26 Kasım 2014 Çarşamba

1923’LÜ BİR ÖĞRETMENLE SÖYLEŞİ - Kuramsal Aktarım ve Metin Aydoğan



1928 yılında köyde okuma yazma bilen hemen hiç yokken, 1941 yılında okuma yazma oranı yüzde 86’ydı. Köyün bütün çocukları okula gidiyordu. Şimdi, aynı köyde benim okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini çalıştırıyorlar; üniversiteye giden pek çok öğrencim oldu; arıcılık, tütüncülük, orman reçineciliği, marangozluk gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük bugün varlıklı ve aydın bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette eğitime verilen önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden gelen muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren Atatürk vardı.

Soru :Bize kendinizden ve önem verdiğiniz kimi anılarınızdan söz eder misiniz?

Necdet Eroğlu:1923 yılında Muğla’da doğdum. Babam Ula’nın Bayır Köyü İlkokulu başöğretmeniydi. Okuma yazma bilenlerin az, öğretmenlerin saygı gördüğü o günlerde, hep öğretmen olmayı düşünerek büyüdüm. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulu'nu 1940-1941 yılında bitirdim ve Muğla’nın Ula nahiyesine (şimdi ilçedir) bağlı Gölçük Köyü’nde öğretmenliğe başladım.
O zamanki yönetmeliklerimize göre, her öğretmenin bulunduğu çevreyle ilgili araştırma yapması gerekiyordu. Göreve başladığım yıl araştırmaya da başladım ve önce Muhtar Ali Kerkik’le konuştum. Muhtar bana şunları anlattı:“Benden önceki Muhtar Ali Tozluoğlu, bu köye kırk yıl muhtarlık yapmış değerli bir insandı. Okul onun zamanında yapılmıştır. Öyküsü ise şöyledir: 1929 yılında yani yeni harflere geçilmesinden hemen sonra, Atatürk’ün teşvikiyle köylerde bir okul yapma yarışı başlamıştı. Bizim köy, bu yarış başlamadan hemen önce, köye telgraf telefon teli çektirmeye karar vermiş ve muhtar Ali Tozluoğlu'nu bu iş için görevlendirmişti.
Para toplanmış ve bir heyet halinde Nahiye'ye gidilmiş, Nahiye Müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, toplanan paranın maliyeye yatırılmasını, nahiyeler arası bağlantılar yapıldıktan sonra sıranın köylere geleceğini söylemişler, Muhtar’ın kafası karışmış, 'biz parayı kendi köyümüze hat çekilsin diye topladık, parayı verdiğimiz halde sıra beklersek köylüye ne deriz’ dese de dinletememiş; parayı yatırması için ısrar, hatta baskı görmüş. Bakmış olacak gibi değil: 'peki parayı haftaya getiririm’ demiş ve doğru Muğla’ya gitmiş. Cebinde kendine ait bir altın lirası varmış, Postaneye gitmiş ve ‘Gazi Paşa’ya telgraf çekeceğim’ demiş. ‘Delirdin mi sen, Gazi Paşa’ya telgraf çekilir mi’ gibi sözlere aldırmayarak ısrarla telgrafın hem de cevaplı olarak çekilmesini istemiş ve şu telgrafı yazdırmış: ‘Gazi Paşa Hazretleri, Köylüden para topladım. Nahiye müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, parayı telgraf ve telefon hattı çekilmesi içinyatırmamı istiyorlar. Haberleşme önemli bir ihtiyaç bunu biliyorum. Ama köyde de okul yok. Çocukların okuması gerek. Şimdi sana soruyorum, telefon, telgraf mı ağır gelir, okul mu? Parayı nereye yatırayım?’ Telgrafı çektiriyor parasını ödüyor ve Muğla’nın merkezindeki Memiş Dayı’nın kahvesine gidiyor, kahvesini içiyor, camiye gidip namazını kılıyor. Köye gitmek için yola çıkmaya bir türlü cesaret edemiyor, ya iki jandarma gelir de ‘sen kim oluyorsun da Gazi Paşa’ya telgraf çekmeye cesaret ediyorsun, onu meşgul ediyorsun’ derlerse ne yaparım diye korkuyor. Ancak, korkusuna rağmen yola çıkmak üzereyken telgraf memuru büyük bir telaşla ‘Muhtar, neredesin şimdi köye atlı çıkaracaktık, koş Ankara’dan cevap geldi, gel imzala telini al’ diyor. Atatürk’ün cevabı Ali Muhtar, daha camideyken gelmiş. Atatürk, çektiği telde şunu yazıyormuş: ‘Muhtar seni gözlerinden öperim. Sorduğun soruya cevabım şöyledir; terazinin bir kefesine sadece Ula’yı değil, bütün dünyayı yirmi defa dolanacak tel çekmeyi, diğer kefesine senin köye okul yapmayı koysalar; senin köye okul yaptırmak ağır gelir. Sen topladığın parayı okul yaptırmak için kullan'.
Ali Muhtar telgrafın verdiği coşkuyla yola çıkıyor; daha yolu yarılamadan bir çocuk koşarak arkadan yetişiyor ve ‘Muhtar koş, Orman Müdürü seni istiyor’ diyor. Orman idaresine gidiyor, okulun kereste ihtiyacının karşılanması için tahsis emrinin geldiğini, ne zaman isterlerse keresteleri alabileceğini öğreniyor. Köye gidince Ali Muhtar’ın korktuğu oluyor ve iki jandarma geliyor. Ancak, jandarmalar muhtarı köye yapılacak okul için nahiyede yapılacak toplantıya çağırıyor. Daha sonraları köye; Nahiye Müdürü, Jandarma Komutanı, Fırka Reisi hepsi geliyor. Atatürk, Muğla Valiliği’ne emir vermiş, herkesten okulun yapılmasına yardım etmelerim istemiş, okulumuzu 3,5 ayda yapıp 1929-1930 ders yılına yetiştirdik.”
1941 yılında geldiğim Gölcük Köyü’nün o zamanki Muhtarı Ali Kertik, bana bunları anlattı. Okulun kayıtlarını inceledim, köyde araştırma yaptım. 1928 yılında köyde okuma yazma bilen hemen hiç yokken, 1941 yılında okuma yazma oranı yüzde 86’ydı. Köyün bütün çocukları okula gidiyordu. Şimdi, aynı köyde benim okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini çalıştırıyorlar; üniversiteye giden pek çok öğrencim oldu; arıcılık, tütüncülük, orman reçineciliği, marangozluk gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük bugün varlıklı ve aydın bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette eğitime verilen önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden gelen muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren Atatürk vardı.

