“Son dört yüz yılda küresel olarak ivmesi gittikçe artan oligarşik bir yapılanmanın içerisindeyiz. Bu yapılanmanın tarihçesi aslında çok daha eskilere dayanmakla birlikte, Amerika kıtasının keşfinden sonra önemli bir güç sıçraması ve buna bağlı olarak da süreç içerisinde dikeye yakın bir hızlanma oluşmuştur. Günümüzde bu söz konusu ‘merkezi güç’, Avrupa’dan başlayarak adım adım var olan ülkeleri ve kıtaları plan doğrultusunda yapılandırmayı hızlandırmaktadır.
Bu ‘güç sistemi’, geçmişte ekonomik ve politik yapısal modellerini oluşturmuş, bu modellere işlevsellik kazandırmış ve kurumlaştırmıştır. Oluşan bu ekonomik ve politik alt yapının üzerinde gelişen sosyal yapı ise, günümüzde dünyanın neresinde olursa olsun, insanın düşünce ve davranış sistemini kontrol edip şekillendirmektedir. Geçen binlerce yılda titiz bir uğraş ve müthiş bir enerji ile iğne oyası işlercesine, bölgesel etnik bir yapı üzerine dinselleştirilerek oturtulmuş bu muazzam ‘güç sisteminin’ merkezine, günümüzde ‘Küresel Finans Oligarşisi’ (KFO), diyoruz.
Zaman içerisinde mükemmelleşen bu güç sistemi özellikle son 300 yıl içerisinde Dünyamızda yaşamı, kendi plan hedefleri doğrultusunda yönlendirebilen, şekillendirebilen bir konuma gelip yerleşmiştir. Artık bu güç merkezi 3500 yıl önce önüne koymuş olduğu hedefe, (tek merkezli dünya hâkimiyeti) çok yakındır. Her ne kadar hala, yerküremizin şu ya da bu köşesinde işler KFO açısından çok da pürüzsüz gitmese de genelinde sistemin hâkimiyeti sağlanmıştır.
Dünyada, kitlesel olarak insanlar üzerinde hâkimiyetin sağlanabilmesi yönünde gerçekleştirilen en önemli yapısal aşama, adım adım insanların beslenme potansiyeli üzerinde hâkimiyeti ele geçirmek ile olmuştur. Yeryüzünde tüm canlıların sahip oldukları temel reflekslerinden birisi (yapısal olarak) beslenebilmek için, yiyecek bir şeyler bulabilme güdüsüdür. Bundan dolayı insanların da tüm davranışlarının temelinde, öncelikli olarak kendisi ve ailesi için beslenme imkânını oluşturabilmek ve devamını sağlamak eğilimi yatar. Paleolitik çağ öncesinde de durum böyleydi, günümüzde de böyledir. Gıda konusunda herhangi bir sebepten oluşabilecek gıda dar boğazı, hatta sıkıntı ihtimali, insanlarda “açlık korkusu”na sebep olur.
Gıda sorunu, açlık korkusu ya da ‘beslenme temel hakkı’ üzerine sayısız kitap yazılmıştır ve daha da pek çok yazılacaktır. Konu çok geniş ve bakış açılarının farklılıklarına göre pek geniş bir bilimsel hacme sahip. Burada tarım ve gıda konusunu neden ele aldığımı, KFO açısından beslenme temel hakkının, nasıl ve neden kendi plan hedeflerine ulaşmada çok etkili bir araç olarak kullanıldığını açıklamaya çalışacağım.
KÜRESEL BİR HÂKİMİYET ARACI OLARAK ‘AÇLIK KORKUSU’
İnsanın en ‘derin’ ve en ‘temel’ korkularından birisinin, ‘aç kalma korkusu’ olduğunu yukarıda belirttim. On binlerce yıldır insanoğlunun günlük yaşam ritminin belirleyici unsuru olan açlık duygusu ve yiyecek bir şeyler bulabilme uğraşı, bu gün bile her an bilinçaltının derinliklerinde titreşen negatif bir enerji olarak kişinin şu yada bu davranış tarzında etken olan temel nedenlerden birisidir.
Canlıların refleksif davranışlarını tetikleyen temel algılardan birisi olan ‘korku’, tarih boyunca insan kitlelerini yönlerdirme ve sömürmede en önemli gereç ve en etkili silahtır. Amerika kıtasının keşfinden sonra etrafa çekirge sürüsü gibi yayılan istilacılar tarafından sistematik bir şekilde yoğunlaştırılan ‘ölüm korkusu’nun yarattığı dehşet ile insan kitlelerinin nasıl paralize (adeta felç) edilerek savunmasız hale getirildiklerini hatırlayalım. ‘Korku’ olgusunu daha da genişleterek araştırmaya devam ettiğimizde korkuların ‘anası’ndan ‘açlık korkusu’ndan ve bu gün bu korkunun çeşitli biçimlerde kullanılmasıyla, dünya çapında nasıl bir ‘Tarım Savaşı’nın sürdürüldüğünden bahsetmemiz gerekmekte.
Tarihte insanlar ‘avcı- toplayıcılık’tan tarım toplumuna çok da gönüllü olarak geçmemiş. Bu geçiş yoğun kişisel zahmetleri ve riskleri beraberinde getirmiş. Gittikçe sayısal olarak kalabalıklaşan (şehirleşen) toplumlarda, çalışmak yerine çalışanın emeğine, ürününe ve hatta kendisine sahip olarak daha rahat yaşanabileceğini fark edenler, diğer insanlar üzerinde sonu gelmez bir hâkimiyet mücadelesini başlatmışlardır.
Avcı-toplayıcı toplumlarda da olabilen benzer amaçlı çatışmalar, o zamanlarda kitlesel kıyım boyutuna ulaşmamıştır. Kabileler hem sayısal olarak oldukça mütevazı büyüklüklerdedirler, hem de büyük kıyımları zorunlu kılacak bir neden ve de olanak yoktur. Yerleşik düzene (şehirleşme ve giderek devletleşme) geçişle birlikte, önce aynı yerde yaşayan insanlara hâkim olabilme amacı ile başlatılan gücünü diğerlerine kabul ettirebilme çatışmaları, ‘öteki’ şehrin, giderek ‘öteki’ devletin topraklarına, ürününe, emeğine ve hatta insanına (insan kaynakları / human resources!) hâkim olabilme, el koyabilme amacı ile kıyam savaşlarına dönüşmüştür.
Bir önceki paragrafta sözünü ettiğimiz ‘Tarım Savaşı’ da budur ve bu ‘çapul amaçlı kıyam’, neredeyse aralıksız olarak 5000 yıldan fazla bir zamandan beri sürdürüle gelmektedir. Son 400 yüzyılda ise bu çapul, nitelik ve nicelik olarak çok değişmiştir. Küresel olarak örgütlenmesini tamamlamış, merkezileşmiştir. Böylelikle tek merkezden, tek amaçla yönetilir olmuş ve bu yönetim biçimi için yeterli güç birikimini sağlamıştır. Bu merkez, yukarıda sözünü ettiğimiz ‘Tarım Savaşı’nın stratejik beyni olan “Küresel Finans Oligarşisi”dir.
AÇLIK KORKUSUYLA DOĞAL BESLENMENİN GASPI
‘Aç kalma korkusu’, yüz binlerce yıl boyunca en olumsuz şartlarda verilmiş yaşam savaşında insan denilen canlının, iliklerine işlemiş olan varlığını sürdürebilme çırpınışının bir öz deyişi, yok olma korkusunun ön adıdır. Böylesine köklü bir temel duygu, ‘Küresel Finans Oligarşisi’ açısından, koymuş olduğu plan hedeflerine ulaşmada kitleleri yönlendirebilmek için bulunmaz bir fırsattır. Bu yüzden sistemin oluşturduğu ve kontrolünü elinde tuttuğu (BM, FAO, WTO, WHO vb. gibi) çeşitli uluslararası kurumlar vasıtası ile yıllardır küresel olarak ‘açlık korkusunu’ işlemekte ve aktüel tutmaktadır. Sistem, bu korkunun yarattığı koyu sis perdesinin ardında, milyarlarca insanın doğal beslenme hakkını gasp edebilmektedir. Bir yanda kitleleri kurtulması imkansız bir tarzda güdülebilir kılmakta, öte yanda ise muazzam bir para (konsantre güç ) akışını, oluşturmuş olduğu kanallardan muntazam ve rekabet dışı bir şekilde kendi finans merkezlerine doğru yönlendirebilmektir.
Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk, 1970 yılında yayınlanan ‘Açlık Korkusu’ adlı eserinde şöyle yazıyor: “Yeni sömürgecilik, savaş korkusunu, açlık korkusu ile pekleştirerek geri ülkeleri dize getirmede yeni bir çığır açmış ve bu suretle sömürdüğü toplumun doğal ve beşeri kaynaklarını büyük bir tepki ile karşılaşmadan çıkarlarına uygun olarak kullanma olanağını hazırlamıştır. Açlık tek başına bir insanın sağlığının bozulması, üretim ve savunma gücünün kısıtlanması, yakın çevresinde olup bitenlere karşı ilgisiz kalıp, sahibi olduklarına sahip çıkmaması için yeterlidir.”
