1928 yılında köyde okuma yazma bilen hemen hiç yokken, 1941 yılında okuma yazma oranı yüzde 86’ydı. Köyün bütün çocukları okula gidiyordu. Şimdi, aynı köyde benim okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini çalıştırıyorlar; üniversiteye giden pek çok öğrencim oldu; arıcılık, tütüncülük, orman reçineciliği, marangozluk gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük bugün varlıklı ve aydın bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette eğitime verilen önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden gelen muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren Atatürk vardı.
Soru :Bize kendinizden ve önem verdiğiniz kimi anılarınızdan söz eder misiniz?
Necdet Eroğlu:1923 yılında Muğla’da doğdum. Babam Ula’nın Bayır Köyü İlkokulu başöğretmeniydi. Okuma yazma bilenlerin az, öğretmenlerin saygı gördüğü o günlerde, hep öğretmen olmayı düşünerek büyüdüm. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulu'nu 1940-1941 yılında bitirdim ve Muğla’nın Ula nahiyesine (şimdi ilçedir) bağlı Gölçük Köyü’nde öğretmenliğe başladım.
O zamanki yönetmeliklerimize göre, her öğretmenin bulunduğu çevreyle ilgili araştırma yapması gerekiyordu. Göreve başladığım yıl araştırmaya da başladım ve önce Muhtar Ali Kerkik’le konuştum. Muhtar bana şunları anlattı:“Benden önceki Muhtar Ali Tozluoğlu, bu köye kırk yıl muhtarlık yapmış değerli bir insandı. Okul onun zamanında yapılmıştır. Öyküsü ise şöyledir: 1929 yılında yani yeni harflere geçilmesinden hemen sonra, Atatürk’ün teşvikiyle köylerde bir okul yapma yarışı başlamıştı. Bizim köy, bu yarış başlamadan hemen önce, köye telgraf telefon teli çektirmeye karar vermiş ve muhtar Ali Tozluoğlu'nu bu iş için görevlendirmişti.
Para toplanmış ve bir heyet halinde Nahiye'ye gidilmiş, Nahiye Müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, toplanan paranın maliyeye yatırılmasını, nahiyeler arası bağlantılar yapıldıktan sonra sıranın köylere geleceğini söylemişler, Muhtar’ın kafası karışmış, 'biz parayı kendi köyümüze hat çekilsin diye topladık, parayı verdiğimiz halde sıra beklersek köylüye ne deriz’ dese de dinletememiş; parayı yatırması için ısrar, hatta baskı görmüş. Bakmış olacak gibi değil: 'peki parayı haftaya getiririm’ demiş ve doğru Muğla’ya gitmiş. Cebinde kendine ait bir altın lirası varmış, Postaneye gitmiş ve ‘Gazi Paşa’ya telgraf çekeceğim’ demiş. ‘Delirdin mi sen, Gazi Paşa’ya telgraf çekilir mi’ gibi sözlere aldırmayarak ısrarla telgrafın hem de cevaplı olarak çekilmesini istemiş ve şu telgrafı yazdırmış: ‘Gazi Paşa Hazretleri, Köylüden para topladım. Nahiye müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, parayı telgraf ve telefon hattı çekilmesi içinyatırmamı istiyorlar. Haberleşme önemli bir ihtiyaç bunu biliyorum. Ama köyde de okul yok. Çocukların okuması gerek. Şimdi sana soruyorum, telefon, telgraf mı ağır gelir, okul mu? Parayı nereye yatırayım?’ Telgrafı çektiriyor parasını ödüyor ve Muğla’nın merkezindeki Memiş Dayı’nın kahvesine gidiyor, kahvesini içiyor, camiye gidip namazını kılıyor. Köye gitmek için yola çıkmaya bir türlü cesaret edemiyor, ya iki jandarma gelir de ‘sen kim oluyorsun da Gazi Paşa’ya telgraf çekmeye cesaret ediyorsun, onu meşgul ediyorsun’ derlerse ne yaparım diye korkuyor. Ancak, korkusuna rağmen yola çıkmak üzereyken telgraf memuru büyük bir telaşla ‘Muhtar, neredesin şimdi köye atlı çıkaracaktık, koş Ankara’dan cevap geldi, gel imzala telini al’ diyor. Atatürk’ün cevabı Ali Muhtar, daha camideyken gelmiş. Atatürk, çektiği telde şunu yazıyormuş: ‘Muhtar seni gözlerinden öperim. Sorduğun soruya cevabım şöyledir; terazinin bir kefesine sadece Ula’yı değil, bütün dünyayı yirmi defa dolanacak tel çekmeyi, diğer kefesine senin köye okul yapmayı koysalar; senin köye okul yaptırmak ağır gelir. Sen topladığın parayı okul yaptırmak için kullan'.
