18 Ağustos 2016 Perşembe

Dün Sanki Bin Yıllık Uzak Bir Zamandır-SİNA KABAAĞAÇ-ANILAR


Dr. Sina Kabaağaç

Özgün edebiyatcilarimizdan Halikarnas Balikcisi lakapli  Cevat Şakir Kabaağaç’ın oğlu olan Dr. Sina Kabaağaç, 1924 yılında Üsküdar’da dünyaya geldi. Köklü bir ailenin oğluydu. Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olduktan sonra, yükseköğrenimine ilk olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde başladı. Ancak iki yıl sonra bu fakülteden ayrılıp o yıllarda Fındıklı’da bulunan Edebiyat Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü’ne, o yıl başvuran tek öğrenci olarak, kaydoldu. Mezuniyetinden yıllar sonra, 1965 yılında, 1944-1971 yılları arasında bu fakültede görev yapmış olan George Bean’in aracılığıyla, aynı bölümde okutman olarak göreve başladı. 1982 yılında “doktor” unvanını alıp 1989 yılında emekli oldu. Ancak ardından sözleşmeli olarak 1993 yılına kadar görevini sürdürdü. Öğrenciliği, daha sonra okutmanlığıyla birlikte, yaklaşık 35 yılını Klasik Filolojiye hizmet ederek geçirmiş olan Dr. Sina Kabaağaç, 1997 yılında yaşama veda ett



Klasik filolojiye yıllarını vermiş bir bilim ve düşün insanı. Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın oğlu. Osmanlı Devleti ve devamında Türkiye Cumhuriyeti’nin sanat ve politika alanında önde gelen ailelerinden Şakir Paşa Ailesi’nin bir ferdi. Harika çılgınların belki en mahzun en yalnız ama kuşkusuz en hayat dolu üyesi. Bir “Sürgün Hikayesi’nin” küçük tanığı. Terk edilmiş ama yılmamış, yıkılmamış gerçek bir cumhuriyet kadının, cumhuriyet anasının “evin erkeği” küçük oğlu. Akdeniz güneşinde olgunlaşmış bir antikçağ bilgesi ve hocaların hocası ünvanını hak etmiş gerçek bir entelektüel. Sina Kabaağaç bahsettiğimiz kişi; anılarında, babası Halikarnas Balıkçısı’nın geride bıraktığı yaşamları anlatarak bir döneme ışık tutuyor şimdi.

Mordoğan’da (Bodrum ismi hiç geçmez anılarında Sina Hoca’nın; kimi yerde Mordoğan, kimi yerde Morova kimi yerde de Bozdoğan der inatla) acılı bir sürgün hikayesini bir çocuğun gözünden anlatarak başlar küçük Sina yaşam serüvenine. Mordoğan’ın unutulmuş yıllarından Şakir Paşa’nın Heybeliada’daki köşküne oradan İstanbul’daki Şükrü Paşa Apartımanı’na alır götürür bizi. İnsan olmayı, insan sevmenin ne demek olduğunu anlarız bu satırları okurken. Nice dibe vuruş ve yeniden diriliş mucizesini görürüz babasını anlattığı bölümlerde ve nice güzellik ile vefa ve sevgiyi duyumsarız annesiyle ilgili olanlarda. Haksızlıklara uğramış ama onur ve vakarıyla uzak bir Anadolu kasabasında ayakta kalmaya çalışan ve bunu başaran ana-oğulun o zor hayat sınavını izleriz biraz hüzünle ama çoğunlukla takdir ederek.


Yolda rastladığım zaman yanına gitmeye, onunla konuşmaya utanırdım. Duvara sırtımı yapıştırarak, beni görmeden geçip gitmesini beklerdim. Önümden, iki-üç adım ötemden geçtiği halde, beni görmesine olanak yoktu. Nitekim hiç bir zaman da görmedi. Öylesine dalgındı ki; kendi kendine konuşuyor mu yoksa bir melodi mi gevelemektedir belli olmayan haliyle, bana sarhoşmuş gibi gelirdi, ama ondan bu geri duruşumun asıl nedeni, kılık kıyafeti ve söylemeğe dilim varmıyor yarı sarhoş yarı meczup hali değildi. Çoğunluk sırtında bir küfe, elinde bir maşa yollarda deve, eşek, at fışkılarını koca boyuyla eğile kalka toplarken rastlamamdı. Kalbim katlanamazdı bu görüntüye; tüm maneviyatım ve ruhsal direncim sıfıra düşerdi; belki sıfırın da altına, çünkü hastalanıyormuşum gibi belkemiğimden bir takım üşümeler geldiğini hissederdim.

Bir gün annemle birlikte O’na bu haliyle rastladık. Annem ilk kez görüyor olmalıydı ki, çöktü kaldı yolun kenarındaki bir tümseğe. “Aman yarabbi” diyordu kendi kendine, “Eh Cevat, dilerim kendi kendinden bul, diye beddua etmiştim, ama bu kadarına değil, yo! Bu kadarına değil; yahu aklını mı kaçırdı bu adam? Bahçeler, bostanlar, dört taraf gübre dolu; ne anlamı var şimdi sokaklardan maşayla tane tane gübre toplamasının. Parayla mı gübre?” Gerçekten haklıydı annem. Hele o tarihte, hangi hayvan sahibine başvursa değil bir küfe, yüz küfe gübreyi üstelik bedavadan ve çarçabuk sağlayabilirdi. Kendine gelip yürümeğe başladığı zaman hâlâ söylenip duruyordu annem. “Tanrım bu Cevat kuluna akıl fikir ihsan eyle, bütün sözlerimi geri alıyorum, o görünmez nimetlerinden lütuf eyle” demekteydi. “Bu benim halamın oğlu yahu.” Ama bu durumda bile beni babamın evine göndermeyi sürdürdü. Hem de bizzat uyararak, “Hadi hazırlan bir haftadır gitmedin” diyerek.

***

Kimi zaman kendi anılarında kimi zaman annesinin ve babasının anılarında ve tabi ki çağlar arasında gidiş gelişlerle doludur Sina Kabaağaç kitabı. Bütün bu yolculuklarda bir antikçağ bilgesinin hayata umutla bakışı ve onu en iyi şekilde yaşama isteğini görürüz. Daha çocukken Bodrum’dan İstanbul’a, İzmir’den Girit’e Akdeniz rüzgarıyla savrulur durur Sina Kabaağaç. Aralarda antikçağlara götürür bizi nice söylencenin kanatlarında. Ve pek çok tanıdık sima çıkar karşımıza; bazen bir şair bazen bir kalender ademoğlu olarak: 

Öte yandan sanatçılarımız arasından sanatsal değerleri yanı sıra insan olarak, kişilik olarak sevdiği iki kişiden biri Nazım Hikmet ise, yukarıda sözünü ettiğim tavırdan dolayı öteki de Neyzen Tevfik idi. İstanbul’a geldiğinde onu hep görmeğe çalışmıştır. Buluştuklarında ikisi adeta ‘tek insan’ oluyorlardı. Beni de birkaç kez ona götürmüştür; özellikle Neyzen Tevfik, Beşiktaş vapur iskelesinin bulunduğu binada küçük bir bölümü mekân tuttuğu tarihlerde. Bu barınağında tüm yakınları ve tanıdıklarından uzak ya da yoksun, duvara takılı neyleriyle, yatak içinde ve tek başına yaşlılığının en ileri aşamasını yaşarken, O’na baba diyen bir takım berduşlar tarafından (serseriler de diyebiliriz) sevgiyle, saygıyla, özenle bakılmaktaydı.

***

Babası Cevat Şakir’in yazdığı bir yazı yüzünden nasıl devletin hışmına uğradığına; Babıali’de dost bildikleri nice kalemşorun suskunluklarına tanık oluruz. Sedat Simaviler, Serteller konuk olur kitabın satırlarına. Korku içinde, uyumadan tetikte geçen gecelerde acılarına ortak oluruz annesi Cavidan Hanım’ın; polis takibi altında bulunan kocasının asılarak ölüme mahkum edilmesini bekleyen genç bir kadının sabrı ve sevgisiyle büyüleniriz. Her şeye rağmen ayakta kalan bütün darbelere direnen ama en son ve büyük darbeyi kocasından yiyen Cavidan Hanım’ın zorluklarla geçen hayatı içimizi burkar ama yine de çok kızamayız Halikarnas Balıkçısı’na. İsteriz ki tekrar eski günlerine dönsün, yazıp çizsin; ve o diriliş anının satırlarıyla biz de umutlanırız tekrar…

Tam yedi yıl sonra İstanbul’da karşılaştık. Hep beklediğim, ama umudunu artık yitirdiğim büyük bir kıvanç ve hayretler içinde, “Baba sen gençleşmişsin!” diye adeta bağırdım, birbirimizi gördüğümüz zaman; “Mordoğan’da bıraktığımdan bile daha gençsin.” Abartı değildi sözlerim; gerçekten de o zaman ki haliyle karşılaştırma yapılmayacak derecede daha gençti. O eski hali doğal yolunu izleseydi bugün karşımda bitmiş, tükenmiş, sarsak bir ihtiyarı görmem kaçınılmazdı; üstelik tam tersine ve şaşılacak şey, O’nu hiçbir zaman göremediğim bir gençlikti bu, ama nasıl olur? Zaman tersine işleyebilir mi? Ne var ki, annemle evlendiği ilk zamanlardaki fotoğraflarını andırıyordu yine de; yani aşağı yukarı yirmi yıl önceki, Üsküdar’dan Babıâli’ye ilk yazılarını, resimlerini götürdüğü halini. Ne olmuştu bu yedi yıl içinde? Koltuğunda basımevlerine vermek için Mordoğan’dan getirdiği öyküler, romanlar, çini mürekkebiyle özene bezene çizilmiş resimler vardı. Demek, o küheylan ölmemişti içinde; son anda ayağa kalkmış, kalkabilmişti.
***

Hem yokluğu yaşar küçük Sina Mordoğan’da hem de zenginliği görüp sınıf farklılıklarına şahit olur Büyükada’da ki Şakir Paşa çiftliğinde. Eski zamanlarda kalmaya mahkum bir asaletin son demlerini yaşar. Başka çehrelerin başka ruhların acı tatlı hayat mücadelelerine ortak olur. Onlarla sevinir onlarla üzülür. Dünyaya karşı duruşunu şekillendirir ister istemez. “Sina Kabaağaç” olmaya doğru ilk adımlarını atar. Her insanı kendi varoluşu içinde anlamayı, sevmeyi, kabullenmeyi öğrenir. 

