Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran Atatürk’ün partisi, son yıllarda giderek artan bir hızla tasfiye edilme aşamasına getirilmeye çalışılmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Büyük Britanya İmparatorluğu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve onun yavrusu İsrail’in bu bölgeye gelmesiyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti devlet modelini ortaya koymuş olan Atatürk’ün partisi sürekli olarak hedef alınarak, bir tasfiye edilme noktasına doğru itilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında, dünyanın merkezi alanı için ayrı ayrı bölgesel plan ve projeleri olan Britanya İmparatorluğu–Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail üçlüsü, bir anlamda Siyono-Atlantizmin ortakları olarak, dünya hegemonyası peşinde koşarlarken, merkezi coğrafyada kendilerini güç merkezi konumuna getirebilecek, çeşitli plan ve projeler üzerinde çalışmalar yaparak, bunları bölge ülkelerine kabul ettirebilmenin çabası içine girmişlerdir. Böylesine bir emperyalist düzen oluşturma süreci içerisinde Türkiye ve komşuları eski Osmanlı ülkeleri olarak, hem on bin kilometre ötelerden gelen Atlantik rüzgârları ile hem de tarihin derinliklerinden iki bin yıl öncelerden gelen Siyonizm esintileri ile karşı karşıya kaldıkları için, giderek artan dış baskılar ile provokasyonlara karşı da kendilerini koruma doğrultusunda bir savunma dönemine sürüklenmişlerdir.
Okyanus ötelerinden ve tarihin derinliklerinden gelen rüzgârlar, merkezi coğrafya da kesişince, Balkanla, Orta Doğu, Kafkaslar üçgeni bir savaş alanı konumuna gelmiş ve bu üç bölgenin merkezinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti de bütün savaş senaryolarının çekişme merkezi olarak öne geçmiştir. İşte bu yüzden, Türk Devletinin kurucusu olan Atatürk’ün öldüğü gün, emperyalist güçler tarafından karşı devrim devreye sokuluyordu. Türk ulusu adına Atatürk ve Kuvayı Milliye kadrosunun kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti, yıkıcı rüzgârlara karşı var olma mücadelesi vererek ayakta kalmaya çalışırken, Türk ulusu adına devleti kurmuş olan Atatürk’ün Partisi’nde varlığını dış baskılara karşı koruyabilme doğrultusunda yeni bir mücadele dönemine sürüklenmiştir. Partinin toptan ortadan kaldırılması doğrultusundaki bir plan, gene Atlantikçi güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından devreye sokulmuştur. Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasında Sovyetler Birliği üzerinden komünizmi asıl tehdit olarak gören anlayış, Türk siyaset sahnesinde geçerli kılınmaya başlayınca, merkez sağ kanatta yeni siyasal partiler kurdurularak, bunlar Batı desteği ile sürekli olarak iktidara getirilmiş ve bu doğrultuda devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisi sürekli muhalefette kalma gibi bir siyasal mahkûmiyete itilmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçilirken, sürekli olarak merkez sağ partiler sosyalizme karşı dincilik aşılaması ile iktidara getirilmişler, böylece devlet kurucusu partinin sürekli olarak muhalefette bırakılmasının koşullarını hazırlamışlardır. Ekonomik ya da siyasal dengelerde bir bozulma ya da tehlikeli durum ortaya çıktığında, NATO üzerinden askeri darbeler devreye sokularak, batı emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarları devlet gücü ile koruma altına alınmış, ama hiçbir zaman Atatürk’ün partisinin iktidara gelmesine izin verilmemiştir.
Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’inin işbirliği yapmaları sonucunda; Cumhuriyet Devletini kurmuş olan Atatürk’ün Partisi sürekli olarak muhalefette bırakılınca, hem Türk devletinin yapısı Batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda değişime zorlanmış, hem de Atatürk Cumhuriyetinin kurucusu olan siyasal partinin giderek temel ilkeleri ve anlayışından uzaklaştırılarak, Batı uydusu bir çizgiye kayması sağlanmıştır. Soğuk savaşın son dönemlerinde Türkiye sürekli olarak sağ iktidarlar ve askeri rejimler çıkmazına mahkûm edilirken, rejimin kurucusu ve sahibi olması gereken Atatürk’ün partisi, sürekli olarak muhalefette bırakılarak, Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında elde etmiş olduğu halk tabanı desteği giderek devre dışı bırakılmıştır. Batı emperyalizminin ve yerli ortaklarının çıkarları doğrultusunda bir gelişim çıkmazına itilen Türkiye’de, Atatürk’ün partisinin etkisi giderek azalınca, hem karşı devrim azmış hem de cumhuriyet düşmanları olan bölücüler ile şeriatçılar siyaset sahnesinde daha geniş etki alanına sahip olarak, ikinci cumhuriyetçilik görünümü altında emperyalizminin taşeronluğuna soyunmuşlardır. Cumhuriyetin kurucusu olan siyasal partinin, aynı zamanda cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı olmasına izin verilmemiş, Batı kapitalizmi ve yerli ortaklarının çıkarları söz konusu olunca, cumhuriyeti koruma ve kollama görevi gerekçe yapılarak ara rejimler ve askeri dönemler için Türk Silahlı Kuvvetleri devreye sokulmuştur. Dış güçler, Atatürk’ün partisini sürekli olarak muhalefette bıraktığı için, sermaye çevreleri ve kapitalist sistemin her ihtiyacı olduğu dönemde asker destekli ara rejimler sağ parti iktidarlarını destekleyecek biçimde devreye sokularak, ekonomik alanda halk kitlelerinin çıkarlarını gözetmeyen ve ihmal eden işbirlikçi politikalar, egemen azınlık ve çıkar çevrelerinin istekleri doğrultusunda uygulanmıştır.
