24 Kasım 2017 Cuma

ÖĞRETMENLER


ÖĞRETMENLER
Ataname’de Atatürk konuşur. Ataname ilkelerden, ilkeler dergelerden oluşur. Ataname’de toplam 142 adet derge vardır; biri doğrudan doğruya öğretmenlere ayrılmıştır. Öğretmenler günü vesilesiyle yayınlıyorum. 
Okuyun. Ancak sadece okuyup öğrenmekle yetinmeyin. Bir kez değil, zaman zaman birçok kez okuyun. Atatürk’ün her bir söylediğini içselleştirin,  her söylediği ile bütünleşin. Her dediğini uygulayın, iş yapın!
Atatürkçülük demek iş yapmak demektir!
Bütün öğretmenlerimizin, gerçek Atatürkçülerin öğretmenler gününü candan kutlarım.
* ** *
ŞİMDİ, ATATÜRK’Ü DİNLİYORUZ
1. Öğretmenler vatanın en saygıdeğer, en hayırlı elemanlarıdır. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmıştır ki, âdeta çocuklaşmışlardır. Onların gözünde en sevgili olanlar öğrencileridir. Öğrenci gözünde en saygıya değer, en büyük adam da öğretmenidir. Öğretmenlik her meslekten üstün bir meslektir, hepsinden önce gelir. En yüksek mevki, saygı, prestij öğretmenedir. Bir öğretmen bunun bilincinde olmalı, buna göre davranmalıdır. Bir gün yolum bir köy okuluna düşmüştü. Tek sınıflı okulda genç bir öğretmen ders  veriyordu. Sınıfa girince, öğretmen kürsüsünü terk etti. “ Hayır, yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz” dedim; “eğer izin verirseniz biz de sizden faydalanmak isteriz.” Bir sınıfta, Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir.
2. Öğretmenler “millet yapıcı”dır. Gerçek zafer ordusudur. Devrimlerin güvencesi, geleceğimizin mimarıdır. Hedeflerimize ancak onlarla ulaşacağız. Her fırsatta bir araya geldim öğretmenlerle, onlara hep bu gerçekleri anlattım. Dedim ki, milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz millet adını almak yeteneğini kazanmamıştır. Ona sıradan bir insan topluluğu denir, millet denemez. Bir topluluk, millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır. Onlardır ki, bir toplumu gerçek millet haline getirirler. Millet, ülke öğretmenlerden yüksek hizmet bekler. Onlar faaliyete geçtikten sonradır ki, milletin azami yeteneği işe dönüşmüş olur. Bizim milletimiz elbette dünyanın takdirlerine liyakat kazanmış bir toplumdur. Fakat onu layık olduğu asıl şeref mertebesine ulaştıracak olanlar, öğretmenlerdir.
KÜLTÜR ORDUSU
3. Millî Mücadele’den zaferle çıkmış, Cumhuriyeti ilan etmiştik. Ancak daha işin başındaydık. Asıl büyük savaşı daha kazanmamıştık: Kültür savaşı… Bizim gerçek zaferimiz bu olacaktı. Tarih 24 Mart 1923… Kütahya’dayım, Sultani öğretmenleriyle birlikteyim, onlara bu yaşamsal sorunumuzu açıklıyorum: Ülkemizi, toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluk hedefine ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğini yoğuran irfan, kültür ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de değerlidir, yücedir, verimlidir, saygıdeğerdir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi diğerine tercih edilir? Kuşkusuz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de yaşamsaldır. Yalnız siz, kültür ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değerini ve kutsallığını anlatmak için şunu söyleyeyim ki, sizler, ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
4. Saygıdeğer öğretmen hanımlar ve öğretmen beyler! Biz, iki ordudan  birincisine, vatanı çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya, bütün dünya bilir ve bütün dünya tanık oldu ki pek mükemmel olarak sahibiz. Vatanın dört yıl önce düştüğü büyük felâketten sonra yoktan var olan bu ordu, vatanı  yok etmeye gelen düşmanı vatanın kutsal ocağında boğup mahvetti. Yalnız, işimiz yalnız bu orduya sahip olmakla bitmiş, amacımız
yalnız bu ordunun zaferiyle sona ermiş değildir. Bir millet muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin sağlam sonuçlar vermesi ancak kültür ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun semereleri kaybolur. Milletimizi gerçek mutluluğa ve kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak ve milletimize emin ve verimli bir gelecek bahşetmek istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü yönetim şeklimizin ebedîliğini istiyorsak, bir an önce büyük, mükemmel, ışıklı bir kültür ordusuna sahip olmaya mecbur olduğumuzu yadsıyamayız.
5. Eski yönetimlerin, eski hükümetlerin en büyük kötülüklerinden biri de kültür ordusuna lâyık olduğu büyük önemi vermemiş olmalarıdır. Eğer bu önem verilseydi, geleceği ellerine emanet ettiğimiz siz öğretmenlere, gelecek kadar emin bir mevki verilmesi lazım gelirdi. Henüz üç buçuk dört yıllık bir hayata sahip olan milli idaremiz de, gerçi kültür ordusuyla lâyık olduğu kadar ilgilenememiştir. Fakat Cenabı Hakk’a binlerce hamd ü sena olsun ki, düşman karşısındaki aziz ordular için sarf ettiğimiz bütün emekler mutlu semerelerini verdi. Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı gayretle kültür ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan da emeklerimizin, faaliyetlerimizin, gayretlerimizin mutlu ve muzaffer sonuçlarını, aynı parlaklık, aynı verim ve bereketle elde edeceğiz.
6. Arkadaşlar, asker ordusuyla kültür ordusu arasındaki benzerliği ve uyumu arz etmiş olmak için şunu da ekleyeyim: Değerli bir yapıtta “ordunun ruhu, subaylar heyeti ve kumanda heyetidir” deniliyor. Gerçekten böyledir. Bir ordunun değeri subaylar ve kumanda heyetinin değeri ile ölçülür. Siz öğretmen hanımlar ve öğretmen beyler, sizler de kültür ordusunun subaylar ve kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun değeri de sizlerin değerinizle ölçülecektir. Bağımsızlık mücadelesinde, üç dört yıldır, düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşta ordunun ruhu olan subaylar ve kumanda heyeti ve ileri gelenleri, değerlerinin yüksekliğini nasıl göstermiş ve kanıtlamışsa, bundan sonra yapacağımız ışık ve devrim mücadelesinin, milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti yenmek ve kahretmek savaşında da kültür ordusunun ruhu olan siz öğretmen hanımlar ve öğretmen beylerin aynı yeteneği göstereceğinize eminim.
ÖĞRETMENDEN BEKLENENLER
7. Ve şimdi Bursa’dayım, tarih 27 Ekim 1922… Bu defa İstanbul’dan gelen öğretmenlerle birlikteyim. Karşılarında bulunmaktan duyduğum en içten hissimi ifade ederek başlıyorum konuşmama: Hanımlar, beyler! İsterdim ki aranızda bulunayım, çocuk olayım, genç olayım ve sizin nur saçan eğitim çevrenizde bulunayım. Sizden feyiz alayım, siz beni yetiştiresiniz. O zaman sanıyorum ki, milletim için daha faydalı, çok faydalı olurdum; fakat ne yazık ki elde edilemez bir arzu karşısında bulunuyoruz. Dolayısıyla kendi şahsım hesabına yerine getirilemeyecek olan bu arzunun yerine başka bir talepte bulunacağım: Bugünün evlatlarını yetiştiriniz. Onları ülkeye, millete faydalı yurttaşlar yapınız. Bunu sizden rica ediyorum.
8. Ülkemizde uygar fikirlerin, çağdaş ilerlemelerin, bir an bile kaybetmeden yayılması ve gelişmesi lazımdır. Bunun için bütün bilim ve teknik adamlarının bu hususta çalışmayı bir namus borcu bilmesi gerekir. Öğretmen hanımlarımız, öğretmen beylerimiz, şairlerimiz,  edebiyatçılarımız, yazarlarımız; devamlı olarak millete bu felaket günlerini ve onun gerçek nedenlerini açık ve kesin olarak söyleyecekler, anlatacaklar. Bu kara günlerin dönmemesi için dünya yüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlatacaklar.