Annemin beni babama sürüşünün nedeni neydi? … Belki de oğlunu soylu bir aileden, Şakir Paşa ailesinden biri olarak görmek istiyordu. Çünkü nereden edinmişse edinmiş, biraz da saf ve anlamsızca üzerine titrediği bir ‘soyluluk’ kavramı annemin ruhunda hep etkin olmuştur. Bu kavrama candan bir özlem duymuştur her zaman; örneğin, çok tuhaf ve akıl almaz bir düşünüş, duyuşla, doğurduğu, meme verdiği, kakalarını temizlediği beni bile, kendine göre ayrı bir cinsten kişi saymıştır. … Hayır, ille de “Hakkiye ablası, Ayşe ablası” Kim bunlar? Şakir Paşa’nın kızları (kendisinin de büyük kuzenleri). Peki, ne üstünlükleri var senden? “Ama onlar hanımefendiydi, hem de tam “hanım hanımefendi” bugünün öyle uyduruk hanımefendilerinden değil, yanlarına yaklaşamassın” diye yanıtlar. “Ama gülünç oluyorsun anne” deriz. Ansızın düşüncelere dalar, karamsar kederli düşüncelerdir bunlar; kim bilir belki de kendi yaşantısında bir türü başa çakamadığı, kendini sakınamadığı kaba sabalıklar, hayvansal itişmeler, görmemişlik ve zevksizliklere karşın bir zerafetin, bir incelik ve kibarlığın, bir yetkinlik ve seçkinliğin, hiç değilse kimi kişilerce taşındığını, sürdürüldüğünü, var edildiğini ummak istemekteydi. O zaman acırdım anneme; bütün kadınlara acırdım. Onlar dans edilmek için yaratılmıştır. … O’nun beni babama yaklaştırma çabası, sonuçta iyi olmuştur; babamı tanıdım, kardeşlerimi tanıdım, onların annesi Hatice ablayı, Hüsniye teteyi, Emine teteyi. Ortak, derin yaşantılarımız oldu, köklü anılar oluştu aramızda; birbirimizin ısısını, sesini, soluğunu tanıdık. Yakınlığımızı, kardeşliğimizi, aynı kandan, aynı yolun yolcuları olduğumuzu hissettik. Ölüm ayırır bizi artık.
***

Halikarnas Balıkçısı işlediği büyük günahın, insanlık kadar belki de daha eski o büyük suçun cezasını mapushanede çekmiştir ama anlarız ki vicdan denen o azap beldesi rahat bırakmamıştır onu ölünceye değin.

… ölüm günü sabah, artan dalgınlıklarından zaman zaman uyandığı bir anda, karyolasının çevresinde, ayakta ve tedirginlik içinde gözyaşlarını saklamaya çalışan kardeşlerime ve gelinlerine ağır ağır göz gezdirmiş, “İyi, herkes burada” demişti; yüzü durgun ve soluktu. Bu sözlerine karşın, sanki yine de bütünüyle burada değilmiş gibiydi, ama gözü bana iliştiğinde, bir an duraklayarak beni dikkatle süzerken yüzü hafifçe renklenmişti ansızın ve “Hah işte” demişti, “Şakir Paşa da gelmiş, maşallah.” Sesi titrek bir hırs ve garip bir alaycılıkla doluydu sanki. Ben babama çok benzerim; babam da kendi babasına; üstelik o tarihte sakallı olduğum için Şakir Paşa’yı çok andırıyordum. Bu anımsatmadan ötürü büyük bir sıkıntı ve duraksamada kalmıştım; yaşamının bu son anlarında onu rahat bırakmak için acaba yavaşça odadan çıkıp gideyim mi diye düşünmüştüm.
***

Anılarının büyük bölümünü babasına ve onunla yaşadıklarına ayıran Sina Kabaağaç annesi Hamdiye Hanım (Cevat Şakir Kabaağaçlı ile kardeş çocuklarıdırlar) ve Ailesi hakkında bildiklerini ve hatırında kalanları da dökmüştür satırlara. Hem de büyük bir sevgi ve saygıyla. Öyle ki beraberce geçirdikleri zor yılların dışında, annesinin ailesinin Trablus ve Baalbek’ten İstanbul’a uzanan yazgılarını da anlatır. Osmanlı’nın uzun savaş yıllarında annesiyle kızkardeşlerini birleştiren bu yazgı ne yazık ki erkek kardeşlerini bir bir alır ellerinden. Koca bir imparatorluğun çöküş sürecini bir ailenin yaşadığı trajedi üzerinden okuruz.

Sakız Adası’nın meşhur Sakız Tatlısı tatlandırırken dilimizi, “bereket ola pedimu” diyen ihtiyar dilencinin sesinde insanlığın savunmasız, zavallı ama yenilse de alt edilmeyen çığlığını duyarız. Herkesi dürüstlüğe, doğruluğa, adalete, içten olmaya ve kardeşliğe çağıran bu kudretli sedayı Rummuş, Türkmüş umursamadan severiz aynen Sina Kabaağaç’ın sevdiği gibi.

Batı Anadolu köylüsünün “harımları” konuk eder bizi anılarda yolculuğumuzun devamında. Ayazlıklar arasında sonsuza dek terk edilmiş, neredeyse yok olmuş bir yaşam biçimiyle tanışırız. Anadolu insanının onurlu geçim kavgasına ortak olur, bu kavganın hüzünlü gerçeğini kavrarız tüm çıplaklığıyla. Tekrar İstanbul’a döner Edebiyat Fakültesi’nin Fındıklı’daki binasına genç bir filolog adayının girişine tanık olur, idealist düşlerin nasıl da gerçeğe dönüşebildiğini görürüz. Üniversite hocalığıyla geçen ve bir solukta tükenen yıllar; koca bir hayatın nice anıları, hepsi Aliye Berger’in hediyesi ceylan derisi bir küçük defterin sayfalarına düşer bölük pörçük.

Anılarının tamamı elimizde olmasa da yazdıkları bir döneme, bir çok hayata ışık tutacak nitelikte Sina Kabaağaç’ın. 1997’de aramızdan ayrılana kadar bıkmadan usanmadan Latin Dili ve Edebiyatı bölümünde nice öğrenci yetiştiren sevgili hocamız insancıllığı, sevgi dolu yüreği; bilim, sanat ve edebiyat aşkıyla hepimizin gönlünde sarsılmaz bir yer edindi. Dün, sanki bin yıllık uzak bir zaman da olsa şimdi, Sina Hoca zamanların ve mekanların ötesinde bir yerden bize bakıp tatlı tatlı gülümsüyor hala…

Ve son söz yine Sina Hoca’nın olsun o zaman;

“Yağmurlar yağıyor, karlar serpeliyor, kışlar, sonbaharlar, yazlar gelip geçiyor sözcükleri birbirinden ayıran virgüller, noktalı virgüller arasından; koca koca bulutlar geçiyor; penceremin yanındaki ulu çınar ağacı yapraklanıyor, yaprak döküyor defalarca defalarca ve 50'lilerden başlayarak 60'lı, 70'li, 80'li yıllar; evleniyorum, çocuğum oluyor, boşanıyorum, tekrar evleniyorum, tekrar boşanıyorum; terk edilen evler, sokaklar; yaşanan ümitler, ümitsizlikler, sevinçler, acılar.
Geriye kalan ne?
Sadece bu sözcükler.
Kalk be adam; kasların tutuldu masada; çık dışarıya; gez, dolaş biraz; ama her an bir yolculukta değil miyim, bir serüvende? Her sözcük kendi başına bir dünyadır; bir serüvendir. şikayetsiz yaşadım ben onların dünyasında, serüvenlerine yürekten katıldım; anlattıkları masal ve hikayeleri sevinçle, coşkuyla dinledim ve mutlu oldum hep.
Ötesi?
Hava cıva.
Yanılıyor muyum?
Belki.
Ama bir yanılgı tüm yaşamını kaplıyorsa, yaşamının kendisi oluyorsa, sonuçta bu yanılgı, artık yanılgı olmaktan çıkar, somut bir gerçeğe dönüşür; çünkü yaşam yadsınamaz; hele bütün bir yaşam, hiç; yaşadıklarımızın dışında bizim olan nedir? Biz olan nedir?
 Sabırlı olun çocuklar, hayal gücünüze yol verin, hız verin ve hep kendiniz kalın.
Hepinize saygılar, sevgiler, selamlar; selamlar, saygılar, sevgiler.”


Alp Ejder Kantoğlu  

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Gidiyorsun - Peyami SAFA (ANITKABIR ÖZEL DEFTERINDEN ALINTIDIR)



Seni iki defa gördüm...

Birincisi, bundan on yıl evvel, Dolmabahçe’nin müzayede salonunda. Latin harfleri konferansının akşamıydı. Büyük avizeden yüzlerce güneş yağıyordu. Bütün madenlerden ve yıldızlardan fırlayan pırıltı içinde sen, büfenin önünde idin. Bir parmaklık halinde seni çeviren hayranlarının ortasında, elini lacivert çizgili pantolonuna koymuş, tarihi sarsan başının, öne doğru, müthiş kuvvetini saklayan yumuşak, tatlı, nezih eğilişinle, saçının rengine uygun ve aynı madendenmiş gibi çınlayan altın sesinle konuşuyordun. Sonra büyük sofranın başına geçtin. Senin harf ve zafer menkıbelerini, senin ağzından ve ayakta dinledik. Ağlayanlarımız vardı. Sabaha kadar bazen neşeli, bazen müstehzi, bazen öfkeli ve bazen de muammalı sen söyledin. Dokuz saat, fasılasız, seni dinledim, seyrettim ve gözlerinin zümrüdünü bir mahfazaya pırlanta koyar gibi hatırama yerleştirmek için, bütün bakışlarını, sonra yüzünün bütün çizgilerini ve bütün tavırlarını ezberledim.