*

Unutamadığım bir başka anım: Hacı Hasan Yıldız adlı yaşlı bir köylüyle tanışmamdır. Bir gün Osman Yıldız adlı öğrencim; “’öğretmenim dedem sizinle görüşmek istiyor’ dedi. Ben de ‘buyursun gelsin’ dedim. O sıralar yoğun bir çalışma içindeyim. Sabahtan öğleye kadar 1, 2, 3. sınıfları öğleden sonra 4 ve 5’leri okutuyorum, akşamları da millet mektepleri var. Bir gün dersler bittiğinde yaşlı bir insan geldi.‘ Ben Osman’ın dedesi Hasan Yıldırım’ dedi. Odama buyur ettim, sohbete başladık.
Yaşlı adam duvardaki Atatürk resmine uzun uzun baktı, çerçeveyi düzeltti ve ‘kutbi zamandır’ gibi bir şey söyledi. ‘Kutbi zaman’ dediği şeyin ne olduğunu sordum. Pusulanın hep kutbu göstermesi yani pusulanın şaşmaması anlamına geldiğini söyledi. Toplumların pusulalarının şaşabileceğini yani ‘cihetler kaybedebileceğini’; Türk toplumunun Osmanlının son dönemlerinde ‘cihetini kaybettiğini’ anlattıktan sonra şunları söyledi: ‘Pusulasını şaşıran toplumlar için Mevla ara sıra, insanlara doğru istikameti gösterecek bir insan yollar, Mustafa Kemal bunlardan birisidir. Bu nedenle onun yolundan şaşıranlar yanlış yola girerler.’”
Hacı Hasan Yıldız’la daha sonra ilişkilerimiz gelişti. Ben ona gider, o bana gelirdi. 104 yaşındaydı. Fatih Medresesi’nde uzun yıllar müderrislik yapmıştı. Köyüne, ölmek için geldiğini söylüyordu. “Üç padişah gördüm, hepsinin de Allah cezasını versin” diyordu. İncil’i incelemek için Latince’yi, Antik Çağ inançlarını öğrenmek için eski Grekçe’yi öğrenmişti. Arapça, Farsça ve Fransızca’yı Türkçe gibi biliyordu. Ula Nahiyesi’nin Gölcük Köyü’nde, bu yoksul orman köyünde böyle bir insanla karşılaşmak inanılmaz bir şeydi.
Birgün bana şunları söyledi: “Oğlum, muallimin rehberi bilimdir. Ancak, bu bilim çok yönlü, çok taraflı bir bilimdir, bir ışıktır. Muallim, bu ışığı insanların aydınlanması için onların üzerine tutar. Eğer ışığı insanın yüzüne tutarsan gözü kararır karanlıklar içinde kalır; önüne doğru, götürmek istediğin yola doğru tutarsan orayı aydınlatırsın ve onu istediğin yola sokarsın, yani istediğin gibi eğitirsin. Senden bir şey rica edeceğim. Buraları dindar bir çevredir. Senden namaz kılmanı, bir takım ibadet bilgilerine sahip olmanı isterler. Eğer bizim hoca dinsiz derlerse seni dinlemezler, çocuklarını okula göndermezler, senden uzak dururlar. Sen de, hiç kusurun olmamasına rağmen onlara öğretmek istediğin şeyleri öğretemezsin, görevini iyi yapamazsın. Dini bilgilerin yetersizse biraz önem göster ve öğren; ben sana yardım ederim. Ara sıra camiye git. Hoca, Allah’tan korkuyor desinler; sana saygıları artsın. Onları yanına al sonra bilimini onlara öğret. Göreceksin, öğretmek istediklerini çok çabuk öğreneceklerdir.”
Bu nur yüzlü bilge insanla tanıştığımda 19 yaşındaydım. Çok gençtim ama yüksek ideallere sahiptim. Hiçbir köyde okuyup yazmayan kalmamalıydı, yoksulluk ortadan kalkmalıydı, Türkiye aydınlık ve güçlü bir ülke olmalıydı.Hasan Yıldız’ın verdiği nasihatın derinliğini o yaşta anlamayabilirdim. Ama böyle bir hataya düşmedim ve nasihatlarını tuttum. Dinler Tarihi’ni edindim ve özellikle İslam Tarihi konusunda bilgimi arttırdım. Cami hocası ve cemaat, din konusunda benim kadar bilgi sahibi değillerdi. Bilgisizliklerini yüzlerine vurmadım çok şey öğrettim ve hemen hepsiyle yaşam boyu sürecek dostluklar kurdum.
Köylülerin bana olan güvenlerinin artması, orada olmamın gerçek nedeni olan öğretmenlik görevlerimi yerine getirmemde çok yararlı oldu. Tüm çocuklar okula geliyordu, millet mektebi kursları genç, yaşlı hatta hasta insanlarla dolmuştu, kısa bir süre içinde köyde okuma yazma oranı yüzde 50’lere varmıştı.

Gölcük’ten ayrılıp askere gittikten üç yıl sonra Hacı Hasan Yıldız’ın öldüğünü öğrendim. Ranzadan düşmüş ölmüştü, nur içinde yatsın.

Soru: Köy Enstitüsü çıkışlı değilsiniz ama onlarla aynı dönemde köy öğretmenliği yaptınız. Anlattıklarınızdan, büyük bir coşku ile öğretmenlik yaptığınız görülüyor. Aynı coşku köy enstitüsü çıkışlılarda da var. Enstitülerle aranızdaki ilişkileri, benzerlik ve farklarınızı anlatır mısınız? Altmış yıl geriye baktığınızda eğitim düzenimizin durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Necdet Eroğlu: Köy Enstitüleri, ilk mezunlarını 1942 yılında verdi. Ben ise 1941’de göreve başlamıştım. Dediğiniz gibi aynı dönemin insanlarıyız. Aynı havayı teneffüs ettik, aynı ruhu taşıyorduk. Büyük bir devrimin coşkusuyla büyümüştük. Bizim için yaşam, kurulmakta olan yeni devletin, yeni toplumun, yani cumhuriyetin yüceltilmesinden ibaretti; herşeyin üzerinde tuttuğumuz değer yargımız buydu. Söylediklerim gerçektir. Lütfen abartılmış duygular saymayınız.
Ben nisbeten aydın bir çevreden çıkmıştım. Babam Öğretmendi. Okuduğum öğretmen okulunda öğrencilerin çoğunluğu şehir ve kasabalardan gelmişti. Atandığımız köylerde istekle de olsa geçici olarak görev yaptığımızı biliyorduk. Köy enstitüleri ise farklıydı. Onlar tamamen köylerden gelmişlerdi. Nereden geldiklerini, ne olduklarını ve ne yapacaklarını çok iyi biliyorlardı. Çok yoksul bir kesimden gelmişlerdi; öğrenmenin ve bilinçlenmenin kendilerine verdiği büyük gücü kavramışlar ve edindikleri bilinci köylerine götürmeye adeta and içmişlerdi. İnanılmaz bir heyecan içindeydiler. Biz de öyleydik ama onlar bizden farklıydı.
Maaşım 38 liraydı. Bazen onu da alamazdık. Eskiden öğretmenler maaşlarını Özel İdare’den alırlardı. Bağlı olduğumuz ilin valisi çalışkansa hem sevinir hem üzülürdük. Vali çalışkansa, yol, okul, sağlık ocağı v.s. gibi işlere yoğun olarak girişir, bazı aylar bize maaş parası kalmazdı. Çocuklar, bu ay size az maaş vereceğiz üstünü gelecek ay alırsınız denilerek 10 lira aldığımız çok olmuştur. Bu durumlarda canımız sıkılmazdı. Bilirdik ki, ya bir köye su götürülmüş ya da bir sağlık ocağı açılmıştır; para bu nedenle kalmamıştır. İtiraz etmek, sızlanmak gibi bir eğilim aklımıza bile gelmezdi; bunun için kendimizi zorlamazdık, içimizden öyle gelirdi. Bize bu aşılanmıştı.
Köy enstitüsü çıkışlıların bizden en önemli farkı, yaşayacakları köyde işlerine yarayacak hemen her şeyi öğrenmiş olmalarıydı. Marangozluk, demircilik, dokumacılık, hayvancılık, meyvecilik, inşaat ustalığı vb öğreniyorlardı. Biz, diplomalarımızı alıp mecburi hizmetimiz nereye çıkarsa oraya giderdik;, mezun olduğumuz okulla bir ilişkimiz kalmazdı. Köy enstitüsü mezunlarının ise, nereye giderlerse gitsinler okullarıyla ilişkileri kesilmezdi. Okul, onları sürekli izler, çalışmalarında onlara yardım eder ve ihtiyaç duyduğu eksiklikleri enstitüde imal edip gönderirdi.
Köy enstitülerinin mecburi hizmet süresi bizden fazlaydı. Biz, devletin bize bakıp okuttuğu sürenin birbuçuk katı kadar mecburi hizmet yapardık. Ben, üç yıl okumuştum mecburi hizmetim dörtbuçuk yıldı. Beş yıl okuyan bir köy enstitülünün mecburi hizmeti ise yedibuçuk yıl değil, yirmi yıldı. Büyük çoğunluğu bundan hiç şikayetçi değildi, aksine yirmi yılı yapacakları işlerin bir garantisi gibi görür ve buna sevinirlerdi.
Köy enstitüleri, bence, sadece Türkiye için değil dünyanın birçok başka ülkesi için de bulunmuş en mükemmel eğitim sistemidir. Zaten pek çok ülke örnek almıştır. Amerikalı bir eğitimci köy enstitüleri için, “Doğa’da tan ağırıyor”demiş. Eğer bu okullar sürseydi, Türkiye bugün çok farklı ve ileri bir yerde olurdu. Bundan hiç kuşku duymuyorum. Bu okullara nasıl kıydılar hala anlamış değilim.
Köy enstitüleri açılmaya başladıktan sonra, bizim okullarda da iş derslerini arttırdılar, enstitülerden esinlenen yeni eğitim programları uyguladılar. Bu sayede, öğretmen okulu çıkışlılar da, enstitüler kadar olmasa da birçok şey öğrendiler.
Köy enstitülülerle yıllarca arkadaşlığım, dostluklarım oldu, onlara öğretmenlik de yaptım. Onlarla hiçbir olumsuz olay yaşamadım; önemli sayılabilecek bir kusurlarını görmedim. Çok baskı altına alındılar ve sürekli soruşturuldular. Ancak, gönderilen müfettişler soruşturmaya delil oluşturacak bir kusur bulamıyorlardı. Çok çalışkan ve çok düzenliydiler.
Köy enstitülüler, köye ve köylüye bizden daha yararlı oldular. Bu çok doğaldı, çünkü onlar o yöreden geliyorlardı. Köylüyle aynı dilden konuşuyor ve onlarla çok çabuk anlaşıyorlardı; birbirlerine güvenmenin yollarını çabuk buluyorlardı. Görev yaptıkları köylerde öyle etkili oldular ki köylü, muhtar ya da imamı değil onları dinler hale geldi; bir fikir danışacak olsalar eskiden imama, muhtara gidenler şimdi öğretmene geliyordu. Bizim böyle bir etkinlik kurmamız elbette mümkün değildi.

