1 Kasım 2020 Pazar

Atatürk´ün Denizcilikle Ilgili Uyarilari


1-“Denizcilik sadece ulaştırma işi değil, iktisadi iş olarak anlaşılacak ve tersaneler, gemiler, limanlar ve iskeleler inşa edilecek, deniz sporları kulüpleri kurulacak ve korunup geliştirilecektir. Çünkü: Toprakların ucu deniz olan bir ulusun sınırını, halkının kudret ve yeteneğinin hududu çizer.”

2-“En uygun coğrafi konumda ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri bir denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmasını bilmeliyiz.

2-“En uygun coğrafi konumda ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri bir denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmasını bilmeliyiz.”

4-“Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir.”


5-“Zaferi, denizi kontrol altında tutan, ihtiyacı olan şeyi, ihtiyacı olduğu zaman, istediği yere ulaştırabilen ülke kazanır.”

6-Donanmasız Anadolu olmaz. Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da kuvvetli desteği olacaktır.”

7-“Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, ileri”

8-“Dış pazarlardan satın alınan gemiler ile Donanma yapılamadığını siz de biliyorsunuz. Donanma, sadece kıyı koruyacak bir kuvvet değil, bundan daha önemli olarak deniz yollarının güvenliğini sağlayacak bir kuvvettir. Anadolu’da yaşadıkça bu bakımdan ihtiyacımız daha büyüktür.”

9-Evvela çekirdek bir Donanma yapmakla yetinip, Deniz Sanayi ve Ticaretimizi geliştirmeliyiz. Bundan sonra Memleket Sanayiinden fışkıracak Donanmayı yapmak da kolay olacaktır. İlk beş senede kendimizi toplayıp devrimleri yaparız, ikinci beş senede dünyaya kendimizi tanıtırız. Üçüncü beş senede İngiliz Kralına yurdumuzu ziyaret ettiririz.”


10-“ Bahriye’yi esaslı ve ciddi bir biçimde geliştirip, düzenlemek düşünülmelidir. Bu konuda başlangıç noktası, özellikle seçkin elemanları hak ettikleri gibi yetiştirip, onlardan memleketin ivedi gereksinimlerinde yararlanmak ve herhalde memleketin gücünün üzerinde hayallerden de uzak durmak   olmalıdır."

-“Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, ileri”

Kaynak: Vira Haber



22 Mart 2020 Pazar

ROBERT KOCH



Almanya...
Robert Koch…
Alman hekimdi.
Profesördü.
Şarbon bakterisini keşfetti.
Tüberküloz bakterisini keşfetti.
Kolera bakterisini keşfetti.
Bakteriyoloji biliminin babası oldu.
Nobel Tıp Ödülü kazandı.
Şarbona çare bulduğunda, padişah Abdülhamid tahtına daha yeni oturmuştu, vereme çare bulduğunda Atatürk henüz bir yaşındaydı.
Tüberküloz bakterisini keşfedip, verem hastalığına çare bulduğunda, dünyada her yedi ölümden biri veremdi… Yani kaba hesap, bugüne kadar bir milyardan fazla insanın hayatını kurtardı.
Teee 1891 yılında, Almanya'da Berlin'de, Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü kuruldu, başına Robert Koch getirildi.
Robert Koch beş yıl yönetti.
Robert Koch ölünce, bulaşıcı hastalıklar enstitüsünün adı Robert Koch Enstitüsü olarak değiştirildi.
1891'de kuruldu.
İmparatorluklar yıkıldı.
Birinci Dünya Savaşı geçti.
İkinci Dünya Savaşı geçti.
Berlin Duvarı yıkıldı.
2020 oldu.
Robert Koch Enstitüsü bunların hepsinde yerinde durdu, faaliyetine devam etti, hastalıklarla mücadelesine ve araştırmalarına devam etti.
129 yıl…
Aralıksız devam etti.
Almanya'daki tüm mikrobiyoloji laboratuvarlarıyla entegre edildi, sürekli modernize edildi, Alman halkının tüm sağlık verilerini toplama ve takip etme yetkisi verildi, 2001 yılında çıkarılan Enfeksiyon Koruma Yasası'yla güçlendirildi, biyoterörizm dahil, tüm bulaşıcı hastalık riskleriyle mücadelenin odak noktası haline getirildi, Almanya'nın sağlık kriz yönetim merkezi oldu. Alman halkının daimi aşılanmasından sorumludur. İlaç araştırmalarından sorumludur. Genetik testlerden sorumludur. Kök hücre onay otoritesidir.
450 biliminsanı çalışır.
Özerktir.
Kendi kendisini yönetir.
Kendi yönetimini kendisi seçer.
Bütçesini devlet verir ama, yönetimine karışmaz, karışamaz.
Siyasi kararları elbette hükümet ve sağlık bakanlığı alır ama, tüm bilimsel kararları Robert Koch Enstitüsü'nün biliminsanları verir.
Devleti, siyasiler yönetir.
Bilimi, biliminsanları yönetir.
Şöyle örnek vereyim…
Almanya'nın şu anki sağlık bakanının tıp'la alakası yok, kendisi siyaset bilimci, bundan önceki sağlık bakanı hukukçuydu, ondan önceki sağlık bakanı iktisatçıydı, ondan önceki sağlık bakanı öğretmendi, ondan önceki sağlık bakanı ekonomistti.
Robert Koch Enstitüsü'nün şu anki başkanı mikrobiyoloji profesörü, bundan önceki başkan immünoloji profesörüydü, ondan önceki mikrobiyoloji profesörüydü, ondan önceki viroloji profesörüydü.
Devleti, siyasiler yönetir.
Bilimi, biliminsanları yönetir.
Almanya'nın sağlık politikası, hükümetlerden bağımsızdır.
Alman halkının sağlığının emanet edildiği, 129 yıllık köklü geçmişe sahip Robert Koch Enstitüsü, partilerüstü, siyasetüstü kurumdur.
Ve, hani Almanya'da çok yüksek coronavirüs vakasına rağmen, ölüm oranı çok az görülüyor ya…
Almanya'daki bu mucizevi mücadeleyi, işte bu Robert Koch Enstitüsü yürütüyor.
– Almanya hükümeti daha virüs lafını duyar duymaz, bir gecede, sağlık sistemine 36 milyar euro aktardı.
– Henüz Almanya'da bir kişi bile ölmemişken, ülkedeki bütün hastanelerin yoğun bakım ünitelerini derhal dört katına çıkardı.
– Her gün 22 bin kişiye test yaptı, dünyada Almanya'dan daha fazla test yapabilen, böyle bir kapasiteye sahip başka ülke yok.
– Hastanelerinde 25 bin adet solunum cihazı vardı, henüz bir kişi bile ölmemişken, derhal 15 bin adet solunum cihazı daha satın aldı.
– Almanya, Japonya'dan sonra dünyanın en büyük tıbbi cihaz üreticisi… Bu yüzden, test kitlerini, solunum cihazlarını ithal etmedi, kendi şirketleri üretti. Böylece, şu anda paradan çok çok daha önemli olan zamanı kaybetmedi.
– Saldım çayıra mevlam kayıra demedi, pozitif çıkan herkesi iki gün hastanede tuttu, belirti göstermeyenleri evinde karantinaya aldı, belirti gösterenleri 14 gün daha tuttu, çok erken teşhisle, çok erken müdahale etmiş oldu.
– Henüz bir kişi bile ölmemişken, sağlık sistemindeki tüm izinleri iptal etti. Yurtdışında tatilde olan doktorlarını, o ülkeye uçuşlar yasaklanmış bile olsa, Alman devletinin gücünü kullanarak, getirdi. Mecbur kalınan durumlarda, yurtdışındaki Alman vatandaşlarının tahliyesini bile öteledi ama, dışarda bir tek doktor bırakmadı.
– Eğitimli, bilinçli Alman toplumu, Robert Koch Enstitüsü ne diyorsa harfiyen uydu, tokalaşma, sarılma, öpüşme, birarada bulunma filan, bıçak gibi kesildi, Alman toplumundaki disiplin kültürü sayesinde, ikinci bir uyarıya gerek bile kalmadı.
– “Bencil” zannedilen Alman toplumunda, aslında en üst düzeyde “toplumsal dayanışma ruhu” hakimdir. Coronavirüs krizinde bir kez daha ortaya çıktı. Hükümetten veya belediyelerden talimat almadan, “fahri gönüllüler” devreye girdi, özellikle gençlerden alışveriş ekipleri kuruldu. Virüs taşıdığı için evinde karantinaya alınan vatandaşların, risk grubunda oldukları için dışarı çıkmaması gereken yaşlıların market alışverişleri, bu gönüllüler tarafından yapılıyor. İhtiyacı olanlara destek için para toplanıyor.
– İtalya, özelleştirme şehvetine kapıldı, 2007 yılından itibaren sağlık sistemini özelleştirdi, hastanelerini sattı, sağlık sisteminin yüzde 80'i özel sektörün eline geçti, devletin tek elden yönetme kabiliyeti ortadan kalktı. Bugün, bunun bedelini çok ağır ödüyorlar.
– İspanya hakeza… Hastanelerini, hatta sağlık ocaklarını bile özel sektöre sattı. Bugün, bunun bedelini çok ağır ödüyorlar.
– Maalesef, Türkiye de aynı yolu izledi.
– Almanya ise, asla böyle bir adım atmadı. Bugün Almanya'da hastanelerin yüzde 80'inden fazlası, bizzat devletin… Özelleştirme adı altındaki rant politikalarının ne kadar hayati olduğunu kanıtladı.
“Almanya bizi kıskanıyor” denilen Almanya, işte bu.
Küresel felaketin hepimize tekrar tekrar hatırlattığı tek gerçek var.
Siyasete biat edersen, ölüyorsun.
Bilime emanetsen, yaşıyorsun.

