29 Aralık 2013 Pazar

ACLIK KORKUSU VE KÜRESEL TARIM SAVASI - ERHAN ÜNAL

ADIM ADIM KÜRESEL FİNANS OLİGARŞİSİNİN DOĞUŞU
“Son dört yüz yılda küresel olarak ivmesi gittikçe artan oligarşik bir yapılanmanın içerisindeyiz. Bu yapılanmanın tarihçesi aslında çok daha eskilere dayanmakla birlikte, Amerika kıtasının keşfinden sonra önemli bir güç sıçraması ve buna bağlı olarak da süreç içerisinde dikeye yakın bir hızlanma oluşmuştur. Günümüzde bu söz konusu ‘merkezi güç’, Avrupa’dan başlayarak adım adım var olan ülkeleri ve kıtaları plan doğrultusunda yapılandırmayı hızlandırmaktadır.

Bu ‘güç sistemi’, geçmişte ekonomik ve politik yapısal modellerini oluşturmuş, bu modellere işlevsellik kazandırmış ve kurumlaştırmıştır. Oluşan bu ekonomik ve politik alt yapının üzerinde gelişen sosyal yapı ise, günümüzde dünyanın neresinde olursa olsun, insanın düşünce ve davranış sistemini kontrol edip şekillendirmektedir. Geçen binlerce yılda titiz bir uğraş ve müthiş bir enerji ile iğne oyası işlercesine, bölgesel etnik bir yapı üzerine dinselleştirilerek oturtulmuş bu muazzam ‘güç sisteminin’ merkezine, günümüzde ‘Küresel Finans Oligarşisi’ (KFO), diyoruz.

Zaman içerisinde mükemmelleşen bu güç sistemi özellikle son 300 yıl içerisinde Dünyamızda yaşamı, kendi plan hedefleri doğrultusunda yönlendirebilen, şekillendirebilen bir konuma gelip yerleşmiştir. Artık bu güç merkezi 3500 yıl önce önüne koymuş olduğu hedefe, (tek merkezli dünya hâkimiyeti) çok yakındır. Her ne kadar hala, yerküremizin şu ya da bu köşesinde işler KFO açısından çok da pürüzsüz gitmese de genelinde sistemin hâkimiyeti sağlanmıştır.

Dünyada, kitlesel olarak insanlar üzerinde hâkimiyetin sağlanabilmesi yönünde gerçekleştirilen en önemli yapısal aşama, adım adım insanların beslenme potansiyeli üzerinde hâkimiyeti ele geçirmek ile olmuştur. Yeryüzünde tüm canlıların sahip oldukları temel reflekslerinden birisi (yapısal olarak) beslenebilmek için, yiyecek bir şeyler bulabilme güdüsüdür. Bundan dolayı insanların da tüm davranışlarının temelinde, öncelikli olarak kendisi ve ailesi için beslenme imkânını oluşturabilmek ve devamını sağlamak eğilimi yatar. Paleolitik çağ öncesinde de durum böyleydi, günümüzde de böyledir. Gıda konusunda herhangi bir sebepten oluşabilecek gıda dar boğazı, hatta sıkıntı ihtimali, insanlarda “açlık korkusu”na sebep olur.

Gıda sorunu, açlık korkusu ya da ‘beslenme temel hakkı’ üzerine sayısız kitap yazılmıştır ve daha da pek çok yazılacaktır. Konu çok geniş ve bakış açılarının farklılıklarına göre pek geniş bir bilimsel hacme sahip. Burada tarım ve gıda konusunu neden ele aldığımı, KFO açısından beslenme temel hakkının, nasıl ve neden kendi plan hedeflerine ulaşmada çok etkili bir araç olarak kullanıldığını açıklamaya çalışacağım.

KÜRESEL BİR HÂKİMİYET ARACI OLARAK ‘AÇLIK KORKUSU’
İnsanın en ‘derin’ ve en ‘temel’ korkularından birisinin, ‘aç kalma korkusu’ olduğunu yukarıda belirttim. On binlerce yıldır insanoğlunun günlük yaşam ritminin belirleyici unsuru olan açlık duygusu ve yiyecek bir şeyler bulabilme uğraşı, bu gün bile her an bilinçaltının derinliklerinde titreşen negatif bir enerji olarak kişinin şu yada bu davranış tarzında etken olan temel nedenlerden birisidir.

Canlıların refleksif davranışlarını tetikleyen temel algılardan birisi olan ‘korku’, tarih boyunca insan kitlelerini yönlerdirme ve sömürmede en önemli gereç ve en etkili silahtır. Amerika kıtasının keşfinden sonra etrafa çekirge sürüsü gibi yayılan istilacılar tarafından sistematik bir şekilde yoğunlaştırılan ‘ölüm korkusu’nun yarattığı dehşet ile insan kitlelerinin nasıl paralize (adeta felç) edilerek savunmasız hale getirildiklerini hatırlayalım. ‘Korku’ olgusunu daha da genişleterek araştırmaya devam ettiğimizde korkuların ‘anası’ndan ‘açlık korkusu’ndan ve bu gün bu korkunun çeşitli biçimlerde kullanılmasıyla, dünya çapında nasıl bir ‘Tarım Savaşı’nın sürdürüldüğünden bahsetmemiz gerekmekte.

Tarihte insanlar ‘avcı- toplayıcılık’tan tarım toplumuna çok da gönüllü olarak geçmemiş. Bu geçiş yoğun kişisel zahmetleri ve riskleri beraberinde getirmiş. Gittikçe sayısal olarak kalabalıklaşan (şehirleşen) toplumlarda, çalışmak yerine çalışanın emeğine, ürününe ve hatta kendisine sahip olarak daha rahat yaşanabileceğini fark edenler, diğer insanlar üzerinde sonu gelmez bir hâkimiyet mücadelesini başlatmışlardır.

Avcı-toplayıcı toplumlarda da olabilen benzer amaçlı çatışmalar, o zamanlarda kitlesel kıyım boyutuna ulaşmamıştır. Kabileler hem sayısal olarak oldukça mütevazı büyüklüklerdedirler, hem de büyük kıyımları zorunlu kılacak bir neden ve de olanak yoktur. Yerleşik düzene (şehirleşme ve giderek devletleşme) geçişle birlikte, önce aynı yerde yaşayan insanlara hâkim olabilme amacı ile başlatılan gücünü diğerlerine kabul ettirebilme çatışmaları, ‘öteki’ şehrin, giderek ‘öteki’ devletin topraklarına, ürününe, emeğine ve hatta insanına (insan kaynakları / human resources!) hâkim olabilme, el koyabilme amacı ile kıyam savaşlarına dönüşmüştür.

Bir önceki paragrafta sözünü ettiğimiz ‘Tarım Savaşı’ da budur ve bu ‘çapul amaçlı kıyam’, neredeyse aralıksız olarak 5000 yıldan fazla bir zamandan beri sürdürüle gelmektedir. Son 400 yüzyılda ise bu çapul, nitelik ve nicelik olarak çok değişmiştir. Küresel olarak örgütlenmesini tamamlamış, merkezileşmiştir. Böylelikle tek merkezden, tek amaçla yönetilir olmuş ve bu yönetim biçimi için yeterli güç birikimini sağlamıştır. Bu merkez, yukarıda sözünü ettiğimiz ‘Tarım Savaşı’nın stratejik beyni olan “Küresel Finans Oligarşisi”dir.

AÇLIK KORKUSUYLA DOĞAL BESLENMENİN GASPI
‘Aç kalma korkusu’, yüz binlerce yıl boyunca en olumsuz şartlarda verilmiş yaşam savaşında insan denilen canlının, iliklerine işlemiş olan varlığını sürdürebilme çırpınışının bir öz deyişi, yok olma korkusunun ön adıdır. Böylesine köklü bir temel duygu, ‘Küresel Finans Oligarşisi’ açısından, koymuş olduğu plan hedeflerine ulaşmada kitleleri yönlendirebilmek için bulunmaz bir fırsattır. Bu yüzden sistemin oluşturduğu ve kontrolünü elinde tuttuğu (BM, FAO, WTO, WHO vb. gibi) çeşitli uluslararası kurumlar vasıtası ile yıllardır küresel olarak ‘açlık korkusunu’ işlemekte ve aktüel tutmaktadır. Sistem, bu korkunun yarattığı koyu sis perdesinin ardında, milyarlarca insanın doğal beslenme hakkını gasp edebilmektedir. Bir yanda kitleleri kurtulması imkansız bir tarzda güdülebilir kılmakta, öte yanda ise muazzam bir para (konsantre güç ) akışını, oluşturmuş olduğu kanallardan muntazam ve rekabet dışı bir şekilde kendi finans merkezlerine doğru yönlendirebilmektir.

Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk, 1970 yılında yayınlanan ‘Açlık Korkusu’ adlı eserinde şöyle yazıyor: “Yeni sömürgecilik, savaş korkusunu, açlık korkusu ile pekleştirerek geri ülkeleri dize getirmede yeni bir çığır açmış ve bu suretle sömürdüğü toplumun doğal ve beşeri kaynaklarını büyük bir tepki ile karşılaşmadan çıkarlarına uygun olarak kullanma olanağını hazırlamıştır. Açlık tek başına bir insanın sağlığının bozulması, üretim ve savunma gücünün kısıtlanması, yakın çevresinde olup bitenlere karşı ilgisiz kalıp, sahibi olduklarına sahip çıkmaması için yeterlidir.”

AÇLIK KORKUSUNUN YARATTIĞI YIKIM SAVAŞLARDAN DAHA ETKİN
Özellikle son 200 yıl içerisinde ‘Küresel Finans Oligarşisi’, başta Afrika olmak üzere dünyanın pek çok yerinde binlerce yıldır süregelmekte olan, makul bir yaşam tarzı için insanlara yeterli ‘geleneksel tarım üretimi’ tarzını, ileride açıklayacağımız çeşitli metotlarla çökertmiştir. Hedef bölgelerin insanlarını ‘açlık korkusu’ ile adeta paralize etmiş ve tarihte görülmemiş boyutlarda ki ‘sosyal bozulma ve çözülme’ (dejenerasyon) ile kimliksizleştirmeyi becermişlerdir. Bu insanlar, Osman Nuri Koçtürk’ün 1970’lerde gayet isabetli bir şekilde belirttiği gibi, ülkelerinde olup bitenlere karşı ilgisiz ve dolayısı ile savunmasız kalmışlar ve ‘açlık korkusu’nun pençesinde, rüzgârın önüne kattığı kuru yapraklar gibi oradan oraya savrulur olmuşlardır. Osman Nuri Koçtürk’ ün tespitlerine kaldığımız yerden devam edelim:
“...Kişiler üzerindeki fizyolojik ve psikolojik yıkıntıyı, toplumlar üzerinde aynen gerçekleştirmek için, sömürü bölgelerinde açlık psikozu yaratmayı, sonuçları bakımından savaşlardan daha etkin girişimler olarak niteleyen emperyalistler, şu günlerde açlık korkusunu sömürü bölgelerine yaymayı, savaş korkusu yaymaktan çok daha etkin ve yararlı görüyorlar.”

Zaman, zaman televizyonlarda gördüğümüz ve herkesi etkileyen, Afrika’dan açlık görüntülerini hatırlayalım: Her yaştan on binlerce aç ve yarı çıplak insan açık alanlarda kuyruklar halinde sıralanmışlar, ellerinde birer tas, uluslararası yardım kuruluşlarının (?) kaynattığı kazanlardan bir tas olsun kaynamış pirinç ya da darı bulamacı kapabilmek için saatlerdir bekleşmektedirler. Yüzleri sinek dolu, bir deri, bir kemik bebeklerin ve karnı şişmiş, ağlamaya bile mecali kalmamış küçük çocukların görüntüleri mutlaka herkesin hafızasında derin izler bırakmıştır. Bu görüntüler, genellikle kuzey yarım kürede, şehirlerde yaşayan geniş insan kitlelerini ‘açlık tehlikesi’nin gerçekliğine inandırmakta da önemli rol oynamıştır.

TARIMDAN KOPARILAN İNSANLAR ROBOTLAŞIYOR
Her türlü ‘geleneksel tarım’ faaliyetinden koparılmış, geniş alanlarda toplanmış bu insanların, toplumsal herhangi bir girişim gücü olamayacağı açıktır. Açlık ve ölüm korkusunun en çıplak bir şekilde pençesinde olan bu insanlar yaşayabilmek için tek umutları olan o yardım kuruluşlarının vasıtası ile batılı büyük devletlerin ellerine teslim olmuşlardır. Osman Nuri Koçtürk bu konuda şöyle diyor: “Açlık korkusunun etkisi altına sokulmuş bir toplumda, kişiler alışkanlıklarını, göreneklerini, örf ve adetleri ile çıkarlarının gereğini unutarak, her türlü baskı ve istismara elverişli bir davranış içine girerler. Bu duruma sokulmuş olan bir toplumu rastgele yiyeceklerle beslenmeye razı etmek ve gizli açlık ortamına itekleyerek zayıf düşürmek kolaydır. İkinci Dünya Savaşı sırasında, toplama kamplarında kötü beslenme koşulları altında kalmış şahıslar üzerinde yapılan geniş incelemeler ve savaştan sonra geri ülkeler insanları üzerinde yapılan araştırmalar sonunda, açlık korkusunun etkisi ve baskısı altına sokulmuş yarı aç insanların yeteneklerini kaybettikleri ve kendilerine verilen her emri itiraz etmeden yerine getiren robot insanlar olarak rahatça kullanılabilecekleri görülmüştür. Bu durum, daha önce Hindistan halkı üzerinde İngiliz’lerin uyguladıkları insafsız açlık projeleri dolayısıyle de gayet iyi biliniyordu…”

Burada ‘açlık korkusu’ ile varılmak istenen iki önemli hedefi görmüş oluyoruz. Birincisi: geniş kitleleri bu korku ortamında yardım bulma umudu ile topraklarından, alışageldikleri yaşam ortamından uzaklaştırarak, o bölgede tarımsal üretim faaliyetlerini tamamen felce uğratmaktır. Bu durum bir anda çok geniş alanlarda ani gıda maddeleri kıtlığı ortaya çıkarır. Bu olgu da kitlesel açlığı beraberinde getirir ki hedeflenen de budur. İkinci hedef ise, kitleleri bu yaratılmış olan korku ve panik ortamında, benliklerinden, öz güvenlerinden uzaklaştırarak kolay güdülür sürüler haline getirebilmektir ( örneğin Afrika’da olduğu gibi).

KORKU PSİKOLOJİSİYLE ELİNİ KANA SÜRMEDEN KAN DÖKENLER
Neticede bu ‘küresel güç’, dünya çapında geniş insan kitlelerinin yaşam biçimlerini, düşünce ve davranış biçimlerini onların geleneksel örf ve adetlerinden bağımsız olarak, kendi stratejik planları doğrultusunda yeniden tasarımlamak, dolayısı ile kitlelerin kaderini sımsıkı kendi elinde tutmak istiyor. Burada Osman Nuri Koçtürk’ün ‘Açlık Korkusu’ adlı eserinden uzunca bir bölümü daha aktarmak isterim. Koçtürk, 1970 de, tam 43 yıl önce, öyle diyor: “Gizli açlık ortamına iteklenmiş ve böylece sersemleştirilmiş olan topluluklar, Savaş korkusu, Açlık Korkusu, Hastalık Korkusu, kısacası Ölüm Korkusu ile karşı karşıya mutsuz bir hayat yaşar ve bundan dolayı varlıklarına sahip çıkamazlar. Sömürüye çok elverişli bir ortam olan koşullar altında bu zavallı insanlar alabildiğine sömürülmekte, korku sonucu değiştirmediği için, gene de açlıktan, sefaletten, hastalıktan ölmekte ve savaşlarda öne sürülerek birbirlerini boğazlamaktadırlar. Korku psikolojisi, her türlü cinayeti başkaları hesabına da olsa, işlemeye elverişli ruhi ortam yaratır. Dünya Barış’ını koruduklarını iddia edenler, kendi ellerini hiç kana sürmeden savaş korkusu’na düşürülmüş aç ve bilgisiz toplumları kendi hesabına çatıştırır ve birbirlerine kırdırırlar. Tıpkı bunun gibi dünyayı Açlıktan koruduklarını söyleyenler de ellerini sürmeden aç bir ülkeyi, başka bir aç ülkenin açlıktan kırdırılmasında aracı ve uygulayıcı olarak kullanabiliyorlar. Biefra’nın Nijerya tarafından aç bırakılması ve savaşlarda ölen insan sayısından daha çok insanın Biefra’da açlıktan ölüme sürüklenmiş bulunması, lüks otellerde açlığı önlemek için parlak nutuklar atanların eseridir ve olayların arkasında onların ellerini görmek mümkündür.”

KÜRESEL FİNANS OLİGARŞİSİNİN HEDEFİ: ‘TARIM SAVAŞI’
Sanırım konu anlaşılmıştır. Küresel Finans Oligarşisi’nin ( KFO) ana hedefi, en başta ‘açlık korkusu’ gibi psikolojik faktörler olmak üzere, diğer politik ve ekonomik faktörleri de kullanarak gıda maddeleri üretimini, diğer bir deyişle tarımsal üretim faaliyetlerini, dünya çapında kontrol altına almak ve belli bir hedefe yönlendirmektir. Kimlerin ne zaman ve nerede, ne kadar ve neler yiyebileceklerine karar verebilmek; günlük olarak belli bir miktar ve tarzda beslenme mecburiyetindeki milyarlarca insanı adeta gırtlağından sımsıkı tutabilmek gibi bir şeydir.

Bu yolla KFO’nun ana hedefi, geniş insan kitleleri üzerinde mutlak bir hâkimiyeti, gıda üzerinden devamlı kılmaktır. Bu sebeptendir ki çeşitli kıtalarda var olan tarımsal üretim ve ona dayanan değişik beslenme biçimlerini, oluşturmuş olduğu bir ana plan (master plan) doğrultusunda yeniden şekillendirmek ve standart hale getirmek amacındadır. Bu yeniden tasarımlanmış olan tarımsal üretim sistemini, etken ve devamlı kılabilmek için de kitlesel anlamda tüketimin niteliğini ve niceliğini belirlemek ve bütün gıda maddelerinin dağıtımını elde tutmak için dünya çapında bir savaş verilmektedir. Bildiğimiz toplu, tüfekli sıcak savaş bu ‘ana savaşın’ sadece bir parçasıdır. Bu savaş, ‘Tarım Savaşı’dır.

20 Aralık 2013 Cuma

ZAMANIN PAYINA DÜŞENİNDEN EKSİLMEK - NEZAHAT GÖCMEN


Hoş geldin Yeni yıl!

Kelebeğin yeni yılını merak etmişimdir hep. Nasıl bir zaman ayarlaması vardır? Hiç düşündünüz mü?

Her yıl umutlarımı yanıma katarak var gücümle yol alırım, sonsuzlukta. Heybeme doldurduklarımla…

Önüme serseler, geçmiş yıllarımı. Yirmi yaşma seslensem duyar mı? Seçebilsem, ayıklayabilsem hafızamdaki güzellikleri. Yeniden yaşamak istesem.

Yılbaşı da hayata karşı beklentilerimizi, yaşam doyumumuzu yeniden değerlendirmek, hayata karşı bakış açımızı yeniden gözden geçirmek için iyi bir fırsat oluyor.  Mecburuz yaşamaya… Ayrılığın upuzun yollarında yürümek nasırlaştırırken yürekleri, umudun kapısını aralarız her yılbaşı.

365 gün 6 saatte, bir kez de olsa hayatıma dışarıdan bakma fırsatını buluyorum.

Küçücük şeylerle mutlu olan yüreğime teşekkürler. Tutup getirseler kaybettiklerimi…

Getirseler mi? Ben onlara yaklaşırken.

Yeniden bir umutla dediğimiz başlangıç. Her şeye rağmen yeni olduğu için umut doludur. Bilinmez içi.  Bazen de yarım kalan hedeflere ulaşmanın mutluluğudur. Her yeni yıla birçok dilekle gireriz. Oysaki daha önce yaşadığımız yılların yoktur birbirinden farkı. Elimizden uçup giden fırsatlar, ahlarımız, eyvahlarımız gülecek bir şeyler bulduğumuz kesitler.

Bireysel ve toplumsal acılarımızı sevinçlerimizi, yapmadıklarımızı,yapamadıklarımızı, kırgınlıklarımızı geride bırakarak eski yıldan yeni yıla geçiş yaparız coşkuyla ya da sessizce.

Her ne kadar yılbaşı yeni bir başlangıcı ifade ediyorsa da geçmişteki yaşantımızdan bir anda kurtulup yepyeni bir hayata başlayacağımızı düşünmek, kendimiz kandırmaktan başka bir şey değildir.

Yeni yıl, bir önceki yıl kadar çabuk geçecek ve eskiyecek. Yeni umutlar vaad eden, yeni hedefler yaratan.

Yeni yıl sen bize bakma. Sana da hoşça kal diyeceğiz. Aldanma coşkulu parıltılı karşılamalara. Göz açıp kapayıncaya kadar geçeceksin. Gözyaşlarımız istemesek de süzülecek naifçe yanaklarımızdan. Kalabalıklar içinde geçerken samimiyetsiz gösteride bulunanlara değmeden geçmeyi başarabilecek miyiz?

Aslında senin de sonun belli. Kötülükler sürprizler, mutlu sonlar, acılar, hüzünler, tutkular, aşklar kaybetmeler, kazanmalar,  ölümler, yeniden doğuşlar, bazen gri bazen renkli yüzünle geçip geçeceksin hayatımızdan… Dengeyi kurmak için İncinmeler nefretler illa ki olacak. Kaçırdıklarımız, yetişemediklerimiz. Yeni yerler görerek, yeni insanlar tanıyarak yıllar yelpazemiz biraz daha genişleyecek.

 “Yıl yıla yakındır.” derdi annem. Ben büyüdüğümün farkındayım

Aslında sevinmek mi gerekiyor üzülmek mi? Düşünmek istemiyoruz galiba… Yaşamayı sevdiğimiz kadar gitmeyi, yaklaşmayı da seviyoruz farkında olmadan. Geride bıraktıklarımıza bakmadan.

Gönül yaşı ile biyolojik yaşın arası bir yıl daha açılıyor.

Yeni yıla girmek için günler sayarken kemik iliği bekleyerek hayata tutunan çocuklar için umudun ne demek olduğu, çok daha anlamlıdır.

Sevdiklerimizi arayalım. Geçmişe dönük sorgulamaları geride bırakarak. Her yenilenme sürecinde olduğu gibi umut ışıklarının parlaklığı göz kamaştırırken.

Teğet geçen şansımıza da selam olsun…

Dostlarımız, sevdiklerimiz, kahrettiklerimiz, sitemlerimizle, tanışacaklarımız, tanıştıklarımızla koskoca bir merhaba!

Zamanın payına düşeninden eksilmekse;

Bütün çocuklar gülmeli… Nefret söylemlerinin olmadığı, sevinç çığlıklarının her bir kişinin dünyasına yayılıp sarmaladığı, göz göre göre avuçlarımızdan uçup giden, fırsatların tekrar göz kırpması dileğiyle.

Normal bir yıl olsun…

Nezahat GÖCMEN

15 Aralık 2013 Pazar

Atiyi Karanlik Görerek Azmi Birakmak - Mehmet Akif ERSOY


Atiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak... 
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. 
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle. 
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle: 
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' 
Davransana... Eller de senin, baş da senindir! 
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? 
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. 
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? 
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? 
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın? 
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın! 
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan 
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. 
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! 
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk! 
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın 
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın? 
Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. 
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! 
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; 
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar 
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez... 
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez! 
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile şirkin; 
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin 
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman, 
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan, 
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma; 
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma! 

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş... 
Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! ' 
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından, 
Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan! 
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; 
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. 
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar... 
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var. 
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır! 
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! 
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma. 
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma. 



14 Mart 1913
 
Mehmet Akif Ersoy

12 Aralık 2013 Perşembe

NEDEN?












       

                                                        NEDEN?


Altini siz doldurun...

7 Aralık 2013 Cumartesi

YERLİ MALI YURDUN MALI “İHRACAT HAFTASI” KUTLANMALI - Nezahat GÖCMEN








12 – 18 Aralık haftasında kutladığımız belirli günler ve haftalardan en Fiskobirlik en kuruyemişli olanıdır.

Okullarda o günlerde yerli üretimler sergilenir ve topluca herkesin getirdiği yenir. Çocuklar; ülkesinde yetişen sebzeyi, meyveyi üretimi bilir, çiftçinin emeği üreticinin emeği çocuk beyinlerde algılanır.  Annecikleri elleriyle yaptıkları börek, çörek ve kekler açık büfe görüntüsünde sıra sıra dizilir. Fındık fıstık karışımları o minicik midelere girmek için bekler… Öğretmen devreye girer ve sınıfta herkese eşitlik sağlamak amacıyla yiyecekleri paylaştırır.

 “Yerli Malı Haftası” ithal ürüne karşı bir baş kaldırıdır.

Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sebebiyle nerdeyse yok olan bir ekonomi ve ekilebilen sınırlı arazileriyle cumhuriyeti kurmaya çalışan Atatürk ve arkadaşlarının Türk halkını bilinçlendirmek için başlattığı hareketin bir sonucu olan bu hafta ilk olarak 12 Aralık 1929‘da Başbakan İnönü’nün Galatasaray lisesinde yaptığı bir konuşmada sözü geçmiş olup, tüketimde dışa bağımlılığı azaltmak, yerli malı tüketimini özendirmek ve yaygınlaştırmak için 1946 yılında kutlanmaya başlanmış haftadır. Bir diğer amacı da, tutumluluğu teşvik etmektir (savaş sonrası ekonomisi), zaten daha sonra adı "Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası" olarak değiştirilmiştir.

Bir ülke için bireylerinin tutumlu olma, yabancı mallar yerine yerli mallar tüketme ve verimli bir şekilde yatırım araçlarını kullanma konularındaki bilinç seviyesi çok önemlidir. Bu bilinç seviyesi ülkenin ekonomisini yakından ilgilendirmektedir.

Tutum yatırım ve Türk Malları Haftası,  ülke olarak tutumlu olmamız ve Türk malı kullanmamız gerektiğini hatırlatan bir fırsattır.

Tutum ve yatırım alışkanlığı küçük yaşlarda kazanılır. Ders araçlarını, giysilerini, harçlığını tutumlu kullanan, boşa akan su musluğu, gereksiz yanan lambayı kapatan çocuk, bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Okul çağlarında zamanı iyi değerlendirme alışkanlığı kazanan insan bu huyundan vazgeçmez. O nedenle çocukları küçük yaşlarda tutumlu olmaya özendirmeliyiz.

“Yerli malı yurdun malı,

 Her Türk onu kullanmalı.”

Sözleri ile beyinde yok olmayacak şekilde yer edinir.  Üstelik rolünü üstlendiğin meyve ile psikolojik bağ kurulur. Armut olmak zor gelir bazı öğrencilere.

Çocukları kafalarına hangi meyve oldularsa bir taç takılır. Başlar çocuk ezberlediği manisini okumaya:





Benim adım portakal…

Bik bik bik…

İlkokulda kutlanan bu etkinlikte, sanki yurtta elma armuttan başka hiçbir şey üretilmiyormuş gibi, herkesin getirdiği elma, üzüm gibi meyvelerle kutlandıktan sonra, koro halinde söylenen anlamlı söz öbeği olmaktan çıkmalı.

Nevşehir patatesinden lays, tüketirken,

Üzerimizdeki giysilerin Çin' den geldiği bir devirde,  meyvekılığına giren öğrencilerle kutlanan bu hafta “İhracat Malları Haftası” olmalı.

İhracat Malları Haftası yapılsa, fuar etkinliği kıvamında? Ayrıca, yerli malları yılın elli iki haftasından bir haftalık zaman diliminde kutlanmasın. Parlak bir geleceğe yelken açalım.

Herkesin hayat felsefesini oluşturması durumunda ekonomiyi kalkındıracağına inandığım bu haftanın hepimizin ilkokul hayatı içinde hatırlanası güzel renklerden biridir ama amacına ulaşabildiği söylenebilir mi? Hayır.

Bu hafta, kutlanırken biraz daha düşünülmesi gerekir. Sıradan da olsa gönüllerimize taht kurandı, gelenekseldi. Bu haftamız dilerim ki; ayağında Converse ayakkabısı, elinde Starbucks etiketli kahve bardağıyla sınıfa giren ve teknolojik çağda kişisel iletilerinde kimseler yer vermediği için hatırında olmayan öğrenciler nedeniyle tarihin tozlu sayfalarına kalmasın.

Yerli malı tüketmek yetmez. Tam bağımsızlık gümrük birliğine son! İthalat ve İhracat devleştirilmeli.

Ürünün kime ait olduğuna, verilen paranın nereye gittiğini önemseyen nesiller yetişmesi dileğiyle…

1 Aralık 2013 Pazar

KÜRESELLESMENIN AGINA DÜSÜRÜLEN GÜZEL: TÜRKIYE

KÜRESELLESMENIN AGINA DÜSÜRÜLEN GÜZEL: TÜRKIYE

21. yüzyil küresellesmesi, dogrudan ulus-devletleri ve ulusal kimlikleri hedef almaktadir. 21.yüzyil küresellesme girisiminden, Türkiye acisindan günümüzde ABD´nin bütün yerküreyi icine alan küresellesme girisimi ile AB´nin simdilik belli bir cografya ile kisitli kalan küresellesme girisimini anlamak gerekmektedir.Her iki küresellesme girisimi de benzer söylemleri dillendirmekte ve Türkiye´yi ayni noktalardan vurmaktadir. Fakat, isin askeri ve ekonomik boyutu ile savas ve isgal sürecini gözönüne aldigimizda, ön plana cikan ABD küresellesmesi olmaktadir.(Atatürk Türkiye´sinin ulus-devletten federasyon yapisina gecisi ve parcalanisi konusunda emperyalist Bati´nin sehvetli bir isbirligi icersinde oldugunu ve istihbarat paylasimi ile ortak gladyo operasyonlari yaptigini burada kaydetmemiz gerekiyor. MG) Türkiye´de bazi cevrelerce ABD küresellesmesine teslimiyet, askeri ve ekonomik dayatmalarin bir geregi olarak algilanirken, AB küresellesmesi, bir medeniyet projesi olarak tanimlanmaktadir. Oysa, kendi aralarinda rekabet eden her ikisinin de sistemli bir sekilde ulus-devleti ve ulusal kimligi ortadan kaldirmaya calistigi kusku götürmez bir gercektir. AB ülkelerinin sömürgecilik  tarihindeki  yeri ve yakin dönemde Türkiye´ye dayattigi Sevr gercegi dikkate alindiginda, AB küresellesmesinin hic de kücümsenemeyecegi görülecektir. Her iki girisimin de kendi iclerinde "din", "ulus", "dil", "devlet" kavramlari cercevesinde bütünlesmeyi, homojenlesmeyi öngörürken "öteki"lere ayrismayi, bölünmeyi öngörmesi de dikkat cekicidir. Nitekim Almanya, kendi bünyesinde yasayan Türkleri, Alman vatandasi olmaya ve Alman diliyle kültürüne entegre olmaya tesvik ederken, Türkiye´deki Kürtleri, Cerkesleri, Alevileri Türkiye Cumhuriyeti Devleti yani, "Kemalist devlet"le baglarini koparmalari yönünde örgütlemekte, kiskirtmaktadir. Ayni Almanya, Türkiye´de yasayan Almanlarin haklarinin sonuna kadar korunmasini talep ederken, Türklerin AB ülkelerinde serbestce dolasmalarina razi olmamaktadir.
Ister ABD´nin askeri ve ekonomik gücü ile dayattigi küresellesme girisimi, isterse AB´nin "medeniyet projesi" diye allanip pullanan girisimi olsun, siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda bagimsizligini 1940´li yillardan bu yana hizla kaybeden ve daha bir bagimli hale gelen Türkiye´yi her anlamda olumsuz sekilde etkilemektedir. AB´ye üyeligi, baslangicta sadece ekonomik baglamda ele alan Türkiye, günümüzde hazirladigi uyum paketleri ve ulusal programlarla kendi eliyle tek uluslu, tek dilli, tek vatanli, tek bayrakli yapisina, yani, Mustafa Kemal Atatürk ideolojisine son vermektedir. AB projesinin ABD tarafindan da sistemli bir sekilde desteklendigi gün gibi ortadadir. Hatta bu nedenle, Türkiye´nin hemen her anlamda AB ile ABD arasinda paylasildigi iddialari ciddi sekilde tartisilmaktadir. Marshall plani ile Amerikan emperyalizminin agina düsürülen Türkiye, Gümrük Birligi anlasmasi ve cikarilan uyum yasalariyla Sevr´in dayaticisi Avrupa ülkelerinin kucagina da itilmistir.
Türkiye´nin bölünme tehlikesine dogru sürüklendigini görüp de harekete gecenleri statükocu, gerici-Kemalist, soven-irkci, ice kapanmaci vs. diye damgalamaya calisanlar, ellerindeki devlet imkanlarini ve kitle iletisim araclari üstünlügünü sonuna kadar kullanmaktadirlar. Özellikle de yabanci örgütlerin (Vakif, dernek vs.) maddi ve manevi destegini arkasinda bulan bu cevre, önce ulus-devleti, ulusal kimligi acik bir sekilde tartisma konusu haline getirmis, daha sonra da üzerine toprak atar konuma gelmistir. TSK´ne yönelik iceriden ve disaridan kusatma girisimlerinin belli ölcüde netice vermis olmasi ve belli cevrelerce Türk Ordusu´nun "en degerli ihrac ürünü" ve Türkiye´nin dis borc batagindan kurtulmasiyla kredi musluklarinin acilmasinda en önemli koz olarak görülmeye baslanmasi, ulus-devletin en güclü hamisi olan TSK´ni gercek görevini yerine getirmede zorlar hale getirmistir.
ABD ve AB kaynakli girisimleri dayatan ve destekleyen cevrelerin israrla gündemde tuttuklari görüslerin basinda, ulus-devlet sisteminin (onlara göre versiyonu "Kemalist sistem"dir) alt kimlikleri yok ettigi, "sanal" bir Türk kimligini diger etnisitelere dayattigi ve bunun da demokratiklesmenin önünü tikadigi görüsü gelmektedir. ABD´nin 11 Eylül saldirisindan sonra izledigi uluscu, bütünlestirici ve "öteki"ni dislayici politikalari ile AB´nin bütün Avrupalilari, AB´nin ortak degerleri olarak sundugu Hristiyanlik ve Avrupalilik kimligi etrafinda birlestirmeyi amaclayan ve "öteki"ni kendi degerler sistemine uymaya zorlayan politikalari gözönüne getirildiginde, küresellesmenin arkasindaki güclerin Türkiye, Orta Dogu, Orta Asya, Uzak Dogu ve Güney Dogu Asya´ya yönelik bu tür dayatmalarinin neyi amacladigi daha iyi anlasilacaktir. Hedef ülkelerdeki siyasileri, sanayicileri, basin kuruluslarini ve "sivil toplum örgütleri" ni cesitli yöntemlerle etki altina alan ABD ve AB merkezli büyük gücler, gecmis dönemlerde yine kendilerinin dayattigi ekonomik ve siyasi politikalar neticesinde köseye sikismis olan hedef ülkelerin bunalim ve caresizliklerini sonuna kadar kullanmakta, Türkiye gibi güclü orduya sahip olan bazi ülkelere, ordularini, ABD ve AB´nin hizmetine sunmalari gerektigini dikte edebilmektedirler. 19. ve 20. yüzyillarda hedef ülkelerdeki etnileri ustalikla harekete gecirebilen ve herhangi bir direnis karsisinda bu etnileri besinci kol faaliyetlerinde kullanmayi basarabilen AB ülkelerinin, özellikle de Almanya´nin Türkiye´yi tehdit eden yasadisi örgütleri kollamaktaki israrini anlamk icin terör ve uluslararasi iliskiler uzmani olmaya gerek yoktur. Kabul edilmelidir ki, küresellesmenin arkasindaki gücler, her türlü besinci kol faaliyetlerinden basariyla istifade edebildikleri gibi, terör örgütlerini de taseron olarak kullanmaktan cekinmemektedirler. Olusturduklari küresel örgütlenmelerle, siyasi ve ekonomik alanlarda terör estiren bu gücler, 20. ve 21. yüzyilin en güclü silahlarindan olan demokrasi ve insan haklari emperyalizmini, hedef ülkelerin sosyolojik dokusunu bozmak icin acimasizca devreye sokmaktadirlar. Türkiye gibi, farkli etnik kökenden gelenlerin rahatkikla devletin tüm kademelerinde görev yapabildigi bir ülkeye, önce Kürt realitesinin taninmasi, ardidan da taninan realiteye her türlü haklarin verilmesi yönünde baskilar yapilmis, baskilardan önemli kazanimlar elde edilmistir. Ne yazik ki, baskilar ve yürütülen basarisiz politikalar neticesinde, Türkiye, Türklerin kan ve can pahasina elde ettigi haklarinin irili ufakli farkli etnik gruplara devredildigi bir ülke konumuna getirilmistir. Masum taleplerle baslatilan sürec, demokrasi ve insan haklari boyutunu coktan asmis, ayrilma ve ayri devlet kurma taleplerinin acik bir sekilde dillendirildigi bir noktaya gelmistir. Gelinen noktanin korkunclugu, besinci kol rolünü üstlenen siyasiler ve basin kuruluslari tarafindan halktan gizlenmekte, hakin bir bölümü de duyarsizligini israrla sürdürmektedir. Türkiye´de, önce ulus-devletin temelleri zayiflatilmis, bir süre sonra da Ankara, cok uluslu sirketlerle küresellesmeci güclerin taleplerini onaylayan bir merkez haline getirilmistir. Savunma araclarindan sistemli bir sekilde mahrum birakilan Türkiye, küresel talepleri yerine getirme telasina düserken, farkli etnik gruplar da küresel gücler sayesinde akitilan cesmeden küplerini doldurma telasi icersine girmislerdir.
Türkiye´de bir yandan alt kimlikler ön plana cikarilirken diger yandan da Türk kimligi "resmi tarih", ya da "resmi yalan" baglaminda sorgulanmaya baslanmis, toplumun tarih, kültür ve dil alanlarinda ortaya konulan gerceklere kuskuyla (sözü edilen kuskuculuk, bilimsel kuskuculuktan cok, her ne olursa olsun reddedici bir yaklasimi iceren kuskuculuktur) bakmasi saglanmak istenmistir. Mustafa Kemal Atatürk zamaninda kurulan "Türk Tarih Kurumu" ve "Türk Dil Kurumu" gibi son derece önemli kurumlar, Kemalist Türkiye´nin toplum mühendisligi ile sanal bir ulus yaratma projesinin merkezleri olarak gösterilerek yerlerine AB´nin "medeniyet projesi"ne uygun alternatif kurumlar ikame edilmeye calisilmaktadir. Alman enstitüleri ile birlikte tarihi, AB kriterleri dogrultusunda yeniden yorumlama isini yürüten "Tarih Vakfi" ile, üzerine hic de vazife olmadigi halde tarih kitaplari yazdiran TÜSIAD´i bu noktada zikretmek gerekmektedir. Evliya Celebi´nin Seyahatnamesi ile Ulubatli Hasan adindan yola cikilarak Türklerin tarihinin efsane ve yalanlarla dolu oldugu izlenimi verilmeye calisilmakta, bunun icin de küresel güclerin kompradorlugunu yapan holdinglerin cikardigi gazetelerde tarih yazilari yazan amatör ve akademik kalemler devreye sokulmaktadir.Bilinen bir gercektir ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti´nin Türk tarihine yaklasimi, ulus-devletci bir yaklasim icermektedir. "Yeni Osmanlicilik"in ulus-devletin alternatifi olarak gündeme getirildigi ve Amerika´nin eski Osmanli cografyasina yönelik politikalariyla örtüstügü de bilinen bir husustur. Bu noktada, "Yeni Osmanlicilik" akiminin, hem etnik ve dinsel taleplerini hayata gecirmek isteyen cevrelerin hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti´ni ulus-devlet yapisindan uzaklastirmak isteyen küresel güclerin cikarlarina hizmet ettigini ifade etmek gerekmektedir. Mustafa Kemal Atatürk döneminin tarih yaklasimini "sanal" bir Türk kimligi ya da Türk ulusu meydana getirmeyi amaclayan irkci bir yaklasim olarak nitelendirenlerin ileri sürdükleri yaklasimlar, Türklerin tarihi daha objektif ve daha dogru sekilde ögrenmelerine hizmet etmeyi amaclamamaktadir.Unutulmamalidir ki, tarihi, küresel güclerin Türkiye´ye yönelik talepleri ve dayatmalari dogrultusunda yorumlamak isteyenlerin, Atatürk dönemindeki yaklasim hakkinda herhangi bir elestiride bulunmaya haklari olmayacaktir.
Küresellesme dalgalariyla AB kriterlerinin ulus-devleti temelinden sarstigi günümüzde, aga düsürülen Türkiye´den talep edilenler arasinda Türkcenin yaninda diger "dil" ve " lehce"lerle de egitim ve yayin yapma özgürlügünün taninmasidir. Nitekim, son düzenlemelerle bu "özgürlükler" taninmis, Türkcenin tek devlet, egitim, kültür ve yayin dili olma vasfi büyük oranda asindirilmistir. Ulus-devletin vazgecilemez niteliklerinden olan Türkcenin yaninda diger "dil" ve "lehce"lerin de taninmasi, durumu icinden cikilamaz noktaya götürmüstür. Görevi, Türk dilinin gecmisini, zenginligini ortaya koymaya, Türk dilini gelistirmeye ve korumaya yönelik calismalar yapmak olan "Türk Dil Kurumu" nun adinin da "Anadolu Dilleri Kurumu"na dönüstürülebilecegini düsünmek hic de imkansiz olmasa gerek. Daha zikrederken bile tüyleri diken diken eden muhtemel gelismelerin "Türk Tarih Kurumu" bünyesinde de gerceklesebilecegini düsünmek mümkündür. Ulus-devlet modelinden vazgecmek, Türkler aleyhine korkunc gelismelerin yasanmasi anlamina gelecektir.
Özellikle 19. yüzyilda Ingiliz liberalizminin etkisiyle hedef ülkelerde popüler hale getirilmeye calisilan "adem-i merkeziyetcilik"in yerel yönetimleri güclendirme ve Ankara´nin yetkilerini yerel yönetimlere devretme adi altinda yeniden gündeme getirilmesi "Eyalet sistemi"ne gecis icin merkezin yetkilerini yerel yönetimlere devredilmesi, yerel yönetimlerin sinirlari icinde yasayan topluluklarin dillerini, kültürlerini, inanclarini, ayrilikci hareketlerini güclendirir ve Türkiye´nin dogusu ve güneydogusundaki 1071´in de cok öncesine uzanan Türk varligini bütünüyle yok sayar bir sekilde arastirip gelistirme girisimlerini gündeme getirecektir. Bu da dogal olarak ulus-devletin ortadan kalkmasini saglayacaktir.

Sonuc
Ulus-devletlerin ortadan kaldirilmasina ve buna bagli olarak ulusal kimliklerin parcalanmasina yönelik girisimlere ve bunlarin olumsuz etkilerine, Türkiye bazinda daha pek cok örnegi vermek mümkündür. Aci olani da, yasanan sürecin Türkiye´deki siyasetci, is adami, aydin, gazeteci ve üniversite hocalarindan olusan belli cevrelerce de kayitsiz sartsiz desteklenmesidir. Yasanan sürecin Türkleri 19 Mayis 1919 öncesi sartlarina getiren sürece cok benzedigi, hatta, cok daha vahim oldugu artik gizlenemez bir gercektir. 1940´li yillardan beri izledigi siyasi, ekonomik ve kültürel politikalar sonucunda gittikce bagimli bir hale gelen Türkiye´nin önüne tek cikis yolu olarak teslimiyetin, ipini kendi eliyle cekmenin konuldugu günümüzde, Türklerin acilen köklü cözüm önerileri üretmeleri gerekmektedir.  Cözüm yollari üretmedikleri ve hizla hayata gecirmedikleri takdirde Türkleri, Sevr´in yeni versiyonu anlamina gelecek "Anadolu Federe Devleti" ya da "Anadolu Konfederasyonu"nun verilen haklarla yetinen siradan bir unsuruna dönüsme tehlikesi bekleyecektir. Gelinen nokta, Türkler acisindan hic de iyi bir nokta degildir. Fakat bu, Türkleri bütünüyle umutsuzluga sevk etmemelidir. Yasanan her büyük felaket, sikinti ve acinin yaninda düsünmeyi, hal careleri aramayi da getirmistir. Türkler, yeni yeni acilarla tanistikca ve isin sonunun yok olusa dogru gittigini gördükce, bugüne kadar sirtlarini dayadiklari ve dediklerini yerine getirdikleri sürece karinlarini doyuracaklarina inandiklari ABD ve AB´nin kendi siyasi ve ekonomik cikarlarindan baska bir sey düsünmedigini anlayacaklardir. Anladiklari andan itibaren de kendilerini kurtarmak adina diriltmeleri gereken ruhun "Kuva-yi Milliye ruhu" oldugunu bilecekler, kurtulusun Mustafa Kemal Atatürk ilke ve devrimlerine yeniden sahip cikmaktan  ve günün sartlarina göre yeniden hayata gecirmekten gectigini göreceklerdir. Türkler, baskalarinin kendi cikarlari adina "lejyoner birlikleri" olarak görmeyi arzuladiklari ordularina sahip cikmak, ordunun Türklerin geleceginin teminati olmaktan cikarilmasini engellemek durumundadirlar. Bireysel ve toplumsal bazda her alanda üzerine düsen isi layikiyla yerine getiren, dünyanin yeni sartlarini ve gerekliliklerini iyi anlayan ve bu dogrultuda donanan, toplumsal dayanisma ruhunu yeniden canlandiran, Mustafa Kemal Atatürk´ün her daim dile getirdigi iyi hasletleri yeniden kendisinde toplayan Türkler, yasanan olumsuz süreci tersine döndürerek hem kendilerinin hem de dünyanin özlemini cektigi huzur ve refah ortamini yeniden yaratabileceklerdir. Bilinmelidir ki, dünyanin bekledigi huzur, refah ve baris ortami, insanlik icin vazgecilemez olan temel degerleri bile siyasi ve ekonomik cikarlari ugruna sömürgeciligin temel araclari haline getirn, küresellesme adi altinda yerkürenin önemli bir kismini, tipki 19. yüzyilda oldugu gibi, beyaz adamin egemenlik alani haline getirmeye calisan, zenginlestikce yoksullastiran, mutlu oldukca mutsuz kilan batili unsurlar tarafindan saglanamayacaktir. Bunu ancak, tarihin daha önce de birkac kez sahit oldugu üzere, Türkler basarabileceklerdir. Özgür, bagimsiz, onurlu ve güclü bir gelecek ile bagimli, onursuz ve gücsüz bir gelecek arasinda tercih yapmak durumunda olan Türkler, eger birinci secenegi tercih edeceklerse derhal kollari sivayip calismaya baslamak zorundadirlar. Kölelesip onursuzca yasamak yerine, istiklali ve onurlu bir yasami tercih edenler icin, bikip usanmadan calismaktan baska bir yol da yoktur!
(*)Doc.Dr.Mehmet Aca - Küresellesen Dünya ve Türk Kimligi sayfa 73-85 den alinti...