*

Eğitimde 60 yılda gelinen noktanın ne olduğunu herhalde siz de en az benim kadar bilirsiniz. Sınav yarışları, kurslar, dershaneler, geçim zorlukları, herşeyin parayla ölçülmesi, duyarsızlıklar hep yaşadığımız şeyler değil mi? Türk köylüsü, eğitime ve öğretmene çok önem verir. Kahveye girsem benden büyük, babam dedem yaşında insanlar saygıdan ayağa kalkarlardı; utanırdım. 60 yılda ileri değil geri gittik. Cumhuriyet, suyun akışını halktan yana çevirmişti; geriliklerin, cehaletin üzerine gidiliyordu. Bugün ise iş tersine dönmüş, su yine eskisi gibi akıyor.
Yalnızca eğitim alanında değil her alanda bir bozulma yaşanıyor. O zaman Türkiye’yi yönetenler, imkansızlıklara rağmen olaylara ve gelişmelere hakimdiler. Bir hedef vardı ve o hedefe doğru planlı programlı bir biçimde ilerliyorduk. Mesela, bir insan bir yerden başka bir yere gidip yerleşmek istese, devlet bunu bilir ve insanları şu ya da bu biçimde yönlendirirdi. Bir yerden bir yere hayvan dahi götürsen ilmühaber almak zorundaydınız. İsteyen istediği yere gidip burası çok güzelmiş deyip yerleşsin ve bundan kimsenin haberi olmasın, mümkün değildi. Devlet bütün Anadolu’ya hakimdi. Bunu nasıl başardıklarına şaşardım, hala da şaşıyorum, bana imkansız gibi geliyor. Birinin danası komşu köye kaçsa, köylüler danayı hemen haber verir ve ilmühaber almadan sahibine vermezdi. O zaman, bu günün teknik araçları da yok, telefon yetersiz, yol ve araç yok, birçok yere at ve katırla gidiliyor, imkansız gibi bir şey ama o zamanın yöneticileri bunları başarıyorlardı. İsmet Paşa’nın bir sözü vardır: “Hayatta en muzur adam, ehliyetsiz olduğu halde selahiyet (yetki) sahibi olan adamdır” der. Yetişmiş adam çok az olmasına rağmen o zamanlar böyle “muzır”adamlar, devlette etkili yerlere gelemezlerdi.

Soru:Yetersiz insanların yetki sahibi yapılarak görevlendirilmesi, gerçekten önemli bir sorun. Atatürk döneminde bundan özenle kaçınılmıştı. Özellikle 2.Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra yönetim kadrolarında bir bozulma yaşandı. 1945 yılında çıkarılan hiçbir zaman uygulanmayan “çiftçiyi topraklandırma yasası” öğretmene, ağaya karşı tutuklama dahil birçok yetki veriyordu. Ancak daha sonra tam tersi oldu. Öğretmenlere baskı yapıldı, eğitim düzeni bozuldu. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Necdet Eroğlu:Söylediklenize katılıyorum. Örneğini verdiğiniz gibi “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” çıkarıldı ama hiç uygulanmadı. Çıkaran da uygulamayan da aynı yönetim. Uygulanmayacaksa neden çıkarıldı hala anlamış değilim. “Köy Teşkilat Kanunu”, gibi uygulanan ve başarılı sonuçlar alınan kanunları da sonradan ya kaldırdılar ya da uygulamadılar. “Köy Teşkilat Kanunu’nda” afedersiniz, sadece tuvalete şu saatte git dememiş. Her şey gerçeğe ve ilerlemeye uygun olarak düzenlenmiş; neyin nasıl olacağını ve nasıl işleyeceğini yasayla belirlemiş. Bunu yapmazsanız kalkınmanız mümkün değildir. Yasa hükümleri halkın ihtiyaçlarına ve gelişme isteğine o kadar uygun ki, halk bağlayıcı hükümler getirmesine rağmen çıkarılan yasalardan hiç rahatsızlık duymamıştır. O zamanlar öğretmen köylüye bir şey söylediğinde, köylü öğretmenin kendi fikirlerini değil yasa hükümlerini anlattığını ve kendi haklarını gözettiğini bilirdi. Türk köylüsü, öğretmenin arkasında Ankara’nın veAtatürk’ün olduğunu ve Atatürk’ün köylüye önem verdiğini çok iyi anlamıştır. Dikkat ederseniz köylü 1925’te fesi çıkararak giydiği kasketi hâlâ kafasında taşımaktadır.
1949 yılında bir İller Kanunu çıkardılar. Belki duymuş ya da incelemişsinizdir. Biz o acı günleri yaşadık. “Bir öğretmen, bir sağlık memuru atayamayan valiye vali ’mi denir” diye bir kampanya başlatıldı. Neymiş merkeziyetçilikten kurtulunacakmış, vali işleri yerinden halledecekmiş. Dikkat ediniz aynı şeyler şimdi de söyleniyor, yerinden yönetim, vali ve belediyelerin yetkilerinin arttırılması falan gibi. O yıllarda adeta öğretmen aleyhinde bir hava estirildi. Öğretmenler olarak bizim önce şevkimizi kırdılar sonra hırpalamaya başladılar. Valilere, milletvekillerine, hepinizi öğretmenler yetiştirmedi mi dedik ama dinleyen olmadı. Öğretmeni aşağıladılar, öğretmenin yetkileri, adı, kimliği ve toplum için önemi kayboldu; ocak-bucak başkanlarının oyuncağı haline geldi. Öğretmen tayinleri siyasi etkinlik aracı haline getirildi. Liyakat ve yeterlilik bir kenara bırakıldı. Eskiden böyle miydi? Özellikle terfi edecek ya da yönetici yapılacak öğretmenler kaç türlü müfettiş incelemesinden geçer, yukarıya doğru öyle yükselirdi.
Cumhuriyetle birlikte sağlam bir milli eğitim düzeni kurulmuştu. Daha iyiye ve daha ileriye gitmek için sürekli tartışılır, araştırılır ve uygulamalar yapılırdı. Bölgesel özellikler, eğitime alınacak çocukların sosyal özellikleri, çocuğun zeka yapısı tesbit edilir, programların verdiği bilgi ağırlığı geniş katılımlı Maarif Şuralarında tartışılırdı. O dönemdeki tartışmalar içinde çok değerli eğitimciler ortaya çıktı, bilgili ve inançlı eğitim önderleri yetişti. Ancak, bu kadrolar daha sonra etkin görevlerden uzaklaştırıldılar. Bilgi ve inançlarını vatan hizmetine yeterince verememenin üzüntüsünü ömür boyu yaşayan bu değerli insanların, teker teker ölüm haberlerini alıyorum. Her ölüm haberi bana, yapılamamış işlerin, düzeltilememiş yanlışların ve eğitilmemiş insanların acısını verir. Elbette hepimiz öleceğiz. önemli olan, edindiğimiz bilgi ve tecrübeyi tam olarak ve sonuna kadar ülke yararına kullanabilmek değil midir? Bunun yapılamaması, yapılmasının önlenmesi insana acı vermez mi?

Soru: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyor size sağlıklı günler diliyorum.

Necdet Eroğlu: Ben size teşekkür ederim. Sağ olun.