24 Aralık 2019 Salı

İkinci Dünya Savaşı’nda Batı Trakya Türkleri


  batı trakya ile ilgili görsel sonucu

İkinci Dünya Savaşı’nda Batı Trakya Türkleri - Melih AKDENIZ

 Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında ortaya çıkan siyasî durum sonucunda İtalya ve Almanya gibi ülkelerde totaliter rejim ön plana çıkarken İngiltere ve Fransa ise demokratik sistemin savunucuları olarak sivrilmiştir. İtalya’da iktidara gelen Ulusal Faşist Parti (Partito Nazionale Fascista – PNF) ve Almanya’da iktidara gelen Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) saldırgan dış politika anlayışları yeni bir paylaşım savaşının da tohumlarını ekmiştir. İtalya’nın Afrika ve Balkanlardaki; Almanya’nın ise Versay Barış Anlaşması sonunda ihtilaflı kalan bazı bölgeler ile Avusturya’daki kazanımları Avrupa’nın hassas dengelerini bu iki ülke lehine bozmaya başlamış, fakat özellikle Almanya’nın yayılmacı siyasetini engelleyememiştir. Bu ülkenin 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırması ise resmen İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan gelişme olmuştur. 1939 – 1945 yılları arasında devam eden İkinci Dünya Savaşı çeşitli cephelerde tüm kıta Avrupa’sına, Afrika’ya, Ortadoğu’ya ve Asya’ya yayılmış; dünya, “Mihver” ve “Müttefik” kuvvetlerin altı yıl boyunca sürdürdüğü ve büyük bir yıkım getiren bu savaşın sonunda yeniden şekillenmiştir.
         
        Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na katılmamıştır. Fakat “Türkiye dışında yaşayan Türkler” söz konusu olduğu zaman bu yargıyı değiştirmek durumunda kalırız. Zira büyük savaşın çeşitli cephelerinde sayıları yüz binlerle ifade edilen büyük bir Türk nüfus, kimi zaman sömürge boyunduruğundan kurtulma hayali ile kimi zaman ise ekmeğini yediği ve vatan bildiği toprakları işgalci güçlere karşı savunabilmek için savaşın ön saflarında yer almıştır. Rusya’da Türkistan ve Azerbaycan Türkleri, Afrika’da Kıbrıslı Türkler, İran’da Güney Azerbaycan Türkleri ve Balkanlarda da Batı Trakya Türkleri inandıkları değerler uğrunda cepheden cepheye koşarak canlarını feda etmekten kaçınmamışlardır. İşgale uğrayan topraklarda açlık ve sefalet çekmiş, yeraltı örgütlerine katılarak lokal direniş hareketlerinde bulunmuş, yağmalanmış, sürülmüş ve katledilmiştir. Üç kıtada savaşılmasına, binlerce şehit verilmesine ve savaşın tüm acılarının birinci derecede yaşanmasına rağmen maalesef ülkemizde İkinci Dünya Savaşı’ndaki Türk unsurlar hakkında, akademik ya da bilimsel çalışmalara fazla önem verilmemiştir.
         