AÇLIK KORKUSUNUN YARATTIĞI YIKIM SAVAŞLARDAN DAHA ETKİN
Özellikle son 200 yıl içerisinde ‘Küresel Finans Oligarşisi’, başta Afrika olmak üzere dünyanın pek çok yerinde binlerce yıldır süregelmekte olan, makul bir yaşam tarzı için insanlara yeterli ‘geleneksel tarım üretimi’ tarzını, ileride açıklayacağımız çeşitli metotlarla çökertmiştir. Hedef bölgelerin insanlarını ‘açlık korkusu’ ile adeta paralize etmiş ve tarihte görülmemiş boyutlarda ki ‘sosyal bozulma ve çözülme’ (dejenerasyon) ile kimliksizleştirmeyi becermişlerdir. Bu insanlar, Osman Nuri Koçtürk’ün 1970’lerde gayet isabetli bir şekilde belirttiği gibi, ülkelerinde olup bitenlere karşı ilgisiz ve dolayısı ile savunmasız kalmışlar ve ‘açlık korkusu’nun pençesinde, rüzgârın önüne kattığı kuru yapraklar gibi oradan oraya savrulur olmuşlardır. Osman Nuri Koçtürk’ ün tespitlerine kaldığımız yerden devam edelim:
“...Kişiler üzerindeki fizyolojik ve psikolojik yıkıntıyı, toplumlar üzerinde aynen gerçekleştirmek için, sömürü bölgelerinde açlık psikozu yaratmayı, sonuçları bakımından savaşlardan daha etkin girişimler olarak niteleyen emperyalistler, şu günlerde açlık korkusunu sömürü bölgelerine yaymayı, savaş korkusu yaymaktan çok daha etkin ve yararlı görüyorlar.”
Zaman, zaman televizyonlarda gördüğümüz ve herkesi etkileyen, Afrika’dan açlık görüntülerini hatırlayalım: Her yaştan on binlerce aç ve yarı çıplak insan açık alanlarda kuyruklar halinde sıralanmışlar, ellerinde birer tas, uluslararası yardım kuruluşlarının (?) kaynattığı kazanlardan bir tas olsun kaynamış pirinç ya da darı bulamacı kapabilmek için saatlerdir bekleşmektedirler. Yüzleri sinek dolu, bir deri, bir kemik bebeklerin ve karnı şişmiş, ağlamaya bile mecali kalmamış küçük çocukların görüntüleri mutlaka herkesin hafızasında derin izler bırakmıştır. Bu görüntüler, genellikle kuzey yarım kürede, şehirlerde yaşayan geniş insan kitlelerini ‘açlık tehlikesi’nin gerçekliğine inandırmakta da önemli rol oynamıştır.
TARIMDAN KOPARILAN İNSANLAR ROBOTLAŞIYOR
Her türlü ‘geleneksel tarım’ faaliyetinden koparılmış, geniş alanlarda toplanmış bu insanların, toplumsal herhangi bir girişim gücü olamayacağı açıktır. Açlık ve ölüm korkusunun en çıplak bir şekilde pençesinde olan bu insanlar yaşayabilmek için tek umutları olan o yardım kuruluşlarının vasıtası ile batılı büyük devletlerin ellerine teslim olmuşlardır. Osman Nuri Koçtürk bu konuda şöyle diyor: “Açlık korkusunun etkisi altına sokulmuş bir toplumda, kişiler alışkanlıklarını, göreneklerini, örf ve adetleri ile çıkarlarının gereğini unutarak, her türlü baskı ve istismara elverişli bir davranış içine girerler. Bu duruma sokulmuş olan bir toplumu rastgele yiyeceklerle beslenmeye razı etmek ve gizli açlık ortamına itekleyerek zayıf düşürmek kolaydır. İkinci Dünya Savaşı sırasında, toplama kamplarında kötü beslenme koşulları altında kalmış şahıslar üzerinde yapılan geniş incelemeler ve savaştan sonra geri ülkeler insanları üzerinde yapılan araştırmalar sonunda, açlık korkusunun etkisi ve baskısı altına sokulmuş yarı aç insanların yeteneklerini kaybettikleri ve kendilerine verilen her emri itiraz etmeden yerine getiren robot insanlar olarak rahatça kullanılabilecekleri görülmüştür. Bu durum, daha önce Hindistan halkı üzerinde İngiliz’lerin uyguladıkları insafsız açlık projeleri dolayısıyle de gayet iyi biliniyordu…”
Burada ‘açlık korkusu’ ile varılmak istenen iki önemli hedefi görmüş oluyoruz. Birincisi: geniş kitleleri bu korku ortamında yardım bulma umudu ile topraklarından, alışageldikleri yaşam ortamından uzaklaştırarak, o bölgede tarımsal üretim faaliyetlerini tamamen felce uğratmaktır. Bu durum bir anda çok geniş alanlarda ani gıda maddeleri kıtlığı ortaya çıkarır. Bu olgu da kitlesel açlığı beraberinde getirir ki hedeflenen de budur. İkinci hedef ise, kitleleri bu yaratılmış olan korku ve panik ortamında, benliklerinden, öz güvenlerinden uzaklaştırarak kolay güdülür sürüler haline getirebilmektir ( örneğin Afrika’da olduğu gibi).