Ali Muhtar telgrafın verdiği coşkuyla yola çıkıyor; daha yolu yarılamadan bir çocuk koşarak arkadan yetişiyor ve ‘Muhtar koş, Orman Müdürü seni istiyor’ diyor. Orman idaresine gidiyor, okulun kereste ihtiyacının karşılanması için tahsis emrinin geldiğini, ne zaman isterlerse keresteleri alabileceğini öğreniyor. Köye gidince Ali Muhtar’ın korktuğu oluyor ve iki jandarma geliyor. Ancak, jandarmalar muhtarı köye yapılacak okul için nahiyede yapılacak toplantıya çağırıyor. Daha sonraları köye; Nahiye Müdürü, Jandarma Komutanı, Fırka Reisi hepsi geliyor. Atatürk, Muğla Valiliği’ne emir vermiş, herkesten okulun yapılmasına yardım etmelerim istemiş, okulumuzu 3,5 ayda yapıp 1929-1930 ders yılına yetiştirdik.”
1941 yılında geldiğim Gölcük Köyü’nün o zamanki Muhtarı Ali Kertik, bana bunları anlattı. Okulun kayıtlarını inceledim, köyde araştırma yaptım. 1928 yılında köyde okuma yazma bilen hemen hiç yokken, 1941 yılında okuma yazma oranı yüzde 86’ydı. Köyün bütün çocukları okula gidiyordu. Şimdi, aynı köyde benim okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini çalıştırıyorlar; üniversiteye giden pek çok öğrencim oldu; arıcılık, tütüncülük, orman reçineciliği, marangozluk gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük bugün varlıklı ve aydın bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette eğitime verilen önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden gelen muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren Atatürk vardı.
*
Unutamadığım bir başka anım: Hacı Hasan Yıldız adlı yaşlı bir köylüyle tanışmamdır. Bir gün Osman Yıldız adlı öğrencim; “’öğretmenim dedem sizinle görüşmek istiyor’ dedi. Ben de ‘buyursun gelsin’ dedim. O sıralar yoğun bir çalışma içindeyim. Sabahtan öğleye kadar 1, 2, 3. sınıfları öğleden sonra 4 ve 5’leri okutuyorum, akşamları da millet mektepleri var. Bir gün dersler bittiğinde yaşlı bir insan geldi.‘ Ben Osman’ın dedesi Hasan Yıldırım’ dedi. Odama buyur ettim, sohbete başladık.
Yaşlı adam duvardaki Atatürk resmine uzun uzun baktı, çerçeveyi düzeltti ve ‘kutbi zamandır’ gibi bir şey söyledi. ‘Kutbi zaman’ dediği şeyin ne olduğunu sordum. Pusulanın hep kutbu göstermesi yani pusulanın şaşmaması anlamına geldiğini söyledi. Toplumların pusulalarının şaşabileceğini yani ‘cihetler kaybedebileceğini’; Türk toplumunun Osmanlının son dönemlerinde ‘cihetini kaybettiğini’ anlattıktan sonra şunları söyledi: ‘Pusulasını şaşıran toplumlar için Mevla ara sıra, insanlara doğru istikameti gösterecek bir insan yollar, Mustafa Kemal bunlardan birisidir. Bu nedenle onun yolundan şaşıranlar yanlış yola girerler.’”