Soğuk savaş yıllarında sürekli olarak muhalefete mahkûm edilen Atatürk’ün partisi, küreselleşme dönemine gelindiğinde askeri darbe yolu ile ortadan kaldırılarak tarihe mal edilmek istenmiştir. Soğuk savaşın son döneminde İran-Irak savaşı sırasında Türkiye’yi Batı denetimi altında tutmak üzere getirilen NATO destekli uzun süreli askeri dönemde, bütün kuruluşlar kapatılırken, devleti kuran Atatürk’ün partisi de kapatılmıştır. Ne var ki, daha sonraki yıllarda normal demokratik ortama geçildiğinde, Türk toplumunun bölünmesine ya da bölgesel emperyal planlara yönelmesini sağlayan farklı siyasal partilerin kurulması üzerine, milli burjuvazinin sağlam kalmış unsurlarının öncülüğünde Atatürk’ün partisi yeniden kurulmuştur. Partinin ikinci kez kurulması sırasında, bunu önlemeye çalışan emperyal müdahaleler ile birlikte, Türkiye’yi Atlantikçi güçlerin planları doğrultusunda dönüştürmeye uğraşan çeşitli siyasal girişimler ve bu doğrultuda bazı yanlış siyasal parti oluşumları da gündeme gelmiştir. Askeri dönem sonrasında normalleşmeye doğru gidilirken, bu kez de küresel emperyalizm doğrultusunda müdahaleler artmış, ikinci cumhuriyetçilik doğrultusunda hem bölücülük, hem siyasal dincilik hem de batı uyduculuğu ülkeye empoze edilmeye başlanmıştır. Büyük sermayenin denetimindeki basın ve medya organları bu planlara hizmet ederken, siyasal kadrolar da dış destekler ile bu tür oluşumlara hizmet edecek bir çizgide öne çıkarılmıştır. Devletin kurucu partisinin rejimin güvencesi olarak yoluna devam etmesi gerekirken, emperyalistler buna izin vermemişler, askeri rejimi bahane ederek bu partinin kapatılmasına giden yolu açmışlardır. Ne var ki, kısa zamanda, devletin kurucusu olan partinin rejimin güvencesi olduğu anlaşılınca, Atatürk ilkelerine karşı bir doğrultuda gündeme getirilen yanlış siyasal partiler teker teker siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır.
Atatürk’ün partisine üçüncü genel başkan olarak getirilen bir Atlantikçi gazeteci emperyal çevrelerin desteği ile Orta Doğu projelerine yelken açarken, daha sonraları ayrı bir parti kurarak Türkiye’yi Atatürk çizgisinden uzaklaştırabilmenin yollarını aramıştır. ”Atatürk ve Devrimcilik “ ya da “Bu düzen değişmelidir” gibi kitaplar yazan bu Atlantikçi gazeteci, daha sonraki aşamada devrimcilik ilkesini Atatürk karşıtı bir karşı devrimcilik olarak anlamış, Atatürk ilkelerini savunmaktan vazgeçerken devrimcilik ilkesini Kemalizm’i silmek üzere kullanmıştır. “Bozuk düzeni” değiştiremeyeceğini görünce de “ben değiştim” diyerek çark edince, merkezi coğrafyaya yönelik çeşitli plan ve projeleri uygulayabilme doğrultusunda kendisine iktidar olma fırsatı verilmiştir. Atatürk’ün partisi meclis dışı bırakılırken, Atatürk’ süz yeni bir gelenek yaratılmak istenmiş ama Atlantikçi gazetecinin iktidarı bunun mümkün olamayacağını gözler önüne sermiştir. Milli burjuvazinin ısrarları ile Atatürk’ün partisi ikinci kez kurulurken, ABD’de kariyer çalışmaları yapmış ve Kemalist olmayan bir siyaset bilimi doçenti Amerikancı güçlerin desteği ile Atatürk’ün partisinin başına getirilmiştir. Siyasal katılım uzmanı olarak bu alanda tez yazmış olan siyaset bilimcisi, uzun süreli genel başkanlığı sırasında, hem Atatürk’ün partisini muhalefette bırakarak kendisini destekleyen güçlerin isteklerini yerine getirmiş, hem de sahip olduğu siyasal katılım bilgisini ters yönden kullanarak, Atatürk’ün partisine halk kitlelerinin geniş katılımını önleme doğrultusunda kullanarak, devlet kurucusu olan partinin ulusal tabanını küçültmeye çalışmıştır. Sürekli olarak muhalefette kalmak partiyi küçültürken, Kuvayı Milliye partisine milletin değişik kesimlerinin katılımının bilinçli olarak engellenmesi de, cumhuriyetin bekçisi olması gereken bu örgütün, gücünün iyice kırılmasına ve halk kitleleri nezdinde itibarını yitirmesine neden olmuştur. Atlantikçi gazeteci Atatürk geleneğini tasfiye ederken, siyasal katılım uzmanı doçent de, partinin giderek küçültülmesine giden yolu açmıştır. Hiçbir gün ortaya bir iktidar