        Batı Trakya Türkleri dediğimiz zaman Lozan Barış Antlaşması uyarınca yapılmış olan nüfus değiş-tokuşu dışında tutulan ve bugün de bölgede Yunanistan vatandaşı olarak yaşamlarını sürdüren soydaşlarımızı kastediyoruz. Rumeli’nin Türkleşmesinden itibaren bu toprakları vatan edinmiş; yüzlerce yıl bu topraklarda hüküm sürmüş daha sonra Yunan egemenliğine giren bu toprakları yine de yurt bilmiş bu Türk topluluğunun, Yunanistan’ın İkinci Dünya Savaşı’na girdikten sonraki dönemi ülkemizde fazla incelenmiş bir konu değildir. Biz bu çalışmamızla Batı Trakya Türklerinin bahsi geçen tarihsel dönemlerine biraz ışık tutabilmeyi amaç edindik.
         
         
        İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanistan
         
        Giriş bölümünde kısaca değindiğimiz üzere, Nazi Almanya’sının 1939 Eylül’ünde Polonya’ya saldırmasıyla başlayan ve çok hızlı bir şekilde genişleyen İkinci Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinde İtalya, ülkede iktidarda bulunan Ulusal Faşist Parti’nin saldırgan dış siyasetine rağmen savaşa katılmayacağını açıklamıştı. Fakat Almanya’nın kısa süre içinde önemli galibiyetler alması ve ardından tarihî düşman olarak gördükleri Fransa’ya saldırmaları ve bunu takiben Fransız ordusunun Alman kuvvetleri karşısında kısa sürede çözülerek Fransa’nın Almanlar tarafından işgal edilmesi üzerine Roma, 1940 yazının sonlarından itibaren Yunanistan’a karşı saldırıya geçebilmek için çeşitli bahaneler yaratmaya çalışacaktı. Doğu Akdeniz’e egemen olmak isteyen ve Yunanistan’ı da Roma İmparatorluğu’nun bir mirası olarak gören İtalya Başbakanı Benito Mussolini; amacına ulaşabilmek adına bu ülkeyi işgal etmek için İtalya ve Yunanistan arasında krize yol açacak türden girişimlerde bulunuyordu. Bunlar arasında 15 Ağustos 1940 tarihinde “Elli” isimli Yunan kruvazörünün bir İtalyan denizaltısı tarafından batırılması[1] iki ülke arasında krizi iyice arttırmıştı.
         
        Yunanistan ise kuzeyden gelebilecek bir tehlikeye karşı Bulgaristan ve Arnavutluk sınır bölgelerinde önemli tahkimat yapmış bulunuyordu. Bu yıllarda silâhaltında 400.000’e yakın askeri bulunan Yunanistan, bu kuvvetlerin 75 – 80.000 kadarını Arnavutluk sınırında konuşlandırmıştı[2].
         
        28 Ekim 1940 tarihinde, İtalyanlar sabaha karşı saat 02.00 sularında Yunanistan’a üç saatlik bir ültimatom vererek Korfu ve Girit adaları ile Epir’in ve Pire limanının kendilerine teslim edilmesini istediler. 1912 yılından beri ellerinde bulundurdukları Oniki Ada ile 1939 Nisan’ından beri işgal altında tuttukları Arnavutluk’taki konumları itibariyle, Yunanistan’a karşı doğrudan saldırıya geçme imkânına sahip olan İtalyanlar, bahane olarak Yunanistan’ın İngilizlere askerî üs vermiş olmasını ileri sürmekteydiler. Verilen ültimatomun Yunanistan Başbakanı Yannis Metaksas[3] tarafından geri çevrilmesi üzerine sayıları 100.000’i bulan İtalyan kuvvetleri aynı sabah saat 05.30’dan itibaren Yunan topraklarına girmeye başladı. Harekâtın ilk günlerinde Yanya’ya 30 kilometre mesafede bulunan Kaloma nehrine kadar ilerlemelerine devam ettiler[4]. Fakat İtalyan birliklerinin ilerleyişi bu aşamadan sonra beklenmedik bir direnişle karşılaşarak 2 Kasım’da durdu. İtalyanlar 6 Kasım’dan itibaren ise savunma pozisyonuna geçmiş bulunuyordu. Bu arada seferberliğini tamamlayan Yunan ordusu 10 Kasım’da tüm cephede karşı saldırıya geçerek ayın sonlarında Arnavutluk topraklarına kadar ilerledi. Mussolini’nin erken davranarak Almanya’dan önce Balkanlara sarkma teşebbüsü bu şekilde başarısızlıkla sonuçlanıyordu. İtalyan birliklerini Arnavutluk’un iç kısımlarına kadar püskürten Yunanlılar ileri taarruzları sonucunda Görice, Sarande ve Ergeri (Argirokastro) gibi bölgeleri de kontrol altına aldılar ve Almanların, müttefiki İtalya’ya yardıma koşacakları tarihe kadar buralarda oluşturdukları mevzileri tutmayı başardılar[5].
         