Hacı Hasan Yıldız’la daha sonra ilişkilerimiz gelişti. Ben ona gider, o bana gelirdi. 104 yaşındaydı. Fatih Medresesi’nde uzun yıllar müderrislik yapmıştı. Köyüne, ölmek için geldiğini söylüyordu. “Üç padişah gördüm, hepsinin de Allah cezasını versin” diyordu. İncil’i incelemek için Latince’yi, Antik Çağ inançlarını öğrenmek için eski Grekçe’yi öğrenmişti. Arapça, Farsça ve Fransızca’yı Türkçe gibi biliyordu. Ula Nahiyesi’nin Gölcük Köyü’nde, bu yoksul orman köyünde böyle bir insanla karşılaşmak inanılmaz bir şeydi.
Birgün bana şunları söyledi: “Oğlum, muallimin rehberi bilimdir. Ancak, bu bilim çok yönlü, çok taraflı bir bilimdir, bir ışıktır. Muallim, bu ışığı insanların aydınlanması için onların üzerine tutar. Eğer ışığı insanın yüzüne tutarsan gözü kararır karanlıklar içinde kalır; önüne doğru, götürmek istediğin yola doğru tutarsan orayı aydınlatırsın ve onu istediğin yola sokarsın, yani istediğin gibi eğitirsin. Senden bir şey rica edeceğim. Buraları dindar bir çevredir. Senden namaz kılmanı, bir takım ibadet bilgilerine sahip olmanı isterler. Eğer bizim hoca dinsiz derlerse seni dinlemezler, çocuklarını okula göndermezler, senden uzak dururlar. Sen de, hiç kusurun olmamasına rağmen onlara öğretmek istediğin şeyleri öğretemezsin, görevini iyi yapamazsın. Dini bilgilerin yetersizse biraz önem göster ve öğren; ben sana yardım ederim. Ara sıra camiye git. Hoca, Allah’tan korkuyor desinler; sana saygıları artsın. Onları yanına al sonra bilimini onlara öğret. Göreceksin, öğretmek istediklerini çok çabuk öğreneceklerdir.”
Bu nur yüzlü bilge insanla tanıştığımda 19 yaşındaydım. Çok gençtim ama yüksek ideallere sahiptim. Hiçbir köyde okuyup yazmayan kalmamalıydı, yoksulluk ortadan kalkmalıydı, Türkiye aydınlık ve güçlü bir ülke olmalıydı.Hasan Yıldız’ın verdiği nasihatın derinliğini o yaşta anlamayabilirdim. Ama böyle bir hataya düşmedim ve nasihatlarını tuttum. Dinler Tarihi’ni edindim ve özellikle İslam Tarihi konusunda bilgimi arttırdım. Cami hocası ve cemaat, din konusunda benim kadar bilgi sahibi değillerdi. Bilgisizliklerini yüzlerine vurmadım çok şey öğrettim ve hemen hepsiyle yaşam boyu sürecek dostluklar kurdum.
Köylülerin bana olan güvenlerinin artması, orada olmamın gerçek nedeni olan öğretmenlik görevlerimi yerine getirmemde çok yararlı oldu. Tüm çocuklar okula geliyordu, millet mektebi kursları genç, yaşlı hatta hasta insanlarla dolmuştu, kısa bir süre içinde köyde okuma yazma oranı yüzde 50’lere varmıştı.
Gölcük’ten ayrılıp askere gittikten üç yıl sonra Hacı Hasan Yıldız’ın öldüğünü öğrendim. Ranzadan düşmüş ölmüştü, nur içinde yatsın.
Soru: Köy Enstitüsü çıkışlı değilsiniz ama onlarla aynı dönemde köy öğretmenliği yaptınız. Anlattıklarınızdan, büyük bir coşku ile öğretmenlik yaptığınız görülüyor. Aynı coşku köy enstitüsü çıkışlılarda da var. Enstitülerle aranızdaki ilişkileri, benzerlik ve farklarınızı anlatır mısınız? Altmış yıl geriye baktığınızda eğitim düzenimizin durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Necdet Eroğlu: Köy Enstitüleri, ilk mezunlarını 1942 yılında verdi. Ben ise 1941’de göreve başlamıştım. Dediğiniz gibi aynı dönemin insanlarıyız. Aynı havayı teneffüs ettik, aynı ruhu taşıyorduk. Büyük bir devrimin coşkusuyla büyümüştük. Bizim için yaşam, kurulmakta olan yeni devletin, yeni toplumun, yani cumhuriyetin yüceltilmesinden ibaretti; herşeyin üzerinde tuttuğumuz değer yargımız buydu. Söylediklerim gerçektir. Lütfen abartılmış duygular saymayınız.