programı koymayan ve halk kitlelerine bir siyasal iktidar vaadinde bulunmayan bu doçent, ileri geri adımlar atarak ve kafaları karıştırarak, devleti kuran partinin iktidar olmasını dolaylı yollardan önlemiştir. Merkezi alana egemen olmak için büyük çaba gösteren Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ortaklığı, Türkiye’yi bu doğrultuda kullanmaya çalışırken, Atatürk cumhuriyetini tasfiye edebilmenin ilk koşulu olarak Atatürk’ün partisinin her aşamada iktidara gelmesine önlemek doğrultusunda ısrarcı ve inatçı olmuştur. Batı emperyalizmi ile yakın ilişki içinde olan işbirlikçi toplum kesimleri ve komprador burjuvazi, Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasi konusunda hiçbir zaman ısrarcı olmadıkları için, ABD’nin gösterdiği yolda, Atatürk’ün partisinin yozlaştırılmasına ve gerçek rayından çıkartılmasına hiçbir şey demeyerek seyirci kalmayı tercih etmişlerdir. Boğazdaki villalardan manzarayı seyretmeyi kendi çıkarları açısından uygun gören Batı işbirlikçisi zenginler sınıfı emperyalizme direnmeyerek pasif kalmayı tercih etmiştir.
Laik devleti ortadan kaldırmayı ve Türkiye’yi emperyal devletlerin dümen suyuna çekmeyi hedefleyen karşı devrimciler, bugün Büyük Orta doğu Projesi doğrultusunda Atatürk Cumhuriyetinin kesin olarak ortadan kaldırılmasını istedikleri için, her yerde Atatürk’ün partisinin kapatılmasını açıkça dile getirerek cumhuriyet düşmanlığında yeni bir aşamaya gelmişlerdir. Şeriatçı basının önde gelen yazarlarından birisi, adında “Cumhuriyet “ kavramı olan bir siyasal partinin dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığını ve bu yüzden Atatürk’ün partisinin bir devlet dairesi görünümü içinde olduğunu, devleti küçültürken Atatürk’ün partisinin de öncelikle kapatılması gerektiğini, neredeyse her hafta yazılarında tekrar ederek, siyasal İslamcılara yol göstermektedir. Siyaseti bildiğini iddia eden ve her gün ciddi anlamda açık ve ezoterik istihbarat bilgilerini her anlamda kullanan bu yazarın, her fırsatta bir devlet dairesini kapatır gibi Atatürk’ün partisinin kapatılmasını istemesi, normal demokrasilerde görülmeyecek bir durumdur. Aslında hiçbir siyasal partinin devlet ya da yargı kararı ile kapatılmaması gerekmektedir. Bugünkü iktidar partisi de böylesine bir süreçten geçerken, yandaş basında yer alan siyasal İslamcı yazarların, hem iktidar partisinin kapatılmasına karşı çıkmaları ama aynı yazarların devleti kuran Atatürk’ün partisinin kapatılmasını istemeleri, çok ciddi anlamda bir siyasal bir çelişki olarak gündeme gelmektedir. Kapatılması istenen “Cumhuriyet” gazetesi veya kebapçısı, ya da “Cumhuriyet sucukları “ işletmesi değil, bir Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Türk milletinin devletini kurmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Her gün kamuoyunun önüne çıkan siyasetçilerin ve basın mensuplarının halk kitleleri önünde daha ciddi ve tutarlı davranmaları gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyetini kuran bir partinin kapatılmasını istemek her yönü ile antidemokratik bir tavırdır. Herkes kendisi için istediği hak ve özgürlükleri başkaları için de istemek durumundadır. Bu gibi çelişkilerin önlenebilmesi için, cumhuriyet karşıtlığı politikaları ile iktidara gelerek, devleti kuran partinin kapatılmasını istemek gibi çelişkili durumlara artık fırsat verilmemelidir. Tarihin belirli bir döneminde, toplumsal karşılığı olan her partinin kurulmak ve ortaya çıkmak durumu nasıl normal karşılanıyorsa, sosyal tabanını kaybeden partilerin siyaset sahnesinden silinip gitmesini de benzeri bir normallik çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Her siyasal partinin kurulması ve varlığını sürdürmesi normal bir durumdur. Askeri dönemleri bahane ederek, siyasal partilerin kapatılmasını istemek, ancak emperyalizmin oyunları ile açıklanabilmektedir. Orta Doğu planları yüzünden, Türk Devletini dönüştürmek isteyenlerin, Atatürk’ün partisinin kapatılmasını istemeleri Türk kamuoyunda haklı bir tepkiye neden olmaktadır.