        Yunan askerî direnişinin ve hemen ardından başlayan taarruzun, İtalya’yı ezici bir yenilgiye uğratması üzerine Nazi Almanya’sı İtalyanların başaramadığını kesin olarak gerçekleştirmek amacıyla harekete geçmişti. Zaten uzun süre önce Adolf Hitler ve Alman Genelkurmay’ı tarafından hazırlanmış bulunan plan, “Marita Harekâtı” kod adı altında 6 Nisan 1941’de yürürlüğe kondu[6]. Yunanistan ve Yugoslavya’ya aynı anda saldıran Alman ordusu Yunanistan cephesinde ilk olarak Struma vadisi üzerinden Serez istikametinde ilerleyerek Batı Trakya bölgesine inmişti, bölge ise güçlü Alman kuvvetlerine karşı bazı müstahkem mevkiler hariç terk edilmiş bulunuyordu[7]. İyi teçhiz edilmiş ve savaş tecrübesi bulunan Alman ordusu, hızlı bir hücumla 21 Nisan tarihinde Yanya’yı ele geçirerek Arnavutluk’ta İtalyanlara karşı savaşmaya devam eden Yunan birliklerinin geri hatlarla olan bağlantısını kesti, bu darbe ile Yunan ordusu kırılma noktasına geldi ve İngilizler Yunanlılara vaat ettikleri yardımı sağlayamayınca Yunanistan 24 Nisan’da teslim oldu. 25 Nisan’da Atina, ay sonunda da Mora yarımadası Alman işgaline girdi.
         
         
        İkinci Dünya Savaşı’nda Batı Trakya Türkleri
         
        Yunanistan’a karşı gerçekleşen İtalyan saldırısı ile birlikte Batı Trakya Türkleri de kendilerini savaşın içinde buldu. Yunan – İtalyan savaşının başladığı 28 Ekim sabahı Batı Trakya’da da seferberlik hemen başladı ve hızla tamamlandı. Gümülcine’de hazırlanan 29. Alay aynı gün cepheye yollandı[8]. Batı Trakya’nın diğer bölgelerinden de gönüllüler yavaş yavaş toplanmaya başlıyordu. İtalyan askerleri Yunan savunması karşısında kısa zamanda bozguna uğrayarak Arnavutluk içlerine geri çekilmeye başladılar.
         
        16 Kasım’da Atina Radyosu tarafından, Yunanistan’da esirlerden başka İtalyan askerinin kalmadığı bildirildi[9]. Arnavutluk’un Görice şehri 19 Kasım’da Yunanlıların eline geçerken[10] Klisura önlerine kadar gelen Yunan kuvvetleri burada savunma pozisyonu aldı[11]. Tüm bu çarpışmalar sırasında özellikle İskeçe ve Gümülcineli Türklerin çoğunlukta bulunduğu kıtalar sayı ve teçhizat olarak kendilerinden üstün İtalyan kuvvetlerine karşı büyük başarılar elde etmişlerdi.
         
        1941 baharındaki Nazi taarruzu, Batı Trakya Türklerinin savaştığı Arnavutluk cephesini kuşatmış ve Alman orduları kuzeyden Yunanistan sınırını geçmişti. Alman birlikleri Ostrova, Doyran, Demirhisar ve Rodoplardan kol kol aktı ve Yunanistan içinde bir kıskaç halini alarak kapandı. Cepheler kısa sürede dağılmıştı. Bu saldırı sırasında Şahin – Mustafçova geçidinden girmek isteyen Alman kuvvetlerine ağır darbeler verilmişse de yukarıda belirttiğimiz üzere Yunanistan’ın diğer bölgeleri düştüğü için mukavemet gösteren birlikler teslim oldular. Bu safhada özellikle Grebana bölgesinde direnmeye çalışan Türklerden müteşekkil taburlar Almanlara esir düşmüşlerdir[12].
         
        Alman saldırısının başladığı ilk günlerde ise Batı Trakya’nın önemli merkezleri işgal edilmiş bulunuyordu[13].
         
        İtalyan – Yunan ve Alman – Yunan çatışmalarına katılan Türkler için çeşitli rakamlar verilmektedir, genel olarak ise 16 – 17.000 kadar Batı Trakyalı Türk Yunan ordusunda görev almış[14] ve Türklerden oluşan tabur ve bölükler özellikle Arnavutluk cephesinde ve Görice’nin zaptında üstün başarılar göstermişlerdir. Batı Trakya Türkleri bu çarpışmalarda 3.000 şehit vermiştir. Gazi sayıları ise İkinci Dünya Savaşı’ndaki Türk kayıplarından söz eden kaynaklarda farklılık göstermektedir; Murat Hatipoğlu gazi sayısını 1850 olarak verirken[15] Mustafa Kunter bu rakamı 200 olarak göstermiştir[16]. Genel olarak tabloya baktığımızda ise elimizdeki bu rakamlara göre Yunanistan’ı işgalci güçlere karşı savunmaya koşan Batı Trakyalı Türklerin 3’te 1’i ya şehit düşmüş ya da yaralanarak savaş dışı kalmıştır. Herhangi bir temel eğitim görmeden sadece teçhiz edilerek cepheye yollanan bazı soydaşlarımız ise Türkiye’ye iltica etmişlerdir.
         
        Batı Trakya’nın işgal döneminde ise Andon Çavuş’un liderliğinde Drama merkezli olarak kurulmuş ve liderlerine binaen “Andon Çavuş Müfrezesi” olarak anılan işgal karşıtı yeraltı kurtuluş çetesine de pek çok Türk gönüllüsü katılmış hatta gönüllüler arasında çoğunluğu oluşturmuşlardır. Bu çetenin işgalci güçlere karşı verdikleri mücadele sonucu Andon Çavuş’a atfedilen Rumeli Türküsü halen söylenmektedir[17].
         
         
        İşgal Altındaki Yıllar
         
        Alman saldırısı karşısında Rodop dağlarındaki “Metaksas Hattı” boyunca bazı Yunan unsurları kısa süre direnebilmiş, ancak daha saldırının başladığı 6 Nisan günü Batı Trakya’nın tamamı işgal edilmişti. Birkaç gün sonra Bulgar askerleri de bölgede boy göstermeye başladıysa da Almanlar yönetimi hemen Bulgarlara teslim etmemişlerdi. Bölgedeki yönetim, ancak 23 Nisan’da Bulgarlara devredildi ve yaklaşık dört yıllık Bulgar işgali başlamış oldu. Magyar Nemzet gazetesine göre ise Batı Trakya, Bulgaristan Kralı III. Boris ile Adolf Hitler arasında yapılan bir görüşmeyle daha 22 Kasım 1940 tarihinde zaten Bulgarlara vaat edilmiş bulunuyordu[18].
         
