle,  hem iki ülkenin devleti hem de halkları ciddi bir şaşkınlık dönemine girmişlerdir. Bir yandan son yıllarda başlamış olan her alandaki yakınlaşma durgunluk içine sürüklenmiş,  diğer yandan da iki devletin her gün birbirini suçlayan resmi açıklamaları da ortamı kızgınlaştırarak bir savaş öncesi görünümü gündeme getirmiştir. Son üç yüzyılda sürekli olarak karşı karşıya gelen ve savaşan iki büyük devletin yeniden dünyanın merkezi coğrafyasında bir çatışma ortamına sürüklenmesi, içine girilmiş olan yeni yüzyılın en önemli siyasal gerginliği olarak tırmanmaya devam etmektedir. Dünyanın ortalarında yer alan bu iki büyük devletin beklenmedik bir aşamada yeniden bir savaş eşiğine gelmesi,  Rus Çarlığı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun sürekli olarak savaşmasını ve bu savaşlar sonucunda da iki büyük imparatorluğun çökmesini hatırlara getirmiştir. Çarlık sonrasında kurulan Sovyetler Birliği ile Osmanlı Devleti sonrasında tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti, iki büyük devlet arasındaki tarihten gelen gerginliği yirminci yüzyıl boyunca tırmandırarak yollarına devam etmişler ama soğuk savaş dönemi dengeleri içinde iki büyük devlet Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi birbirleriyle savaş aşamasına gelmemişlerdir. Üç yüz yıllık savaşlar iki büyük imparatorluğu tarih kitaplarına havale ederken,  Rusya’da sosyalist sistem ile Türkiye’de Kemalist model modern zamanların temsilcisi olarak iki büyük devlet yapısını ortaya çıkarmıştır. Küreselleşme aşamasında sosyalist sistem dağılırken, Türkiye’deki Kemalist cumhuriyet yapılanması da batılı emperyalist merkezler tarafından ortadan kaldırılmak istenmiş ama her yol denenmesine rağmen bir türlü istenen sonucu ulaşılarak Atatürk Cumhuriyeti tarih sahnesinden kaldırılamamıştır. Batı tipi kapitalist model Rusya Federasyonuna empoze edilirken, Türkiye’de çeşitli manevralarla bu çizgide bir değişime zorlanmış ama istenen sonuç bir türlü elde edilememiştir.
         Küreselleşme dönemine geçilirken kuzey yarım kürede önemli sınır değişiklikleri olmuş, Çek ve Slovak devletleri birbirlerinden ayrılırken, Balkanların en büyük devleti olan Yugoslavya Federasyonu insan hakları görünümlü bir etnik çatışma yolu ile tasfiye edilmiştir. En önemlisi ise batı blokunun karşısında yer alan doğu bloku olarak Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine on beş adet bağımsız devlet tarih sahnesinde öne çıkmıştır. Yer kürenin kuzey bölgesinde istediği değişiklikleri başarıyla yerine getiren batı emperyalizmi, sıra güney yarı küreye gelince bocalamış ve dünyanın Batılılaştırılması doğrultusundaki bir küreselleşme oluşumuna güney yarı kürede yer alan devletleri sürükleyememiştir. Bunun en açık örneği de,  Sovyetler birliğinin dağılmasından hemen sonra bir oldubitti yaratarak Amerikan ordusunun Basra körfezine gelerek yerleşmesi olmuştur. ABD elçisinin kışkırtması üzerine Irak ordularının Kuveyt devletinin sınırları içine girmesiyle başlayan yeni dönemde,  önce körfez savaşı,  sonra Irak savaşı ve daha sonra da Suriye savaşının çıkartılmasıyla birlikte,  kuzey yerkürede gerçekleşen dağılma ve parçalanma oluşumlarının güney bölgesinde yer alan Orta doğu devletlerine de taşınmak istendiğini açıkça ortaya koymuştur. Ne var ki,   merkezi coğrafya da İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan Yahudi Devleti işin içine karışınca,  her şey alt üst olmuştur. Batı kapitalizminin küreselleşme modeli eski Osmanlı ülkelerine taşınmak istenirken bu kez İsrail üzerinden Siyonizm öne çıkarak,  tarihten gelen Büyük İsrail İmparatorluğu oluşumunu yeni aşamada orta dünyanın kutsal toprakları üzerinde yeni bir siyasal düzene dönüştürmek istenmiştir. Böylece yeni bir kaos döneminin önü açılmıştır.