Parti kapatmayı, devlet dairesi kapatılmasıyla karıştıran siyasal İslam’ın yandaş akılı, ileri demokrasi adına Türkiye’ye emperyalizm işbirlikçisi bir ikinci cumhuriyetçiliği empoze ederken, devleti kuran toplum kesimlerinin var olma ve ülkedeki kamu düzenini ayakta tutarak yaşatma haklarını görmezden gelmektedir. Bu nedenle de, kendilerini demokrasi havarisi ilan edenlerin giderek tek boyutlu bir faşist çizgiye, ya da seçimle gelen krallar uygulamalarına benzer biçimde demokratik görünümlü diktatörlüklere yol açtıkları veya destek verdikleri görülmektedir. Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları ile dünyanın merkezi coğrafyasına gelerek büyük devletler düzeni kuran Türk milletinin, tarih sahnesinden silinmek istendiği bir aşamada, bir var olma savaşı vererek, bağımsız bir Türk devletini dünya haritasının tam ortasında ilan etmesiyle, tarihin seyri değişmiş ve batı emperyalizminin dünya hegemonyası planları devre dışı kalmıştır. Böylesine büyük bir başarıyı elde eden Türk ulusu da, Kurtuluş Savaşı yıllarında Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri çatısı altında bir araya gelerek örgütlenmiş ve tam olarak örgütlü bir siyasal varlığı ortaya koyduğu aşamada, bütün ulusal savunma kuruluşları, bir milli parti çatısı altında bir araya gelerek, başkent Ankara’da tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. Türk milletine böylesine çağdaş bir devlet yapısını kazandıran, Ulusal Kurtuluş savaşının öncü kadrosu ve onun içinden çıkan Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Atatürk’ün partisidir. Türk ulusu hiçbir zaman bu gerçeği unutmadan hareket ederek, bir daha Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü döneminde olduğu gibi örgütsüz ve çaresiz bir olumsuz duruma düşmemelidir. Bir yandan Kurtuluş Savaşı verilirken, diğer yandan Türkiye Büyük Millet Meclisi açılarak, yeni devletin kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Böylesine çok yönlü bir siyasal mücadele, ancak Türk ulusunun bir siyasal parti çatısı altında bir araya getirilmesiyle mümkün olabiliyordu.
Atlantik okyanusunun doğu ve batı kıyılarında Atlantikçi bir çizgide yetiştirilen siyasal kadroların, Atatürk gibi Avrasya’nın tam ortasında yetişmiş bir önderden farklı bir çizgide olmalarını da doğal karşılamak gerekmektedir. Ne var ki, bu gibi durumları aynı zamanda konuşmak ve yazmak yolu ile de kamuoyunun bilgisine sunmak da zorunludur. Türkiye Cumhuriyeti devletini geçici olarak gören ve artık tarih sahnesinden çekilmesi gerektiğini savunan Atlantikçi tavır kadar, Türk milletinin var olmasını ve yoluna devam etmesini sağlayan Ulusal Kurtuluş Savaşını ve bu kutsal mücadelenin ürünü olan Türkiye Cumhuriyetini ve bu devletin kurucu iradesi olan Cumhuriyet Halk Partisini de iyi bilmek gerekmektedir. Atatürk’ün partisi, Türk milleti adına Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olduğu kadar, aynı zamanda da koruyucusu olmak durumundadır. Ne var ki, Atlantik emperyalizminin Türkiye’ye girişi ile başlayan yeni işgal döneminde, Atatürk’ün eserleri ortadan kaldırılmaya çalışılırken, Atatürk’ün partisini de Atlantikçi güçler ele geçirmiş gibi görünmektedir. Türkiye’nin, Atlantik emperyalizmi ve onun bölgesel ortağı konumunda olan Siyonizm’in çıkarları doğrultusundaki politikalar, okyanus ötesinden tezgâhlanırken, okyanus kıyılarında feyiz almış Atlantikçi kadrolar, cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk’ün partisinin, Türk devletinin çıkarlarını korumasını ve kollamasına yardımcı olmamakta, bu yüzden ortaya çıkan siyasal boşluk aşamalarında egemen güçlerin askeri darbe senaryoları devreye sokulmaktadır. Anayasa ve yasalarda yer alan cumhuriyeti koruma ve kollama misyonu esas olarak, devleti Türk ulusu adına kurmuş olan Atatürk’ün partisinin ana görevidir. Ne var ki, ikinci cumhuriyetçilik, ileri demokrasi ya da küreselleşme gibi cilalı sözcükler arkasına saklanan Atlantik güçleri ülkedeki Siyonist birikim ile de işbirliği yaparak, Türkiye siyasetinden Atatürk’ün partisini dışlarlarken, küresel sermayenin dünya imparatorluğu doğrultusunda Türkiye’yi yeniden yapılandırabilmenin yollarını aramaktadırlar. Bu nedenle, Atatürk’ün partisi ya açıkça kapatılmak istenmekte, ya da halk kitleleri ile Ulusal Kurtuluş Savaşından gelen bağları kesilerek, iyice küçültülen ve giderek marjinalleştirilen bir siyasal örgüt konumuna düşürülmeye çalışılmaktadır. Bu durum, Atatürk’ün ölümünden sonra hiç değişmeden günümüze kadar sürdürülmüştür.