9. Öğretmen hanımlar ve beyler! Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı. Ordularımızın zaferini siz tamamlayacaksınız. Gerçek zaferi siz kazanacak, devam ettirecek ve kesinlikle başarılı olacaksınız. Ben ve sarsılmaz imanla bütün arkadaşlarım, bütün varlığımızla sizi takip edeceğiz. Eğer irfan yolunda, kültür yolunda herhangi bir engelle karşılaşırsanız, o engelleri yıkacağız; bütün varlığımızla sizin fikirlerinizi ileri götüreceğiz.
10. İstanbul öğretmen hanım ve öğretmen beylerinin bana verdiği duygu pek umut verici oldu. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, bu bilim topluluğunun çalışmaları yalnız İstanbul’la sınırlı kalmayıp Hakkari’ye kadar her merkezimizde aynı ruh ve aynı yetenekle faaliyette bulunmaya başladığı zaman, tasavvur ettiğimiz umut, maddî tecellilerini gösterebilirdi. Bundan sonra bütün zekâmızı, bilim ve teknik kazanımlarımızı İstanbul surları ile sarılı bulundurmamayı esas ilke kabul etmeliydik.
GÖREVLERİ
11. Ve Ankara, 23 Ağustos 1924… Türkiye Öğretmenler Birliği’nin kongresindeyim. Maarif Vekilimizle Ankara delegesi Sıdıka Hanım’ın konuşmalarından sonra, ben de, yaptığım konuşmada dedim ki: Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin değeri, sizin beceriniz ve özveriniz derecesiyle orantılı olacaktır. Cumhuriyet; düşünce, bilim, teknik, beden bakımından kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu niteliklerde ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Seçkin görevinizin yerine getirilmesine yüksek gayretlerle varlığınızı hasredeceğinize asla şüphe etmem.
12. Millî eğitim ve öğretimimiz hakkındaki görüşlerimi birkaç cümlede toplayarak tekrar etmekte fayda görüyorum: Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün öğrenim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket evladı, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta etken, etkili ve başarılı olacak şekilde donatılmalıdır. Millî ahlakımız, uygar esaslarla ve özgür fikirlerle geliştirilmeli ve güçlendirilmelidir. Bu çok önemlidir, özellikle dikkatinizi çekerim. Tehdit esasına dayalı ahlak bir erdem olmadığı gibi, itimada da değer değildir.
13. Genel eğitim ve öğretim programımız da bu esasları kapsamaktadır. Fakat biliyorsunuz ki, görüşlerin, programların kesin ve açık olması çok önemli olmakla beraber, verimli olması ve eser verebilmesi; onların muktedir, anlayışlı ve özverili öğretmenlerimiz tarafından okullarımızda çok büyük dikkat ve gayretle uygulanmasına bağlıdır. İşte özellikle sizden rica edeceğim husus budur. Sizin başarınız, Cumhuriyet’in başarısı olacaktır.
14. Arkadaşlar, yeni Türkiye’nin birkaç yıla sığdırdığı askerî, siyasî, idarî devrimler çok büyük, çok önemlidir. Bu devrimler, sizin, saygıdeğer öğretmenler, sizin toplumsal ve düşünsel devrimdeki başarılarınızla güçlendirilecektir. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller ister.
BİRLİKTE ÇALIŞMA
15. Hep birlikte, öğretmenlerin ışık ordusuyla, milletçe el ele programlı çalışarak, hep ileri yürüyerek, mutlaka hedeflerimize ulaşacağız;18 Ekim 1925’de Konya Öğretmenler Birliği’nde vurguladığım gibi: Saygıdeğer arkadaşlar, yürümekte olduğumuz yenilik, gelişme ve uygarlık yolunda sizlerden meydana gelen bir ışık ordusuna dayandıkça mutlaka başarılı olacağımıza imanım kesindir. Şimdiye kadar olduğu gibi, birbirimize dayanarak ve hep birlikte milletin iradesine dayanarak yürümekte devam edeceğiz. Milletimizin kat etmeye mecbur olduğu aşamalar büyüktür. Ulaşılması zorunlu olan hedefler çoktur. Kesinlikle bu aşamalar kat edilecek, en nurlu hedeflere varılacaktır. Onun için birbirimize vereceğimiz işaret, ileri, ileri, daima ileridir.
16. Müdürler, öğretmenler, öğrenciler! Memnuniyetle görüyorum ki, çok güzel çalışıyorsunuz. Düzenli bir program dahilinde çalışıyorsunuz. Gezdiğim her yerde bütün ülkede, bütün milletin aynı şekilde çalıştığına tanık oldum. Millet, aynı noktaya, aynı biçimde, hızlı ve azimli adımlarla yürümektedir. Bu gözlemde bulunanlar elbette hükmederler ki, Türk milleti programını kesinlikle belirlemiştir. Bu programda hedefe, kesin hedefe ulaştıran yollar açık ve bellidir. Bütün millet el ele vererek programını uygulamaktadır. “Bizim programımız yoktur” diyenlere söylemeliyim ki, bizim programımızı bütün ayrıntılarıyla laflardan meydana gelen yazılarda arayanlar, bu arayışlarından memnun ve tatmin olmayabilirler. Gerçekten bizim programımızın içerdiği gayeler, bakkal kâğıtları üzerinde belirlenmiş programlardan büsbütün başkadır, yüksektir.
17. Bir programımızın olup olmadığından tereddütlü bulunanlara, onun uygulanma sonuçları olan fiillere ve eserlere dikkatle bakmalarını salık veririm. Her geçecek gün, milletin ortak çalışmasının yeni ve hayırlı sonuçlarıyla, eserleriyle taçlanacaktır. Sonuçlar programımızın doğrulanmasına vesile olacaktır. Kudretsiz beyinler, zayıf gözler bu gerçeği kolaylıkla göremezler. O gibiler büyük Türk milletinin yüksek düzeyine göre geri adamlardır. Fakat zaman bütün gerçekleri en geri olanlara dahi anlatacaktır. Arkadaşlar, bilim ve kültür topluluğusunuz, huzurunuzda bulunmaktan faydalanarak bir noktaya dikkat ve gayretinizi çekeceğim: Milletimizi, kuruntulardan nefsini kurtarmaya muktedir duruma getirmeye çalışalım.
18. Konya Öğretmenler Birliği’nde söylediklerimi şu dileğimle tamamlamak isterim: Kültür ordumuzu hazırlayacak olan öğretmenlerin, ulusal zaferi sağlamlaştırıp devamlı kılacak kutsal Millî Ülkü’ye ulaşılmasında etken olmalarını Allah’tan dilerim.
SON HUSUSLAR
19. Son olarak birkaç hususu daha eklemek isterim. Bunlardan ilk ikisi öğretmenin güç kaynağı ile güvenilirliği hakkındadır. Diğerleri sırasıyla gerçek öğretmenlerle Türkiye hakkındaki “aydınlık birlik” emelimle ilgilidir.
20. Eski hocalar nasıl din esasından hâkim duruma gelmişlerse, öğretmenler de bilim esasından kazanmaya başladıkları hâkimiyeti sonuna kadar götürmelidir. Bununla öğretmenlik mesleği gerçek gelişme dönemine girmiş olacaktır. Öğretmenler her vesileden faydalanarak halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk öğretmenin, yalnızca çocuğa alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmadığını anlamalıdır.
21. Okullarda öğretim görevinin güvenilir ellere teslimi, memleket evladının o görevi kendine hem bir meslek, hem bir ülkü sayacak erdemli ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bunun için de öğretmenlik diğer serbest ve yüksek meslekler gibi, giderek, ilerlemeye ve mutlaka refah teminine elverişli bir meslek haline konulmalıdır. Dünyanın her tarafında öğretmenler insan toplumunun en fedakâr ve saygıdeğer unsurlarıdır.
22. Herkesin kendine göre bir zevki vardır. Bazıları bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır. Bahçesinde çiçek yetiştiren adam, çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren insan da, çiçek yetiştirendeki duygularla hareket edebilmelidir. Ancak bu biçimde düşünen ve çalışan insanlar ki, ülkelerine, milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olabilirler. Gerçek öğretmenler işte böyle insanlardır.
23. Diyeceğim son husus da şudur ki, bütün Türkiye’yi kapsayan Öğretmenler Birliği bütün milleti aydınlık birlik haline getirdiği zaman, Türk milletinin nasıl bir demir kitle olacağını düşünmek cidden büyük zevk ve mutluluktur. Bu kadar nurlu, bu kadar mutlu sonuç verecek bir hedefin rehberlerini, öğretmenleri saygıyla selamlarım.