         Küresel sermaye ABD üzerinden bütün dünya kıtalarını yeni emperyalist açılım ile kendi hegemonyası altına almaya çalışırken,  bu durumdan yararlanmak isteyen iki bin yıllık Siyonizm akımının orta dünyada kurmayı başardığı Yahudi devletinin,  Siyon tepesinde Hz. İsa’nın dünyaya dönerek kuracağı bir küresel imparatorluk ideali çizgisinde yeni bir imparatorluk düzenine dönüştürülmesi girişimleri bütün bölge devletlerini hedef alırken,  doğu ve batı güçlerinin merkezi alanda bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Irak üzerinden çıkartılamayan üçüncü dünya savaşı bu kez Suriye üzerinden çıkartılmaya çalışılırken,  kutsal kitaplarda dile getirilen bir kıyamet senaryosu olarak Armegeddon savaşının Suriye sınırları içerisinde yer alan Megiddo ya da  diğer adı ile Amik Ovası bölgelerinde çıkabileceği ilgili uzmanlar tarafından dile getirilmeye çalışılmıştır. Basra körfezi,  Irak ve Suriye gibi ülkelerde iç savaşlar üzerinden çıkartılamayan üçüncü dünya savaşı,  bu kez doğu ve batının önde gelen büyük devletlerinin karşı taraflar olarak yer alabileceği bir kıyamet savaşı senaryosuna doğru yaşanan olaylar aracılığı ile yönlendirildiği görülmüştür. Küçük İsrail Devleti’nin Büyük İsrail İmparatorluğuna dönüştürülmesi sürecinde gerçekleştirilmesi düşünülen Armegeddon savaşının ortaya çıkabilmesi için savaşın tarafları olarak iki büyük bölge ülkesi olan Türkiye ve İran düşünülmüştür. İki büyük devletin rejim ve mezhep farklılıkları bu aşamada küresel medya üzerinden körüklenilerek kıyamet senaryosuna geçişin öncüsü olarak bir Türk-İran savaşı,  savaş lobileri aracılığı ile kışkırtılmaya çalışılmıştır. Ne var ki,  binlerce yıllık devlet tecrübesine sahip olan bu iki büyük devlet çatışma senaryolarına aldanmayarak birbirleriyle savaşmamışlar,  aksine bölgede barış ortamının korunabilmesi için her alanda yeni işbirliklerini geliştirmişlerdir. Böylece Siyonizm’in Türkiye-İran savaşı üzerinden kıyamet senaryosunu gerçekleştirme oyunu bozulunca bu kez,  merkezi coğrafya da büyük savaşı çıkaracak yeni senaryo olarak Türkiye-Rusya çatışması planlanarak yürürlüğe konulmuştur. Eskiden olduğu gibi,  her fırsatta Türkiye ve Rusya’yı karşı karşıya getiren siyasal manevralar emperyalist ve Siyonist merkezler tarafından zamanla uygulama alanına getirilmiştir.
         Büyük İsrail İmparatorluğu’nun kurulabilmesi için bölgedeki büyük devletlerin savaştırılması oyununda, birinci aşama gerçekleştirilemeyince ikinci aşama olarak Türkiye-Rusya çatışması öne çıkarılmaya başlanmıştır. Rusya’nın,   Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra içine girdiği şaşkınlık ortamından kurtularak gene eskisi gibi batı karşıtı bir yeni soğuk savaş arayışı içine girmesi,   Türk-Rus savaşı çıkartmak isteyenlerin işine yaramıştır. Özellikle Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesi üzerine Kırım lobileri yeniden Rusya karşıtı çalışmalara yönelmişler ve bu gerginlik üzerine Rusya ikinci bir adım daha atarak Ukrayna devletinin doğu sınırlarından içeri girmiştir. Batı dünyasının desteği ile Rus saldırganlığına karşı kurulmuş olan bir tampon devlet olarak Ukrayna,  yeni dönemde bölünmenin eşiğine gelmiştir. Kiev’in doğusunda yaşayan ve toplam nüfusun yarısını oluşturan yirmi milyonluk Rus asıllı insanın yeniden Rusya sınırları içine çekilmek istenmesi Ukrayna devletini bölünmenin eşiğine getirirken,  Rusya Federasyonunun yeniden eskisi gibi bir emperyal devlet olmasına giden yolu açmıştır. Kırımın işgalinden sonra Ukrayna topraklarına da giren Rus Devleti yavaş yavaş bulunduğu bölgede genişlemeye doğru yönelirken ve giderek saldırganlaşan Rus devletinin bundan sonra hangi emperyal adımları atacağı tartışılmaya başlarken, Rusya birden Suriye’ye askeri birlik göndererek merkezi alandaki savaş sürecine aktif bir taraf olarak dahil olmuştur. Bu ülkede,  yirminci asrın ortalarında kurulmuş olan Baas rejimini desteklemek ve var olan devlet yapısının yıkılmasını önlemek üzere Suriye topraklarına asker gönderen Rusya Federasyonu,  bu ülkede batı emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i tarafından örgütlenen terör örgütlerine karşı savaşa müdahale etmeye başlamış ve Irak’tan sonra Suriye devletinin de terör aracılığı ile çökertilmesi oyununu bozmaya başladığı anda,  bir Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi olayı gündeme gelmiştir.