Ben nisbeten aydın bir çevreden çıkmıştım. Babam Öğretmendi. Okuduğum öğretmen okulunda öğrencilerin çoğunluğu şehir ve kasabalardan gelmişti. Atandığımız köylerde istekle de olsa geçici olarak görev yaptığımızı biliyorduk. Köy enstitüleri ise farklıydı. Onlar tamamen köylerden gelmişlerdi. Nereden geldiklerini, ne olduklarını ve ne yapacaklarını çok iyi biliyorlardı. Çok yoksul bir kesimden gelmişlerdi; öğrenmenin ve bilinçlenmenin kendilerine verdiği büyük gücü kavramışlar ve edindikleri bilinci köylerine götürmeye adeta and içmişlerdi. İnanılmaz bir heyecan içindeydiler. Biz de öyleydik ama onlar bizden farklıydı.
Maaşım 38 liraydı. Bazen onu da alamazdık. Eskiden öğretmenler maaşlarını Özel İdare’den alırlardı. Bağlı olduğumuz ilin valisi çalışkansa hem sevinir hem üzülürdük. Vali çalışkansa, yol, okul, sağlık ocağı v.s. gibi işlere yoğun olarak girişir, bazı aylar bize maaş parası kalmazdı. Çocuklar, bu ay size az maaş vereceğiz üstünü gelecek ay alırsınız denilerek 10 lira aldığımız çok olmuştur. Bu durumlarda canımız sıkılmazdı. Bilirdik ki, ya bir köye su götürülmüş ya da bir sağlık ocağı açılmıştır; para bu nedenle kalmamıştır. İtiraz etmek, sızlanmak gibi bir eğilim aklımıza bile gelmezdi; bunun için kendimizi zorlamazdık, içimizden öyle gelirdi. Bize bu aşılanmıştı.
Köy enstitüsü çıkışlıların bizden en önemli farkı, yaşayacakları köyde işlerine yarayacak hemen her şeyi öğrenmiş olmalarıydı. Marangozluk, demircilik, dokumacılık, hayvancılık, meyvecilik, inşaat ustalığı vb öğreniyorlardı. Biz, diplomalarımızı alıp mecburi hizmetimiz nereye çıkarsa oraya giderdik;, mezun olduğumuz okulla bir ilişkimiz kalmazdı. Köy enstitüsü mezunlarının ise, nereye giderlerse gitsinler okullarıyla ilişkileri kesilmezdi. Okul, onları sürekli izler, çalışmalarında onlara yardım eder ve ihtiyaç duyduğu eksiklikleri enstitüde imal edip gönderirdi.
Köy enstitülerinin mecburi hizmet süresi bizden fazlaydı. Biz, devletin bize bakıp okuttuğu sürenin birbuçuk katı kadar mecburi hizmet yapardık. Ben, üç yıl okumuştum mecburi hizmetim dörtbuçuk yıldı. Beş yıl okuyan bir köy enstitülünün mecburi hizmeti ise yedibuçuk yıl değil, yirmi yıldı. Büyük çoğunluğu bundan hiç şikayetçi değildi, aksine yirmi yılı yapacakları işlerin bir garantisi gibi görür ve buna sevinirlerdi.
Köy enstitüleri, bence, sadece Türkiye için değil dünyanın birçok başka ülkesi için de bulunmuş en mükemmel eğitim sistemidir. Zaten pek çok ülke örnek almıştır. Amerikalı bir eğitimci köy enstitüleri için, “Doğa’da tan ağırıyor”demiş. Eğer bu okullar sürseydi, Türkiye bugün çok farklı ve ileri bir yerde olurdu. Bundan hiç kuşku duymuyorum. Bu okullara nasıl kıydılar hala anlamış değilim.
Köy enstitüleri açılmaya başladıktan sonra, bizim okullarda da iş derslerini arttırdılar, enstitülerden esinlenen yeni eğitim programları uyguladılar. Bu sayede, öğretmen okulu çıkışlılar da, enstitüler kadar olmasa da birçok şey öğrendiler.