Prof. Cihan DURA

29 Ekim 2017 Pazar

CUMHURİYETİN İLANI


"Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti'dir."


1921 Anayasası'nın getirdiği millî egemenlik ilkesi ile padişah iradesi ortaya bir çelişki çıkardı. Saltanat makamı boşlukta kalmıştı. 1 Kasım 1922'de TBMM aldığı kararla saltanatı kaldırdı. Padişahlık lağvedilmiş, kişisel egemenlik hukuken tarihe karışmıştı. Bu kararın doğal sonucu, Cumhuriyet rejiminin kurulması olacaktı. 13 Ekim 1923'de Ankara'nın başkent olması kararı alındı. 29 Ekim 1923'de Atatürk ve arkadaşlarının, Anayasanın bazı maddelerini değiştiren teklifi TBMM'de 1921 Anayasası'nın getirdiği millî egemenlik ilkesi ile padişah iradesi ortaya bir çelişki çıkardı. Saltanat makamı boşlukta kalmıştı. 1 Kasım 1922'de TBMM aldığı kararla saltanatı kaldırdı. Padişahlık lağvedilmiş, kişisel egemenlik hukuken tarihe karışmıştı. Bu kararın doğal sonucu, Cumhuriyet rejiminin kurulması olacaktı.
13 Ekim 1923'de Ankara'nın başkent olması kararı alındı.
29 Ekim 1923'de Atatürk ve arkadaşlarının, Anayasanın bazı maddelerini değiştiren teklifi TBMM'de alkışlarla ve oybirliği ile kabul edildi.
Anayasanın birinci maddesinde, "Türkiye Devletinin hükümet biçimi, Cumhuriyettir" hükmü yer aldı. Aynı günün gecesi, Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanlığına seçildi. Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanı ile, sistem içinde varlığını sürdüren "Halifelik" de gereksiz ve işlevsiz bir duruma gelmişti. 3 Mart 1924'de Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve arkadaşlarının verdikleri kanun teklifi TBMM'de kabul edilerek, hilafet kaldırıldı, halifelik de tarihe karıştı.
Lozan'ın kabulü ve barışın sağlanması ile geride Türk Devleti'nin siyasal yapısını belirleyecek devlet şeklinin ve adının ne olacağı sorunu kaldı. T.B.M.M.'nin varlığı ile egemenliğin kayıtsız-şartsız ulusa ait olan, insan haklarına dayanan bir devlet sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse Meclis içinde bulunanların büyük kısmı Padişah'a dinsel ve geleneksel bağlarla bağlıydılar. Padişah'ın işgal ettiği Saltanat-Hilafet makamı yüzyıllardır kökleşmiş bir teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de Osmanoğulları'ndan başka hiçbir aile iktidar olmamıştı. Egemenlik biri dinden, diğeri gelenekten gelen iki kaynaktan çıkıyor ve Padişah'ta toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü kırmıştı, fakat sistemin özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış biçimini değiştirememişti. Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları sistemine geçişin bir sonucu olarak Padişah'tan ulusa geçişi, bir ilke ve ülkü olarak Amasya Genelgesi'nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920'de B.M.M.'nde somutlaşmıştı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine oturmuştu. Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. Mustafa Kemal Paşa Padişah'ın ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah'ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum'da Mazhar Müfit'e not ettirdiği "Cumhuriyet" inancını "Ulusal bir sır" olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde "Cumhuriyetçi" bir düşünceyi ortaya atmak iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında "Cumhuriyet" ilan edelim önerilerini ret etmişti. Fakat Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı, Türk Ulusu'nun kurtarıcısı Mustafa Kemal, Türkiye'nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat'ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat'ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis'te tutucu kanat direndiyse de, Mustafa Kemal Paşa'nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat'ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle Mustafa Kemal Paşa'yı engellemeye çalıştılar.
2 Aralık 1922'de Meclis'e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. "İntihab-ı Mebusan Kanunu"nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede "Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları" gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa'yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz alan Mustafa Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye'nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı savaştığını , vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını hatırlatıp, ulusun sevgisini kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge ret edildi.
Mustafa Kemal'in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak 1923'de Batı Anadolu'da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O'nun Ankara'dan ayrıldığının ertesi günü "Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi" başlıklı bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal'in Ankara'dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana fikri, İslam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet'in hükümet demek olduğu ve Hilafet'in hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde olmadığı esaslarına dayanıyor, "Halife Meclisin, Meclis Halife'nindir." sözleriyle bitiriyordu Yürütme yetkisinin Halife'ye verilmesini ve Meclis'in aldığı kararların ve kanunların Halife'yi bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis'in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, Mustafa Kemal'e ve O'nun gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.
İzmit'e gelen Mustafa Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı açıklamada "Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife'nin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız Ulusundur." dedi. T.B.M.M.’nin büyük programının tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını, teokratik devlet. biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak'ta yaptığı toplantıda, Hilafet'in dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla devrim yapılamayacağını belirtikten sonra "Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır." diyerek gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için İzmit'te yaptığı basın toplantısında, "Devrim" yapılacağını açıklarken, Meclis'te birliğin sağlanması için "Müdafaa-i Hukuk Gurubu"nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım'ın ölüm haberi geldi. İzmir'de annesinin mezarı başında devrimci inancını "Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun." sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu sırada Lozan'ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara'ya döndü. Meclis'te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey'in Topal Osman tarafından öldürülüşü, Mustafa Kemal'e saldırılara yol açtı. Mustafa Kemal'i kendilerine büyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı gruplar, O'na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey, Karabekir, Refet, Ali Fuat Paşa'lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp, Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören Mustafa Kemal 20 Mart 1923'te Konya'da yaptığı bir konuşmada Türkiye'yi Ortaçağ karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle belirtti: "Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları atanları tepelemektir... Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine tepeler ve yine öldürürüm." Cumhuriyet'e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça görülüyordu. Mustafa Kemal Paşa, 8 Nisan 1923'de dokuz ilkede görüşlerini toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.
Savaş zamanının T.B.M.M.'nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. Mustafa Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15 Nisan'da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun değişikliği ile "Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na, ileride gerekirse yine İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi."
Yeni kurulacak Meclis'te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve böylece Cumhuriyet'i ilan etmeyi düşünen Mustafa Kemal'in bu çalışmaları yakın arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları, Mustafa Kemal'in partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O'nu pasif duruma getirmek istiyorlardı. Rauf Bey'in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan'dan dönen İsmet Paşa'yı karşılamak istemeyen Rauf Bey Başbakanlıktan bile istifa etti.
İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan'ı onayladı. Artık sorun Türkiye'nin rejiminin belirlenmesiydi. Mustafa Kemal 22 Eylül 1923'de "Neue Treie Presse" adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920'de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.
Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu. Ankara 1920'den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi. Meclis'te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim'de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul edildi. Cumhuriyet'in İlanı'na bir adım daha yaklaşılmıştı.