Türkiye yeni bir siyasal dönemeci dönerken, Atatürk’ün Partisi’nin yeni bir genel kurul toplantısı yapması gündeme gelmiştir. Aynı zamanda devleti kuran parti olduğu için, Atatürk’ün partisi cumhuriyet rejiminin kurucusu ve kollayıcısı olarak, her siyasal aşamada bir genel kurul toplantısına giderek genel durum değerlendirmesi yapmak zorunda kalmıştır. Yirmi birinci yüzyılda ilerlerken, Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yıldönümüne yaklaşmakta ama aynı zamanda emperyal devletlerin bölge planları da komşu devletler ile birlikte Türkiye üzerinde ağırlık kazanmaktadır. Yeni Osmanlı diye yola çıkanlar, Avrupa üzerinden ithal edilen ikinci cumhuriyet senaryoları ile de birleşerek, değişim görünümü altında Türkiye Cumhuriyeti’ni bölgesel projelere doğru her yolu deneyerek zorla dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Yaşanılan süreçte; Anayasa’da yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri ve anayasal koruma altında olan Atatürk ilkeleri ve devrimleri her gün ayaklar altına alınırken, her türlü milliyetçilik ile birlikte Türk ulusalcılığı da ihmal edilmekte, Atatürk’ün partisinin üst yönetiminde bir araya gelen alt kimlikçi, neoliberal, siyasal İslamcı, cemaatçi, federasyoncu, Büyük Orta Doğucu ya da Büyük İsrailci ve de ikinci cumhuriyetçi kadrolar, gelişmelere seyirci kalmakta, gereken tavırlar konulmadığı gibi, hiçbir biçimde muhalefet yapılmayarak emperyalist müdahalelerin önünün açılmasına yardımcı olunmaktadır. Türkiye’yi, Atatürk’ün çizgisinden ve devlet modelinden kaydırma doğrultusunda önemli adımlar atılırken, geçmişten gelen hesaplaşmalar öne çıkarılmaya çalışılmakta, Dersim’de yaşanan tarihsel olayların sorumlusu olarak Atatürk ilan edilirken, bir yandan da cumhuriyetin kurucu yönetiminden intikam alınmaya çalışılmaktadır. Değişik kesimlerden toplanmış temsilciler aracılığı ile tam anlamıyla Atatürk karşıtı bir çizgide Atatürk’ün partisinin yönlendirilmeye çalışıldığı açıkça gözlemlenmektedir. Bu gibi eleştiriler giderek kamuoyunda tırmanma gösterirken, bu partinin bugünkü yönetici kadrolarından hiçbir kimse çıkarak ortaya çıkarak açıkça Atatürk ilke ve devrimlerini savunma ihtiyacında görünmemektedir.
Atatürk’ün partisi sürekli olarak Atatürk’ün ilkelerinden ve siyasal çizgisinden uzaklaştırılırken, bir sosyal demokrasi tartışması öne çıkarılmakta ve bu doğrultuda neoliberalizm partiye monte edilerek, neoliberal politikalar halk kitlelerine sosyal demokrasi diye yutturulmaya çalışılmaktadır. Bugün gelinen aşamada dünyanın hiçbir ülkesinde gerçek anlamda bir sosyal demokrasi uygulaması kalmamıştır. Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra, bütün sol partiler ve akımlar ya çökmüş ya da sağa kaymıştır. Küresel emperyalizm bu aşamadan sonra dışarıdan kapitalist sistemin empoze ettiği neoliberal politikaları sosyal demokrasi diye bütün dünya ülkelerine zorla dayatarak milliyetçi tepkileri önlemeye çalışmıştır. Türkiye’de de benzeri gelişmeler çok hızlı bir biçimde gelişmiş ve zengin kesimlerin liberal temsilcileri sosyal demokrasi görünümünde neoliberalizmin politikalarını savunmaya ve medya ile basın organları sayesinde topluma benimsetmeye soyunmuşlardır. Bugün, Atatürk’ün partisinin adında ”Halk” sözcüğü vardır ama gerçek anlamda halk temsilcilerinin parti yönetimine gelmesi ya da meclise girmesi merkez yoklamaları ile önlenmektedir. Halkın gerçek anlamda temsilcisi olması gereken Atatürk’ün partisi, bunun tam tersi bir çizgide sermayenin partisi konumuna düşürülmüştür. İstanbul sermayesinin gayrimüslim kanadı, siyasal İslam’ın iktidarına karşı Atatürk’ün partisini kullanmaya başlamış, partinin yönetici kadroları ya da milletvekili adayları Boğaz kıyısındaki localarda, işadamı derneklerinde ya da küresel emperyalizmin Türkiye şubesi gibi çalışan TESEV vakfı ile Büyük Kulüp gibi kuruluşların merkezlerinde belirlenerek, Soros’un yolundan gitmeye çalışılmıştır. Soros’un çocukları neoliberal politikalar ileparti yönetiminde etkili olunca, ülkeden dışlanmış olan dünya bankasının bir yöneticisi partiyi okyanus ötesinden yönlendirmeye başlamıştır. Böylece tam bağımsızlıkçı Atatürk’ün partisinin yönetiminde Atlantik emperyalizmine tam bağımlılıkçı bir İMF cuntası ortaya çıkmıştır. Böylesine