        1941 ilkbaharı itibariyle Bulgar denetimine giren Batı Trakya’ya daha önce buradan Bulgaristan’a göçmüş olan çok sayıda Bulgar yeniden yerleştirilecekti. Bu şekilde bölgeden dışlanacak olan Yunanlılara Bulgar yöneticileri “Yunanistan’a gitmelerini” salık veriyor, ancak “Bulgar olmayı” kabul edenlerin evleri ve tarlalarının iade edilebileceği söyleniyordu, böylece bekleyen günlerde bölgede bir Bulgarlaştırma politikası güdüleceğinin açık mesajı veriliyordu. Aslında Bulgarlar bölge üzerinde daha Alman saldırısı başlamadan önce bir takım haklar iddia etmeye ve bu yönde propaganda yapmaya da başlamıştı. Özellikle Bulgar “Zora” gazetesi daha Kasım 1940’tan itibaren bölge üzerinde yaşayan Bulgar azınlığın gördüğü zulümden bahseden yazılar neşretmeye başlamıştı[19].
         
        Nazi taraftarı Bulgar hükümeti, bölgedeki Yunan sorununu böylece Yunanlıları Batı Trakya’dan sürerek çözümlemiş sayılırdı. Yalnız Türkler bütün baskılara rağmen bölgedeki varlıklarını devam ettirmekteydiler. Açlık, yokluk, angarya ve işkenceler Türkleri yıldırmadı ve yok edemediler.[20] Yunanlıların geleneksel düşmanları olarak bilinen Bulgarlarla ilgili olarak Almanya bölgeye Bulgar göçmenlerini yerleştirmek suretiyle Yunan nüfusuna baskı uygulamaya başlamaları için Batı Trakya ve Makedonya’da bazı bölgelere yerleşmelerine müsaade eder. Bunun bir sonucu olarak Türkiye’ye en yoğun mülteci akını da bu bölgeden olur[21].
         
        İkinci Dünya Savaşı’nda, Nazi ordularının desteğiyle Batı Trakya ve Makedonya’yı işgal eden Bulgarlar bölgede zaman geçirmeden faaliyete geçmişti, Bulgar kuvvetlerinin İskeçe’deki ilk icraatları ise “Pazar Yeri” Camiini yıkmak olmuştur[22]. Bundan başka Batı Trakya basın hayatında önemli bir yeri olan Gümülcine merkezli “Ülkü” gazetesinin matbaası basılarak yağmalanmış, yağmalanamayan aletler ise kullanılamayacak hale getirilmiştir[23]. Mayıs 1941’de Gümülcine’de yapılması kararlaştırılan katliam ise Türk konsolosu Tevfik Türker’in cesur çıkışı sayesinde önlenmiş, ama yine de soygun ve darp tarzı olaylara engel olunamamıştır[24]. Batı Trakyalı Türk aydınları Bulgarlar tarafından çeşitli hakaretlere maruz kalmışlar, bunlardan pek çoğu “Kemalist” oldukları gerekçesiyle sürülmüş, maddi manevi tecavüzlere maruz kalmışlardır.
         
        İkinci Dünya Savaşı’nın Batı Trakya Türkleri için önemli etkilerinden biri de ekonomi ve eğitim alanlarında olmuştur. Zaten güç şartlar altında yaşayan; ürününü değerinde satamayan, eğitim konusunda büyük güçlüklerle karşılaşan Batı Trakya Türkleri, işgal sırasında maalesef tüm bu temel haklarını da neredeyse tamamen yitirmişlerdi. Yaşayanların ifadesine göre, bölge sakinleri tarihte eşi görülmedik baskı ve sıkıntıyı bu süre içinde çektiler. Gücü yetenler, Bulgaristan’a yol yapmaya, taş kırmaya gönderilirken istihsal edilen ürünler halkın elinden zorla alınıyor, açlık, hastalık etrafı kırıp geçiriyordu. Özellikle şehirde yaşayanların açlık ve sefalete katlanmaları daha da zordu. Halk yenilebilecek ne varsa yemiş, fakat yaşamak için bunlar da kâfi gelmemişti. O kadar ki; bu yıllarda Trakya ve Makedonya dolaylarında kedi ve köpeklerin bile kalmadığı söylenir. Yunan kaynakları savaş yıllarında açlık ve hastalıktan 300.000 Yunan vatandaşının hayatını kaybettiğini kaydeder[25].
         
        Batı Trakya’nın işgal yılları için bir parantez de “İskeçe Türk Birliği” için açılmalıdır. Birlik Yönetim Kurulu savaş öncesi son toplantısını 29 Temmuz 1940’ta gerçekleştirmiştir. Yunanistan, İkinci Dünya Savaşı öncesinde “Sivil Hava Savunma” tedbiri alınca İskeçe Türk Birliği’nin binasına, devlet yönetimi tarafından “Sivil Hava Savunma Merkezi” olarak kullanılmak üzere zorunlu el konulmuştur. Seferberlik ilan edilince de bütün çoğunluk ve azınlık gençlerinin olduğu gibi İskeçe Türk Birliği Yönetim Kurulu üyeleri de ülke savunması için askere gitmişlerdir. Ancak Almanya ve akabinde Bulgaristan’ın ülkeyi işgal etmesi sonucunda Birlik binası da talan edilmiştir. Oldukça zengin bir kütüphaneye sahip olduğu bilinen İskeçe Türk Birliği’nin kitaplarının yanı sıra mobilyaları, binanın kapı ve pencere çerçeveleri de sökülerek tüm eşyaları yağmalanmıştır[26].
         