Mustafa Kemal'e Cumhuriyet'in İlanı'na fırsat veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan Fethi Okyar Bey'e karşı Meclis'te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, "Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa"nın dışında kabinenin istifasına karar verdi ve 27 Ekim'de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul'da bulunuyorlar ve temasları, Halife'ye yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara'da' ise kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine "Cumhuriyet İlanı" ile işi kökünden çözmeye karar veren Mustafa Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya'da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa'yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat 10'da Parti grubunda yapılan toplantıda, Mustafa Kemal Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözümünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirttikten sonra değişiklik önergesini okuttu:
Türkiye Devleti'nin Hükümet şekli Cumhuriyettir.
Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur.
Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu) vasıtasıyla idare eder.
Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet Meclisi'nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45'de yaptığı toplantıdan sonra 20.30'da "YAŞASIN CUMHURİYET" sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti'nin adı kondu. "TÜRKİYE CUMHURİYETİ" Hemen arkasından da Türk Ulusu'nun kurtarıcısı Gazi M. Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis'e teşekkür ettikten sonra "Son yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanların ne kadar tetkikten uzak görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, Hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir... Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözleriyle konuşmasını tamamladı. Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı İsmet Paşa oldu.
19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlayan yeni ve bağımsız, bir Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı'nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk'ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O'nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti. "Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti'dir."
SONUÇ
Bir zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu, gerek iç gerekse dış etkenlerin sonucunda 18. y.y.'dan itibaren hızlı bir çöküntüye girdi. Kapitülasyonlar sebebiyle Avrupa devletlerinin açık pazarı durumuna geldi. Rusya ve Avusturya'nın devamlı saldırıları sonunda savaşları kaybederken, önemli topraklarını elden çıkardı. İmparatorluğun bu çöküntüsünü gören Padişahlar, İmparatorluğu kurtarmak için ıslahat önlemlerine başladılar. Fakat yalnızca askeri olan bu önlemler etkili olamadı. III. Selim'in başlattığı Nizam-ı Cedit ise 1807'de gerici bir ayaklanma ile son buldu.
19. y.y.'da çöküntü büyük hızla sürerken, Fransız Devrimi'nin ortaya koyduğu ulusal bağımsızlık ve egemenlik akımları, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'da yaşayan Hıristiyan azınlıklarını etkiledi ve bağımsızlık isteklerini kamçıladı. Sırp, Yunan ve hatta Mısır ayaklanmaları İmparatorluğun iç bünyesini sarstı ve bunlar giderek bağımsızlık veya özerklik kazandılar. Bu yüz yılda Rus tehlikesi karşısında İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü koruma politikası izlediler. Kırım Savaşı'nda bu politika sonucu Rusya'ya savaş bile açtılar. 1838 ticaret anlaşması ile imparatorluk ekonomik bakımdan batının eline geçerken, 1854'den sonra başlayan dış borçlanma ile,1881'de mali iflasa ve batının mali denetimine girdi. II. Mahmut Islahatı ve Tanzimat da İmparatorluğun kurtuluşu için çözüm olmadı. Genç Osmanlıların çalışmaları 1876'da Kanun-u Esasi'nin ilanını hazırladı. Birinci Meşrutiyet yaşama fırsatı bulamadan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bu dönemin sonunu hazırlarken, Abdülhamit'in "İstibdadı" başladı. Bu tarihten sonra İngiltere de koruyucu politikasını terk etti. Ermeni konusu da ilk kez gündeme geldi. Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra Almanya'ya yanaştı. Alman siyasi, askeri ilişkisi, Alman ekonomik ihtiraslarını da getirdi. Bağdat Demiryolu projesi bunu simgeledi.
20. y.y.'a girilirken Abdülhamit'e karşı başlayan Genç Türk hareketi gittikçe kuvvetlendi ve 1908'de II. Meşrutiyeti getirdi. Fakat 31 Mart gerici ayaklanması ile 1909'da iç buhran yaşandı. II. Meşrutiyet de İmparatorluğu kurtaramadı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük akımlarının çatıştığı bu dönem, içte buhranlar, anarşi yaratırken, dışta da Trablus ve Balkan Savaşları'nda büyük yenilgi ve tüm Makedonya'nın kaybı ile sonuçlandı. İktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki ise diktatörlüğe gitti. İttihat ve Terakki’ nin üç güçlü adamı Enver, Talat ve Cemal Paşalar, 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı'na Almanya yanında girerlerken İmparatorluğun kaderi de çizilmiş oldu. Bu savaştan çok ağır kayıplarla yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkesi ile kayıtsız şartsız teslim oldu.
Yüz yıldan beri süren Doğu Sorununun çözümü, Avrupa'nın Hasta Adamının mirasının paylaşılması ile Türk Ulusu'nun dünya siyasi tarihindeki varlığı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Savaş içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılmasını kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya'da devrim çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi. Türk Ulusu'nun hakkında karar verecek en büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere Batı Anadolu'yu Yunanistan'a veriyor, Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyor, Türk yurdunun geri kalan yerlerini de Fransa ve İtalya ile paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun eğen Padişah ve Hükümet, kurtuluşu İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve aydınlar çaresizlik içinde, çoğunluk kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş çareleri arayanlar Padişah-Halifesiz bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu Amerikan mandasında görenler veya yörelerinin kurtuluşunu sağlamak için çalışanlar vardı Birinci Dünya Savaşı'nın sonundaki perişan ve çaresiz durumda, bir tek insan, Mustafa Kemal top yekun kurtuluş ve tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak düşüncesiyle Samsun'a geldi. O'nun yola çıktığı sırada ise Yunanlılar İzmir'i işgal ediyorlardı. Padişah ve Hükümet ise İzmir'i Yunanlılara veren İngilizlerin hala körü körüne her isteğine boyun eğiyorlardı. Düşmanla işbirliği yapan Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin bu tutumları karşısında Mustafa Kemal, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının esaslarını Amasya'da ulusu ve orduyu Padişah-Halifeye karşı ayaklandırmak şeklinde belirledi. Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde de bu esaslar içinde yeni bir Türk Devleti'nin kuruluşunun ulusal bilinçlenme, idari, siyasi örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile bu esaslar İstanbul'da bir kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul'u işgal ettiler. Bundan yılmayan Mustafa Kemal, Ankara'da ulusun meşru iradesinin eseri olan ulusal egemenlik prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat bütün bunların gerçekleşmesi çok büyük güçlükler ve olanaksızlıklar içinde yapılıyordu. Bir yandan İtilaf Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin Mustafa Kemal ve B.M.M.'ni gayri meşru ilan etmesi, Türk Ulusu'nu olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce yıldan beri dini ve geleneksel iktidar kabul edilen Padişah-Halife ile bu değerleri yıkan ve yerine ulusal,egemenlik değerleriyle ulusu bir araya toplamak isteyen M. Kemal hareketi arasında bir süre bocaladı. Yer yer B.M.M.'nin otoritesine karşı ayaklanmalar çıktı. Doğu Anadolu'da Ermenilere, Güneyde Fransızlara karşı savaşıldı. Batıda Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı Kuvva-ı Milliye ile çözüm bulan B.M.M. daha sonra düzenli ordu kurar. I. ve II. İnönü Savaşları ile ilk askeri başarılarını sağladı. Diğer yandan dış ilişkilerde Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması'nı imzaladı. Sakarya Meydan Savaşı'nda Yunan Ordusu'nu yendi. Fransa ile de anlaşan Türkiye İtilaf bloğunu da parçaladı. 26 Ağustos' 1922'de başlayan ve 9 Eylül'de İzmir'de Yunan Ordusu'nun denize dökülmesi ile son bulan Büyük Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu'nun yenilmez azmini bütün dünyaya kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan Antlaşması ile de onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık savaşını kazanan, "Türk Mucizesi"ni yaratan Türkiye'nin bu başarısı bütün Mazlum Uluslara örnek oldu.
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı'nın bittiği yerde; Türkiye'nin çağdaşlaşma savaşını başlattı. 1 Kasım 1922'de Saltanat'ın kaldırılışı ve 29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in İlanı ile Türkiye yeni devlet sistemini Fransız Devrimi ile ortaya konan insan haklarına dayanan "Ulusal ve Laik Devlet"i gerçekleştirmiş oldu. Ancak, çağdaş devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk Devrimi'nin başarılması için Cumhuriyet döneminde Atatürk 'ün yeni mücadele vermesi gerekiyordu.