bir durum da Atatürk’ün partisinin halk kitlelerinden giderek uzaklaşmasında önde gelen bir faktör olmuştur. Amerika’da tahsil gören ikinci cumhuriyetçi kadrolar ile sermaye temsilcileri bir araya gelince, birinci cumhuriyetin partisi ikinci cumhuriyetçiliğin partisine dönüşmüştür. Kemal Derviş zihniyeti partiyi tümüyle sermayenin ve kapitalist sistemin yedek lastiği konumuna getirmiş, kesinlikle halk kitlelerinin çıkarlarına ters düşen neoliberal ekonomik karar ve uygulamalara karşı, halk partisi ya da halkın partisi olarak ciddi bir muhalefet yapılmamıştır. Bunun sonucunda da, Türkiye’de en fazla dolar milyarderi ortaya çıkarken, Türk halkı tabanda fazlasıyla yoksullaşarak dini cemaatlerin kontrolü altına sürüklenmiştir. İstanbul sermayesine teslim olan Atatürk’ün partisi, doğu ve orta Anadolu bölgelerinden koparak, sahillerde yaşayan zengin Levantenlerin ve gayrimüslimlerin partisi konumuna düşürülmüştür. Bu yüzden partinin adı, ”Sahil zenginleri partisi”ne çıkmıştır. Son yıllarda üst üste yapılan seçimlerin haritası da bu durumu açıkça kanıtlamaktadır.
Cumhuriyetin kurucu önderi Atatürk’ bir ulus devlet kurarken, milli bir burjuvazinin oluşturulmasına öncelikle dikkat etmiş ve kendi döneminde devlet eliyle milli burjuva sınıfı yaratılmasının ilk adımlarını atmıştır. Ne var ki, Atatürk sonrası dönemlerde işbaşına gelen sağcı iktidarlar daha çok batı kapitalizmiile işbirlikçi bir ortaklık içine giren gayri millî bir komprador burjuvazinin geliştirilmesine öncelik vermiştir. Dışa açılma ya da küresel ekonomi gibi gerekçeler doğrultusunda milli burjuvazi ortadan kaldırılırken, gayri millî işbirlikçi burjuvazinin ortamı hazırlanarak onların içinden çıkan siyaset kadroları tarafından böylesine oluşumlar desteklenmiştir. Gayri millîlik aynı zamanda gayrimüslümliği de beraberinde getirmiş, Osmanlı döneminde sahil kentlerine yerleşen gayrimüslim Levanten kesimler, laik cumhuriyetin büyük burjuvazisi olarak öne çıkmışlardır. Anadolu’nun çeşitli kentlerinden para toplayanlar İstanbul’a yerleşerek, yeni bir Bizans arayışına girişmişlerdir. Bu tür gelişmeler çok hızlı bir biçimde birbirini izleyerek gündeme gelirken, gayrimüslim kesimlerin temsilcileri Atatürk’ün partisini laiklik ilkesine kilitlemişler ve kendi din anlayışlarını laiklik adına topluma empoze ederken, Atatürk’ün partisini kullanmaya başlamışlardır. Özellikle soğuk savaş sonrasında, dışa açık ekonomi uygulanırken, milli devlete karşı cereyanların güç kazanmasıyla milli burjuvazinin tasfiyesi gerçekleşmiş, gayrimüslim burjuvazi Levanten kesimler ile işbirliği yaparak sahillere doğru yönelince, Anadolu’nun büyük çoğunluğu İslamcı bir ekonomik arayışa yönelmiştir. Atlantikçi gazetecinin, halk sektörü hayalleri kapitalist sistem tarafından çökertilince, çöken Anadolu ekonomisi İslamcı tarikatlar üzerinden bir dinci burjuvazinin öne çıkmasına giden yolu açmıştır. Siyasal İslam’ın partisi kendisine bağlı bir dinci burjuvaziyi zamanla yaratırken, Atlantik ötesinden destekli bir dini cemaat da her türlü manüplasyona uygun bir yeni dinci sermaye örgütlenmesini Anadolu’nun göbeğinde gerçekleştirmiştir. Milli burjuvazinin çökertilmesi üzerine, dinler arası savaş ekonomik alana kalmış ve İslamcı sermaye Yahudi ve Hıristiyan sermayelerine karşı bağımsız kimliği ile ortaya çıkmıştır. İstanbul sermayesi Türkiye adına örgütlenirken Anadolu sermayesinin temsilcilerini içine almamış, İstanbul sermayesi gayrimüslim bir çizgide güçlenirken, Anadolu sermayesi de İslamcı bir kimlik ile öne çıkarak yeni dönemde gayrimüslim sermayeye karşı ağırlığını koymuştur. Türkiye’de böylesine köklü gelişmeler. Birbirini izlerken Atatürk’ün partisi gene bu önemli değişime karşı seyirci kalmış ve milli burjuvazinin ayakta kalabilmesi için mücadele etmemiş, ekonomik çekişmenin dinler arası yarışa dönüşümünü önleyen hiçbir adım atmamıştır. İstanbul sermayesi basını ve medyayı tam kontrolü altına alırken, Atatürk’ün partisini de denetimi altına almış ve kendi temsilcileri ile partinin yönetimini sağlarken, Müslüman Türk milletinin milli devletini kuran Atatürk’ün partisi gayrimüslimlerin gayri millî ekonomi oluşturan girişimlerinin etkisi altında kalarak, bir anlamda gayrimüslimlerin partisi konumuna sürüklenmiştir.