Ekim-2000-İZMİR

15 Kasım 2014 Cumartesi

TÜRKİYE CUMHURİYETİ 100 YILLIK PARANTEZ DEĞİLDİR - . Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN



Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, bazı ulus devlet karşıtı çevreler Atatürk’ün çağdaş cumhuriyet devletini yüz yıllık parantez olarak ilan etmeye başladılar. Dünyanın merkezi coğrafyasında kendi konumlarına göre özel çıkarları doğrultusunda plan ve programlar geliştirenler ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda belirli projelere angaje olarak, ortalık alanı bu gibi yaklaşımlar için hazırlamaya çalışanlar, Türk ulusunun bir ölüm kalım savaşı verdikten sonra ilan etmiş olduğu bağımsız halk cumhuriyetini, geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan dünya koşulları ve konjonktürünün dayatmış olduğu bir geçici bir siyasal yapılanma olarak görmekte ve bu doğrultuda uluslar arası konjonktür doğrultusunda açılmış bir parantez olarak ifade etmektedirler. Şeriat devleti peşinde koşan siyasal İslamcısından tutun da, küresel sermayenin militanlığına soyunmuş olan neoliberal gruplara kadar, geçici bir parantez değerlendirmesi öne çıkarılmakta, cumhuriyetin yüzüncü yılına kadar gelemeden tasfiye edilmesi gerektiği vurgulanarak, bu doğrultuda artık bu paranteze bir son verilmesi gerektiği, açıkça dile getirilmektedir. Yüz yıl önceki koşulların ortadan kalktığı öne sürülürken, o dönemin koşulları yüzünden açılmış olan parantezin, değişen koşullar dikkate alınarak kapatılmasının zorunlu olduğunu, bazı inançlı militan siyaset adamları her fırsatta söyleyerek, Türk devletinin geleceğinin olmadığını, artık bu tür bir devlet yapılanmasının merkezi alanda barınamayacağını bir yıkıcı tez olarak siyaset sahnesine getirmektedirler.
              
  Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının, bu devletin geleceği ile ilgili olarak tasfiye kararı almaya hakları olmadığı gibi, Türk ulusunun dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı büyük bir mücadele vererek elde etmiş olduğu bağımsız bir devlet çatısı altında yaşama güvencesini de tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştıkları görülmektedir. Herkesin hem etnik kökeni, hem de dinsel ya da kültürel kimliği birbirinden çok farklı olabilir. Herkes kendi kimliğine veya çıkarlarına göre farklı devlet modelleri peşinde koşabilir. Siyasal hareketler ve örgütler bazen kendi devletlerini kurmak üzere yola çıkabilirler, ya da koşullar ayrı bir devlet kurmaya elverişli değilse, o zaman da var olan devlet yapısını kendi kimliklerine ya da çıkarlarına göre değiştirmeye kalkışabilirler. Dünya tarihi bu çekişmenin çeşitli örnekleri ile dolu olan bir devletler mezarlığı olarak görülebilir. Her devlet belirli bir aşamada dünya sahnesine çıkmış olabilir, daha sonraki dönemde koşullar değişti ise, o zaman da var olan devlet yapısını yeni ortaya çıkan koşullar doğrultusunda yeniden yapılanmaya zorlayan oluşum ya da siyasal hareketler gündeme gelebilir. Bu gibi süreçlerde halen var olan ya da geçmişten gelen devletler, kendilerini yeni koşullara uygun bir biçimde yenileyebilirse o zaman gelecek yüzyılda da yollarına devam edebilirler. Kendini yenileyemeyen ya da zaman içinde zayıf kalarak gücünü kaybeden devletler, hızla çöküşe ya da dağılmaya doğru sürüklenmektedirler. Bu açıdan yeryüzü haritasında yer alan bütün devletler benzeri bir gelişme sürecinden geçmişlerdir. Tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından konu ele alınırsa, her devletin tarihin belirli bir aşamasında dünya sahnesine çıktığı, geçen zaman dilimi içinde kendini yenileyenlerin başarılı devletler olarak yollarına devam ettikleri, kendini yenileyemeyenlerin ise, başarısız devletler olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini istemeden almak zorunda kaldıkları görülmektedir.
                Türkiye’de cumhuriyet düşmanları Atatürk Cumhuriyetinin defterini dürme doğrultusunda yüzüncü yıl dönümüne gelmeden devletin tasfiyesini zorlarlarken, bir de Türkiye’nin doğu bölgelerinde ayrı etnik ya da dinsel yapılanmalar üzerinden farklı devlet modellerini devreye sokmaya çalışan kesimler, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ülkeyi kurtarmak isteyen son Osmanlı hükümetinin tehcir uygulamasını tersine çevirerek, tehcirin yüzüncü yılında tekrar Türk ve Müslüman kimliğinin dışında devlet yapılanmaları arayışı içine girenler, gene bir parantezin kapatılmasından söz etmektedirler. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında, Misakı Milli sınırları içerisinde güçlü bir ulusal devletin, ya da çağdaş cumhuriyetin yapılanmasını bir türlü kabul edemeyenler, Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığını parantezcilik oynayarak sürdürmek istemektedirler. Bu doğrultuda birinci dünya savaşı ile doğu Anadolu tehcirinin yüzüncü yıllına gelindiği aşamada Türk devleti için parantez eleştirileri ve suçlamalarının sayısı artmakta, her türlü yayın organında Türkiye Cumhuriyeti, merkezi alanda zorunluluklar nedeniyle ortaya çıkmış olan siyasal bir parantez olarak açıklanmaya çalışılmaktadır. Türk devleti açısından küçültücü ve aşağılayıcı bu tutum ve davranışların cumhuriyet düşmanlarının sözlerinde her geçen gün daha fazla yer alması karşısında, Türk kamuoyunda bir parantez tartışması son aylarda giderek artmıştır. Başta Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmak üzere siyaset sahnesinin diğer aktörleri de, Türk devletinin bugün gelmiş olduğu aşamayı bir parantezci yaklaşım çerçevesinde ele alarak anlatmaya çalışmaktadırlar. Uluslararası ilişkiler alanında kariyer yapmış olan Türkiye’nin yeni başbakanı, biraz kamu hukuku okusaydı ya da devlet olgusu üzerine birkaç kitap karıştırsaydı, Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak kasten çıkarılmış olan parantez tartışmalarına girmeyerek, ülkeye ve devlete zarar verebilecek bu tür tartışmalardan uzak durmayı tercih edebilirdi.
                Türkiye’nin geleceği doğrultusunda, kasıtlı olarak parantez kavramını kullanan kararlı kişiler, yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti gibi güçlü ve çağdaş bir ulus devleti orta alandan kaldırmak istedikleri için, parantez kavramını bilinçli olarak öne çıkarmaktadırlar. Türkiye karşıtları bu kavramdan hareket ederek, Türk Devletinin kalıcı esas devlet olmadığını Türk kamuoyuna anlatmaya çalışmaktadırlar. Parantez kavramının her zaman için genel doğrunun dışına çıkan durumları ifade etmesinden yararlanmak isteyen cumhuriyet düşmanlarının, Türk devletini de genel doğru çizgisinin dışında kalan bir siyasal oluşum olarak tarih sahnesine çıktığını, normal duruma dönülme noktasına gelindiğinde bugün sınırları içinde Türk devletinin egemenlik düzeninin geçerli olduğu Misakı Milli yapılanmasının, söz konusu olamayacağını açıkça dile getirmekten çekinmemektedirler. Normal bir yazı düzeninde nasıl normalin ötesindeki kelimeler ya da açıklamalar yazının içinde belirtilirken parantez içine alınıyorsa, Türkiye Cumhuriyetinin varlığı da istisnai durum gibi düşünülerek, geçicilik parantezi içinde açıklanmaya çalışılmaktadır. Parantezci yaklaşım içinde Türk devletini ele alanlar, parantez olarak kabul ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin geçici bir devlet olduğunu, bu nedenle hiçbir zaman kalıcılık iddiasında bulunamayacağını, tüm diğer parantez içinde belirtilen geçici durumlar gibi, Türk devletinin de tarih sahnesinde geçicilikten öteye gidemeyeceğini, her aşamada dile getirmekten kaçınmamaktadırlar. Siyaset biliminin ortaya koyduğu bilgiler doğrultusunda, ancak başarısız olan ya da zayıf kalan devletler için geçicilik ya da istisnai durum konumu öne sürülebilmektedir. Ne var ki, bütün devletler, geleceğe dönük bir biçimde sonsuzluk iddiasına dayalı olarak kurulduğu için, her devletin içinde bulunduğu gerçek durum ve koşullar genel olarak devletlerin geleceğini belirlemektedir.
                Siyaset bilimi açısından konu ele alındığı zaman, Oswald Spengler isimli bir bilim adamının medeniyetler teorisi olarak ortaya konulan kuramı doğrultusunda değerlendirme yapmak gerekmektedir. Spangler’in teorisine göre, devletlerin hayatı da tıpkı diğer canlılara benzemekte ve bu doğrultuda tıpkı diğer canlı varlıklar gibi doğmakta, büyümekte ve belirli bir süre yaşadıktan sonra ölmektedirler. Sosyoloji ve siyaset bilimi teorisi açısından, devletlerin de yaşayan diğer canlılar gibi böylesine bir var olma sürecinden geçtiği görülmektedir. Her devletin önce bir var olduğu, bir en güçlü ve tepe noktada varlığını güçlendirdiği ama belirli bir zaman dilimi içinde de zayıflayarak güç kaybetme noktasına geldiği görülmekte ve bu aşamadan sonra da çöküş ve dağılma oluşumları ile devletler tarih sahnesinden çekilmektedirler. Yıkılan devletlerin ahalisi hemen yok olmamakta, vatan topraklarını oluşturan ülke de bir toprak parçası olarak varlığını devam ettirdiği için, aynı ülke üzerinde eski ahalinin yeniden örgütlenmesi ile eskisinden çok farklı doğrultuda yeni devlet yapılanmaları ortaya çıkabilmektedir. Parantez kavramını kullanarak Türk devletini ele alanlar, bu tezleri dikkate alarak hemen bir devletin sonunu hızlandırılmış bir siyasal gelişmeler doğrultusunda hazırlayarak ve sona erdiren örneklerden yararlanarak bir devletin geleceği ile oynayabilmektedirler Devlet karşıtlarının iyi bildikleri bu durumları var olan devletlerin kurumları da aynı derecede iyi bildiği için, parantez teorilerinden ya da yaklaşımlarından hemen sonuç çıkmamaktadır. Devlet güçleri, değişen siyasal ve sosyal koşulları iyi izleyerek önlemler almaya başladığı zaman, geçicilik suçlamasıyla öne çıkan parantezciler geri adım atma durumunda kalabilmektedirler. Aksi durumlarda ise, devlet yapılarının devlet düşmanları tarafından çökertilerek dağıtılma aşamasına sürüklenildiği ortaya çıkmıştır. Devletlerin büyüklüğü ya da güçlülüğü gibi kriterler, siyasal yapılanmaların devam edip etmemesi, ya da sona erip ermemesi gibi durumlarda etkin bir role sahip bulunmaktadır.
                Bir devlet yapılanmasının kalıcı olması ya da geçici olarak kalması gibi durumlar daha çok dünya konjonktüründeki gelişmelere göre belli olmaktadır. Bu noktada, bütün devletlerin dünya haritası üzerindeki yerinin jeopolitik açılardan gösterdiği konum ile birlikte, büyük devletlerarasındaki hegemonya çekişmesi sürecinde güç merkezleri arasındaki çekişmeler ya da öne geçme gibi durumlar da belirleyici olabilmektedir. Bu çekişme süreci içinde, devletler birbirleriyle rekabete kalkışırlarken, hem kendilerini korumaya öncelik vermekte hem de diğer devletlerden öne geçerek kendi çıkarları doğrultusunda dünya haritasının belirli bölgelerinde emperyal hedefler için etkili olabilmektedir. Bu gibi durumlarda, bazen büyük devletlerin dağılmasıyla küçük devletler gündeme gelebilmekte, ya da bazen da bu durumun tamamen aksi bir yönde bir devletin komşularını ele geçirerek bulunduğu bölgede daha güçlü ya da büyük bir yeni devlet modeli yapılanması ortaya koyduğu görülebilmektedir. Devletlerin parçalanmaları ya da komşuları aleyhine genişleyerek büyümeleri de, bölgesel ya da küresel güç merkezlerinin yeni jeopolitik konumlarına göre belirlenebilmekte, bu gibi durumların kalıcı olabilmesi ya da kısa bir zaman dilimi sonrasında geçicilik göstermesi de gene, siyasal güç merkezleri arasındaki çekişmelere bağlı olduğu gibi, bunların dışında ortaya çıkan başka faktörlerin yansıması olarak da farklı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Bu çerçevede, bir devletin geçici bir parantez olarak belirtilebilmesi, ya da geleceğe dönük olarak sonsuza kadar yaşayabileceğinin ifade edilebilmesi genel anlamda dünya düzeyindeki evrensel gelişmeler ile açıklanabilmektedir. Konjonktürel gelişmelerin ya da güç merkezleri arasındaki değişikliklerin küresel düzeyde çevreye yayılması ile, bir çok devletin kaderleri belirlenebilmekte ve bu doğrultuda dünya haritası yeniden biçimlenmektedir. Devletlerarası ilişkilerde hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlik ya da istikrar sağlanamamakta, bu yüzden de küçük ve orta boy devletlerin geleceği devler arasındaki çekişmelerin gösterdiği yeni durumların etkinliği ile değerlendirilebilmektedir. İki yüzün üzerinde bir devlet sayısı ile dünya haritası değişkenliğe her zaman için gebe bir durumdadır.
                Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak her zaman için evrensel alandaki güç merkezleri arasındaki çekişmelerin ya da emperyal projelerin hedefine aldığı bir ülkedir. Dünyanın merkezinde yer alan bir büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanında, Türk ulusunun bir var olma savaşı vermesiyle kurulmuş olan Türk Devletinin, varlığını koruyabilmesi ya da geleceğe dönük olarak yaşam süresini sonsuza kadar sürdürebilmesi için de, böylesine bir mücadele verilmesi gerektiği görülmektedir. Çünkü parantezci yaklaşımlar ile Türk devletine ömür biçilmekte ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu ulusal siyasal yapının ortadan kalkacağı ya da kalkması gerektiği açıkça ifade edilebilmektedir. İmparatorluklar devri devam ederken varlığını koruyabilen Osmanlı İmparatorluğu, ulus devletler çağına geçilmesi aşamasından sonra giderek zorlanmış ve bir Osmanlı ulusu yaratamadığı için, hem küçük küçük devletlere bölünerek Balkanizasyon sürecine alet olmuş hem de bu dönemin hemen ertesinde gündeme gelen Birinci Dünya Savaşında yenilerek teslim olmuş ve böylece devlet olma durumu da sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğu varlığını sürdürürken, hiç kimse bu büyük devlet için parantez ifadesini kullanarak Osmanlı hegemonyasının geçiciliği iddiasında bulunmamıştır. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşının sonucunda ortaya çıkan yeni güç dengeleri içinde Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine gelerek ortak bir hegemonya düzeni kurmaları üzerine, Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden geri çekilirken, geride bıraktığı merkezi topraklar üzerinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti doğal bir sonuç olarak, Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi sonrasında dünya haritası üzerindeki yerini almıştır. Osmanlı devleti hiçbir zaman geçici bir parantez konumunda olmamış ama cihan savaşı sonrasında değişen dünya koşulları çerçevesinde teslim olarak bitme aşamasına zorla getirilmiştir.