KORKU PSİKOLOJİSİYLE ELİNİ KANA SÜRMEDEN KAN DÖKENLER
Neticede bu ‘küresel güç’, dünya çapında geniş insan kitlelerinin yaşam biçimlerini, düşünce ve davranış biçimlerini onların geleneksel örf ve adetlerinden bağımsız olarak, kendi stratejik planları doğrultusunda yeniden tasarımlamak, dolayısı ile kitlelerin kaderini sımsıkı kendi elinde tutmak istiyor. Burada Osman Nuri Koçtürk’ün ‘Açlık Korkusu’ adlı eserinden uzunca bir bölümü daha aktarmak isterim. Koçtürk, 1970 de, tam 43 yıl önce, öyle diyor: “Gizli açlık ortamına iteklenmiş ve böylece sersemleştirilmiş olan topluluklar, Savaş korkusu, Açlık Korkusu, Hastalık Korkusu, kısacası Ölüm Korkusu ile karşı karşıya mutsuz bir hayat yaşar ve bundan dolayı varlıklarına sahip çıkamazlar. Sömürüye çok elverişli bir ortam olan koşullar altında bu zavallı insanlar alabildiğine sömürülmekte, korku sonucu değiştirmediği için, gene de açlıktan, sefaletten, hastalıktan ölmekte ve savaşlarda öne sürülerek birbirlerini boğazlamaktadırlar. Korku psikolojisi, her türlü cinayeti başkaları hesabına da olsa, işlemeye elverişli ruhi ortam yaratır. Dünya Barış’ını koruduklarını iddia edenler, kendi ellerini hiç kana sürmeden savaş korkusu’na düşürülmüş aç ve bilgisiz toplumları kendi hesabına çatıştırır ve birbirlerine kırdırırlar. Tıpkı bunun gibi dünyayı Açlıktan koruduklarını söyleyenler de ellerini sürmeden aç bir ülkeyi, başka bir aç ülkenin açlıktan kırdırılmasında aracı ve uygulayıcı olarak kullanabiliyorlar. Biefra’nın Nijerya tarafından aç bırakılması ve savaşlarda ölen insan sayısından daha çok insanın Biefra’da açlıktan ölüme sürüklenmiş bulunması, lüks otellerde açlığı önlemek için parlak nutuklar atanların eseridir ve olayların arkasında onların ellerini görmek mümkündür.”
KÜRESEL FİNANS OLİGARŞİSİNİN HEDEFİ: ‘TARIM SAVAŞI’
Sanırım konu anlaşılmıştır. Küresel Finans Oligarşisi’nin ( KFO) ana hedefi, en başta ‘açlık korkusu’ gibi psikolojik faktörler olmak üzere, diğer politik ve ekonomik faktörleri de kullanarak gıda maddeleri üretimini, diğer bir deyişle tarımsal üretim faaliyetlerini, dünya çapında kontrol altına almak ve belli bir hedefe yönlendirmektir. Kimlerin ne zaman ve nerede, ne kadar ve neler yiyebileceklerine karar verebilmek; günlük olarak belli bir miktar ve tarzda beslenme mecburiyetindeki milyarlarca insanı adeta gırtlağından sımsıkı tutabilmek gibi bir şeydir.
Bu yolla KFO’nun ana hedefi, geniş insan kitleleri üzerinde mutlak bir hâkimiyeti, gıda üzerinden devamlı kılmaktır. Bu sebeptendir ki çeşitli kıtalarda var olan tarımsal üretim ve ona dayanan değişik beslenme biçimlerini, oluşturmuş olduğu bir ana plan (master plan) doğrultusunda yeniden şekillendirmek ve standart hale getirmek amacındadır. Bu yeniden tasarımlanmış olan tarımsal üretim sistemini, etken ve devamlı kılabilmek için de kitlesel anlamda tüketimin niteliğini ve niceliğini belirlemek ve bütün gıda maddelerinin dağıtımını elde tutmak için dünya çapında bir savaş verilmektedir. Bildiğimiz toplu, tüfekli sıcak savaş bu ‘ana savaşın’ sadece bir parçasıdır. Bu savaş, ‘Tarım Savaşı’dır.