        Bölgenin Bulgar idaresine girmesi ile uygulamaya konan bu baskı ve sindirme politikası sonucunda ortaya çıkan Batı Trakyalı Türklerin Anavatana iltica etmeleri konusu ise bu dönemin en önemli sorununu oluşturmaktaydı. Bulgar askerî idaresi rüşvet karşılığı Türkiye’ye göç etmek isteyenlere kolaylıklar sağlarken[27] Türk Dışişleri Bakanlığı ise özellikle işgalin son dönemlerinde artan göç akını karşısında yeni tedbirler alma yoluna gider. Özellikle Yunanistan, Bulgaristan ve Ege Denizindeki adalarda yaşayan Türklerin ülkeye ilticalarının kabul edilmemesi üzerine iade edilmeleri sonucunda söz konusu mültecilerin pek çoğunun Bulgarlar tarafından öldürülmesi ve daha önceden Trakya bölgesine giriş yapan Türk mültecilerin geri gönderilmeleri halinde kendilerinin de Bulgarlar tarafından öldürüleceklerini beyan etmeleri sonrasında bu durumun önüne geçebilmek gayesiyle bölgede yaşayan Türklerden 1 Haziran 1943 tarihinden bu yana iltica etmiş ve olağanüstü şartların devamı müddetince iltica edecek olan Türk ırkından ve Türkçe konuşan kimselerin ilticalarının kabulü ve haklarında mülteci muamelesi yapılmasına dair bir karar çıkarılması düşünülür[28].
         
         
        İç Savaş
         
        Yunanistan toprakları, Alman ordularının Rusya önlerinde bozguna uğraması ile başlayan ve Mihver devletlerinin genel olarak cephelerden geri çekildiği 1944 yılında işgalci güçlerden tamamen kurtulmuştur. Fakat özellikle İngiltere’nin desteklediği komünizm yanlısı çetelerin işgalci güçlere karşı direniş hareketini başarması sonucunda bu defa da savaş sonu bir iktidar kavgası başlamıştı. Kısacası ülkenin henüz İkinci Dünya Savaşı sürerken düşman işgalinden arındırılmış olması Yunanistan’a beklenen huzur getirmedi, aksine bir iç savaş başlattı. İşgalin sona erdiği dönemki durumu bir taht kavgası olarak gören Hükümet yanlıları ile Komünizm yanlısı Yunanlılar bir iç çatışmaya girişmişlerdi.
         
        Yukarıda bahsedildiği üzere Yunanistan’ın kurtuluşunda komünist yeraltı direniş örgütü Ulusal Kurtuluş Cephesi (Ethniko Apeleftherotiko Metopo – EAM) ile İngilizlerin rolü büyük olmuştur. Almanların çekilmesinden sonra İngilizler kendi güdümlerinde bir hükümet kurma yoluna gidince EAM birlikleri ayaklandılar. EAM birliklerinin dağa çıkması ile başlayan iç savaş dört yıl sürdü Bu iç savaşa Yunanistan’ın komşuları Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk bir nevi rejim savaşı olarak baktılar ve Yunanistan’da savaşmaları için gönüllü birlikler yolladılar[29].
         
        Yunan iç savaşında, özellikle ikinci aşamada Batı Trakya’daki duruma bakıldığında bölgeye 1945 yılı sonları itibariyle hâkim olan EAM zamanında yaklaşık olarak 25.000 Türk’ün Türkiye’ye göç ettiği bilinmektedir. Bulgarların Batı Trakya’dan çekilmeleri üzerine bölgede denetimi ele geçirmeye başlayan EAM yanlıları dağlardan inerek Gümülcine başta olmak üzere Batı Trakya şehirlerine inerler. Şehre hâkim olan EAM, bölgede yeni kurulan Birleşik Panhelenik Gençlik Organizasyonu (Eniaia Panelladikhi Organosis Neon – EPON) adlı gençlik örgütüne Türk gençlerinin de katılması için baskı yapmaya başlayınca zamanın Türk cemaati reisi Hafız Galip Efendi, komünist görüşlü valiye giderek “onların işi okullardadır” şeklinde karşı çıkacaktır. Vali Türk cemaati reisinin bu sözlerine itiraz etmemekle beraber genç öğretmenlerin örgütün gece konuşmalarını dinlemek üzere toplantılara katılmalarını şart koşacaktır. Yunan iç savaşı boyunca Batı Trakyalı Türkler büyük çoğunlukla merkezî hükümetin yanında yer almış ve 1946 – 1949 yılları arasında 27.400 Türk değişik birliklerde, alay, tugay, tümen, kolordu ve ordu merkezleriyle karargâhlarda nizamiye muhafızlıkları yapmışlar, birçoğu Mareşal Papagos ve Kral Paulos tarafından takdir edilerek madalya ile ödüllendirilmiştir. Batı Trakya Türkleri Yunanistan’ın işgal altındaki yıllarında olsun, iç savaşta olsun ülkeye ihanet etmemiş, devlete karşı güçlerle işbirlikçi konuma düşmemiştir. Türk birlikleri özellikle komünist çetelere karşı üstün başarılar kazanmışlar ve Atina yönetiminin güvenini sağlamışlardır. Nihayet 1946 ve 1949’da iç savaşta Payko, Viçi, Gramos, Belles, Kaymakçalan ile Miçikeli’de komünist görüşlü “Halk Kurtuluş Ordusu”na da en ağır darbeyi yönetim taraftarı Batı Trakya Türkleri vurmuştur[30]. Bu arada yukarıda işgal sırasındaki durumu özetlenen ve iç savaşta hükümete bağlı kalan Andon Çavuş’un birlikleri Aydöndü ve Memkova dolaylarında komünist gerillalara büyük kayıplar verdirmişlerdir. Bu yıllarda gerek Yunan ordusu ve gerekse gerillalar tarafından zorlanan Batı Trakya’daki Türk toplumunun durumu Türkiye’yi, Yunanistan’daki bu iç savaşı yakından izlemeye iten bir etken olmuştur[31].
         
         
        İkinci Dünya Savaşı ve Yunan İç Savaşı Sonrası
         
        İkinci Dünya Savaşı ve İç Savaşın sona ermesinin ardından maalesef Batı Trakya Türkleri yine eski yaşantılarına hızla geri dönmüşlerdir. Yunanistan tarafından ülke iç işleri halledildikten sonra Batı Trakya Türkleri yine bir kenara itilmiş, çeşitli iftira ve ithamlarla yine baskı görmeye başlamışlardır. Örneğin Nisan 1942 – Ekim 1944 yıllarında Alman – Bulgar işgalci kuvvetleri ile işbirliği yaptığı iddiasıyla bazı Türklerin arazilerine Yunan hükümeti tarafından herhangi bir ücret ödenmeden el konmuştur. Örneğin Neorestias’ta bulunan Kum Çiftliği Mustafa ve Neyir varislerine ait 50.000 dekarlık Uskanlı Çiftliği bunlardan ikisidir[32].
         