                Osmanlı sonrası dönemde, bu büyük merkezi devletin üzerinde egemen olduğu on milyon kilometre karelik geniş alan üzerinde, bütün büyük güçlerin yeni projeleri olmuş ve bu doğrultuda çekişmeler ikinci bir dünya savaşına kadar sürüp gelmiştir. İlk proje, üzerinde güneşin batmadığı büyük dünya imparatorluğunun patronu konumunda olan İngiltere’nin olmuştur. İngilizler, geri çekilen Osmanlı Devletinin hinterlandı üzerinde gene İstanbul merkezli bir büyük merkezi bölgesel yapılanma olarak Yakın Doğu Konfederasyonu adı altında dörtlü bir federasyon modelini, kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir siyasal yapılanma doğrultusunda düşünmüş ama gücü yetmediği için ve de Fransa ile tam olarak anlaşarak ikili bir merkezi modeli gerçekleştiremediğinden, böylesine bir emperyal bağımlılık projesi hazırlayıcılarının planları doğrultusunda gerçekleştirilememiştir. Britanya İmparatorluğu merkezi alana tam olarak egemen olamazken, ortağı konumundaki ikinci emperyalist imparatorluk sahibi Fransa da istediği gibi kendisine bağlı bir büyük bölgesel yapılanmayı gerçekleştirememiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir çöküş ile yıkılan Rus Çarlığı yerine bir sosyalist devrim sayesinde dünya sahnesine çıkmış olan Sovyetler Birliği projesi de, dünyanın kuzey yarıküresinde bölgesel bir devlet yapılanması ile ortaya çıkarken, bu yeni güç merkezi yapılanmasının sıcak denizlere doğru yayılabilmesi doğrultusunda, merkezi alanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadasını da coğrafi bölgeleri esas alarak, yedi ayrı devletçik olarak kendi oluşturduğu ideolojik birliğin çatısı altına alabilmeyi hedefliyordu. Bir anlamda Sovyetler Birliğinin de Anadolu topraklarına emperyal amaçlı bakması, Anadolu yarımadası üzerinde geride kalan Osmanlı ahalisi olarak Türkleri tam anlamıyla ortada bırakmıştı. Kalıcı olması gereken bir büyük imparatorluğun bir cihan savaşı sonrasında ortadan kaybolması üzerine, en az onun kadar güçlü olabilecek ve asırlar boyunca güçlü bir biçimde merkezi alanda devlet olarak varlığını sürdürebilecek bir yeni devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti, Türklerin batılı emperyal güçlere karşı verdiği bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde tarih sahnesine çıkıyordu.
                Yirminci yüzyıla girerken Avrupa emperyalizminin iki büyük devi olarak İngiltere ve Fransa dünyanın merkezi coğrafyasına el koyarak, dünyanın merkezi imparatorluğunu dağıttıkları için tam anlamıyla bir küresel hegemonya düzeni kurmayı hedefliyorlardı. Ne var ki, bu aşamada artık Avrupa emperyalizminin rakibi olarak Amerikan emperyalizmi dünya sahnesine çıkarken, Japon savaşı ile çökertilen Rusya’da ikinci bir çöküş Birinci dünya savaşı ile gündeme getirilerek, bu durumdan yararlanan yeni bir siyasal yapılanma sosyalist devrim görünümünde uygulama alanına getiriliyordu. Orta Doğu’ya girmiş olan İngiliz ve Fransız emperyal güçleri tam Kafkaslar üzerinden Hazar bölgesine doğru yöneldikleri aşamada, Amerikan sanayicilerinin ve küresel sermayenin denetimi altındaki New York borsasından sağlanan yüz milyonlarca dolarlık maddi destek ile Troçki Moskova’da Kızıl Orduyu kurarak Sovyetler Birliğinin önünü açıyordu. Kızıl Ordu daha bütün Rusya’nın kontrolunu ele geçirmeden, Almanya destekli Osmanlı ordusunu Azerbaycan’dan çıkartmak üzere Kafkasya seferine çıktığı aşamada, İngiliz ve Fransız ordularının Anadolu üzerinden kuzeye doğru yönelerek Hazar bölgesine girmelerinin önü kesilmiş bulunuyordu. Böylece, Birinci dünya savaşı sırasında cephelerde savaşmayan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa devletleri birbirini yok ederken, dünyanın gelecekte merkezi konumuna gelecek Hazar bölgesini ideolojik bir yeni yapılanma ile yönlendirerek, Avrupalı emperyalistlerin bu bölgeyi ele geçirmelerini önlüyordu. Böylesine bir emperyal amaçlı operasyon, geleceğe dönük Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin çekişmeleri yüzünden gündeme geliyordu. Karl Marks’ın öngörüsü ile çok gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmesi gereken komünist ihtilal, Avrupa ve Amerika çekişmesi yüzünden dünyanın kuzey yarıküresinde ve kırsal alanda yayılmış bir bir köylü toplumunda dışarıdan ithal edilen Bolşevik kadro sayesinde gerçekleştiriliyordu. I871 Paris komününden ders alan kapitalistler, kendi gelişmiş ülkelerinde böylesine bir komünist ayaklanmayı önlemek üzere, hiç işçi sınıfının olmadığı bir kırsal alan ülkesinde dışarıdan destekli ve manüplasyonlu bir hareket ile Komünist ihtilal yaratarak, İngiliz-Fransız ortaklığının bütün dünyayı ele geçirmesini önlüyorlardı.
                 İki dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın hegemon süper gücü haline gelirken, Rusya’da kurulu bulunan Sovyetler Birliği sanki bunun dengeleyicisiymiş gibi gösterilerek, yeryüzü kıtalarını beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa’nın önde gelen emperyal güçleri iki büyük kutbun arasına çekilerek hapsediliyorlardı. İşte böylesine bir süreç içerisinde, kuzey yarıküresinde yer alan sosyalist blokun temsilcisi olarak Sovyetler Birliği’nin, güney yarıküresine inmesini ve sıcak denizlere çıkmasını önleyecek bir merkezi tampon devlete gereksinme duyulduğu aşamada, Anadolu halkı ayağa kalkarak bir Ulusal Kurtuluş savaşına yöneliyor ve bu doğrultuda bir mücadeleyi zafere ulaştırarak, çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruyordu. Sovyet ihtilali sonrasında bir de Anadolu ihtilali Atatürk’ün önderliğinde Türk ulusu tarafından gerçekleştiriliyordu. Yeni kurulan Türk ulus devleti sahip olduğu jeopolitik konumuyla, batı emperyalizmi ile Doğu kutbu olan Sovyetler Birliği arasında yeni oluşan bir tampon ülke olarak devreye giriyordu. Rus jeopolitiği Antalya’yı kendi kızıl elması olarak ilan ettiği için, Türkiye gibi orta boy bir devletin merkezi alanda bağımsız bir devlet olarak meydana çıkması, savaş yıllarında bozulmuş olan dünya dengelerinin yeniden kurulması doğrultusunda katkı sağlıyordu. Bu nedenle, bazı batılı ülkeler Türklere bu coğrafya da bağımsız bir devlet vermek istememelerine rağmen, karşı kutup olan Sovyetler Birliği’nin güneye doğru yayılmasını önlemek üzere, Türkiye Cumhuriyetini bir tampon devlet olarak benimsemek zorunda kalmışlardır. Lenin ve arkadaşları batılı emperyalistleri Anadolu toprakları üzerinde görmek istemezken, Avrupa ve Amerika ülkeleri de Sovyetler Birliği’ni Akdeniz’de görmek istememiş ve bu durumdan yararlanan Türk ulusu da, Osmanlı imparatorluğunun merkezi bölgesinde bağımsız bir cumhuriyet devleti kurma şansını elde etmiştir.
                Anadolu toprakları üzerinde Sevr haritasını çizerek Balkanizasyonu Orta Doğu’ya taşımak isteyen İngiltere ile birlikte bütün batılı devletler doğu blokuna karşı ortaya çıkan Türk devletini öncelikle bir tampon devlet olarak kabul ederek, Türklerin Anadolu topraklarından Orta Asya’ya doğru sürülmesi operasyonunu bir süre için ertelemek zorunda kalmışlardır. İşte böylesine bir tampon devlet oluşumu ile gerçek emperyal planların ertelenmesi projesine, dünya dengeleri açısından bir yüz yıllık süre tanımışlardır. Batılıların son yıllarda Türkiye için bu yüz yıllık süre olgusunu bir parantez olarak ortaya atmaları, yüzüncü yıla gelinmeden Türkiye Cumhuriyetini haritadan silmeye çalışmaları nedeniyledir. Onlara göre, Sevr planının tamamen ret edilmesi anlamına gelen Türkiye Cumhuriyeti projesi, kuzey bölgesinde oluşturulan sosyalist blokun yayılmasının önlenmesi için, benimsenmiş olan bir geçici uygulamadır ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu yapılanmanın da ortadan kaldırılması gerekmektedir. Sosyalist blokun yaşadığı sürece, Türkiye Cumhuriyeti bir tampon devlet olarak merkezi alanı Ruslara kaptırmamış ve daha sonraki aşamada da NATO yapılanması Türkiye’ye taşınarak, Türk devletinin batı ittifakının sınır karakolu konumuna gelmesine yol açılmıştır. Bu yüzden Türkler kendi ülkelerinde büyük baskılar altında yaşamak zorunda kalmışlar, daha sonraki aşamada da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Avrasya kıtasının bütün bölgelerinde ortaya çıkan sıcak çatışmalar, Türkiye Cumhuriyetini bir ateş çemberinin içine çekmiştir.
                Batılılar kuruluşuna yardımcı oldukları Sovyetler Birliğinin ömrünü var olan dünya dengeleri nedeniyle, yüz yıllık bir zaman periyodu içinde düşündükleri için, doğu ve batı blokları arasında yer alan Kemalist Türkiye’nin ömrünü de buna dayanarak belirlemeye çalışmışlar ve bu yüzden Türkiye için birçok yerde yüz yıllık parantez tanımlaması kasıtlı bir biçimde dile getirilmiştir. Cumhuriyet yüzüncü yılına doğru yol alırken ve bir asrı geride bırakırken, batılı emperyal çevreler artık yüz yıllık parantezin kapatılması gerektiğini açıkça dile getirerek, Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesine giden yolları açıktan desteklemektedirler. Osmanlı devletinin tarihe mal olmasından sonra merkezi alanda gerçekleştirmeyi düşündükleri asıl projelerini bir türlü uygulayamadıkları için, bunların önünde koskoca bir engel olarak duran Türk devletini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girerek, istemeden tanımak zorunda kaldıkları yüz yıllık paranteze bir son vermeyi hedeflemektedirler. İki öge arasında yer alan bir durumun ifade edilmesi olarak tanımlanan parantez kavramı, Türkiye ile ilgili olarak kullanıldığı zaman, yirminci yüzyılın başlarında dünya haritasının ortalarında yerini alan, bir siyasal yapılanmanın yirmi birinci yüzyılın başlarında ortadan kaldırılmak istenmesinin bağlantısını açıklamak üzere yeniden siyasal gündeme getirilmektedir. Yüz yıl öncesinin dünya dengelerinin gündeme getirdiği Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devlet modeline, soğuk savaş sonrasında hiç ihtiyaç bulunmadığını ve hele küresel ya da emperyalistlerin güdümündeki bölgesel projelerde kesinlikle böyle bir devlet modeline yer verilmemesini isteyen işbirlikçi ve mandacı çevreler, yüz yıllık parantezin kapatılmasını yüzleri kızarmadan talep edebilmektedirler.
                Bu yıl içinde yayınlanan bir kitapta, Ermeni meselesinin kamuoyundaki tartışmacılarından birisiyle yapılan söyleşiler gene “yüz yıllık parantez” başlığı altında sunulmaktadır. Türkiye’nin doğu Anadolu bölgesinde bir Hristiyan devlet kurmak ve Gregoryen Kilisesinin hegemonyasını binlerce yıllık Türk toprakları üzerine taşımak isteyen gayrimüslim lobiler, açıktan yüz yıllık parantez tartışmalarına kalkışarak, Atatürk’ün çağdaş ulus devletini tarihin tozlu sayfalarına geri göndermeye çalışmaktadırlar. Türk ulusunun ve devletinin kendisini yok edecek böylesine bir girişimin farkında olduğu ama uluslararası hukuk ve demokratik rejimin gerekleri doğrultusunda hoşgörülü davranarak barış içinde bir çözüm arayışı içine girdiği son dönemlerdeki gelişmeler ile iyice açıklık kazanmıştır.
Yüz yıllık parantez olgusunu başlığına taşıyan kitap incelendiği zaman, açılan parantez yüzünden özgürlüklerin eksik kaldığı ve özgürlükçü dönüşümün yarım bırakıldığı ileri sürülmektedir. Türk milliyetçiliğinin diğer etnik kesimlerin özgürlüklerinin önünü kestiği ve bu yüzden özgürlükçü bir yapılanmaya gidilemediği ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Türk ulusu, yirminci yüzyılda yeni bir dünya düzeni kurulurken, yeryüzü haritasında yerini almaya çalışmış ama toplumun diğer kesimlerinin bu doğrultuda kendi yapılanmalarına gitmelerine izin verilmemiştir. Bir anlamda dolaylı bir Sevr haritası savunması olan kitapta, batı emperyalizminin Anadolu’ya Balkanizasyonu taşıması gerektiği ve bu doğrultuda tıpkı Balkanlarda olduğu gibi küçük küçük devletçiklerin Anadolu coğrafyasında Sevr haritası doğrultusunda oluşturulması gerektiği, dolaylı yollardan ifade edilmeye çalışılmaktadır. Balkanlardaki küçük devletçikler benzeri yapılanmalar ile, Anadolu’da yaşayan çeşitli topluluklara kendi devletlerini kurma şansının tanınmasını savunan gayrimüslim entelektüel, Türk devletinin ulusal ve üniter yapılanmasına dolaylı yollardan karşı çıkmaktadır.
                Yüz yıllık parantezi konu alan kitabın son bölümünde başlık olarak parantezin kapanması ele alınmış ve 2015 yılına doğru gidilirken, Anadolu’nun doğu bölgesinde yeniden bir Hristiyan yapılanmanın gündeme getirilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır. Birinci dünya savaşı sırasında Doğu Anadolu’da meydana gelen kendi devletini kurma mücadelesini Türkler ve Müslümanlar kazandığı için, Misakı Milli sınırları içerisinde ulusal ve üniter bir devleti Türkler kurabilmiştir. Devlet kurma mücadelesini kazanan Türkler, bugün soykırım yapmakla suçlanmakta ve bu doğrultuda yabancı mahkemelerde yargılanarak mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Toprak talebi ile birlikte ayrı bir devletin Türkiye’nin doğusunda tanınması ve bu doğrultuda Türklerin ülkenin doğu bölgelerinden geri çekilmesi açıkça talep edilebilmektedir. Rusların sıcak denizlere inme hattı ile Fransızların Suriye’den Hazar bölgesine çıkma hattı olan bölgede Büyük Ermenistan kurmak hayalleri peşinde koşanlar, Türkiye Cumhuriyetini yüz yıllık parantezin içine kapatarak, böylesine bir devletten kurtulabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Batı ülkelerinin birçoğunda alınan parlamento kararları ile Türkiye geçmişteki olaylar nedeniyle suçlanmakta, karşılıklı çekişme ve sürgünler sırasında Osmanlı devletinin var olduğu unutularak, Osmanlı yönetiminin kusurları ve suçları Türk devletinin sırtına yüklenmeye çalışılarak, ciddi bir haksızlık yapılmaktadır. Osmanlı devletinden sorulması gereken hesabın Türkiye’den sorulması, tıpkı İsrail’in Romalılar döneminde sürgün edilmelerinin suçunu zavallı Filistinliler’den sorması gibi ortaya hukuka son derece aykırı bir durum yaratmaktadır. Osmanlı döneminden Türk devleti sorumlu tutulamayacağı gibi, Roma imparatorluğu döneminde gerçekleşen sürgünün suçu da Filistin halkının üzerine yüklenemez. Uluslararası hukuk böylesine çelişkili durumları ortadan kaldırabilmek üzere günümüzde yeni açılımlar yapmak zorundadır.