Köy enstitülülerle yıllarca arkadaşlığım, dostluklarım oldu, onlara öğretmenlik de yaptım. Onlarla hiçbir olumsuz olay yaşamadım; önemli sayılabilecek bir kusurlarını görmedim. Çok baskı altına alındılar ve sürekli soruşturuldular. Ancak, gönderilen müfettişler soruşturmaya delil oluşturacak bir kusur bulamıyorlardı. Çok çalışkan ve çok düzenliydiler.
Köy enstitülüler, köye ve köylüye bizden daha yararlı oldular. Bu çok doğaldı, çünkü onlar o yöreden geliyorlardı. Köylüyle aynı dilden konuşuyor ve onlarla çok çabuk anlaşıyorlardı; birbirlerine güvenmenin yollarını çabuk buluyorlardı. Görev yaptıkları köylerde öyle etkili oldular ki köylü, muhtar ya da imamı değil onları dinler hale geldi; bir fikir danışacak olsalar eskiden imama, muhtara gidenler şimdi öğretmene geliyordu. Bizim böyle bir etkinlik kurmamız elbette mümkün değildi.
*
Eğitimde 60 yılda gelinen noktanın ne olduğunu herhalde siz de en az benim kadar bilirsiniz. Sınav yarışları, kurslar, dershaneler, geçim zorlukları, herşeyin parayla ölçülmesi, duyarsızlıklar hep yaşadığımız şeyler değil mi? Türk köylüsü, eğitime ve öğretmene çok önem verir. Kahveye girsem benden büyük, babam dedem yaşında insanlar saygıdan ayağa kalkarlardı; utanırdım. 60 yılda ileri değil geri gittik. Cumhuriyet, suyun akışını halktan yana çevirmişti; geriliklerin, cehaletin üzerine gidiliyordu. Bugün ise iş tersine dönmüş, su yine eskisi gibi akıyor.
Yalnızca eğitim alanında değil her alanda bir bozulma yaşanıyor. O zaman Türkiye’yi yönetenler, imkansızlıklara rağmen olaylara ve gelişmelere hakimdiler. Bir hedef vardı ve o hedefe doğru planlı programlı bir biçimde ilerliyorduk. Mesela, bir insan bir yerden başka bir yere gidip yerleşmek istese, devlet bunu bilir ve insanları şu ya da bu biçimde yönlendirirdi. Bir yerden bir yere hayvan dahi götürsen ilmühaber almak zorundaydınız. İsteyen istediği yere gidip burası çok güzelmiş deyip yerleşsin ve bundan kimsenin haberi olmasın, mümkün değildi. Devlet bütün Anadolu’ya hakimdi. Bunu nasıl başardıklarına şaşardım, hala da şaşıyorum, bana imkansız gibi geliyor. Birinin danası komşu köye kaçsa, köylüler danayı hemen haber verir ve ilmühaber almadan sahibine vermezdi. O zaman, bu günün teknik araçları da yok, telefon yetersiz, yol ve araç yok, birçok yere at ve katırla gidiliyor, imkansız gibi bir şey ama o zamanın yöneticileri bunları başarıyorlardı. İsmet Paşa’nın bir sözü vardır: “Hayatta en muzur adam, ehliyetsiz olduğu halde selahiyet (yetki) sahibi olan adamdır” der. Yetişmiş adam çok az olmasına rağmen o zamanlar böyle “muzır”adamlar, devlette etkili yerlere gelemezlerdi.
Soru:Yetersiz insanların yetki sahibi yapılarak görevlendirilmesi, gerçekten önemli bir sorun. Atatürk döneminde bundan özenle kaçınılmıştı. Özellikle 2.Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra yönetim kadrolarında bir bozulma yaşandı. 1945 yılında çıkarılan hiçbir zaman uygulanmayan “çiftçiyi topraklandırma yasası” öğretmene, ağaya karşı tutuklama dahil birçok yetki veriyordu. Ancak daha sonra tam tersi oldu. Öğretmenlere baskı yapıldı, eğitim düzeni bozuldu. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Necdet Eroğlu:Söylediklenize katılıyorum. Örneğini verdiğiniz gibi “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” çıkarıldı ama hiç uygulanmadı. Çıkaran da uygulamayan da aynı yönetim. Uygulanmayacaksa neden çıkarıldı hala anlamış değilim. “Köy Teşkilat Kanunu”, gibi uygulanan ve başarılı sonuçlar alınan kanunları da sonradan ya kaldırdılar ya da uygulamadılar. “Köy Teşkilat Kanunu’nda” afedersiniz, sadece tuvalete şu saatte git dememiş. Her şey gerçeğe ve ilerlemeye uygun olarak düzenlenmiş; neyin nasıl olacağını ve nasıl işleyeceğini yasayla belirlemiş. Bunu yapmazsanız kalkınmanız mümkün değildir. Yasa hükümleri halkın ihtiyaçlarına ve gelişme isteğine o kadar uygun ki, halk bağlayıcı hükümler getirmesine rağmen çıkarılan yasalardan hiç rahatsızlık duymamıştır. O zamanlar öğretmen köylüye bir şey söylediğinde, köylü öğretmenin kendi fikirlerini değil yasa hükümlerini anlattığını ve kendi haklarını gözettiğini bilirdi. Türk köylüsü, öğretmenin arkasında Ankara’nın veAtatürk’ün olduğunu ve Atatürk’ün köylüye önem verdiğini çok iyi anlamıştır. Dikkat ederseniz köylü 1925’te fesi çıkararak giydiği kasketi hâlâ kafasında taşımaktadır.
1949 yılında bir İller Kanunu çıkardılar. Belki duymuş ya da incelemişsinizdir. Biz o acı günleri yaşadık. “Bir öğretmen, bir sağlık memuru atayamayan valiye vali ’mi denir” diye bir kampanya başlatıldı. Neymiş merkeziyetçilikten kurtulunacakmış, vali işleri yerinden halledecekmiş. Dikkat ediniz aynı şeyler şimdi de söyleniyor, yerinden yönetim, vali ve belediyelerin yetkilerinin arttırılması falan gibi. O yıllarda adeta öğretmen aleyhinde bir hava estirildi. Öğretmenler olarak bizim önce şevkimizi kırdılar sonra hırpalamaya başladılar. Valilere, milletvekillerine, hepinizi öğretmenler yetiştirmedi mi dedik ama dinleyen olmadı. Öğretmeni aşağıladılar, öğretmenin yetkileri, adı, kimliği ve toplum için önemi kayboldu; ocak-bucak başkanlarının oyuncağı haline geldi. Öğretmen tayinleri siyasi etkinlik aracı haline getirildi. Liyakat ve yeterlilik bir kenara bırakıldı. Eskiden böyle miydi? Özellikle terfi edecek ya da yönetici yapılacak öğretmenler kaç türlü müfettiş incelemesinden geçer, yukarıya doğru öyle yükselirdi.
Cumhuriyetle birlikte sağlam bir milli eğitim düzeni kurulmuştu. Daha iyiye ve daha ileriye gitmek için sürekli tartışılır, araştırılır ve uygulamalar yapılırdı. Bölgesel özellikler, eğitime alınacak çocukların sosyal özellikleri, çocuğun zeka yapısı tesbit edilir, programların verdiği bilgi ağırlığı geniş katılımlı Maarif Şuralarında tartışılırdı. O dönemdeki tartışmalar içinde çok değerli eğitimciler ortaya çıktı, bilgili ve inançlı eğitim önderleri yetişti. Ancak, bu kadrolar daha sonra etkin görevlerden uzaklaştırıldılar. Bilgi ve inançlarını vatan hizmetine yeterince verememenin üzüntüsünü ömür boyu yaşayan bu değerli insanların, teker teker ölüm haberlerini alıyorum. Her ölüm haberi bana, yapılamamış işlerin, düzeltilememiş yanlışların ve eğitilmemiş insanların acısını verir. Elbette hepimiz öleceğiz. önemli olan, edindiğimiz bilgi ve tecrübeyi tam olarak ve sonuna kadar ülke yararına kullanabilmek değil midir? Bunun yapılamaması, yapılmasının önlenmesi insana acı vermez mi?
Soru: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyor size sağlıklı günler diliyorum.
Necdet Eroğlu: Ben size teşekkür ederim. Sağ olun.
Ekim-2000-İZMİR