        Bulgarlar 1942’den 1944 yılına kadar Batı Trakya’da işgalci sıfatıyla kaldıklarından barış imzalandıktan sonra Yunan Hükümetine 145 milyon dolar savaş tazminatı ödemeyi kabul etmişlerdir. Bu savaş tazminatından azamî 45 – 50 milyon dolarını Batı Trakya Türklerine verilmesi icap ederken Türklere bir dolar dahi verilmemiştir[33].
         
        Bu gibi kötü olayların yanında 1969 yılında Yunan hükümeti tarafından kabul edilen bir kanun gereğince, evvelce Yunan vatandaşı olan ve Türkiye’ye gelip yerleşmiş bulunan 129 vatandaşımıza özel emeklilik maaşı bağlanmıştır. Bu emeklilik maaşı, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunan Ordusu mensubu olarak çarpışmış veya kurtuluş çetelerine katılmak suretiyle İtalyan, Alman, Bulgar işgal kuvvetlerine karşı Drama’da kurulu ve Andon Çavuş kumandasındaki birlikte savaşmış bulunan kimselere verilmiştir.
         
        1969 yılında Yunan hükümeti İstanbul Konsolosluğu aracılığı ile eski muhariplere maaş bağlanacağını bildirmiş, ilgililerin aranmasını ve bunların evraklarının tamamlanmasını istemiştir. Konsolosluk, aylarca süren çalışmalardan sonra çoğunluğu Bursa ili ve çevresine yerleşmiş olan Batı Trakyalı Türklerden 129’unu tespit etmiş ve maaş bağlanması için gerekli formaliteleri tamamlatmıştır.
         
        Gerekli işlemler tamamlanmasının ardından ise emeklilik maaşları kısa süre sonra Atina’dan gönderilmeye başlanmıştır. Dönemin konsolosluk yetkilisi “Yunanistan’ın işgal altından kurtarılması için savaşmış olan herkesin, yaşlılık zamanında bir dereceye kadar refah içinde yaşaması tabiidir. Bu kimselerin halen Türk vatandaşı olmaları, hiçbir şeyi değiştirmez. Şimdilik sadece 129 kişi tespit edebildik. Eğer Yunanistan’ın kurtuluş savaşına katılan başkaları varsa, her zaman bize başvurup formalitelerini tamamlayabilirler ve birikmiş olan tekaütlük maaşlarını, ölünceye kadar sürecek maaşlarını almaya başlayabilirler” şeklinde konuşmuştur. Ayrıca savaş sırasında şehit olmuş muhtaç ailelerine de ikramiye verilerek, maaş bağlanacağı haberini de bu yıllarda görmekteyiz[34].
         
        Sayısız yararlılıklar gösterdikten sonra şehit olan Türkler de unutulmamıştır. Bu kahramanları anmak için Yunanlılar yaptırdıkları bazı anıtlara isimlerini yazmışlardır. Örneğin Gümülcine yüzme havuzu karşısındaki küçük parkta böyle bir anıt vardır. Yunanlılarla birlikte Türk şehitlerin de isimleri yazılıdır[35]. Bunların dışında Şahin ve Yassıören köylerinde bulunan anıtlarda, Atina’daki Meçhul Asker Anıtı’nda da Türk şehitlerinin isimleri kazılıdır. Bunların haricinde 28 Ekim 1958 tarihinde “İskeçe Türk Birliği” Salonunda Yunan ve Türk resmî zevatın katılımıyla 1940 – 1950 yılları arasında Yunan ordusunda vazife ifa ederken şehit düşen İskeçeli Türk gençlerinin anısına dernek yönetimi tarafından yaptırılan “1940 – 1950 Savaşlarında Yunanistan Uğruna Canlarını Feda Eden İskeçeli Aziz Türk Şehitleri” başlıklı, şehitlerin isimlerini içeren levhanın, salonun şeref köşesine yerleştirilmesi törenle gerçekleştirilmiştir[36].
         
         
        Sonuç
         
        Batı Trakya Türkleri, İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini fiilen hisseden ilk Türk kitlesi konumundadırlar. Önce Yunan – İtalyan ve arkasından Yunan – Alman çatışmalarına katılmışlar; İtalyanların Arnavutluk içlerine kadar sürülmelerinde büyük başarılar elde etmişler, Alman saldırısı karşısında ise tüm çabalarına rağmen Yunan ordusunun geri hatları düştüğünden mukavemet gösterememişlerdir.
         
        Yunanistan’ın tamamıyla teslim oluşunun ardından Batı Trakya önce Alman, kısa bir süre sonra ise Bulgar idaresi altına girmiş, özellikle Bulgar idaresindeki işgal yılları bölgede derin izler bırakacak yaralar açmıştır.
         
         
        Bu yıllardaki büyük zorlukları millî birlik ve kimliklerinin verdiği güç ile atlatan Batı Trakyalı Türkler, 1944 yılında işgali atlatabilmiş ise de bu defa da kendilerini Yunanlıların politik çekişmeleri yüzünden ortaya çıkan Yunan İç Savaşı’nda bulmuşlardır. Tıpkı İtalyan ve Almanların saldırılarında olduğu gibi burada da Yunanistan hükümetinin yanında yer alarak silaha sarılmaktan kaçınmamışlardır. Batı Trakyalı soydaşlarımızın “Andartlık Yılları” dedikleri bu dönemin sonunda ise maalesef bölgede yaşayan Türkler için durum 1940 öncesine geri dönmüş ve “Azınlık” baskısı altında, envai çeşit zorluk altında yaşam mücadelesi vermeye devam etmişlerdir.
         
      TÜRK YURDU dergisinden ALINTIDIR   

        


        
        [1] “Yunanistan’da Harbin İlk Safhası”, Haber, 15 İkinci Teşrin 1940, s. 3 – 4

        
        [2] Asım Us, “Yunanistan’ın Mukavemeti mi Ölçülmek İstendi?”, Vakit, 31 Birinci Teşrin 1940, s. 1

        
        [3] Yannis Metaksas (12 Nisan 1871 – 29 Ocak 1941): 4 Ağustos 1936 tarihinde parlamentoyu dağıtıp siyasî partileri kapatarak Yunanistan’da “4 Ağustos Rejimi” şeklinde adlandırılacak olan diktatörlük döneminin lideri idi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve İtalya’ya yaklaşmış fakat İtalyanların Arnavutluk’u işgal etmeleri üzerine dış politikasını İngiltere yönüne çevirmiştir. İtalya’nın saldırısına karşı ülkesini kararlı bir şekilde savunmuş, Alman işgalinden birkaç ay önce Atina’da ölene kadar iktidarda kalmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz ültimatoma ret cevabı verdiği 28 Ekim günü halen Yunanistan’da “Millî Anma ve Hayır (Oxi) Günü” olarak kutlanmaktadır.

        
        [4] Ulvi Keser, Yardım Et Komşu, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yayını, Ankara, 2005, s. 49

        
        [5] Bahsi geçen dönemde, Yunanistan’ın bu taarruzu ve Arnavutluk’un Yunan nüfus ile meskûn bölgelerini işgal etmesi; Yunan dış politikasının bir parçası olan, “Kuzey Epir” diye adlandırdıkları ve kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri bu bölgelerin ele geçirilerek Yunanistan’a bağlanmak istendiği izlenimini vermektedir.

        
        [6] “Dün Sabah Balkanlarda Harp Başladı”, Ulus, 7 Nisan 1941, s. 1

        
        [7] “Garbî Trakya Tahliye Ediliyor”, Vatan, 9 Nisan 1941, s. 5

        
        [8] İsmail Sadık Üstün, “Varlık Vergisi”, Batı Trakya, S: 32, 15 Aralık 1969, s. 7

        
        [9] “Yunan Topraklarında İtalyan Kalmadı”, Haber, 17 İkinci Teşrin 1940, s. 4

        
        [10] “Görice Yunanlılar Tarafından Zapt Edildi”, Vakit, 20 İkinci Teşrin 1940, s. 1

        
        [11] Üstün, a.g.m., s. 8

        
        [12] Selahattin Yıldız, “Mehmet Hilmi’nin en Yakın Arkadaşı (Ülkü’cü) İsmail Sadık Üstün’ü Kaybettik”, Batı Trakya, S: 91, 15 Kasım 1974, s. 9

        
        [13] “İskeçe İşgal Edilmiş”, Vatan, 10 Nisan 1941, s. 5

        
        [14] Murat Hatipoğlu “Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan 1923 – 1954” isimli kitabının 229. sayfasında bu rakamı 16.600 olarak verirken, Batı Trakya Dergisi’nin 9. sayısında yayınlanan ve Mustafa Kunter imzasını taşıyan “Batı Trakya Türklerinin Göçleri ve Sorunları” başlıklı yazıda ise sayı 17.000’dir.

        
        [15] M. Murat Hatipoğlu, Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan 1923 – 1954, Siyasal Kitabevi, Ankara, Haziran 1997, s. 230

        
        [16] Mustafa Kunter, “Batı Trakya Türklerinin Göçleri ve Sorunları”, Batı Trakya, S: 9, 15 Ocak 1968, s. 4

        
        [17] “Rumeli Türküleri: Andon Çavuş”, 16 Eylül 2010, http://www.ogretmeninsesi.org/dergi/133/resit.asp

        
        [18] “Bir Macar Gazetesine Göre Trakya Meselesi”, Haber, 15 Birinci Kânun 1940, s. 1

        
        [19] “Bulgar Gazeteleri Yunan Trakya’sında Bulgarların Zulüm Gördüğünü Yazmışlar”, Haber, 11 İkinci Teşrin 1940, s. 1 – 4

        
        [20] Hatipoğlu, a.g.e., s. 230 – 231

        
        [21] Keser, a.g.e, s. 31

        
        [22] “Batı Trakya Türklerinin Perişanlığı”, Batı Trakya, S: 61, 15 Mayıs 1972, s. 28

        
        [23] Selahattin Yıldız, “Mehmet Hilmi ve Batı Trakya’da Türk Basını”, Batı Trakya, S: 107, 15 Mart 1976, s. 8

        
        [24] Kemal Şevket Batıbey, …Ve Bulgarlar Geldi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1976, s. 13

        
        [25] Adil Özgüç, Batı Trakya Türkleri, Kutluğ Yayınları, İstanbul, 1974, s. 215 – 217

        
        [26] İskeçe Türk Birliği 1927 – 2003, Batı Trakya Türklerinin Dernekler Tarihi – I, 2003, s. 53

        
        [27] Batıbey, a.g.e, s. 34

        
        [28] Keser, a.g.e, s. 238 – 239

        
        [29] Güven, “Batı Trakya Türkleri İmha Edilmektedir”, Batı Trakya, S: 4, 15 Ağustos 1967, s. 4

        
        [30] Ahmet Kayıhan, “Batı Trakyalı Türklerin Kurtuluşu ‘Millî Birlik’le Olur”, Batı Trakya, S: 15, 15 Temmuz 1968, s. 6

        
        [31] Ümit Kurtuluş, Batı Trakya’nın Dünü Bugünü, Sincan Matbaası, Ankara, 1979, s. 49 – 50

        
        [32] “Batı Trakya’nın Dünü, Bugünü ve…”, Batı Trakya, S: 109, 15 Mayıs 1976, s. 9

        
        [33] Ahmet Kayıhan, “Lozan Andlaşması Mülga mıdır?”, Batı Trakya, S: 18, 15 Ekim 1968, s. 9

        
        [34] “Nasıl Oldu!”, Batı Trakya, S: 35, 15 Mart 1970, s. 31

        
        [35] Osman HÜSEYİNOĞLU, “Kırmızı ve Mavi”, Batı Trakya, S: 82, 15 Şubat 1974, s. 17

        
        [36] İskeçe Türk Birliği 1927 – 2003, s. 55