Atatürk’ten sonra iktidara gelen ikinci adam, göreve geldiği gün ilk iş olarak Atatürk’ün bütün kadrosunu işbaşından uzaklaştırmış, tek parti yönetiminde Atatürk’ün Avrasya’cı politikaları yerine gizli antlaşmalar imzaladığı Atlantikçi politikalara angaje olmuştur. İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngilizci, sonrasında Amerikancı politikaların Türkiye’de etkili olmasını sağlayan Atlantikçiliğin Atatürk’ün partisinde etkin bir konuma gelmesi ikinci adam döneminde olmuştur. Bu doğrultuda bir ikinci adam hegemonyası kendisi ve daha sonra da ailesi aracılığı ile Atatürk’ün partisinde ön planda olmuştur. Torunlar aracılığı ile parti üzerinde kurulmuş olan böylesine bir çizgi, İstanbul sermayesinin en önde gelen aileleri tarafından da desteklenince, Atatürk’ün partisi hem Atlantikçiliğe, hem ikinci cumhuriyetçiliğe, hem küreselciliğe hem de Büyük Orta Doğu politikalarına angaje olarak Türk halkından uzak düşmüştür. Sahil zenginleri partisi konumuna gelirken, Atatürk’ün partisinde hem İstanbul sermayesinin hem de batıcı toplum çevrelerinin, gayrimüslim kesimlerle olan ortaklığının rolü olmuştur. Türk halkına hiçbir şey vermeyen, İstanbul ve diğer sahil kentlerinde odaklanan Levanten yapılanma, Türkiye’yi batı kapitalist sisteminin Orta Doğu bölgesindeki üssü haline getirmiştir. Atatürk’ün partisi böylesine ulusal çıkarlara ters düşen gelişmelere alet olurken, hiçbir zaman halktan yana, ya da Türkiye cumhuriyetinden yana ulusal politikaları gündeme getirememiş ve savunamamıştır. Halkın partisi sermayenin partisine dönüşürken partinin yöneticileri Atlantik çizgisinde böylesine bir dönüşüme seyirci kalmış, hiçbir zaman Kuvayı Milliye yıllarından gelen antiemperyalist ve de tam bağımsızlıkçı çizginin gerçek temsilcisi olarak hareket etmemiştir. Bu yüzden de hiçbir zaman halk kitlelerinin desteğini alarak iktidara gelememiş, bazı ara dönemler de ancak zorlama koalisyonlar aracılığı ile Türkiye’nin yönetiminde kısıtlı bir biçimde söz sahibi olabilmiştir. Tek parti döneminden gelen sermaye kesimleri ile bütünleşme süreci sonraki yıllarda hızlanarak artmış, TUSİAD ve TESEV ile birlikte batı emperyalizminin Boğaz kıyısındaki temsil merkezi olan Büyük Kulp temsilcileri parti yönetiminde egemen olmuşlardır. Partinin bugünkü Meclis kadrolarının yarısına yakını ya parti merkezine hiç adımını atmadan ya da parti üyesi olmadan milletvekili olarak parlamenter olma hakkını elde etmişlerdir. Ancak, siyasi çalışmalarında Türk halkı ile değil kendilerini meclise sokan İstanbul’daki sermaye çevreleri ile hareket ederek, Atatürk’ün partisinin Türk halkının ulusal çıkarları ile ters düşmesine giden yolu açmışlardır. Son yıllarda birbiri ardı sıra kaybedilen seçimler bu durumun en açık göstergesidir.