Seni yakından ikinci görüşüm, gene Dolmabahçe’de, bütün halkla beraber, dündür. Dün, aynı salonda gene seni tavaf ediyorduk. Fakat avizen yanmıyordu. Sofran dağılmıştı. Altın başın ve altın sesin, içimde mavi ufuklar yanan gözlerin yoktu. Hacmin altında yattığın Türk bayrağından daha küçülmüş, manan oldan daha büyümüştü. Susuyordun. Fakat bana gene birçok şeyler, daha derin şeyler söylüyorsun gibi geldi. Bu defa muhatabın birkaç kişi değil, bütün millet, bütün tarih ve bütün istikbaldi.

Bu gün gidiyorsun. Hani o ilk geldiğin günler kurulan taklar, hani o bütün şehrin nidaları, hani o yaşa gaziler, yaşa ulu önder, yaşa büyük kurtarıcı, yaşa Atatürk yaşalar? Hıçkırıktan boğuluyoruz. Gidiyorsun. Bir daha gelmeyeceksin. Marmara solgun. Gölgeler çürüyor. Florya, uzakta, çaresiz ve sessiz, mahzun ve harab.

Gidiyorsun.
Fakat unutulmaz hatıran içimizde. Oraya her gün, hergün geleceksin. Seni her birimiz içimizde, her gün gözlerimiz dolarak bekleyeceğiz ve içimizde istikbal edeceğiz. Ölüm seni bizden almadı, seni derinleştirdi, içimizin köklerine sımsıkı saracak kadar derinleştirdi. İşte o kadar. Değil mi Atatürk? İşte o kadar.


Peyami Safa

19 Kasım 1938(Cumhuriyet Gazetesi)

26 Temmuz 2016 Salı

Diplomasi




Hans Morgenthau diplomasiyi “ulusal çıkarların barışçıl yollardan korunması” olarak tanımlamıştır. Bir diğer tanıma göre diplomasi “uluslararası ilişkilerin barışçı yol ve araçlarla yürütülmesi sanatıdır”. Hüner Tuncer’e göre diplomasi “devletler arasındaki ilişkilerin müzakereler aracılığıyla sürdürülmesidir”. Ernest Satow’a göre ise diplomasi “hükümetler arası ilişkilerde zekânın barışçı araçlarla kullanılmasıdır”. Hedley Bull’a göre diplomasi “uluslararası ilişkilerin resmi görevlilerce barışçı yollardan sürdürülmesidir”. Bu tanım günümüzde fazlasıyla yetersiz kalmaktadır zira diplomasi yalnızca devlet görevlilerine ve diplomatlara bırakılmayacak kadar önemli ve yaygın bir hal almıştır.
Diplomasinin araçları ikna, uzlaşma ve güç kullanma tehdididir. Hans Morgenthau’ya göre Savaşın başladığı yerde diplomasi başarısız olmuş demektir. Zira barışçıl yollarla sorun çözümlenememiş ve savaş ortaya çıkabilmiştir. Diplomasi yalnızca yabancı ülkelere karşı yapılmaz. Ülke içerisindeki farklı gruplara karşı da diplomatik faaliyetler yürütülür. Bu nedenle diplomasi ülke içerisinde ve dışarısında olmak üzere iki boyutta yürütülür ve bu iki boyut zaman zaman birbirleriyle de etkileşim içerisindedir. İngiliz Başbakanı Lord Palmerston’un sözü diplomasinin kirli yönünü gözler önüne serer; “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır”. Diplomasi işte ülkelerin bu çıkarlarını askeri yollar dışında korumasını sağlar.
Günümüzde devletlerin ayakta kalabilmesi için yalnızca askeri açıdan güçlü olması yetmez, mutlaka diplomatik açıdan da gelişmiş olması zorunludur. Diplomasinin altın kuralı özde kararlı ancak üslupta yumuşak olmaktır. Arzu edilen neticeye ulaşmak için hem “mücadele” edilmeli, hem de daha fazla zarardan kaçınmak adına “uzlaşma” aranmalıdır. Diplomasi dar manasıyla Dışişleri Bakanlıklarında çalışan kariyer diplomatlar (meslek memurları) tarafından uygulanır. Ayrıca siyasetçiler ve onlar tarafından görevlendirilen özel temsilciler de diplomat gibi görev yaparlar. Daha geniş anlamıyla ise bütün vatandaşların ülkelerini temsil etme adına diplomatik görev yaptıkları iddia edilebilir.
Diploma sözcüğü eski Yunancada “ikiye katlamak” anlamına geliyordu ve ikiye katlanmış resmi belge ve evraklar için kullanılırdı. Ülkeler arasındaki ilişkiler geliştikçe bu belgeleri hazırlayan, saklayan kâtipler ortaya çıktı ve ilk diplomatlar olarak görev yaptılar. Diplomasi kavramını uluslararası ilişkilerin yürütülme sanatı anlamında ilk kullanan kişi ise 1796 yılında Edmund Burke’dür. Geçici diplomasiden daimi diplomasiye geçiş ilk kez 15. yüzyıl İtalyan devletlerinde başladı. Daha sonra Avrupa ülkelerinde hızla yaygınlaştı ve artık her ülkenin başka ülkelerde temsilci bulundurması anlayışı gelişti. Milliyetçilik düşüncesinin artmasıyla beraber diplomasi de doğal olarak gelişti. 1815 Viyana Kongresi’nde diplomatların yasal statüsü belirlendi.
Diplomatlar hükümetlerce belirlenen dış politikayı yürütmekle sorumlu devlet görevlileridir. Bu nedenle dış politikadaki başarısızlıklar esas olarak hükümetlerin mesuliyetindedir. Diplomatlar hükümetlerin belirledikleri ana hatlar doğrultusunda ülkeleri için en faydalı olan adımları atmakla yükümlüdürler. Diplomatların 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi’ne dayalı ayrıcalıkları vardır. Diplomatların görevleri (1) ülkelerini temsil, (2) devletlerinin ve vatandaşlarının çıkarlarını korumak, (3) tayin edildikleri ülkelerde devletleri adına müzakerelerde bulunmak, (4) görev yaptıkları ülkeler hakkında kendi ülkelerine bilgiler aktarmak (5) ve kendi ülkeleriyle görev yaptıkları ülkeler arasında dostça ilişkiler geliştirmek olarak özetlenebilir.
Müzakereler esnasında diplomatların yaratıcı olması, gerektiğinde sert, gerektiğinde yumuşak pozisyon almaları beklenir. Osmanlı’da ilk daimi temsilcilikler III. Selim döneminde 1790’larda açılmıştır. Ancak yabancı devletlerin daimi temsilcilikleri 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da bulunmaktaydı. Dışişleri Bakanlığı Umur-u Hariciye Nezareti adıyla 1835 yılında kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan devraldığı diplomasi geleneğini ulusal onur, eşitlik ve bağımsızlık idealleriyle destekleyerek devam ettirmiştir. 1924’te 39 dış temsilciliği olan Türkiye Cumhuriyeti’nin günümüzde 185 dış temsilciliği bulunmaktadır.
Onur Öymen’e göre diplomasi sadece günlük olaylarla, sorunlarla uğraşmaz, ileride ortaya çıkabilecek olasılıklara göre çözüm önerileri de hazırlar. Bugün izlenen bir politika veya alınan bir karar, belki de bundan uzun yıllar sonra olumlu veya olumsuz bir etki yapabilir. Fransızların dediği gibi, “hükümet etmek geleceği görebilmektir”. Diplomasiye bu geleceği görme yeteneği açısından bakıldığında Amerikan Başkanı Wilson’ın son derece başarısız olduğu ortaya çıkar. Wilson I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada barış ve istikrarın sağlanabileceğini zannetmiş, oysa dünya o güne kadar görmediği ölçekte büyük savaşları bu “tüm savaşları bitiren savaş” olarak lanse edilen savaştan sonra yaşamıştı. İngiltere Başbakanı Churchill de Mussolini’ye olumlu bakışı ile geleceği görme konusunda başarısız olduğunu ispatlamıştır. Wilson ve Churchill’in aksine Atatürk’ün geleceği görme yetisi çok üst düzeydedir. Atatürk II. Dünya Savaşı’nın çıkacağını önceden görmüş ve 1936 Temmuz’unda İngiliz büyükelçi Percy Loraine’i çağırarak Akdeniz’de yayılmacı İtalya’ya karşı Türkiye-İngiltere işbirliğine devam edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Atatürk’ün 1932 yılında Amerikalı General Mac Arthur ile yaptığı konuşma da II. Dünya Savaşı’nda hakkındaki öngörüleri açısından önemlidir. Atatürk bu konuşmada Almanya’nın ABD’nin savaşa girmesiyle mağlup olacağını ancak Sovyetlerin bu savaştan karlı çıkacağını belirtmiştir. İleri görüşlülük diplomaside başarının en önemli koşullarından biridir. Bir diğer başarı koşulu ise uzun vadeli düşünerek sabırlı olmaktır. Bazı ihtilaflar uzun yıllar sürebilir. Bu nedenle aceleci olmamak, haklı olunan konularda ısrar etmek gereklidir.
Uluslararası ilişkilerde en geçerli yöntem müzakeredir. Devletlerin temsilcileri bir araya gelerek mevcut sorunları tartışır, ülkelerinin çıkarlarının örtüştüğü noktaları saptayıp anlaşmaya varmaya çalışırlar. Dışarıdan sanıldığının aksine, özellikle önemli ulusal çıkarların söz konusu olduğu konularda görüşmeler çok sert geçer ve hatta bazen silahsız savaşı andırır. Diplomatların kendilerine özgü bir dilleri vardır. Örneğin “çok açık ve samimi bir görüşme oldu” denilmişse, bu genelde ciddi görüş ayrılıklarının bulunduğunu gösterir. “Görüşlerinizi ilginç buldum” denmesi aslında dinlenilen fikirlerin saçma olduğunu anlatan bir ifadedir. Ayrıca diplomatik temaslarda görüntü aldatıcı olabilir. Karşıt fikirleri savunan ve hiç anlaşamayan taraflar bile objektiflere gülümseyerek poz verirler. Ancak bu gülen yüzlere bakarak işlerin iyi gittiğini düşünmek hatalı olur. Dış politikada görüntülere aldanmamak gerekir.
Diplomatik müzakereler bir anlamda devletler arasındaki pazarlıklardır. Bir ülke içerisindeki anlaşmazlıklar hukuk yoluyla çözümlenebilir. Ama iki egemen devlet arasındaki sorunlar iç hukuktaki gibi bağlayıcı olan bir hukuk sistemiyle çözülmez. Bu nedenle uluslararası sorunlar ender olarak hukuk yoluyla çözülür, daha çok müzakere yoluyla tatlıya bağlanır ya da bağlanamaz. Devletler bazı durumlarda müzakerelere başlamamayı da tercih edebilirler. Bu da bir taktiktir. Müzakerelerden avantajlı çıkacağını düşünen taraf, genelde masaya oturmaya daha isteklidir. Müzakerelerde güçlü hisseden taraf genelde ödün vermeye yanaşmaz. Bu yüzden müzakereler çok uzun zaman alabilir. Karşı tarafa müzakere teklifinde bulunmak her zaman çözüme ulaşılmasını istemek anlamına gelmez. Bazen gerginliği azaltmak ve tansiyonu düşürmek için de böyle bir yola gidilebilir. Müzakerelerde tarafların eşit olması önemlidir.
Devletler arasındaki müzakerelerin büyük çoğunluğu kapalı kapılar ardında cereyan eder. Bu diplomasinin tabiatının bir gereğidir. Yüzyıllar boyunca uluslararası ilişkiler gizlilik içinde yürütülmüştür. Bu nedenle “sessiz diplomasi” dediğimiz diplomasi türü 19. ve 20. yüzyılın başlarında çok yaygındır. Büyük devletler güç dengelerini sessiz diplomasi ile belirlerdi. Dünya Savaşları öncesi ve sürecinde birçok böyle sessiz diplomasi sonucu oluşmuş gizli anlaşmaların olduğu daha sonraları ortaya çıkmıştır. Günümüzde de eskisinde olduğu şekilde olmasa da liderlerin kişisel iletişimleri vasıtasıyla bir sessiz diplomasinin olduğu söylenebilir. Diplomasi gülümseyen yüzler, nazik sözler ve kapalı kapıların ardında bir nevi silahsız savaştır. Masa başında dahi ciddi gerginlikler yaşanabilir. Türkiye’nin Lozan Antlaşması koşullarını kabul ettirmesi İsmet Paşa’nın inatçı yapısı sayesinde gerçekleşmiş çok önemli bir diplomatik zaferdir. (1)

 Diplomasi aynı zamanda, askeri güç kullanımı barındırmayan, devletler arasındaki en iyi iletişim yoludur. Uluslararası örgütlerin, güçler dengesi sağlama niteliği bakımından diplomasinin en kullanışlı aracı olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden diplomasi; düzeni, güçler dengesini sağlama ve koruma, ulus devletler arasındaki ilişkileri sağlamlaştırma konularında oldukça önemlidir. Eğer ülkeler arasında savaş ya da bir askeri harekât yoksa orada diplomasi etkili demektir, yani savaşlardan veya askeri harekâtlardan kaçınmak için diplomasi oldukça önemlidir.
Realistlere göre, bu bağlamda, özellikle devletler arasındaki çıkarlar ve ekonomik ilişkiler göz önünde bulundurulmalıdır, çünkü bu çıkarlar ve ekonomik ilişkiler diplomasi pratiğini kolaylaştırır. Daha önce de bahsettiğim gibi diplomasi bir sanat ve bilimdir, bu yüzden de diplomasi uygulayıcıları olan diplomatların da yetenekli ve zeki olmaları, kendi ülkelerinin dış politikalarını şekillendirebilmek için ise gerekli bilgi birikimine sahip olmaları gerekir. Diplomatlar bütün ülkelerin kültürlerini, ekonomilerini ve politikalarını iyi gözlemlemelidir. Bu yazımda, diplomasinin fonksiyonlarından yola çıkarak etkili bir diplomasinin ve yetenekli bir diplomatın ülke politikaları üzerindeki olumlu etkilerinden bahsetmek istiyorum.
Diplomasinin ilk ve en önemli fonksiyonu, devletler arasındaki müzakereler/görüşmelerdir. “İki temsilci arasındaki görüşmeler diplomasinin temel bileşenidir, çünkü temsilciler bunu yaparak ortak ilgi alanları bulurlar.” Yukarıda da bahsettiğim gibi, çıkarlar-ilgi alanları- , devletlerin diplomasiyi kullanarak aralarındaki sorunlara çözüm bulmaları konusunda önemlidir. Bu yöntem, savaş yoluyla çözüm bulmaktan daha güvenli ve basittir.
Diplomasinin ikinci fonksiyonu “devletler hakkında bilgi toplanılması ve devletlerin dış politika hedefleri hakkında değerlendirmede bulunulmasıdır.” Daha önce de bahsettiğim gibi diplomatlar ülkeleri ekonomik, politik ve kültürel açıdan çok iyi gözlemlemelidir. Yaptıkları bu gözlemleri kullanarak bilgi toplamalı, daha sonra ise bu bilgileri kullanarak analiz ve sentezler yapmalı ve gerektiğinde kendi ülkesinin dış politikasına müdahale etmelidir. 18. yy ve 19. yy da, dönemin güçlü devletleri Britanya, Fransa ve Rusya, Osmanlı Devleti’nde çeşitli elçilikler açarak Osmanlı Devleti’ndeki azınlıklar hakkında bilgi toplamışlar ve bu bilgileri Osmanlı Devleti’ni zayıflatmak amacıyla azınlıkları kışkırtarak kullanmışlardır. Azınlıklar bağımsızlıklarını kazandığına göre, diplomasinin bu fonksiyonu da işler haldedir.
Diplomasinin üçüncü fonksiyonu iki ülke arasındaki politik, ekonomik ve kültürel bağların artırılması, sağlamlaştırılmasıdır. Diplomasinin bu fonksiyonu ile devletler savaşlardan ya da askeri harekâtlardan kaçınırlar, çünkü ekonomik çıkarlar devletler için önemlidir ve dış politika alanında karar alıcılar, dış politikalarını askeri kapasitelerine göre değil; ekonomik çıkarlarına göre oluştururlar.
Diplomasinin dördüncü ve son fonksiyonu ise “diplomasinin uluslararası hukukun uygulanması konusundaki kolaylaştırıcı rolüdür.” Uluslararası hukuk, uluslararası sistemdeki dengeyi ve düzeni sağlayıcı kurallar bütünü, devletler için denetleme ve dengeleme mekanizmasıdır. Yani devletler diplomasi aracını kullanarak –başka devletleri gözlemleyerek davranışlarının yasal ya da yasal olmadığını tespit eder- uluslararası hukukun uygulamalarını denetler.
Diplomasi, savaşları ve askeri harekâtları önler, fakat devletlerin askeri imkân ve kabiliyetleri de diplomasinin işleyişi konusunda etkilidir. Şöyle ki bir devletin güçlü ve teknolojik askeri yapısı, diğer devletler için tehdit oluşturur. Devletler diplomasiyi kullanırken, aynı zamanda başka devletlere blöf yapmak amacıyla kendi askeri yapılarıyla da gösteriş yaparlar, bu hamle, askeri yapısı güçlü olan devleti bir adım öne geçirir. Bu konuda söylenildiği gibi: “Askeri güç olmadan uygulanan diplomasi, enstrüman olmadan yapılan müziğe benzer.” (2)

(1) http://ydemokrat.blogspot.de/2011/09/diplomasinin-gercek-yuzu.html
(2)http://akademikperspektif.com/2014/12/08/uluslararasi-iliskilerde-diplomasi-etkisi/

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Milli Mücadelenin Nirengi Noktası: ERZURUM





   


Anadolu'da Milli Mücadele birliğinin kurulmasının ikinci adımı Erzurum Kongresi ile atılmıştır. 

Amasya Genelgesi'nden sonra İstanbul ve askerlikle ilişkisi kesilen Mustafa Kemal'e, başta Kâzım Karabekir olmak üzere Anadolu'daki komutan ve mülki amirlerin büyük bir çoğunluğu verdikleri desteği sürdürmüşlerdir.

Amasya Genelgesi'nde yer aldığı gibi, Mustafa Kemal bu dönemde milli bir Kongre toplayarak, milli mücadele ile ilgili tüm faaliyetleri birleştirmeyi planlıyordu. Kâzım Karabekir ise milli bir Kongreden önce Doğu illeri için bölgesel bir Kongre toplanmasının faydalı olacağı görüşündeydi.

Mustafa Kemal yerel bir Kongreye karşı olmasına rağmen, Kâzım Karabekir ve Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin ısrarları karşısında bir Kongre toplanmasını ve Kongreye katılmayı kabul etmiştir.

Kongre, 10 Temmuz'da toplanması kararlaştırılmış olmasına rağmen; 23 Temmuz'da bir okul salonunda 56 delege ile çalışmalarına başlamıştır. Mustafa Kemal'in davetli olarak katıldığı bu Kongreye asil üye olabilmesi için, Erzurum delegesi Cevat Dursunoğlu istifa ederek, kendi yerine Mustafa Kemal'in seçilmesini sağlamıştır.

Mustafa Kemal’in başkan seçildiği Kongre milli bir hâl almış, umumi değerlendirmeler yapılmış ve doğu illerinin durumu görüşülmüş, Milli Mücadelenin temelleri açısından önemli kararlar alınmıştır.

Erzurum Kongresi, bölgesel müdafaa cemiyetlerinin katılımıyla 21 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum'da toplanan bölgesel nitelikli bir kongredir. Erzurum Kongresi’ne çoğunluğu İtilaf devletleri tarafından işgal edilmiş olan 5 doğu ili Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis ve Van'dan gelen 62 delege katılmıştır.