         Yeni dönemde Irak ve Suriye iç savaşlarını terör örgütleri aracılığı ile bütün bölge ülkelerine yaymak isteyen emperyalizm ve Siyonizm ittifakı,  asıl hedef olan kıyamet senaryosunun gerçekleştirilebilmesi için bölgenin büyük devletlerini savaşa doğru kışkırtmış ama bunun bir türlü gerçekleştirilemediği anda,  bir Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi gibi yepyeni bir durum ortaya çıkartılmıştır. Kuzey yarıküresinde bir çok devletin sınırlarını değiştiren emperyalizm,  güney yarı kürede yirmiden fazla devletin sınırlarını değiştirmeyi,  hatta daha da ileri giderek merkezi coğrafyada bulunan on devleti  parçalayarak çökertmeyi,  Orta Doğu bölgesindeki terör örgütleri aracılığı ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti,   Osmanlı dönemindeki yedi yüz yıllık savaşları devlet birikimi içerisinde değerlendirerek İkinci Dünya Savaşına girmemiştir. Türkiye bu cihan savaşına girseydi,  Birinci dünya savaşı konjonktürünün ortaya çıkardığı bugünkü devlet yapılanmasını kaybedebilirdi. Yedi yüz yıllık savaşların Osmanlı imparatorluğunu nasıl çöküşe sürüklediğini dikkate alan Türk devleti,  bu yüzden bir yüzyıla yaklaşan cumhuriyet döneminde her türlü savaş olayından uzak durmaya çalışmıştır. Bunun bir tek istisnası olarak gündeme gelen Kıbrıs olayında da,  savaş bir barış harekâtı olarak yürütülmüş ve Rumların Türkleri yok etme senaryolarına karşı bir askeri çıkartma dünya kamuoyunun desteği alınarak yapılmış ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak bu ada ülkesine barış getirilmiştir. Benzeri bir biçimde,   Kuzey Irak bölgesinde tüm merkezi coğrafya ülkelerini tehdit eden terör oluşumlarına karşı da sınırlı operasyonlar yapılarak dünyanın ortasında terör üzerinden büyük bir savaşın çıkartılması senaryolarına başarılı bir biçimde engel olunmuştur. Soğuk savaş yıllarında Demirperde olarak nitelendirilen Sovyet sınırındaki bazı savaş kışkırtmalarına karşı da dikkatli bir tutum izlenerek hareket edilmiştir. Ne var ki,  bugün gelinen yeni noktada bölge devletleri savaştan kaçarken,  savaş lobilerinin desteği ile kurulan terör örgütleri istenen savaşları bölge ülkelerine yaymakta ve insanlığın geleceğini bir kıyamet senaryosuna bağlayan kesimlere yardımcı olmaktadır. Kutsal toprakların bir büyük dünya imparatorluğunun merkezi olmasını isteyenler, savaşları planlayarak bölgeye ustalıklı bir biçimde yaymaktadırlar.
         Dünyanın yirmi büyük ülkesinin Antalya’da bir araya gelerek, geleceğin dünyasını görüşmeye başlamalarından bir hafta sonra uçağın düşürülmesi bir rastlantı olmanın ötesinde kıyamet senaryosu doğrultusunda atılmış bir adım olarak görünmektedir,  çünkü gelinen yeni aşamada Türkiye ve Rusya gibi iki büyük devletin savaşa girmesi söz konusudur. Rus Devleti, geçen yüzyılın son yıllarında toparlandıktan sonra yeni politikası ile dünyaya açılırken, ideolojik imparatorluk olmayı bir yana bırakıyor ama tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi bir süper emperyal güç olarak öne çıkıyordu. Öncelikle eski Sovyet Cumhuriyetlerini yakın bölge olarak ilan ederek,  buralardaki eski gücünü yeniden toparlamaya ağırlık veriyordu. Kafkasya, Karadeniz ve Baltık ülkelerini kendisinin merkezinde olacağı büyük bir imparatorluğun eski eyaletleri olarak gören Rusya,  eski ideolojik imparatorluk yerine tıpkı ABD gibi emperyal bir imparatorluğun kurucusu olarak yeniden tarih sahnesine çıkıyordu. Orta Asya ülkelerindeki kendine Sovyetler Birliği döneminden bağlı olan yönetimleri ayakta tutan Rusya Federasyonu,  Kırım’ın işgali sonrasında Kafkas ve Karadeniz ülkelerinde emperyal adımlar atıyordu. Ukrayna’nın doğu bölgelerini işgal eden Rus askeri birlikleri,  bu bölgelerde Moskova’ya bağlı yeni eyaletler oluştururken, eski Sovyet hinterlandında hegemonya gücünü giderek artırıyordu. Bu arada,  Gürcistan’a dönük olarak yapılan Rus askeri harekâtında Osetya ve Abhazya üzerindeki Rus baskıları artırılarak,  bu iki küçük ülke üzerinden bölgesel hegemonya yayılması öne çıkarılmaya çalışılıyordu. Benzeri bir süreç Ermenistan ile gündeme getirilerek,  bu ülkenin batı blokuna kayması önleniyordu.
         ABD başkanlık danışmanı Brzezinsky,  yazmış olduğu “Stratejik Vizyon” isimli kitabında yeni dönemde Rusya’nın bütün Ukrayna’yı, Beyaz Rusya’yı,  Gürcistan’ı ve Ermenistan’ı eski Sovyet Cumhuriyetleri olarak işgal edebileceğini öne sürürken,  son gelişmeler karşısında haklı çıkmıştır. Rus devleti soğuk savaş döneminden kalma eski geleneksel politikası olarak batı karşıtı bir doğu blokunu gene Moskova merkezli olarak gerçekleştirmeye çalışırken,  Kırım’dan başlayarak teker teker komşu ülkelere yönelik işgal girişimlerini sürdürmektedir. Rusya’nın son aylarda Suriye’ye de girerek bu eski müttefiki olan ülkeyi de işgal ederken,  rejimin korunması görünümünde bölgesel bir yayılmanın örneklerini vermektedir. Rusların kızıl elmasının sıcak denizlere ulaşma hedefi doğrultusunda Antalya’yı ele geçirmek olduğu dikkate alınırsa,  Rus Jeopolitiği Akdeniz üzerinden sıcak denizlere ve bu denizler üzerinden de okyanuslara açılmaya öncelik vermektedir. Nitekim bu politikanın bir başka uzantısında Güney Kıbrıs Rum yönetiminin ülkesinde göze çarpmaktadır. Birinci dünya savaşı sırasında sıcak denizlere inemeyen Rusya,  soğuk savaş yıllarında hem Suriye’de bir askeri üs kurma şansını elde etmiş hem de Ortadoks dayanışması doğrultusunda Yunanistan ile yakınlaşarak bu ülke üzerinden Güney Kıbrıs yönetiminde etkisini artırmıştır. İki dünya savaşı arasında Suriye üzerinden Kıbrıs’a giren Rusya bu ada ülkesinde Akdeniz’in en güçlü Komünist partisi olan AKEL’i kurmuştur. Bugün Kıbrıs Rum kesiminde en etkili siyasal parti olarak yoluna devam eden AKEL,  komünizmin bittiği bir aşamada Ruscu bir politikanın sıcak denizlerdeki temsilcisi olmuştur. Rusya Güney Kıbrıs üzerindeki etkisini,  Suriye’deki askeri üssü aracılığı ile kurarak Doğu Akdeniz’deki gücünü artırabilmiştir. Batılı emperyalistlerin merkezi alandaki ülkeleri bölerek yeni küçük devletçikler oluşturma politikalarına kendi çıkarları doğrultusunda karışmaya başlayan Rusya,   hem Kuzey Irak üzerinden Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile hem de sosyalist sistemin emperyal zorlamaları doğrultusunda Türkiye’nin kuzeyindeki Fatsa olayları ile de yakından ilgilenmiştir. Doğu Anadolu vilayetlerinde yarım yüzyıla yakın bir süre işgalci olarak bulunan Rusya,  sıcak denizlere inme yolu üzerinde bulunan Anadolu yarımadasının çeşitli bölgeleri ile her zaman emperyalist bir çizgide yakından ilgilenmiştir. Bugün Suriye ve Kıbrıs’taki üsleri ile Rusya bir doğu Akdeniz gücü olarak bu bölgedeki gelişmelere müdahale etmekte ve böylece batı politikalarına karşı çıkmaktadır.
         Bir tarafta Rusya’nın yeni emperyal güç olarak yayılma planları diğer yanda ise batılı ülkeler ile İsrail’in Orta Doğu ülkelerini yeniden düzenleme ve bu doğrultuda yirmiden fazla Müslüman ülkenin sınırlarının değiştirileceği gerçeği,  aynı anda dünyanın siyasal gündemine oturmaktadır. Merkezi alana demokrasi getirme numaraları ile bölgeye giren batılı emperyalistler,   kutsal topraklardaki güçlerini artırma doğrultusunda atağa geçerken,   bir doğulu güç olarak Rusya da bu bölgede harekete geçmiştir. Merkezi coğrafyada kesişen bu iki inisiyatif son aşamada bir Türk-Rus savaşı oluşumu ile yeni bir gündem belirleyebilir. Demokrasi görünümünde, küreselleşme senaryoları ya da insan hakları tartışmaları ile bölgede istedikleri düzenleri kuramayan batılı emperyalistler,  istediklerine bir büyük savaş sonrasında kavuşabilecekleri düşüncesi ile dün Türk-İran savaşını kışkırtırken,  bugün de bir Türk-Rus savaşının çığırtkanları olarak öne çıkmaktadırlar. Emperyal destekli bir kırk yıllık bir terör yüzünden bütünlüğünü kaybetme noktasına gelen Türkiye’yi üyesi bulunduğu NATO hiç korumazken,  Rusya’nın Suriye’ye askeri birlik göndermesi üzerine Türkiye’yi korumak için her türlü yola başvuracağını NATO yetkilileri açıklamıştır. Tam bir çifte standart olarak adlandırılabilecek bu durum bile,  merkezi alanda batı emperyalizminin savaş istediğini bu doğrultuda Türkiye’yi bir cephe ülkesi olarak kullanmaya hazırlandığını açıkça ortaya koymaktadır. Normal yollardan bölge ülkelerini parçalayamayan,  küçük eyaletler aracılığı ile Yeni Bizans ya da Büyük İsrail imparatorluklarını kuramayan batılı emperyalistler,  amaçlarına ulaşma doğrultusunda bölgenin iki büyük devletini birbirleriyle kapışmaya doğru sürüklemektedirler.   İsrail Siyonizm’i merkezi imparatorluk için bölge devletlerinin parçalanmalarına ağırlık verirken,  Atlantik emperyalizmi de Avrasya kıtasına egemen olabilmek Rusya Federasyonunun parçalanmasına öncelik vermektedir. Şu an dünya haritasına göre dünyanın en geniş topraklarına sahip olan Rusya,  bir imparatorluk konumundan yararlanarak bütün Avrasya kıtası ve komşu bölgelerini fethetmeye hazırlanırken,  Rus emperyalizminin saldırganlığını önleyebilmek üzere bu büyük devletin parçalanmasına giden yolu batılı emperyal devletler desteklemektedirler. Hem Rusya’nın hem de Türkiye dahil bütün merkezi alan devletlerinin parçalanmasına giden yolun bir büyük savaş ile mümkün olabileceğine,  dünyanın önde gelen merkezleri yavaş yavaş inanmaya başlamışlardır. Olayların bu doğrultuda yönlendirilmesi ile her geçen zaman diliminde savaş hazırlıklarının daha da öne çıktığı görülmektedir. Rusya bölge ülkelerindeki askeri varlığını artırarak ve ordusunda büyük yenilikler yaparak bir büyük savaşa hazırlanırken,  batı ittifakı da Türkiye’de böylesine bir savaş hazırlığının karşı cephesini oluşturmaya çalışmaktadır. İkinci dünya savaşı sonrasında Türkiye’ye gelerek merkezi coğrafyaya yerleşen NATO,  bir Atlantik insiyatifi olarak bu bölgede batı egemenliğinin temsilcisi olmuştur. Bugün de NATO’nun tıpkı Rusya gibi savaş oluşumlarına yakın durması, savaş lobilerinin çıkartmak için her yolu denediği üçüncü dünya savaşı riskini artırmakta ve dolaylı yollardan İsrail’in kutsal kitaplara dayandırdığı Armegeddon isimli kıyamet senaryosunun gerçekleşme şansını artırmaktadır. Savaştan yana olan lobiler her gün savaş yoluna su taşırken,  terör örgütlerinin işi fazlasıyla azıtarak büyük terör saldırılarına yönelmelerini de dolaylı yollardan desteklemektedirler. Batılı çevreler,  Orta Doğu ülkelerinin sınırlarının değiştirilmesi ve Rusya Federasyonunun egemenlik alanının küçültülmesi gibi senaryoların ancak bir savaş sonucunda mümkün olabileceğini düşünmeleri,  insanlığı bir üçüncü dünya savaşı riski ile karşı karşıya getirmektedir. Rus Devleti’nin tepesinde devletin yetiştirdiği militan isimlerin yıllardır egemen olması bu büyük devleti kendisini de yok edecek bir savaşa hazırlandığını göstermekte ve buna karşı güçlerin de benzeri bir örgütlenme arayışı içine girmesine neden olmaktadır, Dünya kapitalist sisteminin içine sürüklendiği bunalımdan kurtulabilmesi için de savaş giderek gerekli görünmeye başlayınca,  tüm kapitalist ve emperyalist çevreler dünyayı savaşa doğru zorlamaktadırlar.
         Batıyı karşısına alan ve batı emperyalizminin orta dünyayı ele geçirerek doğuya doğru yönelmesinin kendisini yok edeceğini iyi bilen Rusya,  böylesine bir gelişmeye izin vermemek üzere savaşa hazırlanmaktadır. Bu ülkenin lideri kısa boylu olmasına rağmen sürekli olarak medyatık gösterilerde sporcu kimliği ile öne çıkarken aslında hem çatışmaya hem de her türlü savaş senaryolarına hazır olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Kış sporlarını sevenlerin savaş sporunu da sevdiklerine dair bir görüntüyü Ruslar medya kanalları üzerinden dünya kamuoyuna aktarmaya çalışmaktadırlar. Rusya bugün sahip olduğu büyüklükte,  federasyona dahil olan eyalet devletlerini zaman içerisinde elinde tutamayacağını gördükçe daha da saldırganlaşarak eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinden egemenlik alanını genişletmeye öncelik verirken,  aslında batı emperyalizminin savaş senaryolarına da alet olmaktadır. Batı bir anlamda Rusya’yı dolduruşa getirerek bir üçüncü dünya savaşına doğru çekmek istemekte ve böylesine bir savaş sürecinde bu büyük ülkeyi çökerterek parçalayabilmenin arayışı içine girmektedir. Rusya’nın dağılması ancak böylesine bir büyük savaş senaryosu ile mümkün olabileceği için,   orta dünyanın geleceğinde kurulacak Büyük İsrail yapılanmasında bunun içinde yer alacak Türkiye ve İran gibi orta boy devletlerin de direnişleri ancak bir büyük savaş aracılığı ile önlenebilecektir. Türkiye’nin öncülüğündeki İslam devletleri ordularının NATO’nun öncülüğünde Rusya’ya karşı kullanılması,  batılıların her iki isteğinin de gerçekleşmesine yardımcı olabilecek bir yolu açabilecektir. Rusya Suriye’de teröre karşı savaşırken savaşın bir Müslüman-Hrıstıyan çatışmasına dönüşmesi tıpkı Osmanlı devleti ile Rus Çarlığının birlikte yıkılmalarına giden savaşlar dönemini yeniden başlatabilecektir. Rusya’nın kendi büyüklüğünü korumak için yakın çevresinde savaşlara girişmesi aslında kendi sonunu getirecek bir çıkmaz yola saplandığını göstermektedir.
         Rusya dünya hegemonyasına soyunarak batıyı karşısına alırken batı merkezli bir yenidünya düzeni kurulmasına açıkça karşı çıkmaktadır. Çin ile bir araya gelerek oluşturdukları Şangay İşbirliği Örgütü,  gene Çin, Hindistan, Brezilya gibi üç büyük dev ülke ile bir araya gelerek kurdukları BRİC ülkeleri topluluğu ile eski Sovyet Cumhuriyetlerini bir araya getirerek oluşturduğu Bağımsız Devletler Topluluğu gibi uluslararası yapılanmalar,  aslında ABD ve Avrupa Birliği dayanışmasından ortaya çıkan Batı bloku yapılanmasına karşı çıkan çabaların bir sonucudur. Ayrıca kapitalist sistemin patronları ile para babalarının birlikte örgütledikleri Dünya Ekonomik Forumuna karşı gene Çin, Hindistan ve Brezilya ile örgütlenen Dünya Sosyal Forumu oluşumu da bir yana bırakılamayacak düzeyde önemli gelişmeler olarak yenidünya düzeninin oluşumunda karşı insiyatifler görünümünde öne çıkmaktadır. Rusya batıya karşı direnişe geçerken,  yalnız hareket etmemekte eski Sovyet cumhuriyetleri ile birlikte bütün Asya ülkelerini,  Afrika ve Latin Amerika devletlerini de yanına çekerek batılı emperyalistlerin yeni bir çıkar düzeni kurmalarına karşı çıkmaktadır. Rusya’nın bu antiemperyalist tutumu eski sosyalist dönemden kalma bir alışkanlık ile devam ederken,  içine girilmiş bulunan çok kutuplu dünya da tamamen ters bir yönde bir Rus emperyalizmini de öne çıkarmaktadır. Batı emperyalizmi ile mücadele ederken kendi emperyalizmini örgütlemek durumunda kalan Rus devleti,   bugün gelinen noktada sürekli çelişkiler içinde bocalamaktadır. Batı emperyalizmine karşı çıkarken  G-20 ülkeleri arasında Çin, Brezilya ve Hindistan ile birlikte yer almaktan çekinmemekte,  böylece yeni dünya düzeninin oluşturulması gibi yaşamsal öneme sahip olan bir konuyu,  batının önde gelen emperyalistlerinin eline bırakmamaya çalışmaktadır. Daha önceleri batının zengin ülkelerini bir araya getiren G-7 grubunun zirvelerine de bir Hristiyan ülke olarak katılarak bu emperyal yapıyı G-8 grubuna dönüştüren Rusya,  bu gibi çelişkili politikaları ile tüm emperyalistler gibi çıkarcı bir tutumun yeni temsilcisi olmuştur. Batıya meydan okuyan,  batılıların emperyalist ve Siyonist girişimlerinin önünde set kurmaya çalışan Rusya,  G-20 zirvesinde onlarla beraber olarak dünya ülkelerine kötü örnek olmaktadır. Bu durumda,  zengin batılı ülkeler ile bu tür zirvelerde birlikte olabilen Rusya’nın müttefiklerine karşı dürüst davranabilmesi giderek zorlaşmaktadır.
         Yarısı Avrupa’da yarısı da Asya’da yer alan bir Avrasya ülkesi olarak Rusya bölünmüş bir ülkedir. Avrupalı yanı ile Asya’dan uzak,  Asyalı yanı ile de Avrupa’dan uzak kalan ikili bir jeopolitik konuma sahip bulunan Rusya,  tam anlamıyla şizofrenik bir uluslararası politikanın takipçisi durumundadır. Tek yanlı politikalar ya da girişimlerin getirdiği bir istikrar ve düzenlilikten yoksun bulunan Rusya,  ikili yönü ile uluslararası alanda batı emperyalizmine karşı başarılı sonuçlar almaya çalışırken zaman zaman savaş senaryolarına kolaylıkla sürüklenebilmektedir. Suriye’de düşürülen uçak olayı sonrasında hemen savaş öncesi bir durum yaratarak sert önlemler alması,  bu durumun açık bir göstergesidir. Rusya batıya meydan okurken,  aslında batının oyununa gelmekte hem Orta Doğu ülkelerinin bölünmesine giden yolda bir alet olarak kullanılmakta hem de kendi sonunu hazırlayacak büyük bir savaş senaryosuna doğru sürüklenerek çıkmaz yolda kaybolmanın getirdiği riskli işlere bulaşmaktadır. Rusya Suriye devletini kurtarayım derken bir büyük Armageddon senaryosuna alet olma riski ile açıkça karşı karşıyadır. Geçmişten gelen ülke büyüklüğünü elinde tutabilecek nüfus gücünden yoksun bulunan Rus devleti nin sadece petrol ve gaz gelirleriyle bir yerlere gidemeyeceği anlaşılmıştır. Japonya ya da Güney Kore gibi sanayi devrimini yaşamayan bir Rusya’nın dünyanın patronu konumuna gelebilmesi mümkün değildir. Günümüzde Çin yeni ekonomik güç olarak yükselirken,  Rusya geride kalmakta petrol ve doğal gaz gelirleriyle büyük ülkesini ayakta tutabilecek örgütlenmelere girmektedir. Sadece askeri bir güç olarak Rusya’nın istediği düzeye gelerek dünyaya egemen olabilmesi hayal olmanın ötesine gidememektedir.
         Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan yumuşama ortamında Türkiye Osmanlı’yı yıkan Moskof düşmanlığından vaz geçerek bu komşu ülkeye yeni partner yaklaşımı içinde yönelmiştir. Osmanlı döneminde öne çıkan uzaklaşmanın yerini yakınlaşma almış ve bu doğrultuda her alanda dostluk ve ortaklık ilişkileri geliştirilmiştir. Milyonlarca turist her sene Türkiye’ye gelmiş,  binlerce Türk-Rus evliliği gerçekleşmiş,  Türk ve Rus işadamları hem ortaklıklar kurmuşlar hem de iki ülkede karşılıklı yatırımlarda bulunmuşlardır. Soğuk savaş döneminde yer altından komünizm gelememiş ama küreselleşme döneminde yer altından hem petrol hem de gaz gelmiştir. Batı emperyalizminin Karadeniz ve Kafkasya bölgelerine girme konusundaki ısrarlarına karşı Türk ve Rus işbirliği aracılığı ile direnilmiştir. Rusya nüfusunun üçte birini oluşturan Türk ve Müslüman bölgeler ile Türkiye yakın ilişkilerini geliştirerek bir anlamda iki devlet arasında yeni bir barış köprüsünün kurulmasına giden yolu açmıştır. Geri dönülmeyecek düzeyde gerçekleştirilen bu gibi olumlu gelişmeler bir yana bırakılarak yeniden eski düşman günler ortamına hiç dönülemeyeceği açıktır. İki ülkede etkin çalışmalar yapan Siyonist lobilerin çabalarına rağmen,  kıyamet senaryolarını gündeme getirebilecek bir büyük savaşa Türk ve Rus devletlerinin batılı emperyalistlerin oyunları ile girişmesi beklenemez. Orta Doğu’da İsrail yüzünden tırmandırılan savaş senaryolarının Kafkaslar ya da Karadeniz üzerinden dünyanın kuzey bölgelerine taşınması çok gerçekçi olmayan bir senaryo olarak giderek geride kalmaktadır. Bugün gelinen yeni aşamada bütün devletler uyanarak toparlanmaya başladığı için artık sınırları değiştirecek savaş senaryolarının gerçekleştirilmesi çok zordur. Rusya şizofrenik yapısı ile istediği kadar bir Asyalı mantığı içinde batıya karşı meydan okusun,  hiç bir zaman emperyal savaşlarla bir yerlere gidemez. Önemli olan,  batılı savaş lobilerinin kıyamet senaryolarına da alet olmayacak çizgide bir sorumluluğu bu büyük devletin yetkililerinin gösterebilmesidir. Rusya gelecekte Şangay örgütü ve BRİC ülkeleri ile birlikte Dünya Sosyal Forumu çizgisinde bir dünya barışı için öne çıkmalı ve savaşa karşı dünya ülkeleri ile bu doğrultuda dayanışma içine girebilmelidir.
          Rusya,  Türkiye ile savaşmak yerine içine girilmiş olan barış ortamını sürekli kılabilmenin arayışı içinde olabilmelidir. Elli yıl Avrupa kapısında bekletilerek dışlanan Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya geleceğe dönük bir Avrasya işbirliğini yeni dönemde başlatabilir. Bu doğrultuda Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk devletleri Türkiye ve Rusya arasında yeni dönemde bir köprü olabilir. Bu bölgelerin dünyaya açılımında Türkiye ve Rusya bir rakip olmanın ötesinde geleceğe dönük kalıcı işbirlikleri örgütlenebilir. Türk ve Rus şirketleri Avrasya bölgesinin gelişmesinde daha sıkı işbirliği yürütebilirler. Ayrıca Rusya Federasyonu içinde yer alan Türk Cumhuriyetleri ile de yeni dönemde Türkiye’nin oluşturacağı karşılıklı ilişkiler iki devlet arasında soğukluğun giderilmesinde etkin olabilecektir. Türkiye ve Rusya arasında çalışan turizm firmaları iki ülke halklarının karşılıklı olarak birbirlerinin ülkelerini gezip görmelerini daha yoğun programlar ile geliştirebileceklerdir. Türkiye’nin bir güney ülkesi olması Rusya’nın ise bir Kuzey ülkesi olması aslında iki ülkenin etkinlikleri ve ürünleri arasında bir tamamlayıcı etkiyi olumlu bir biçimde öne çıkarmaktadır. İki ülkenin ekonomik ve ticari ilişkilerinde bu durumdan kaynaklanan olumlu ilişkilerin hızla geliştirilmesi de, Türk ve Rus devletleri arasında başlatılmış olan ilişkilerin daha da gelişmesine yardımcı olabilecektir. Devlet yetkililerinin ya da siyasal kadroların başlatılmış olan olumlu ilişkileri bozmalarına,  iki ülke halkı karşı çıkarak izin vermemelidir.
         Şu an dünyaya meydan okuyan bir büyük dev konumundaki Rusya’nın bu tutumunun yeni saldırganlıklara ya da işgallere yönelmemesi için dünya kamuoyunun da harekete geçerek bu eski kutup başı ülke ile yeni dönemin işbirliklerini geliştirmesinde dünya barışı açısından büyük yarar vardır. Kendi hegemonyaları için bir kıyamet senaryosu ile üçüncü dünya savaşını gündeme getiren savaş lobilerine karşı Rusya karşı çıkabilmeli, Birleşmiş Milletler örgütündeki üst düzey konumundan yararlanarak dünya barışı için öncü çalışmalar yapabilmelidir. Rusya’nın üçüncü dünya savaşını batı blokuna karşı başlatan karşı taraf olarak değil ama Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi bir büyük devlet konumunda davranması,  hem dünya barışını kurtaracak hem de savaş lobilerinin kıyamet senaryolarının önünü kapatacaktır. Düşen uçağın gölgesi Türk-Rus ilişkilerinin geleceğini olumsuz bir çizgide etkilememelidir. Dünyanın yirmi büyük ekonomisi içinde yer alan iki büyük devletin kendi aralarında geliştireceği sosyal ve ekonomik ilişkiler, hem yeni bir dünya savaşını önleyecek hem de merkezi coğrafya üzerinden geleceğe dönük kıyamet senaryolarının kesin olarak bitirilmesini sağlayacaktır. Bu aşamada her iki devlet kendi ülkelerinde etkili çalışmalar yapan emperyalist ve Siyonist lobilere karşı ortak önlemler almak durumundadırlar. Her iki ülkenin bugünkü yönetimleri geleceğe doğru adım atarken, geçmişten gelen olumsuzlukları dikkate alarak hareket etmek zorundadırlar. Rusya’nın önümüzdeki dönemde dünyaya karşı meydan okumaya devam etmesi gibi olumsuz bir durum öne çıkarsa, o zaman Türkiye Cumhuriyetinin de Türk dünyası ve Türk devletleri ile bir araya gelerek ortak hareket etmesi kaçınılmaz olacaktır. Böylesine bir durumda Rusya’yı kendi içinde zor duruma düşürecek ve kendi nüfusunun üçte birini oluşturan Türk ve Müslüman asıllı vatandaşları ile Rus devleti ters düşmek gibi istenmeyecek bir olumsuz duruma düşebilecektir.
         Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk bugün yaşasaydı Rusya ile savaşmazdı. Onun dış politikasının ana esası Rusya ile dostluk,  İran ile ortaklık ve batılı emperyal ülkeler ile mesafeli ilişkiler kurmaktır. Modern Rusya’nın kurucusu Lenin de yaşasaydı o da Türkiye ile savaşmazdı. Lenin ve Atatürk arasında yazılan mektuplarda iki ülke halklarının emperyalizme karşı ortak bir dayanışma içinde olması gerektiği gelecek kuşaklara bir öğüt olarak bırakılmıştır. Bugün her iki devletin yöneticileri bu gerçekleri bilerek sorumluluk içinde hareket etmek zorundadırlar.