Kaynak: Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Üniversitesi, Basımevi, 1986, Sayfa: 359-366

3 Eylül 2017 Pazar

Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar ve Kitaplığı

ATATÜRK VE JEAN-JACQUES ROUSSEAU
Atatürk özellikle, Kurtuluş Savaşı’na atıldıktan sonra Meclis ve Devlet Başkanlığındaki siyasal görevleri nedeniyle doktrinler üzerine de eğilmiştir. Bir örnek verelim:
Kurtuluş Savaşı dönemi… Tarih i Aralık 1921… Bakanlar Kurulu’nun görev ve yetkisini belirten kanun teklifi münasebetiyle Mustafa Kemal kürsüdedir. Siyasal yaşantısının belki de en uzun söylevini verecektir. Elinde Kanunu esasi de vardır. Söylevinin bir yerinde elindeki kitabı milletvekillerine doğru uzatarak:
- “Efendiler, der; Sultan Hamit bu kitaba istinaden ve bu kitapta bahsolunan hukuka dayanarak ve bu kitaba bakarak aldanan milletvekillerini dağıttı. Ve 33 yıl bu milleti kölesi gibi kullandı…”
Mustafa Kemal şimdi de Jean-Jacques Rousseau’nun “İçtimaî Mukavele” sine değinecektir. İzleyelim:
- “… Efendiler, meşrutî nazariyeyi bulan en eski filozofların bu nazariyeleri kurabilmek için çalıştıkları esasları tetkik ettim; bunlara nüfuz ettim.
“… Jean-Jacques Rousseau’yıı baştan nihayete kadar okuyunuz. Ben okudum”1.
Mustafa Kemal, 3 bin kelimeyi aşan bu konuşmasında hatipliğin en parlak örneklerinden birini de vermiştir.
Atatürk’ün başkanı bulunduğu Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, dünya parlâmento tarihinde bir benzerine rastlanmayan ve kendine özgü özellikleri olan bir meclistir. Teşriî (kanun yapma) ve icraî (yürütme) yetkiye sahiptir. Hükümeti de Meclis seçer. Bundan ötürü de adı “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti”dir. Kuvvetini ulustan alır. “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesini baş tacı yapmıştır. Fakat bu Meclis’te partiler yoktur. Çünkü ulus bir tek amaç etrafında toplanmıştır: Egemenlik.
Her türlü fikir ve inanç düzeyindeki delegelerle dolu bu Meclis’in başkanı da Osmanlı ve Türk tarihini, din tarihini, sosyoloji tarihini bilmeli ki bu tartışmaları radikal yolda kanalize edebilsin. Mustafa Kemal de bu nedenle dinsel ve tarihsel konular üzerinde birçok yapıt okumuştur. Özellikle Celâl Nuri (îleri)’nin Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniye’si üzerine dikkatle eğilmiş, birçok bölümleri işaretlemiştir. (Bu özel işaretlerin anlamını ileride açıklayacağız).
Satırlarının altı renkli kalemlerle çizili, sayfa kenarları notlu bu kitaplardan birçoğu Anıtkabir Müzesi’nde teşhirdedir.
Mustafa Kemal’in İstanbul’daki askerî öğrenim döneminde Fransız İhtilâl Beyannamesi’ni de gizlice okuduğu, Ali Fuat Cebesoy’un “Sınıf Arkadaşım Atatürk” yapıtında (sayfa 33) belirtilmektedir.
Millî Kahramanımızın ebedî yapıtlar dışında hangilerini okuduğu konusuna kısaca değinmede yarar gördüğümüz için bu konuya biraz daha devam ediyoruz.
Atatürk, Cumhuriyet döneminde sosyal ve ekonomik konulara daha çok eğilmek gereğini duymuştur. Sayın Profesör Afet İnan, “Atatürk ayrıca sosyoloji ve ekonomi konularına da ilgi göstermiş ve kitaplar okumuştur” 2 diyor.


ATATÜRK’ÜN BİLİNMEYEN BİR KİTABI
Burada Atatürk’ün ancak küçük bir azınlık tarafından bilinen bir yapıtına da değinelim: Bu kitap geometri konusunu kapsar. Adı, Geometri Öğretmenlerine Kılavuz’dur. Kitabı 1936-37 yılında Dolmabahçe Sara-yı’nda yazmıştır. Bu kitap 1937 yılında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Devlet Matbaası’nda bastırılmıştır. Kitapta yazar adı gösterilmemiştir.