İki hafta süren Erzurum Kongresi'nde alınan kararlar, Türk milletinin kurtuluş mücadelesinde izlenen yolda önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Erzurum Kongresi'ni geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden olan Hoca Raif Efendi açmış ve yoklamanın ardından yapılan oylamayla Mustafa Kemal Paşa kongrenin başkanlığına seçilmiştir.

İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti kongrenin Erzurum’da toplanmasını engellemek için çeşitli girişimlerde bulunmuşlarsa da amaçlarına ulaşamamışlardır. Çünkü İstanbul Hükümeti artık Anadolu'da sözünü dinletecek resmi bir görevli bulamamaktadır. Bu da, İstanbul Hükümeti ile Türk milletinin düşüncelerinin çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır.

Erzurum Kongresinde alınan kararlar şu şekildedir:

Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz.
Her türlü yabancı işgaline ve müdahalesine karşı millet hep birlikte direniş ve savunmaya geçecektir.

İstanbul Hükûmeti vatanın bağımsızlığını sağlayamazsa geçici bir hükûmet kurulacaktır. Bu hükûmet milli kongre tarafından seçilecektir. Kongre toplanmamış ise, bu seçimi Temsilciler Kurulu yapacaktır.

Kuva-yi Milliye'yi etkili, milli iradeyi hâkim kılmak esastır.
Azınlıklara siyasi hâkimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez. Ancak bu vatandaşların canları, malları ve ırzları her türlü saldırıdan korunacaktır.

Manda ve himaye kabul olunamaz.
Milli irade ve toplanan ulusal güçler padişahlık ve halifelik makamını kurtaracaktır.

Mebuslar Meclisi'nin derhal toplanmasına ve hükûmetin yaptığı işlerin milletçe kontrolüne çalışılacaktır.
Sömürgecilik amacı taşımayan devletlerden teknik, sanayi ve ekonomik yardım kabul edilebilir.

Erzurum Kongresi'nin alınan kararlar bakımından birçok özelliği bulunmaktadır
 fakat bunların en önemlilerinden biri manda ve himayenin kesin bir şekilde reddedilerek ilk kez ulusal egemenliğin koşulsuz olarak gerçekleştirilmesine karar verilmesi olmuştur. Ayrıca, Erzurum Kongresi’nde ilk kez milli sınırlardan bahsedilmiş ve Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı anda Türk vatanı olan topraklarının parçalanamayacağı net bir dille açıklanmıştır.

Erzurum Kongresi, toplanma şekli bakımından bölgesel nitelikli bir kongre olmasına karşın aldığı kararlar bakımından milli bir kongredir. Bu bakımdan da Erzurum Kongresi, Sivas Kongresinin de bir ön hazırlığı niteliğini taşımaktadır.

Kongrede İlk defa bir geçici hükümetin kurulacağından bahsedilmiştir. Başkanlığını Mustafa Kemal'in yaptığı dokuz kişilik bir Temsil Heyeti oluşturulmuştur. TBMM’nin açılmasına kadar görevine devam eden Temsil Heyeti, çalışmalarını bir hükümet gibi sürdürmüştür.

Erzurum Kongresinin bir diğer önemi de Batı Anadolu'da Yunan kuvvetlerine karşı zor bir mücadele içinde olan Kuvayi Milliye’ye büyük moral vermesi olmuştur.

Kurtuluş savaşı artık fiilen başlamıştır...



7 Temmuz 2016 Perşembe

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN YENİ GÜNDEMİ - Prof. Dr. Anıl CECEN


Bugün  gelinen aşamada Türkiye’nin ana  gündemi  Atatürkçülüğün tasfiye edilme girişimleridir . Atatürkçülüğün gündemi ise  Atatürk’ün kurmuş olduğu  laik,demokratik,ulusal,üniter ve merkezi  Türkiye cumhuriyeti  devletinin korunmasıdır . Bu görünüm Türkiye ile Atatürkçülüğün nasıl birbiri içine girdiğini ve her aşamada  birlikte ele alınmaları gerektiğini açıkça  ortaya koymaktadır .Türk devletinin kurucu önderi olan Atatürk ,Ulusal kurtuluş savaşını birlikte  yönettiği siyasal kadro ile , Türk ulusunun istekleri doğrultusunda bir devlet modeli ortaya koyarken , yeryüzündeki hiçbir siyasal gelişmeyi taklit etmemişler ama  o dönemin koşullarında tarih sahnesinden silinmek istenen bir ulusun yeniden doğuşunu hazırlayarak , çok uluslu bir imparatorluk sonrasında  ,çağdaş ve modern bir ulus devleti dünyanın merkezi topraklarında  kurarak geleceğe dönük önemli bir adım atmışlardır . Bir anlamda , Türkiye kurucusunun eseri olarak Atatürkiye olarak da tanımlanabilmektedir . Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti ile bu devletin kurucusu olan Atatürk’ü birbirinden ayırmak ya da ayrı düşünmek mümkün değildir . Tarihin dönemeç noktasında imparatorluktan ulus devlete geçerken , Türk ulusu tarihsel bir öndere sahip olmuş ve Atatürk bu konumu ile, çağdaş bir devlet olarak Türkiye’nin  devlet modelini  kendi elleriyle oluşturmuştur .
Bütünüyle Atatürk  ve kurtuluş savaşı öncüsü milli kadronun eseri olan Türk devleti , içinde bulunulan küresel emperyalizm döneminde diğer ulus devletler gibi zorlanmakta , ulus devletler uluslararası kapitalist sistem tarafından tasfiye edilirken, Türkiye cumhuriyetinde  Atatürk ve eserleri ortadan kaldırılmaktadır . Öncelikle bir çok yerden Atatürk isminin silindiği haberleri gelmektedir . Atatürk ve ulusal kurtuluş savaşının öncü kadrosunda yer alan Kuvayı Milliyecilerin meydanlarda,cadde ve sokaklardaki isimlerinin başka isimlerle değiştirildiği göze çarpmaktadır . Başkent Ankara’nın kuruluş yıllarında uzun süre valiliğini yapan  Nevzat Tandoğan’ın isminin , onun adını taşıyan meydandan silinmesi bu açıdan  öne çıkan en önemli girişimdir . Cumhuriyeti kuran kadroların isimleri ve eserleri yavaş yavaş gözler önünden kaldırılırken  , Atatürk’ten uzaklaşan ya da Atatürksüz  bir yeni siyasal rejime doğru yol alınmaktadır . Bir çok okulun ya da resmi  kurumların isimleri değiştirilirken , kuruluş döneminden kalan birikimin ya da yansımaların tarih sahnesinden silinmesine ağırlık verilmektedir . Bir anlamda Atatürk döneminden gelen yansımaların bugünün Türkiye’sinden sürüp gitmesine izin verilmemekte , var olan emperyal  güçlerin plan ve programları doğrultusunda , Türkiye Cumhuriyeti bir yerlere doğru yönlendirilerek resmen başka bir siyasal yapılanmaya doğru dönüştürülmektedir . Bu doğrultuda  , cumhuriyetin önemli günlerindeki resmi bayramların  artık eskisi gibi kutlanmaması ama Osmanlı tarihinin önemli günlerinin öne çıkartılarak kutlanması da ,Osmanlı dönemine geri dönüşün bir simgesi olarak  görülmektedir .  Atatürkçülüğün yerini Yeni Osmanlıcılık alırken  , Türk toplumunda karşılığı olmayan bir Osmanlıcılığın oluşturulmaya çalışıldığı  giderek  netlik kazanmaktadır . Halen var olan anayasaya göre  , Türkiye cumhuriyeti devleti varlığını koruduğuna göre , fiili durum ile resmi durumu  karşı karşıya getirerek genel  bir değerlendirmenin yapılması gerekmektedir . Yılların birikimi doğrultusunda  ortaya çıkan yeni durumların anayasa ve yasalar ile çelişkili bir duruma gelmesi  ,yeni anayasa arayışlarını öne çıkarırken , Türksüz,Atatürksüz ve  başında cumhuriyetin genel ilkelerinin bulunmadığı yeni bir anayasanın istendiğini, artık  inkar edilemez bir biçimde herkes görmekte ve bu durum  toplum içinde geleceğe dönük bir biçimde  yeni tartışmalara yol açmaktadır .
Soğuk savaş sonrası dönemin  önde gelen siyasal projeleri gündeme getirildiği için ve dış destekler aracılığı ile bunlar  Türkiye’de gerçekleştirilmeye  çalışıldığından Atatürk ile Türkiye arasındaki mesafe her geçen gün daha fazla açılmaktadır . Türkiye; Atatürk’ün Türkiye’si olmaktan uzaklaştırılırken ,Atatürk  tarihin derinliklerine gömülerek  Türk toplumunun günlük yaşamındaki tarihsel etkisine giderek son verilmektedir . Atatürk ve Atatürkçülük karşıtlığı eskisi gibi açıktan ve sert bir çizgide yapılmazken , dolaylı yollardan ve sessiz bir biçimde , Türkiye’nin Atatürk’ten uzaklaştırıldığı son zamanlarda daha fazla göze çarpmaktadır . Atatürk’ü Fatih ya da  Selçuk bey gibi tarihi bir figür olmaya doğru sürükleyen  anti-Atatürkçü çevreler  ve emperyalizmin borazanı olarak yayın yapanlar   , Türk ulusunun halen çatısı altında varlığını sürdürdüğü  Türk devleti gerçekliğini görmezden gelebilmektedirler . Halen var olan cumhuriyet devleti  sürdüğü için Atatürk yalnızca tarihsel değil ama aynı zamanda güncel bir önderdir . Bir yanda Atatürk’ün kurmuş olduğu cumhuriyet devleti devam ederken , diğer yandan batının emperyalist devletlerinin  merkezi coğrafyaya  egemen olma planları doğrultusunda , Atatürk ya da ulus devlet sonrasında geçerli olması düşünülen  projeler siyasal güçler tarafından sürekli olarak gündeme taşınmaktadır . Türk devleti bitmiş ya da yok olmuş gibi hareketler giderek artarken , bir yandan da halen geçerli olan 1982 anayasasının hükümleri doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti devleti varlığını sürdürerek yoluna devam etmektedir . Tarihin önemli bir dönemecinde Türk devleti ve Türk ulusu böylesine çelişkili bir duruma sürüklenerek içinden kolay kolay çıkılamayacak bir açmazın içine düşürülmüşlerdir .Bir bilim adamı ,bu durum için Türkiye’ Cumhuriyetinin hem yıkıldığını hem de yıkılmayarak yoluna devam ettiğini söyleyerek ,  bu çelişkili durum ile birlikte tarihsel çıkmazı açıkça ortaya koymuştur .
Birinci Dünya Savaşı sonrasında bütün imparatorluklar yıkılırken, Osmanlı imparatorluğu da bu süreçten payını alarak tarih sahnesinden çekilmek zorunda  kalmıştır. İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken , Türk ulusu  daha önceki kurmuş olduğu imparatorluk tipi devleti geride bırakarak çağdaş anlamda modern bir ulus devlet kurarak, merkezi alandaki varlığını sürdürmeye devam etmiştir . Türkler bütün dünya ile beraber ulus devlet çağına geçerken , en modern anlamda bir ulus devleti dünyanın merkezinde tarih sahnesine çıkarmasını bilmişlerdir . Bu nedenle  Osmanlı sonrası dönem için öne çıkarılan  hegemonya planlarının hiç birisi geçerlilik kazanamamış  ve  bu durumdan yararlanan Atatürk önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşı kadrosu , Anadolu’daki kongrelerden aldıkları güç ile , Atatürk’ün zihninde ulusal  bir sır olarak sakladığı çağdaş cumhuriyet  devletini büyük bir başarı ile kurmasını bilmişlerdir . Düveli Muazzama denilen dünyanın en büyük  ordularına karşı savaşarak elde edilen zafer , modern bir ulus devletin kurulmasıyla birlikte  geçerlik kazanmıştır . Bugün küreselleşme aşamasında , yüz yıl önce kurulamayan emperyal düzenin Orta Doğu bölgesindeki ülkeler üzerinde kurulmaya çalışıldığı görülmektedir . Ulus devletler çağında , merkezi alanda  emperyalist düzen kurma peşinde koşan batının büyük devletleri  , geçen yüzyılın başlarında gerçekleştiremedikleri çıkar düzenini , küreselleşmenin getirdiği yeni koşullardan yararlanarak  elde etmeye çalışmaktadırlar . Dünyayı beş yüzyıl sömürmüş olan batılı emperyalistler yeni dönemde merkezi bir imparatorluk peşinde koşarlarken  , Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş olan merkezi devletlerin tamamını hedef tahtasına oturtarak bunların dağılmaya giden yolda çökertilmesine   çaba göstermişlerdir . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra  merkezi alana gelen Amerikan ordusunun bölgesel hegemonya düzenine yöneldiği aşamada , hem Atatürk Türkiye’sini hem de Türkiye’nin kurucu önderi olarak Atatürk’ü hedef haline getirdikleri anlaşılmaktadır . Dün bazı nedenlerden dolayı Atatürk’ü destekleyen ve onun devrimlerini olumlu bulan batılı güçlerin yeni dönemde Atatürk’ü  kötülemeye başladıkları  ve bu doğrultuda Atatürk cumhuriyetinin ortadan kaldırılması için açıktan harekete geçtikleri artık iyice belli olmuştur .
Avrupa ve Amerika kıtalarına sığamayan batılı emperyalist devletler yanlarına Siyonist İsrail devletini de alarak , yer yüzü kıtalarını yeniden fethetmeye yönelmişler ve bu doğrultuda birbiri ardı sıra bir çok ülkede açık işgal eylemlerine kalkışmışlardır . Dışa açılma , ekonomik yoldan entegrasyon ya da uluslararası oluşumlar doğrultusunda dünya ülkelerinin yönetim insiyatifini ellerine geçiremeyen emperyal güçler , açık işgal eylemlerine kalkışarak bütün dünya ülkelerine yönelik yeni bir sömürgeleştirme eylemini ,kararlı ve ısrarcı bir yaklaşım doğrultusunda  gerçekleştirebilmenin arayışı içine girmişlerdir . Bu doğrultuda dünya haritasında yer alan bütün devletler emperyalist  güçlerin ana hedefi konumuna gelmişlerdir . Bir yandan ulus devletlere karşı savaş açarlarken ,diğer yandan da  dünyanın ortasındaki geniş alan olarak Avrasya bölgesini yeniden fethetme girişimlerine kalkışmışlardır . Bu iki süreç merkezi alanda gelip Türkiye Cumhuriyetinin başına iş açmakta ve Türk devletinin  kurucu önderi Atatürk’ten uzaklaştırılması  gibi olumsuz bir durum ,Türk iç siyasetinin ana belirleyici  unsuru konumuna gelmektedir . Ulus devlet istemeyenler Türklerin ulus devletini ortadan kaldırmaya çaba gösterirken , merkezi coğrafya fethine kalkışanlar da , bu alanın tam ortasında yer alan  çağdaş cumhuriyet modelinin kurucusu olan Atatürk’ü tarih sahnesinden  kaldırmaya çalışmaktadırlar . Bu durumda ,Türkiye’nin ana gündem maddesi  kurucu önderden uzaklaştırılma çizgisinde bir Atatürksüzleştirme olgusudur .Atatürk’ün tarih sahnesinden silineceği bir aşamada ise onun eseri olan Türkiye Cumhuriyetinden söz edebilmek mümkün olamayacaktır . Yüz yıl önce  başarılamayan böyle bir sonuç, Türk devleti ile birlikte Türk ulusunu da  bugünkü yaşam alanından uzaklaştırarak yepyeni bir dünya yapılanmasını gündeme getirecektir . Bugünkü Atatürkçülüğün gündeminde bu yüzden , tarih sahnesinden silinme gibi bir olumsuz  durum  öncelikli olarak vardır .
On beş yıl önce  yeni döneme girerken , ortaya çıkan 28 Şubat olayı ile  Türkiye yeni bir askeri müdahale durumu ile karşı karşıya getirilmiştir . Batı emperyalizmine ve İsrail siyonizmine   karşıt çizgide bir siyasal iktidar ,tam tek başına iktidara geleceğe sırada bir dış müdahale olmuş  ve askeri bir baskı ile  bir hükümet düşürülerek , anti emperyalist bir İslamcı parti iktidardan indirilmiştir . Daha önceki askeri müdahalelerde olduğu gibi gene Atatürk’ü referans alan bir askeri müdahale  ,Türk devletini eskisinden daha fazla bir biçimde  batılı emperyal  senaryolara sürükleyerek, bir çok siyasal oyuna ülkeyi sürüklemiştir . Soğuk savaşın son elli yılında birbiri ardı sıra batılı emperyal devletlerin desteği ile gündeme gelen askeri müdahalelerin hepsi ,Atatürkçülük adına geldiği için Türk halkının önemli bir kesimi bu yüzden Atatürk’e karşıt bir çizgiye doğru sürüklenmiştir . Büyük çoğunluğu Müslüman olan Türk halkına tepeden inme darbeler Atatürkçülük görünümü ile  gelince ,bu askeri müdahalelerden rahatsız olan toplum kesimleri darbe karşıtlığı  ile birlikte yavaş yavaş Atatürk karşıtlığına da  yönlendirilmişlerdir . Küresel emperyalizm sivil toplumculuk adına her ülkenin toplumunu kendi devletine karşı düşman yaparken , Türk devletinin kurucusu Atatürk’e karşıt bir hareket de  sivil toplumculuk adına liberal toplum kesimleri tarafından örgütlenmiş ve dinci çevreler ile işbirliği yapılarak , Türk halkının önemli bir kesiminin Atatürk karşıtı bir çizgiye doğru  kaydırılması dış destekler sayesinde başarılmıştır . Soğuk savaş dengelerinde Sovyetler Birliğine karşı izlenen batı politikalarının Türkiye üzerinden merkezi alana yönlendirilmesi , zaman zaman askeri müdahaleleri zorunlu kılmış ve , böylesine bir batı hegemonyası sürecinde askeri darbeleri batılı çevreler Atatürk ve Atatürkçülük adına örgütlemişlerdir . Türk ulusunun içinden çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri Türk halkının gözbebeği iken  , Nato üzerinden  kotarılan batı hegemonyası çizgisindeki  askeri müdahaleler ,Atatürk adı kullanılarak ve  Atatürkçülük  kisvesi altında uygulama alanına getirilince , Türk halkında ciddi bir Atatürk karşıtlığı yaratılmıştır . Yarım yüzyılın yaşanan olayları bu doğrultuda kamuoyunda ciddi bir bilinçlenme yarattığı için artık hiç kimsenin Türk Silahlı Kuvvetlerinden Atatürk adına darbe  beklememesi  gerekmektedir .
Bütün darbe kararları  batılı merkezlerde alındığı için  Türk ulusu batılı ülkelerin çıkar düzeninden fazlasıyla rahatsız olmuş ve bu durumda  , darbecilerin Atatürk’ü kullanmasına  karşı halkta önemli bir tepki meydana gelmiştir . Ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerinin , dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş bir biçimde  yargılanması  gene batılı güçlerin senaryoları doğrultusunda gerçekleştirilince  , ordu tabanında ve halk kitlelerinde  yeni bir bilinçlenme dalgası gerçekleşmiş ve bunun sonucunda artık batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda hiçbir zaman bir darbenin yapılamayacağı  çizgisinde ,Türk kamuoyunda genel bir düşünce oluşmuştur . Sovyetler Birliği zamanında var olan demirperdenin kalkmasından sonra Türkiye’nin bağımsız bir Avrasya politikasına yönelmesi yüzünden ,  batılı emperyalistler Türkiye’nin önünü kesmek üzere  uydurma dava senaryoları ile Türk ordusunun üst düzey subaylarını içeri atarak yargının karşısına çıkarmışlardır . Ayrıca Orta Doğu’da  yeni bir imparatorluk peşinde koşan Siyonist İsrail devleti de, merkezi alana egemen olabilmek için bir Türkiye-İran savaşı senaryosu  gerçekleştirmeye çalışmış ve bu doğrultuda İslamcı İran’a karşı  laik Türkiye Cumhuriyetinin savaşması doğrultusunda bir cunta hareketini gene Atatürkçülük adına desteklemeye başlayınca  , Türkiye siyasetini Ergenekon dönemine kadar gerilere götüren bir tartışmalı dönem gündeme gelmiştir . Son dönemdeki gelişmelere bakıldığında ,artık Türk ordusunun batıdan gelen hiçbir emperyal senaryo doğrultusunda müdahaleye zorlanamayacağı anlaşılmaktadır . Soğuk savaş döneminde batı dünyasının güvenliği için büyük yüklere ve sorumluluklara  yönlendirilen  Türk Silahli Kuvvetlerinin , kurucu önder Atatürk’ün izinden giderek artık antiemperyalist bir çizgide hareket edeceği ortaya çıkmıştır . Bu nedenle , Atatürkçülüğün yeni gündemindeki birinci madde hiçbir darbe ya da cunta hareketine alet olmamaktır .
Atatürkçülüğün yeni gündemindeki ikinci madde ise , bu kavramın değişen dünya ve ortaya çıkan yeni koşullar doğrultusunda yeniden ele alınarak , Atatürk ilkeleri doğrultusunda genel ve bütünleştirici bir yoruma kavuşturulmasıdır . Sadece giyim ve kuşama önem veren  gardrop Atatürkçülüğü ile  yalnızca resmi günlerde dile getirilen tören Atatürkçülüğü uygulamaları da ,Türk halkını Atatürk’ten uzaklaştırmıştır . Gardrop Atatürkçülüğü sadece dış görünüme önem verirken , bu kavramın içeriğinden hiç söz edilmemesi, hatta daha da ileri gidilerek bu kavrama gizli anlamlar verilmesi gibi emperyalizm işbirlikçiliği girişimleri de  ülkede Atatürkçülüğün etkisini yitirmesine ve bu doğrultuda halk kitlelerinin Atatürk’ten uzaklaşmasına yol açmıştır . Batı tipi giyimi esas alan Atatürkçü yaklaşıma ,muhafazakar kesimlerin karşı çıkması ve uzun yıllar giyim konusunun  ön planda yer alması gibi bir  siyasal süreç içerisinde,  İslamcı hareketler güçlenerek iktidara gelince , gardrop Atatürkçülüğü ile hiçbir yere gidilemeyeceği açıkça görülmüştür . Türk halkını bir dış görünüm sorunu olan giyim konuları ile yıllarca tartıştıran ve bu yüzden toplumda ciddi bir kutuplaşmanın ortaya çıkmasına yol açan  emperyalizm  ,çeşitli   yönlendirmeler aracılığı ile   Türk halkının zihninde antiemperyalist bilinci önleyebilme doğrultusunda  önemli başarılar sağlayarak , Türkiye’nin bağımsızlığına büyük gölgeler düşürmüştür . Atatürkçü görünen ama gerçekte Atatürkçülüğü kendi özel düzenleri doğrultusunda kullanan  önemli  çıkar merkezlerinin yönlendirmesiyle öne çıkan tören Atatürkçülüğü de , tıpkı gardrop Atatürkçülüğü gibi  , biçimsel bir Atatürkçülük tartışmasına  meydan vermiştir .Sadece resmi bayram günlerinde Atatürk’ü hatırlayan ve bu gibi  törenlerde  edebiyat yaparak Atatürkçülük söylevleri çekenlerin gerçek yaşamda bütünüyle Atatürkçülüğe ters düşen  hareketlerde bulundukları ve Atatürk karşıtı çevreler ile ortak bir yaşam ve dayanışma içinde oldukları da zamanla ortaya çıkan gerçekler olmuştur . Atatürkçülüğü dış görünüme ve göstermelik törenlere bağlayan sahte Atatürkçülerin , Atatürk ve ilkelerine en fazla zarar veren insanlar olduğu  görülmüştür . Halk kitlelerini aldatmak üzere yapılan bu şekilcilik  Atatürkçülüğe ve Atatürk ilkelerine  büyük zararlar vermiştir .Biçimsel  tören ve gardrop Atatürkçülüğü bu yüzden acilen önlenmelidir .
Atatürkçülüğün üçüncü gündem maddesi bugünkü koşullarda yeniden ele alınarak  gerçekçi bir yorumunun yapılmasıdır . Batılı gizli servislerin Batı bloku ile yaşanan olaylarda ters düşen Türkiye’yi ,yeniden batı emperyalizminin kucağına oturtma doğrultusunda bir Neo-Kemalizm , Türk ulusu ya da Türk devleti açılarından kabül edilemeyecek bir uluslararası senaryodur . Küresel dönemin başlangıcından bu yana Türkiye’yi sürekli olarak bulunduğu coğrafya da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışan batı emperyalizmi yüzünden ,Türk devleti batılı müttefiklerine güvenemez bir  duruma gelmiştir . Siyonizm bölgeye yerleşirken Türkiye komşuları ile karşı karşıya getirilmiş , küresel sermaye merkezi alana sahip çıkmaya çalışırken , Türkiye batılı ülkelerin bölgeye dönük senaryolarında taşeron ülke olarak kullanılmaya çalışılmıştır . Türkiye Atatürkçülük adına batı blokunun baskıları altında tutulurken,  Atatürk’ün  dünyada ve ülkede barış ilkesi   çiğnenmiştir . ABD Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda  bölgeye büyük baskılar uygularken , İsrail ise Büyük İsrail projesi doğrultusunda terör ve savaşı bütün bölge ülkelerine taşırken ,  Türkiye yavaş yavaş Atatürk’ün barış politikasından uzaklaştırılmıştır . Kutsal kitaplara dayandırılan üçüncü dünya savaşı senaryolarına gerçeklik kazandıracak  düzeydeki siyasal senaryolar, emperyal güçler tarafından bölgeye taşındıkça , siyasal gerçekler ters yüz edilerek bölge karıştırılmaya çalışılmıştır . Böylesine bir kaos ortamında , Türkiye’nin gerçek gündemi görülemediği gibi , Atatürkçülüğün bugünün ortamında ne anlama geldiği sorusu yanıtsız kalmıştır . Bölgede her şey yıkılırken , gerçekler ters yüz edilirken , Atatürkçülüğün bugün ne anlama geldiği sorusu  bir türlü yanıtlanamamıştır . Bu nedenle , Atatürkçülüğün antiemperyalist içeriği bugünün kuşaklarına  tam olarak aktarılamamıştır .
Türk devletinin kurucu düşünce sistemi olan Atatürkçülük, gerçek boyutları ile araştırılırken  konunun bilimsel açıdan ele alınmasına dikkat edilmelidir . Atatürkçülük sadece bir ideoloji olarak ele alındığı zaman diğer ideolojiler ile aynı durumu düşürülmekte ve modası geçmiş   ideolojilere benzetilerek  onlarla aynı düzeyde  geçersiz kılınmaya çalışılmaktadır . Kapitalizme karşı çıkan sosyalizm ,kapitalist sistemin gelişmesiyle geçersiz kalabilir ama tıpkı İsrail’i bir milli devlet olarak var eden Siyonizm gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de bir milli devlet olarak var eden Kemalizm’de  var ettiği Türk devleti ile birlikte yaşamaya devam edebilir . Bu açıdan Kemalizm’i sosyalizm ile değil ama Siyonizm ile karşılaştırmak daha gerçekçi bir sonuca varılmasını sağlayacaktır . Yahudiler kendi ulus devletlerini Siyonizm sayesinde kurdularsa ,Türkler de  Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini Kemalizm sayesinde  kurmuşlardır . Bu çerçevede Sovyetler Birliğinin çöküşü nasıl İsrail’in yıkılmasına neden olmuyorsa , Türkiye’nin dağılmasına da neden olamayacaktır  ,çünkü   Türkiye hiçbir zaman bir sosyalist devlet olmamıştır .Uluslararası kapitalist sistem sosyalist bloku yıktıktan sonra , ulus devletlerin tasfiyesi aşamasına gelmiştir ama bu doğrultuda sosyalist sistemin yıkılmasındaki başarılı sonuçları elde edememiştir . Böylesine bir karşılaştırma ,Türk kamuoyunda  yapılamadığı için  Atatürkçülük ile gerçek durumun belirginlik kazanması sağlanamamıştır . Atatürkçülük Kemalizm boyutunda diğer ideolojiler ile birlikte ele alınarak değerlendirilebilir .Ne var ki , Atatürkçülük sadece bir ideoloji değil ama  aynı zamanda , Türkiye Cumhuriyetinin kurucu  düşünce  sistemi olarak da görüldüğü zaman konu ideolojik değerlendirmelerin ötesinde bilimsel boyutlar da kazanmaktadır . Bilimsel Atatürkçülük  , Atatürk kurumunun anayasal  misyonu olduğu kadar aynı zamanda  Atatürkçü bilim adamlarının da  görevidir . Atatürkçülük Atatürk ilkelerine dayanan bir düşünce sistemi  olarak , Türkiye Cumhuriyeti devlet modelinin de yaratıcısı olduğu için , öncelikle bilimsel açılardan ele alınarak incelenmek durumundadır . Bu nedenle hiçbir ideolojik yaklaşım Atatürkçülüğün gerçekçi bir değerlendirmesini yapamaz çünkü  Atatürk bir yaşamış siyasal önderdir ve kendi arkasından devam edecek  pozitif bir devlet  sisteminin de kurucusudur . Atatürk’ün yarattığı devlet modeli de  incelenmesi gereken bir  genel  kamu hukuku sorunudur .
Atatürkçülüğün günümüzdeki  dördüncü meselesi , her türlü saldırı ve tehditlere karşı korunmadır . Atatürkçü devlet modelinin laiklik ilkesi , siyasal İslamcı ve şeriatçı akımların sürekli saldırısı karşısında  giderek  baskı altına alınmakta ve  bazı üst düzey yöneticiler açıktan laiklik ilkesinin anayasadan kaldırılmasını talep edebilecek kadar ileri gidebilmektedirler . Laiklik ilkesinin tarihsel süreç içinde nasıl ortaya çıktığını bilmeyenler , dünyayı tanımayanlar , dinler tarihini okumayanlar , dünyayı beş yüzyıl yöneten Avrupa kıtasının tarihinin dinler ve mezhepler arasındaki savaşlar ile dolu olduğunu bilmeyenler , bugünün koşullarında laiklik ilkesinin kaldırılmasını açıktan talep  edecek kadar ileri gidebilmektedirler . İslam coğrafyasında laiklik devrimini gerçekleştiren ilk ve tek örnek olan  laik Türk devletinin var olabilmesi ve  yoluna devam edebilmesi için ,laiklik ilkesinin korunması gerekmektedir . Ne var ki , bu korumanın silah zoru ile ya da darbeler ile yapılmaya çalışılması ülkede dinler arasında gerginlik yaratmakta ve  diğer din mensupları ile Müslümanların arasının açılmasına kadar gitmektedir . Laiklik diğer din mensuplarının Müslümanlara karşı uyguladığı bir baskı düzenine dönüşürse, o zaman Türkiye’de olduğu gibi  Atatürk ve cumhuriyet karşıtı bir çizgide siyasal İslam ve muhalefet hareketlerinin geliştiği görülebilmektedir .Türkiye ile birlikte diğer İslam ülkelerinde de benzeri gelişmelere son zamanlarda fazlasıyla rastlanılmaktadır . Mısır,Tunus ve  İran gibi Müslüman ülkelerde yaşanan deneyler de konunun açıklığa kavuşması açısından önemlidir . Türkiye İslam dünyasındaki laikleşmenin öncüsü bir ülke olarak yoluna devam edebilmeli ve böylesine bir gelişmeyi  ülkedeki Atatürkçü hareket  sivil yollar ile siyasal girişimler sayesinde  başarabilmelidir .
Atatürkçülüğün  beşinci gündem maddesi  ise ulus devletin korunmasıdır . Bu doğrultuda anayasa ile kurulmuş olan üniter devlet yapısının korunması ve uluslararası antlaşmalar ile resmen kabül  edilmiş  olan milli sınırların  muhafaza edilmesidir . Benzeri örnekleri Avrupa’nın önde gelen ulus devletlerinde de görüldüğü gibi  , bazı büyük ulus devletlerin sınırları içindeki bölgelerden birisinde zamanla farklı etnisiteler oluşabilmekte ve bunlar zamanla gelişerek bağımsız devlet olmaya yöneldiklerinde kendi ülkelerinin bölünmesine giden yolu açmaktadırlar . Yeryüzünde altı bin sayısının üzerinde etnik topluluk bulunduğuna göre, her etnisitenin kendi küçük devletini kurması  mümkün olamamaktadır . Uluslaşma ya da ulus devletlerin kurulması bu küçük kabile ya da  kavimsel etnik oluşumların aşılmasını sağlayan daha ileri bir sosyolojik oluşumdur . Balkanlar ve Kafkaslar gibi tarihin geçiş bölgeleri ya da kavimler kapısı olarak adlandırılabilecek iki bölgenin tam ortasında bütünleştirici bir köprü konumunda jeopolitik bir  yere sahip  bulunan Türkiye Cumhuriyeti , göçlerden kalan çeşitli alt kimlikli etnik toplulukları  tıpkı Amerikan toplumunda sözü edilen eritme potası gibi bir  bütünsel yapılanmaya doğru götürebilmek için  ulus devlet modeline yönelmiştir . Sovyetler Birliği gibi bir büyük siyasal yapılanmanın sıcak denizlere inmesinin önlenmesi doğrultusunda  tampon bir devlet olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti , sahip olduğu geniş sınırlar içerisinde bütün diğer devletlerde olduğu gibi ,hem merkezi devlet düzenini hem de bu merkezin çevresinde oluşmuş olan ulus devletin  üniter yapılanmasını korumak durumundadır . Merkezi coğrafyada geçerli kılınmak istenen bütün yabancı projelerin Türk devletinin birlik ve bütünlüğünü tehdit etmesi gibi  olumsuz durumların önlenebilmesi için ,Türk devletinin kurucu düşünce sistemi olan Atatürkçülüğün, her türlü etnik gruplaşmanın ötesinde  Misakı Milli sınırları içerisinde   Türk halkının bütünleşerek  ulusal bir yapı olarak  varlığının korunabilmesi , kurucu düşünce sistemi olarak Atatürkçülüğün göstereceği  kucaklama girişimi ,ülkede yaşayan bütün etnik grupların devlet ve millet  çatısı altında bir araya gelmesini sağlayacaktır . Devlet bazan bir baba gibi bazan da bir ana gibi kucağını açarak , ülke içinde yaşamakta olan  her kökenden gelen vatandaşlarını eşit koşullarda  yaklaşarak  koruyabilmeli , onların arasındaki her türlü  çatışma ya da sorunu çözerek  ülkedeki birlik ve bütünlüğü muhafaza edebilmelidir .
Türkiye Cumhuriyetini yaratan siyasal birikimin adı olan Atatürkçülük, hem bir düşünce sistemidir hem de bir devlet modelidir . Konu bilimsel olarak ele alındığı zaman hem bir  düşünce hem de bir  hukuk sorunu ile karşı karşıya kalınmaktadır . Atatürkçülüğe duygusal yaklaşımın ötesinde bilimsel bir bakış açısı ile yaklaşılmalıdır . Duygusal Atatürkçülük ile ya da Atatürk düşmanlığı ile bir yerlere gidilemediği görülmüştür . O zaman Türkiye Cumhuriyetini  var eden siyasal birikimin temsilcisi olarak Atatürkçülüğe bilimsel açılardan  bakılması gerekmektedir . Atatürkçülüğün bilimsel olarak ele alınması ile , Türk devlet modelinin altında yatan bu siyasal birikimin daha etkili bir biçimde ortaya çıkması sağlanabilecektir . O zaman , Türkiye’nin gündeminin ana maddesi olarak Atatürkçü devlet modelinin genel kamu hukuku açısından değerlendirilmesi daha doğru bir biçimde yapılabilecektir . Böylesine bir devlet modeli tarihin hangi aşamasında neden bu biçimde gerçeklik kazandı ve önümüzdeki dönem de bu modele dayalı olan Türk devletinin nasıl yoluna devam edebileceği  siyaset ve hukuk bilimlerinin ortak verileri ile  değerlendirilebilecektir . Türkiye’nin dünyanın neresinde olduğunun ve neden böyle bir yapı ile ortaya çıktığının gerçekçi bir biçimde değerlendirilmesi ,ancak bilimsel Atatürkçülük ile açıklanabilecek konular olarak öne çıkmaktadır .Yeni dönemde bilimsel Atatürkçülük ile bu gibi sorunların üzerinden gelinebilecektir .
Atatürkçülüğün  yeni gündemi n de ana konu Türkiye’nin geleceğidir . Emperyalist projelerin taşeronları ve onların yerli işbirlikçileri   aradan geçen uzun zaman diliminde giderek  etkinliklerini yitirdiği için , Türkiye’nin yakın geleceğinde yeni bir Atatürkçü atılıma gereksinme vardır . Türkiye’yi şimdiye kadar uğraştıran ana konuların hızla çözüme götürülmesinde,  Atatürkçü hareket bilimsel  çözümler ve öneriler gündeme getirebilmelidir . Ülkenin daha fazla emperyal  güçlerin etkisi altında savrulup gitmesinin önlenmesi doğrultusunda , Atatürkçü güçler devreye girerek  sorunların üzerine gitmeli ve kanayan yaralara acil çözümler üretebilmelidirler . Türk devletinin toparlanmasında , cumhuriyet rejiminin güçlendirilmesinde , demokrasinin giderek toplumun tabanına doğru yaygınlık kazanmasında , Atatürkçü güçler bilimsel yaklaşımlar geliştirerek kısa zamanda yeni çözümler için doğru  yaklaşımlar  sağlayabileceklerdir . Atatürk’ün  kurmuş olduğu parti , aynı zamanda devletin de kurucu çekirdeği olarak Atatürk çizgisine yeniden dönebilmeli ve özüne kavuşarak kendisinden beklenen  etkinlikleri  ve ulusal politikaları , etkili bir biçimde geliştirerek devreye sokulmasında kendi üzerine düşen görevleri yerine getirebilmelidir . Bilimsel bakışın ya da yaklaşımların yeterli olamadığı durumlarda , Atatürkçüler bir Kemalist akıl geliştirerek dünya ve yurt sorunlarına ulusal açılardan bakabilmelidirler .
Atatürkçülüğün yeni gündeminin diğer yönlerini ele alarak bu doğrultuda yeni yaklaşımların geliştirilebilmesi  için dünyadaki gelişmelerin Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeye nasıl yansıdığını ve ülke içi sorunlar üzerinde ne gibi etkiler ortaya çıkardığını öncelikle görebilmek gerekmektedir . Atatürkçülük adına yapılacak önemli girişimler de  Atatürk’ün partisinin  olduğu kadar, diğer Atatürkçü kuruluşların da üzerlerine düşen sorumluluklar doğrultusunda  hareket etmelerinde ulusal yararlar bulunmaktadır .Yaşamda en büyük yol gösterici olarak bilimi  gören ulusal önder , kendinden sonrası için hiçbir ideoloji ya da doktrin bırakmamış ama bilimi gerçek yol gösterici olarak  kamuoyuna sunmuştur . Bu nedenle bütün Atatürkçüler, her şeye önce bilimsel olarak bakmak durumundadırlar . Orta çağın dinsel bakış açısını küresel emperyalizm doğrultusunda öne çıkaranlar  , hiçbir zaman Atatürkçülerin bilimsel bakış açılarının önünü kesemeyeceklerdir . Bilimi sonuna kadar  en iyi biçimlerde kullanacak olan Atatürkçüler , hem Türkiye’nin hem de kendi gündemlerinin getirmiş olduğu sorunlara karşı gereken girişimlerde bulunacaklardır .Değişen dünyanın getirmiş olduğu yenilikler ,bilimsel Atatürkçülüğün  çıkış noktalarını oluşturacaktır . Atatürkçüler , geliştirecekleri bilimsel yaklaşımlar ile gelecekte Türkiye’nin yoluna devam etmesini sağlayacaklardır .