                Türkiye Cumhuriyeti, ne tez, ne anti tez, ne de parantez değildir. İmparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği bir aşamada ortaya çıkan çağdaş bir ulus devlet projesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde uluslararası bütün kuruluşların hem kurucusu hem de üyesi konumuyla çağdaş uluslar ve devletler ailesinin onurlu bir üyesi olmaya çalışmaktadır. Birçok engel ya da manüplasyon ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi, ilelebet payidar kalabilmenin çabası içerisinde olduğu için, böylesine güçlü bir devleti yüzyıllık parantezlere sıkıştırmak mümkün değildir. Üç kıtaya yayılmış bulunan Türk dünyası ile çeşitli ülkelerde yaşamını sürdürmekte olan üç yüz milyonun üzerindeki Türk asıllı toplulukların Türkiye Cumhuriyetini parantez olmanın ötesine taşıyarak, her türlü parantez kıskacının aşılmasında, Türk devletinin en büyük yardımcısı olarak dünya sahnesinde yerlerini almaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti tez, antitez ya da parantez olmanın ötesine giderek, çağdaş bir sentez olarak, yeni dönemde bütün dünyaya örnek gösterilen bir devlet konumuyla öne çıkmaktadır. 

14 Kasım 2014 Cuma

ESKİ TÜRKLERDE HUKUK



Eski Türkler’ in hukuk düzeninde, ayrımsız herkesin sorumlu olduğu ceza yasaları vardı; yasalar, disipline bağlı bir güvenlik örgütü aracılığıyla ödünsüz uygulanırdı. Hızlı ve adil karar veren mahkemeler, suçluları ayırım gözetmeden yargılardı. Gözaltı süresi on günden çok olamazdı. Vatana ihanet, savaşta gevşeklik, ülke çıkarlarını yabancı ülkelere karşı korumama, elçilik görevlerinde kusur, ağır siyasi suçlar; cinayet, ırza geçme, bağlı atı çalma, soygun, ağır adi suçlar’ dı ve cezası ölüm’ dü.

Orta Asya Türkleri, çok eski zamanlardan beri, yargıda eşitliği temel alan, hızlı işleyen, kolay anlaşılır, eşitlikçi bir hukuksal düzen kurmuştur. Uluslararası hukuktan, aile ve mülkiyet hukukuna dek, toplumun tüm sorunlarını kapsayan yasal düzenlemeler (töreler), kendi dönemi kadar, sonraki dönemleri de etkilemiş ve hemen tüm Türk toplumlarına esin kaynağı olarak, köklü bir toplumsal ahlak anlayışı oluşturmuştur.

Orta Asya’ da, toplumun genel çıkarını etkileyen alanlarda kamu mülkiyeti yaygındı ancak yerleşik bir kişisel mülkiyet kavramı da vardı. Otlaklar ortak, hayvanlar ve bahçeler, evler, zenaat araçları kişisel mülklerdi. Hayvanlara vurulan damgalar, onların sahiplerini belli ederdi. Mülkiyet’i ilgilendiren konularda bir sözleşme (bıçgas)yapılır ve taraflar bu sözleşmeye kesinlikle uyardı. Sözleşmeler, törenle yapılan, özgür istence dayanan yükümlenmelerdi; bu yükümlenmeye ant denilirdi. 1

Türkler ant koşullarına ve baçığ adı verilen uluslararası sözleşmelere çok önem verirlerdi. Sözünü yerine getirmeme, yani baçığlarla kabul edilen yükümlülüklere uymama, asla düşünülmezdi, en büyük ayıp sayılırdı.

Eski Türkler’ in hukuk düzeninde, ayrımsız herkesin sorumlu olduğu ceza yasaları vardı; yasalar, disipline bağlı bir güvenlik örgütü aracılığıyla ödünsüz uygulanırdı. Hızlı ve adil karar veren mahkemeler, suçluları ayırım gözetmeden yargılardı. Gözaltı süresi on günden çok olamazdı. Vatana ihanet,savaşta gevşeklikülke çıkarlarını yabancı ülkelere karşı korumamaelçilik görevlerinde kusurağır siyasi suçlarcinayetırza geçmebağlı atı çalmasoygun, ağır adi suçlar’ dı ve cezası ölüm’ dü. Genç kızları aldatanlar, yüksek mal ve tazminat ödemeyle cezalandırılır; adam yaralayanlar, yaranın durumuna göre ceza öder; bağlı olmayan atı çalanlardan, çaldığı at sayısının on katı ceza alınırdı. Bu suçlar hafif adi suçlar’ dı. 2

Hakimlerin Niteliği

Yasama yetkisini kullanan hakimler ve uygulamada görev yapan güvenlik görevlileri, toplumun en saygın kişileriydi; yetkileri ve sorumlulukları yüksekti. Karar vermede özgürdüler ancak düzenli bir denetim altındaydılar. Devletin iç güvenliği her boyutuyla düşünülmüş ve iyi işleyen örgütlenmeye gidilmiştir. Toplum düzenini ve toplumsal huzuru sağlayan gerçek güç, bireylerin edinmiş olduğu ve köklü geleneklere dayanan toplumsal alışkanlıklar, insanların birbirlerine gösterdikleri saygıdır.
Adli önlemlere, kolluk güçlerine çoğu kez gerek duyulmaz, toplum kendi dengesini kusursuz bir biçimde korurdu. Venedik’in İstanbul ElçisiMarcantonio Barbara bu dengeyi, 16.yüzyıl Osmanlı toplumu için şöyle anlatıyordu: “ Geceleri kent güvenliğinin sağlanması için, bir elinde bir sopa, diğer elinde bir fener bulunan, tek bir görevli bile yeterli olmaktadır... Geceleyin evim soyulacak korkusu olmadan güven içinde uyuyabilirsiniz. Zira o sopalı, fenerli adam tek başına, örneğin Paris’ teki gece polisi yüzbaşısından ve onlarca yardımcısından daha çok güven vermektedir. Böyle bir güvenli sakinliğe, görmeden inanmak pek mümkün değildir.” 3

Uluslararası Anlayış

Eski Türkler, ilkeleri ve kendine özgü kuralları olan, gelişkin bir kamu hukukuna sahipti. Uluslararası anlaşmalara çok önem verilir, bu anlaşmaların devletin çıkarları ve iç hukukla çelişmemesine özen gösterilirdi. Bu konuda, o dönem için oldukça ileri bir anlayışları vardı. Uluslararası ilişkiler anlaşmalarla belirlenir ve bunlara kesinlikle uyulurdu. Anlaşmaya uymak ahlaki bir borçtu.Yerine getirmeyen ya da bozan devletler, cezalandırılırdı.
Uluslararası anlaşmalarda, anlaşma yapıldıktan sonra ortaya bir köpek salınır ve hayvan kemiğinin kırılmasına asla izin vermeyen bir geleneğe sahip olunmasına karşın, köpek kılıçla parçalanır ve “ her kim ki anlaşmaya sadık kalmazsa, yazgısı bu köpek gibi olur ” denirdi. 4 Kemiği kırılan varlığın bir daha dirilemeyeceğine inanıldığından, onlara göre bu, çok büyük bir bedeldir. M.S.578’de tahta çıkan Bizans İmparatoru Tiberius’ un, önceki anlaşmalara uymaması nedeniyle bozulan ilişkileri düzeltmek için gönderdiği kurula, Göktürk Devletini temsil eden Uçbeyi Tarhan şunları söylemişti: “Yaptığımız anlaşmalara uymuyorsunuz. Siz ve sizi gönderen İmparatorunuz, bizi aldatmak amacındasınız; açık konuşacağım, çünkü yalan söylemek, yapılan anlaşmaya uymamak bizim âdetimiz değildir. Bize sürekli barıştan, dostluktan söz ediyorsunuz ama bize isyan eden Avarhunitler’ le ittifak yapıyorsunuz. Anlaşmaya uymamanın hesabını İmparatorunuz’ dan soracağız.” 5
Anlaşmalara uymak eski Türkler’ de o denli önemlidir ki, onların anlayışına göre; “ barış esastır ve savaş her zaman, anlaşmaların bozulması nedeniyle ortaya çıkan bir olaydır. ” 25 Devletler hukukunu ülke adına temsil eden elçiler, çok önemli görevlilerdir; onların güvenliği her koşulda ve eksiksiz sağlanmalıdır. Elçiyi korumak, bir devletin namusudur. Öyle ki, “ elçiye zeval olmaz ” özdeyişi, atasözü halini alarak bugüne dek gelmiştir ve hâla kullanılmaktadır.

Ülke Çıkarını Savunmak

Devletler hukuku anlayışının temel ve değişmez kuralı, ülke çıkarlarının korunmasıdır. Yabancı ülkelere gönderilen elçiler, önem verilen ve saygı gösterilen görevlilerdir. Ancak, ülke çıkarlarını dışa karşı korumada savsaklamaya da güveni kötüye kullanma içine girerlerse, ölümle cazalandırılırlar.
Herşey ülke ve vatan içindir; kutsal bir kavram olan vatan için, yaşam dahil“ tüm sevgili varlıklar ” feda edilir. İl yani millet, Gök Tanrı’ nın yeryüzündekigölgesi, vatan da bu gölgenin yaşadığı topraktır. Türkler nereye giderlerse gitsinler, vatanlarını asla unutmazlar; yaşam biçimlerini, iç hukuklarını ve kimliklerini olağanüstü bir yetenekle korurlar; en zor koşullarda bile töreyiyaşatmanın bir yolunu bulurlar.

kuramsal aktarim - Metin Aydogan