TÜRK DİLİ VE GRAMERİ ÜZERİNE OKUDUKLARI:
Tam istiklâl denildiği zaman bittabi siyasî, malî, iktisadî, adlî, harsî ve ihl… her hususta tam istiklâl, tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin hakikî mânasıyle bütün istiklâlinden mahrumiyet demektir (Nutuk, Ekim 1919).  ATATÜRK
Atatürk’ün yukarıya aldığımız bu temel ilkesindeki “ilh…” sözcüğü dil bağımsızlığı da içine almaktadır. Atatürk için bunların birinden yoksun olmak nasıl ki “millet ve memleketin hakikî mânasiyle bütün istiklâlinden mahrumiyet” demekse, dilin Arap, Fars ve Garp dilleri boyunduruğu altında bulunması da aynı anlama eşittir.
Mustafa Kemal, Nutuk’unun bir yerinde de bağımsızlığı şöyle tanımlamaktadır:
“Türk’ün haysiyet ve izzeti nefs ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evlâdır”3.
Yabancı kelime salgınına uğramış ve içinde yüzde on türkçe bulunmayan Türk dilinin hali de Atatürk için “haysiyet ve izzeti nefs” meselesiydi.
Ömer Seyfettin’in öncülüğünü yaptığı Genç Kalemler’le başlamış olan özleşme ve sadeleşme akımı kısa ömürlü olmuş, Servetifünun ve Fecriâ-ti’nin kuş tüyü yastıklarında Türkçe yine doğu uykusuna yatmıştı.
Emperyalizmin sömürü kaynağı olan, rejimlerle kan damarları emile emile “Hasta Adam” durumuna düşürülen Türkiye, ülkenin ve soyunun adını ve şerefini teşkil eden Türk kelimesini bile başından atmış, Osmanlıya sımsıkı sarılmıştı.
Atatürk’ün “millî” kavramına büyük önem verişinin akılcı nedeni de budur. Mustafa Kemal için, yurt gibi dil de bağımsız olmalıdır. Fakat Atatürk “eğitim görerek yetişmiş bir dilci” değildi. Bilimsel ve metodik yoldan hem kendisine karşıt olanları karşılaması hem de bu akımın önderliğini yapabilmesi için bu konuda okuması, derinleşmesi gerekiyordu. Öyle yaptı. Okudu, çok okudu. Neler okudu? Bu konuda sözü sayın A. Dilaçar’a bırakalım:
“… Türk ulusunun eskiliğini doğrulayan ve Atatürk’ün üzerinde derin bir etki bırakan ilk kitaplardan biri Necip Asım’ın Türk Tarihi’nden (1900), Meşrutiyet yıllarında Türk Yurdu’nda yayımlanan bazı makalelerden, B. Carra de Vaux’nun 1911’deki Etrüsk Dili’nden, Ruşen Eşrefin 1930’da Atatürk’ün buyruğu ile Leon Cahun’den çevirdiği Fransa’da Ari Dillere Tekaddüm Eden Lehçenin Turanî Menşei ve Sadri Maksudi’nin 1931’deki Türk Dili İçin adlı eserinden sonra, İngiliz arkeologlarından Leonard Wolley’nin İngilizce aslı 1927’de, Fransızca çevirisi de 1930 haziranında çıkan Sümerliler adlı eseridir.
“… Birçok eserlere de Atatürk’ün dikkati çekilmiştir: Meselâ, F. Le-normant: Kaidenin İlkel Dili ve Turanlı Lehçeler (1875), H. Winkler: Ural-Altay Dilleri ve Gruplamalar (1885), A.H. Sayce: Hititler Veya Unutulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi (1888), A.C. Haddon: Ulusun Göçü (1911), A.V. Edlinger: Türk Dillerinin Hint-Avrupa Dilleriyle Olan Eski Bağıntıları (1912), F. Hommel: 200 Sümer-Türk Kelimesinin Karşılaştırılması (1915) vb.”4.

OKUDUĞU SÖZLÜKLER
Atatürk’ün ayrıntılı biyografisini yazacaklar için değerli belgeler niteliğinde olan Türk dili üzerine okuduklarının görebildiğimiz kadarını bu bölümde vermeye çalışıyoruz. Sayın A. Dilaçar’ın değerli bir inceleme ürünü olan “Atatürk ve Türkçe” yazısından bu konuya ilişkin bölümü de olduğu gibi aktarıyoruz:
“… Atatürk sözlüklere çok önem verirdi. Bunlar arasında V.V. Rad-lov’un 4 ciltlik Türk Lehçeleri Sözlüğü (1888-1911) ile E. Pekarskiy’nin yine 4 ciltlik Yakut Sözlüğü’ne sık sık bakar ve baktırır, bu lehçedeki kelimeleri eskiliklerinden dolayı esas sayardı. Çuvaşça üzerinde pek durmazdı. Dilcilik alanında çok merak ettiği şeylerden biri yabancı kelimelerin etimolojisi olduğu için etimoloji sözlüklerinden çoğu sofrasına ve çalışma masasına kadar götürülürdü… Bu sözlüklerin başlıcalarını sayıyorum: A. Walde – J. Pokomy’nin Hint-Avrupa Dillerinin Etimoloji Sözlüğü (3. cilt, 1. bab. 1930-1932), E. Boisaca’ın Yunan Dilil Etimoloji Sözlüğü (2. bas. 1923), A. Ernout-A. Meillet’nin Lâtin Dili Etimoloji Sözlüğü (1. bas. 1932), O Bloch’un Fransız Dili Etimoloji Sözlüğü (1. bas. 1932) ve F. Kluge’nin Alman Dili Etimoloji Sözlüğü (1. bas. 1934). Başvurulan yabancı sözlükler arasında A. Bailly’nin Yunanca-Fransızca Sözlüğü (II. bas. 1925) ile L. Quicherat-A. Daveluy’nün Lâtince-Fransızca Sözlüğü (55. bas. 1929). Gerektiği zaman Dil Kurumu Kitaplığı’nda bulunan Sümerce, Ak-kadca, Eski Mısırca, İbranca; Süryanca; arapça; Farsça; Sanskritçe; Çince, Japonca, Fince, Macarca vb. sözlüklere de bakılırdı”5.
Bu kadarla yetiniyoruz. Çünkü Atatürk’ün Türk dili üzerine okuduklarının tümünü kapsayacak bir inceleme ve bu doğrultudaki eylemlerinin öyküsü büyük hacimli bir yapıt olur.

ATATÜRK VE EDEBİ ESERLER
Atatürk hangi edebî eserleri okumuştur? Bunların tümünü saptamak olanak dışı. Biz, anektodlar ve anılar arasına serpiştirilmiş cümlelerden yararlanmaya çalışacağız.
Atatürk’ün okul dönemi edebî roman olarak pek kısır bir dönemdir. Tanzimat’la Batı’ya aralanan kapıdan bize sızanlar, daha çok biçime ilişkin olanlardır. Öz eskiye bağlıdır, konu Kan Kalesi ve Ferhatla Şirin’in düzeyindedir. Bu dönemin dev romancısı Ahmet Mithat’ın Hasan Mellah (1875), Hüseyin Fellah’ları da “sanat değeri zayıf, dağınık ve masalımsı”. Kuvvetli tekniği ve insanların içine bakan etkili kalemiyle bugün de ayakta duran Uşaklıgil, Atatürk’ü ne derece ilgilendirmiştir? Halit Ziya Uşaklı-gil’in ilk romanları Nemide ve Bir Ölünün Defteri yayımlandığı vakit Mustafa Kemal 9 yaşındadır. Ferdi ve Şürekâsı’nın yayıma çıktığı tarihte 14, Mai ve Siyah’ta 17, Aşk-ı Memnu’da 20 yaşındadır. Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’u yayımlandığı tarihte Mustafa Kemal, Harp Okulu’nun birinci sınıfından ikinci sınıfına geçmiştir.
Biz, gerek Manastır İdadisi, gerek Harp Okulu dönemlerinde bu romanları okuduğunu sanmıyoruz. Manastır Askerî İdadisi’nde Mustafa Kemal’in dünyası matematik ve askerlik dersleridir. Şiirle ilgisi de Ömer Naci’nin aracılığı ile bu dönemde filizlenmiştir.

FRANSIZCA BİRKAÇ ROMAN
Atatürk’ün okuduğu romanlara ilişkin ilk bilgiye, Ruşen Eşref (Ünay-dın)’in 1918 yılında Yeni Mecmua’nın Çanakkale Fevkalâde sayısında yayımlanan “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat” röportajında rastlıyoruz. Ünaydın, Mustafa Kemal’in Şişli’deki evinde yaptığı röportajda çalışma odasını ve bu odada gördüğü kitapları şöyle anlatıyor:
“… Yalnız kaldığım müddetçe odayı seyrettim. Duvarlarda hep asker resimleri, Balkan Muharebesi’nin, Trablus Muharebesinin, Hareket Ordusu yürüyüşünün Mekteb-i Harbiye talebeliğinin hatıraları asılı idi. Bir kelebek şeklinde açılmış şal örtüsünün altında Paşa’nın genç Kazak zabitlerini hatırlatan kalpaklı ve haşin bakışlı bir agrandismanı vardı. Yazıhanesi üzerinde bir çerkes kamasının yanı başında Balzak (Balzac)’ın Kolonel Şa-ber (Colonel Charbet)’i, Mopasan (Maupassant)’ın Bul dö Süif (Boule de suif)’i, Lavedan’ın Servir’i duruyordu. Şüphe yok ki Paşa, sükûnetli dakikalarının boşluğunu edebiyatla dolduruyor”6.

ATATÜRK VE ÇALIKUŞU:
Atatürk, okuduğu bu Fransızca romanlar dışında hiç kuşkusuz edebiyat tarihimizin ünlü romanlarını da okumuştur. Bir anektoddan Nur Ba-ba’yı okuduğunu biliyoruz. Siirt Milletvekili Mahmut Bey’in günlük notlarından da Çalıkuşu’nu okuduğunu öğreniyoruz. Bir tarih dergisinde yayımlanan bu notlarda şöyle denilmektedir:
“21 Ağustos 1922, Akşehir – Düşmanda bir hassasiyet var. Bizim tarafta fevkalâde bir hareket, birşey olduğunu hissetmiş gibi… Temenni edelim ki asıl hedefi keşfetmemiş olsun. İki gündür Paşa, Çalıkuşu’nu okuyor. Öyle beğendi ve sevdi ki… Büyük hareketlerin arifesinde böyle bir şey okumak da çok dinlendirici.
“22 Ağustos 1922 – Bugün de Akşehir’deyiz. Paşa, daireden çıkmadı. Akşama kadar Çalıkuşu’nu okudu. Çok memnun oldu, takdir etti”7.

BİR ŞİİR KİTABI: ÇANAKKALE İZLERİ
Mustafa Kemal, 19 Ağustos 1918 tarihinde yurdun tanınmış sanatçıları ve kişilerinin de katıldığı bir kalabalık halinde Fikret’in Aşiyanını ziyaret ediyor8. 20 Ağustos 1918 salı tarihli Vakit gazetesi bu ziyarete ait şu bilgiyi vermektedir:
“Dün öğleden evvel birçok zevat şair Tevfık Fikret merhumun Eyüb’teki tabrini ziyaret etmiştir.
Öğleden sonra da birçok davetliler şair-i mağfurun Rumelihisarı tepesinde kâin Aşiyanı’na gitmişler. Orada ailesi namına Rıza Tevfik Bey tarafından istikbal edilmişlerdir.
“… Ziyaretçiler meyanında Halide Edip Hanım, Mustafa Kemal Paşa, Dr. Adnan Bey, Sâtı Bey, Süleyman Nazif Bey, Faik Âli Bey ve memleketimizin mehafil-i âliyyesine mensup birçok zevat…”
Bu ziyaretçiler arasında İbrahim Alâeddin Gövsa da vardır. Şair, o güne ait anılarında şunları yazmaktadır:
“… (Mustafa Kemal) Oradaki ilk gördüğü simaları, bilhassa gençleri birer birer sorup öğrenmiş olduğunda tereddüt etmem. Bir aralık biri yanıma geldi:
- Mustafa Kemal Paşa sizinle görüşmek istiyor, dedi.
Adına ve şimdi gördüğüm şahsiyetine zaten hayran olduğum büyük askerin bu alâkası beni heyecana düşürmüştü. Derhal yanına şitap ederek ismimi söyledim. O, ince ve uzun parmaklı zarif ve kavi adaleli güzel elini uzattı. Beni Çanakkale’ye ait şiirlerimle tanıdığını ve çoktan görmek istediğini söyleyerek pek asil bir tevazu ile taltif etti:
- Paşa Hazretleri, dedim; siz, cepheden cepheye koşan bir kumandan, nasıl oluyor da benim gibi ehemmiyetsiz bir gencin değersiz yazılarını okumaya vakit buluyor ve onları tahattur edebiliyorsunuz?
Şu cevabı vermişti:
- Ben edebiyatı ve şiiri severim. Bilhassa askerî mahiyetteki her eseri dikkatle okurum. Sizin Çanakkale’ye ait şiirlerinizin hepsini okudum ve sevdim.
“Çanakkale İzleri” o zaman henüz bir kitap halinde çıkmamış, ancak Tanin gazetesinde parça parça neşredilmişti. Büyük Kumanda’nın bu alâka ve iltifatı bana manzumeleri sevdirdiği için hepsini bir küçük kitap halinde topladım ve Anafartalar’ın Müebbet Kahramanı’na ithaf ederek neşrettim”9.

ATATÜRK VE FARUK NAFİZ
Atatürk’ün Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerini de okuduğunu sayın Prof. Dr. Afet İnan’ın anılarından öğreniyoruz. İzleyelim:
“… Atatürk’ün yeşile hayranlığı, Faruk Nafiz’in şu şiir parçasını tekrarladığı zamanlarda ne kadar belli olurdu: Yeşil hem de
Ben bu rengi taşırdım can köşemde.
Yeşilde ne arar da bulmaz insan oğlu?
Yeşil bu… Varlık dolu, gök dolu, umman dolu.
Bir ucu gözlerimde, bir ucu engindedir.
Bir çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman.
Bana Tanrımı gözükür yeşil dediğim zaman.
Mustafa Kemal bu şiiri okuduğu zamanlarda pür sıhhat bir varlıktı, fakat kendisi yeşile hasret çektiği zaman ise, fâni varlığının erimekte olduğunu hissediyordu.
Böylece o, bu son arzusu ile çam ağaçları ve yeşillikler arasında olmak istemiştir”10.
Atatürk’ün, İsmail Habip Sevük’ün “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi”ni birçok kez okuduğu bilinmektedir11. Çağdaş Türk şairlerinden birçoğunu da okumuştur. Servet-i Fünun koleksiyonunu da dikkatle okuduğunu yakınlarından dinledik. Bu ciltlerden birine kırmızı kalemle şu kanısını belirttiği de yine yakınları tarafından saptanmıştır:
“Servet-i Fünun edebiyatının en lirik şairi Hüseyin Siret (Özse-ver)’dir”.

ATATÜRK’ÜN KİTAPLIĞI
Atatürk’ün kitaplığında hangi yapıtlar vardı, bunlardan nasıl yararlanıyordu, okuma metodu neydi?
Bütün bu soruların karşılığını verebilecek tek yetkili kişi, kuşku yok ki sayın Profesör Dr. Afet İnan’dır12. Bu konu ile ilgili bilgileri de yine oradan aktarıyoruz:
Hususî kütüphaneler, şahısların ilgi duydukları ve değer verdikleri kitaplar koleksiyonudur. Bunlara hediye edilenlerin muhafazası da eklenebilir. Atatürk’ün kütüphanesi Çankaya’daki eski köşkünde kahverengi ve bir kısmı camlı dolaplı köşe odada idi. Güzel ciltli bu kitaplar askerlik, hukuk, tarih ve edebiyat konularına ait idi. 1929-30 yılından sonra büyük miktarda ve bilhassa Fransızca neşredilmiş tarihe ait kitapların getirilmesi ile bu odadaki yerler kâfi gelmemiş ve ona bitişik kule odası denilen yere siyah-beyaz çizgili meşeden bir ikinci kütüphane ve çalışma masası ilâve edilmişti. Yeni pembe köşk yapılacağı zaman Atatürk’ün mimardan istediği bilhassa şu olmuştur: Çok geniş bir kütüphane ve üzerinde haritaların açılıp tetkikler yapılabilmesi mümkün masanın bulunacağı ferah bir yer ve çok miktarda kitap koyma yerleri. Bugünkü Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün üst katında, Ankara’ya doğru bakıldığı zaman köşkün sağ ucunu teşkil eden “L” biçimindeki kütüphanedir. Burası Atatürk’ün zevkine ve isteğine uygun olarak yapılmış ve tavana kadar rafları olan kitaplık kısmı çalışma yerinden kadife perdelerle ayrılmıştır.
Atatürk, buraya eski köşkten, daha ziyade yeni kitapları naklettirmişti. Kütüphaneye girilen sofadaki kısma ise albümleri ve geniş mecmua koleksiyonlarının konulacağı raflar yapılmıştı. Diğer eski kitapların bir kısmı eski köşkte bırakılmıştı. Atatürk’ün bu kitaplığında, hediye edilen çeşitli neşriyattan gayrı kendi satın aldırdığı tarih, sosyoloji, ekonomi ve bilhassa dil konulariyle ilgili olanlar çoğunluğu teşkil ediyordu.
Bu izah ettiklerim dış görünüşe göre Atatürk’ün son on senesindeki şahsî kütüphanesinin durumudur. Bunu ayrıca kütüphane kayıt defterinden incelemek ve ona göre bir netice çıkarmak mümkündür.
Burada hususî kütüphaneden söz açılmakla üzerinde durmak istediğim konu “Atatürk ve Kitap”tır.
Meselâ yukarıda izah ettiklerime göre sadece Atatürk’ün hususî kütüphanesinde bulunan kitapların kataloguna göre bu inceleme kâfi değildir. Çünkü zaman zaman, Atatürk diğer resmî ve hususî kütüphanelerden kitaplar getirtmiş ve onları okuduktan sonra iade etmiştir.
Atatürk’ün bildiğime göre bir entellektüel hayatı daima mevcut olmuştur. Zevk için okumuş, bilgi edinmek için okumuş ve yazılarına kaynak olması için okumuştur. Meselâ bazen gece toplantılarında eski şiirlerden okuttuğu gibi şairlerimizin eserlerini kendi seslerinden dinlemiş, güzel yazılmış nesirleri okumaktan haz duymuştur. Bizzat kendisi de bazı şiirleri ezbere okumasını pek severdi.
Hukuk konularını Atatürk bir meseleyi incelemek ve Batı memleketlerindeki yeni nazariyeleri takip etmek için okumuştur. Meselâ demokratik memleketlerin hukukî meseleleri daima kendisini ilgilendirmiş, bu konuda pekçok kitap okumuştur.
Atatürk asıl tarih üzerinde çok ve çeşitli kitaplar okumuştur. Kendi zamanında çıkan ecnebi dillerdeki yeni kitapları, etrafındaki fikir adamlarına tercüme ettirmiş, hülâsalarını çıkarttırmıştır ve bunlar üzerinde tartışmalı konuşmalar yapmıştır. Bu arada bilhassa İslâm tarihi ile pekçok meşgul olmuş, İslâm medeniyetinde Türklerin hizmet ve değerlerinin bilinmesini, esaslı tetkiklerle meydana çıkarılmasını istemiştir.

NASIL OKUR VE ÇALIŞIRDI
“… Atatürk kitapları mutlaka masa başında okumuş, elinde kırmızı, mavi uçlu kalemle bazen kitap üzerine çizgi ve işaretler yapmış, bazen da kurşun kalemle kâğıtlara notlar almıştır. Yeni köşk’e kütüphanesindeki yazı masasında oturduğu pek nadirdir. Daha ziyade orta yerdeki uzun ve geniş masanın üzerine çeşitli kitap ve lûgatları dizdirir karşısında saat, yanında sigara kutusu bulundururdu. Sık sık içtiği kahve, uzun çalışmalarına biraz fasıla verdirebilirdi. Çalıştığı yerdeki kitaplarının yeri değişmemeliydi.
Bu çalışmalar yanında meselâ hükümetin iktisadî meseleleri üzerinde titizlikle durduğu, onları okuyarak ilgililerden izahat aldığı ve yazılar üzerinde işaretler yaparak mütalâasını söylediği olmuştur.
Kitap, lügat ve broşürlerin hemen her gece taşındığı bir yer daha vardır: Köşkün yemek salonu. Yemek salonunun demirbaş eşyalarından biri, bilhassa 1935’ten sonra elektrikli döner geniş bir kara tahtadır. Bu gece toplantılarında konuşulan mevzuun mahiyetine göre kütüphaneden kitaplar gelir, pasajlar okunurdu.
Velhasıl kitap hangi konuda olursa olsun Atatürk’ün fikir hayatı için değerli bir varlık mahiyetindeydi. Atatürk’ün hayatında iyi ve öğretici kitabın yeri daima büyük olmuştur”13 .

KİTAPLARA KOYDUĞU ÖZEL İŞARETLER
Atatürk’ün okuduğu kitaplarda dikkatini çeken cümleler altına özel işaretler koyduğunu belirtmiştik. Şimdi bu işaretlerin anlamını açıklayalım:
“xx”: Önemli.
“xxx”: Çok önemli.
“müh.”: Mühim.
“ç. müh.”: Çok mühim.
“D.”: Dikkat.
“?”: Belirtilen fikri kabul etmiyor, ya da şüpheli görüyor.
Cümlelerin altını bazen kırmızı, bazen da mavi kalemle çizmiştir. Kırmızı kalemle çizdikleri fikri kuvvetli bulduğu ve kendisinin de katıldığı mavi kalemle çizdikleri ise o fikri beğenmediği anlamına gelir.

SON OKUDUĞU KİTAP
Sayın Profesör Dr. Afet İnan’ın verdiği bilgiye göre Atatürk’ün okuduğu kitapla ilgili olay şudur:
Tarih 15 Ekim 1938… Günlerden cumartesi… Atatürk o gün kendisini iyi hissetmektedir. Profesör Afet İnan’ı çağırıp Tarih Kurumu çalışmaları hakkında bilgi istiyor. Kendisine sunulan bilgileri dinledikten sonra Tarih Kurumunca çıkarılmakta olan “Belleten”i görmeyi arzu ediyor.
İşte Atatürk’ün en son gördüğü ve okuduğu yapıt Belleten’in 5/6 sayılı nüshasıdır.
1 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 182-214.
2 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959, s. 292.
3 Nutuk, cilt I, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü yayını, İstanbul 1981, s. 13
4 Atatürk ve Türk Dili, Ankara 1963, s. 45.
5 Atatürk ve Türk Dili, Ankara 1963, s. 42.
6 Ruşen Eşref Onaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat, Varlık Yayınları, 3. baskı, s. 17.
7 Hayat Tarih Mecmuası, sayı 7/1966, s. 14.
8 İbrahim Alâeddin Gövsa “Acılar” ında bir hafıza yanılgısı olarak bu tarihin hem gününü, hem de tarihini 18 Ağustos 1917 olarak yanlış yazmıştır.
9 İbrahim Alâeddin Gövsa, Acılar, 1940, s. 8-9.
10 Afet İnan, Atatürk’ten Hâtıralar, 1950, s. 187.
11 İsmail Habip Sevük, Atatürk İçin, Cumhuriyet Matbaası, 1939, s. 84-90.
12 Bütün bu soruların karşılığını verebilecek en yetkili kişi, uzun süre O’nun yanında bulunmuş olan sayın Prof. Dr. Afet İnan’dır. Burada şu gerçeği özellikle belirtmek isterim: Sayın Afet İnan’ın Atatürk’ün yanında ve yakınında bulunmuş olmasını, Türk ulusu için bir mutluluk sayarım. Çünkü Millî Kahramanımızın birçok yönlerini onun kaleminden ve Türk ulusuna sunduğu çok değerli belgelerden öğrenmiş bulunuyoruz.
13 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959, s. 290-293.

Kaynak: ATATÜRK ARASTIRMA MERKEZI