Dünyanın her ülkesinde yoksulların yaşadığı semtlerden sol ve sosyal demokrat partiler oy alırken Türkiye’de, Atatürk’ün partisi sosyal demokrasi iddiasına rağmen zenginlerin yaşadığı semtlerden oy alarak meclise girmektedir. Bu durumda açıkça Atatürk’ün partisinin artık sermayenin ve gayrimüslimlerin partisi haline geldiğini ve eskisi gibi Türk halkının çıkarlarını temsil etmediğini göstermektedir. Atatürk’ün partisi ülkenin doğu bölgelerinden sonra orta bölgelerinden de dışlanırken, artık eskisi gibi bir halk partisi olmaktan çıkmakta ve zenginlerin dümen suyuna girdiği için, siyasal İslamcıların emperyalizm destekli neoliberal politikalarına da seyirci kalmaktadır. Orta ve doğu Anadolu’yu da içine alan Misakı Milli sınırlarının Kuvayı Milliye partisinin, çıkar çevrelerinin temsilcilerinin yönetiminde ülkenin çeşitli bölgelerinden sahillere doğru geri püskürtülmesi son derece acı bir durumu ortaya koymaktadır. Yoksul halk kitleleri ve Türk ulusunun çeşitli kesimleri de da İslamcı partilere kayınca, sol görünümlü Atatürk’ün partisi artık yoksul halk kitlelerinin yaşadığı bölgelerden oy alamamaktadır. Gerçek anlamda halkın partisi olması gereken Atatürk’ün partisinin batı kapitalizmi ve onun yerli işbirlikçisi sermaye kesimlerinin temsilcisi konumuna gelmesi Türk demokrasisinin en büyük ayıbı olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyetinin de en önemli çıkmazıdır. Türk Devletini bir ulus devlet olarak kuran Atatürk’ün partisi, günümüzde sahil kentlerinde yaşayan zenginlerin, Levantenlerin ve gayrimüslimlerin partisi konumuna düşürülürken, giderek Türk milletinin temsilcisi ve cumhuriyetin sahibi ya da bekçisi konumundan hızla uzaklaştırılmaktadır. Bugüne kadar yaşanan süreç içerisinde, Türk milletinin ulus devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisinin Türk ulusunu temsil etmekten çıkartılma noktasına getirilmesini, Türk milletinin kabul etmesi mümkün gözükmemektedir. Batı emperyalizmine karşı büyük bir ulusal kurtuluş savaşı vererek dünya sahnesine çıkmış olan Türk milleti, Atatürk sayesinde kurmuş olduğu çağdaş cumhuriyetine sahip çıkmak durumundadır. Bu nedenle, cumhuriyetin hem kurucusu hem koruyucusu hem de kollayıcısı olmak durumunda olan Atatürk’ün partisinin yeniden Atatürkçü, cumhuriyetçi, ulusalcı, tam bağımsızlıkçı ve antiemperyalist yönetici kadroların eline geçmesi, cumhuriyetin ilelebet payidar kalabilmesi açısından zorunludur. Türkiye cumhuriyetinin kurucu partisinin halk tabanından kopartılması, devletin ve cumhuriyet rejiminin geleceğini ciddi anlamda tehlikeye sokmuştur.
İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu, Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi, ya da Siyonist İsrail’in Büyük İsrail planı hep Türkiye Cumhuriyeti ile karşı karşıya gelmektedir. Bu gibi emperyal projelerin gerçekleşebilmesi için, Kuvayı Milliye’nin zaferi ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin yıkılması gerekmektedir. Bu nedenle de, cumhuriyetin kurucu iradesini temsil eden Atatürk’ün partisinin ortadan kaldırılması istenmektedir. Askeri dönemde alınan karar ile yok edilemeyen Atatürk’ün partisi, bugün hem sermaye çevrelerinin, hem gayrimüslim toplum kesimlerinin, hem de emperyal ve Siyonist politikaların temsilcilerinin işbaşında bulunduğu bir aşamada, hızla güven ve oy kaybettiği görülmektedir. Giderek halkın büyük çoğunluğunun çıkarlarının savunmasından uzaklaşan ve sermaye kesimlerinin politikalarına alet olan bir neoliberal ikinci cumhuriyetçiliği benimseyen Atatürk’ün partisinin, yeni yönetimi partiyi hızla çöküşe doğru götürmektedir. Son yıllarda hiçbir seçimi kazanamayan, Türk ulusunu ayakta tutabilecek bir milli adayı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde öne çıkaramayan, sağ partilerden gelen isimleri aday göstererek oportünist bir tavır ile oy tabanını genişletmeye çalışan, laiklik ilkesine karşı çıkan cemaatçilere yönetimde yer veren, ulus devleti bölmeye çalışan aşiretlerin avukatlarını yönetime taşıyan, ulus devleti kuran bir parti olmasına rağmen ulusalcılığa karşı çıkan alt kimlikçilere teslim olan bir parti yönetimi ile, Atatürk’ün partisi çok hızlı bir çöküşe doğru sürüklenmektedir. Büyük sermayenin denetimi altındaki işbirlikçi basın organları bu gerçekleri gizlemesine rağmen, Ulusal Kurtuluş Savaşından gelen ulusalcı taban artık tepki vermeye başlamıştır. Egemen güçler, Atatürk’ün partisinin toparlanarak yeniden Türk devletinin kaderinde etkin olmasını önlerlerse, Atatürkçü, cumhuriyetçi ve ulusalcı Türk halkı, altı oku esas alarak ve Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yeni bir siyasal örgütlenme ile ortaya çıkarak ve yeni bir siyasal parti kurarak, Türk Devletinin emperyal projeler doğrultusunda çökertilmesine karşı yeni bir ulusal kurtuluş savaşıvereceklerdir. Atatürk’ün partisinin yeni genel kurullarında bu konuların tabandan gelen halk temsilcileriyle tartışılması, hem partinin hem de Türkiye’nin böylesine büyük bir çıkmazdan kurtulmasına yardımcı olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder