25 Şubat 2015 Çarşamba

Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer! - Sabahattin Ali


“Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer?
 Bir gün Almanların pabucunu yalayan,
 ertesi gün İngilizlere takla atan, 
daha ertesi gün de Amerika`ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. 
Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.

Meğer ne büyük günah işlemişiz! 
Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. 
Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık,
 makam peşinde koşmadık.
 İç ve dış bankalara para yatırmadık, 
han apartman sahibi olmak, 
sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. 
Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. 
Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan
 milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.

Bu ne affedilmez suçmuş meğer! 

Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar:
 “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”

Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç,

 bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, 
bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”

Sabahattin Ali

DEMOKRASİ İÇİN HALK SEKTÖRÜ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN



  Demokrasi bir siyasal rejim olarak halk kitlelerine dayanmaktadır. Bir ülkede var olan demokratik rejim çerçevesinde halk kitleleri harekete geçerek kendi geleceğine egemen olmaya çalışır ve bu doğrultuda ülkeyi halk tabanı kendisi yönetmek ister. Eski Yunan döneminden gelme bir siyasal geleneğin adı olan demokrasi kavramı, halkın gücü anlamına gelen demos ve cratos kelimelerinin birleşik şeklidir. Halk ve gücün bir araya gelmesiyle birlikte, halkın gücünün iktidar olduğu demokratik rejimlere kitleler sahip olabilmektedir. Gerçek anlamda halk kitlelerinin ülkede siyasal gücü ele geçirerek iktidara gelmesiyle, egemen konumdaki eski güç merkezleri sahip oldukları potansiyeli yitirmekte ve bunun sonucunda da bir ülkede tam anlamıyla halk egemenliği rejimi kurulabilmektedir. Halk kitlelerinin bilinçlenmesiyle ve yetişmesiyle birlikte ülkelerde halk egemenliği rejimleri demokrasi adı altında kurulmaya başlanmıştır. Yığınların geri kaldığı ve toplumsal potansiyelin bilinçli bir çizgiye ulaşamadığı yerlerde ise, halk kitleleri kendi geleceklerine egemen olamamış ve böylesine olumsuz bir durum yüzünden de eskisi gibi egemen güçler siyasal rejimlerdeki üstünlüklerini sürdürerek, demokrasi dışındaki yönetim biçimlerine geri toplumları mahkûm etmişlerdir. Kendi kaderlerine mutlak anlamda egemen olmak için çaba gösteren halk kitlelerinin, egemen güçlere yönelen iktidar çekişmelerinin sonucunda kitleler istikrarlı bir mücadele ortaya koyabilirlerse, o zaman kendi egemenlik düzenlerini oluşturarak, ülkelerinde gerçek anlamıyla bir demokratik rejime kavuşabilmektedirler.

         Demokrasilerin görünüşte bir halk yönetimi değil ama gerçek anlamda bir halk iktidarı olabilmeleri ülkede yaşayan halk kitlelerinin ekonomik anlamda da güçlü olmalarına bağlıdır. Hiçbir ülkede belirli toplum kesimleri durduk yerde zengin olmazlar. Dünya nimetlerinin sınırlı olması ve bu yüzden de herkese eşit koşullarda pay düşmemesi yüzünden, genel olarak birçok ülkede zenginlikler küçük bir azınlığın elinde toplanmakta, halk yığınlarına dönük eşit bir paylaşım, bir türlü istendiği gibi başarılamamaktadır. Bazı ülkelerin kaynaklarının azlığı yüzünden yığınlar yoksul kalmakta, diğer ülkelerde ise zenginliği elinde toplamış olan küçük azınlıklar ya da güç merkezleri, sahip oldukları varlıkları bir türlü ülkede yaşayan yığınlar ile paylaşmaya razı olmadıkları için halkın ekonomik yönden zenginleşmesine izin verilmemekte ve bu yüzden yoksul kalan halk kitleleri de siyaset sahnesinde etkili olarak, kendi egemenlik düzenlerini kuramamaktadırlar. Bir ülkede bazı insanların zengin olması ya da aşırı bir mal varlığının küçük azınlıkların elinde toplanması yüzünden, toplumun çoğunluğu ekonomik açıdan geride kalarak yoksullaşmaktadır. Bu gibi durumlarda, ülkede bir halk egemenliği kurulamadığı için, gerçek anlamda bir demokrasiden söz edilebilmesi mümkün değildir. Yeryüzünde var olan bir çok ülkede buna benzer durumlar ortaya çıktığı için, yüzlerce yıllık bir siyasal geçmişe rağmen daha hala bütün dünya ülkeleri gerçek anlamda bir halk egemenliği rejimi anlamında demokratik bir rejime sahip olamamıştır. İlk çağlardan bu yana insan toplumlarında yönetim çekişmeleri ve kavgaları olmuş ve bu nedenle halk kitleleri barış içinde kalıcı bir yönetim düzeni oluşturamamışlardır. Toplumun içinden çıkan güçlü kişiler kısa bir zaman dilimi içinde kendilerinin merkezde yer aldığı bir otoriter düzene yöneldiği aşamalarda, halk kitleleri yönetimden tümüyle dışlanarak ikinci sınıf bir yaşama mahkûm edilmişlerdir. Ekonomik açıdan geride kalmış olan bu gibi toplumlarda, daha sonraki aşamalarda ekonomik mücadeleler ile bir halk yönetimi düzeni oluşturma kavgası ortaya çıkmış ve bunun sonucunda da, yığınlar kendi güçlerini kullanarak içinde yaşadıkları ülkeleri demokratik rejimlere doğru dönüştürebilmişlerdir.

         İnsanlık tarihi incelendiği zaman her dönemde gündeme gelen birbirinden çok farklı yönetim ve devlet düzenleri çerçevesinde, bir yöneten ve yönetilen ayırımı yaşanmış ve bu doğrultuda genel anlamda parası ve mal varlığı olan zengin kesimler, bir ayrıcalık rejimi olarak aristokrasiyi gündeme getirmişlerdir. Bürokratik devlet yapıları içerisinde bir oligarşi düzeni kuracak kadar ileri giden aristokratik rejimlerde her zaman servet sahibi zenginlerin hem devlet düzeni içinde, hem de toplumun genel yönetimi çerçevesinde önde gelen bir hükümranlıkları olmuştur. Tek adam yönetimlerinde yöneticinin akrabaları devletin nimetlerinden yararlanarak bir zenginler aristokrasisi oluştururken, baskı ya da diktatörlük rejimlerinde de yönetime yakın olan kesimlerin, devletin tepesindeki yakınları üzerinden ülkenin kaynaklarına ve ekonomik potansiyeline el koydukları ve zaman içerisinde de bu olanakları kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak yeni bir zenginler sınıfı yarattıkları görülmektedir. İlk çağlardan bugünlere gelen tarihsel süreç içerisinde, her ülkede ya da her devletin çatısı altında böylesine çıkarcı yaklaşımların geliştiği açıkça ortaya çıkmıştır. Doğuştan sahip olunan bencillik duyguları ya da çıkarcı yaklaşımlar insanların tutum ve davranışlarını yönlendirdiğinden ele geçen fırsatların değerlendirildiği, her türlü durumda çıkarlara öncelik verilmesi yüzünden, mal varlıkları artırılarak sebepsiz zenginleşmeler yaratılmaktadır. Siyasal rejimler tarihi incelendiğinde halktan kopuk baskıcı ve diktacı yönetimlerde, hükümete yakın olan kesimlerin iktidar nimetlerinden yararlanarak ve de her defasında yeni bir zenginler sınıfı gündeme getirerek, toplumun tepe noktalarında aşırı zenginleşmeyi pompaladıkları zaman içerisinde kesinlik kazanmıştır. Bu durumda, zenginleşen toplum kesimlerinin kendi yönetimleri altında bir demokrasi arayışı içerisine girdikleri ve bu nedenle de rejimlerin değişme göstererek normal demokrasinin ötesinde, farklı bir azınlık yönetimine ya da sermaye egemenliğine doğru kayma gösterdiği şimdiye kadar görülen örnekleriyle ortaya çıkmıştır.

         İnsanlık Avrupa merkezli dünyadan okyanuslara doğru açıldığında kıtalar üzerinden sömürgecilik girişimleri geliştirilmiştir. Avrupa’nın emperyalist devletlerine bağlı olarak kurulan sömürge ülke yönetimlerinde ya merkeze bağlı ya da o bölgede yaratılan işbirlikçi kadrolar, kısa zamanda zenginleşme aşamasına geldiklerinden, aslında sömürgecilik düzenlerinde çok hızlı bir biçimde zengin sınıflar oluşmuş ve bunlar da emperyalist devletlere yakın durarak zenginleşmeye devam etmişlerdir. Komprador burjuvazi adı verilen işbirlikçi toplum kesimleri, emperyalist merkezlerin desteği ile kendi ülkelerindeki yönetimleri ele geçirerek, sahip oldukları zenginliğin getirmiş olduğu ekonomik gücü, devlet yönetimini kendi çıkarları doğrultusunda geliştirmek üzere kurmuşlardır. Orta çağ sonrasında başlayan modernleşme eğilimleri sayesinde, Avrupa kıtasında modern devlet yapılanmaları başlamış ve sömürgeler üzerinden bu yapılanma dünyanın her köşesine doğru yayılmıştır. Derebeylerinden sonra krallıklar tarih sahnesine çıkarken krallar ve akrabaları aşırı düzeyde zenginleşmiş ve hanedanlar üzerinden aristokratik yönetimlere gidilerek zenginlik ülke yönetiminde en önde gelen silah konumuna gelmiştir. Hanedanlarla birlikte bütünleşerek ekonomik gücü ele geçiren zengin kesimler kısa zamanda azınlık diktasına kayarak, bir anlamda zenginler yönetimine ülkelerini sürüklemişlerdir. Zengin kesimler her yönden örgütlenerek ülke yönetimini ele geçirirken, işsiz kalan halk kitleleri yoksulluğa mahkûm edilmiştir. Aç ve yoksul insan yığınlarının güçsüzlüğe mahkum edilmesi sürecinde, siyasal rejimler halk egemenliği doğrultusunda değil ama zengin kesimlerin ağırlığı doğrultusunda sermaye egemenliğine doğru bir açılım göstermiştir. Kralın ya da yönetimin en yakınında duran aristokrat burjuva kesimleri doymak bilmez bir iştahla ülkenin ekonomik kaynaklarını sömürürken, ülkenin zenginliklerinden pay alamayan halk kitleleri ekonomik güçsüzlükleri nedeniyle ülke yönetiminde söz sahibi olamamışlardır. Zaman içerisinde zengin sınıflar zenginliklerini katlayarak yollarına devam ederken, halk kitleleri de yoksulluklarını katlayarak daha da fakir bir konuma düşmüşlerdir. Yiyecek ekmeği bulamayan halk yığınlarının ülkenin efendisi olması giderek hayal konumuna gelirken, çöplükte ekmek toplayarak yaşamını sürdürmeye çalışan yoksul halk kesimlerinin hak ve özgürlükler görünümlü çelişkili politikalar ile aldatıldığı ülkelerdeki siyasal rejimlerin, cumhuriyet devletlerinin çatısı altında hiçbir zaman gerçek anlamda bir demokrasiye doğru dönüşüm gösteremeyeceği zaman içerisinde belli olmuştur.

         Yirminci yüzyılın başlarına kadar devam eden bu tür gelişmelere karşı, Avrupa kıtasında haklı tepkiler zaman zaman ortaya çıkmıştır. Özellikle, Fransız devriminin sarstığı Avrupa kıtasında ulusal ve sol akımlar yaygınlık kazanırken, 1830 ve 1840 devrimleri ile 1871 Paris komünü gibi siyasal olaylar zengin azınlıkların kurduğu sermaye egemenliği düzenlerine bir karşı çıkış olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Birinci dünya savaşında ulus devletlerin birbirleriyle çatışması ve bu savaş üzerinden imparatorlukların dağılmasıyla birlikte, bütün dünyada giderek artan nüfusun ortaya çıkardığı çalışan kesimlerin siyasal ağırlığı ile hem çeşitli devletlerde sosyalleşme başlamış hem de işçiler ile çalışanların birlikte oluşturdukları sosyalist akımlar, siyasal rejimler içerisinde halk yığınlarının ağırlığını öne çıkarmıştır. Batının sömürgeci ülkeleri emperyalizm aracılığı ile zenginleşirken, bu zenginliğin bir kısmını çalışan halk kitleleriyle paylaşmaya yönelerek sosyal demokrasilerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Birinci dünya savaşı sürecinde Rusya’da sosyalist bir rejim kurulurken, batı Avrupa ülkelerinde de sosyal demokrat yönetimler ile birlikte refah devleti tartışmaları da gündeme geliyordu. Batı dünyasında sosyal demokrasinin yardımlarıyla, aristokrat rejimlerin gerçek anlamda demokrasiye dönüştürülmesi için çaba gösteriliyor ama emperyal zengin kesimlerin direnişi yüzünden, bu alanda tam anlamıyla bir sonuç alınamıyordu. Sosyalist sistemde ise Sovyetler birliğinin öncülüğünde sosyalist bir demokrasi işçi sınıfının öncülüğünde örgütlenmeye çalışılıyordu. Üççeyrek asır devam eden sosyalist imparatorluk döneminde sosyalist partilerin yöneticileri devlet olanaklarını kullanarak yeni zengin sınıf olarak ortaya çıkınca, sosyalist sistemin de tam anlamıyla halk yönetimi anlamında bir gerçek demokrasiyi yapılandıramayacağı görülüyordu. İnsanın her yerde aynı insan olması ve her aşamada çıkarına öncelik vermesi yüzünden, ideolojik rejimler ya da imparatorluklar bile gerçek anlamda demokrasinin kurulabilmesi açısından yetersiz kalıyordu. İki dünya savaşı geride kalırken, dünyanın önde gelen ülkelerinde denenen sosyal demokrasi ve sosyalist rejim uygulamaları ile zengin kesimlerin gücünün kırılamayacağı ve bu yüzden de gerçek anlamda bir demokratik rejime ulaşılamayacağı giderek kesinlik kazanıyordu. Nitekim bu yüzden, bir yüzyıllık süre dolmadan sosyalist sistem dağılma noktasına geliyordu. Bunun bir başka yansıması da batı ülkelerindeki sosyalist ve sosyal demokrat partilerin zayıflayarak gerileme aşamasına gelmesiydi.

         Soğuk savaşın son dönemlerinde, sosyalist sisteme karşı batı tipi demokratik ülkelerde halk kitlelerini rejime kazanabilmek ve zengin kesimler ile yoksul kitleler arasında ki gelir dağılımı uçurumunu kapatmak üzere, yeni bir uygulama olarak halk sektörü girişimleri gündeme getiriliyordu. Özellikle, Avrupa kıtasının kuzey ülkelerinde sistematik bir uygulama alanı bulan sosyal demokrasilerin kendilerine kalıcı bir toplumsal taban yaratma doğrultusunda halk sektörü uygulamalarına yöneldikleri ve zaman içerisinde kendi ülkelerindeki gelir dağılımı bozukluklarını ortadan kaldırdıkları görülmüştür. İsveç, Norveç ve Danimarka gibi kuzey ülkelerinde sosyal demokrasi bir alternatif rejim olarak kapitalist ve sosyalist dünyalar arasında yerini alırken, sınıfsal düşüncelerin ötesine gidilerek yoksul halk kitlelerinin ekonomik alanda devreye sokularak zenginleşmelerinin sağlanması gibi yeni bir yapılanma gündeme getiriliyordu. Batı dünyasının sömürgeci kapitalist ülkelerinin karşısında devlet destekli sosyalist ülkelerin ortaya çıkışı ile birlikte iki kutuplu bir dünya soğuk savaş yılları boyunca devam edip gidiyordu. Sosyalist ülkelerin devletçi ekonomisi ile birlikte demokratik ülkelerin zengin sınıfların öncülüğüne dayanan kapitalist sistemlerinin dışında bir üçüncü yol olarak, halk kitlelerine ekonomik hareketlilik kazandıracak bir ekonomik halkçılık uygulaması yavaş yavaş gündeme getiriliyordu. Kapitalist ülkelerde ortaya çıkan burjuvazi ve proleterya çatışmasının ötesinde, sınıf olgusunu bir yönü ile ikinci plana bırakan ama ülke sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan halk kitlelerini bir bütünsellik içerisinde ele alan halkçı bir yaklaşım üçüncü yol arayan sosyal demokrasilerde gündeme gelince, halk yığınlarını ekonomik bir seferberliğe yönlendirme doğrultusunda halk sektörü oluşturma girişimleri zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Zengin kesimlerin dışında kalan halk kitlelerinin ekonomik durumlarının düzeltilebilmesi ve bu doğrultuda özel ve kamu sektörlerine paralel olarak üçüncü bir sektör yaratılması, halk sektörü girişimlerinin ana hedefi olarak öne çıkıyordu.

          Kısaca, halkın kendi ekonomik sektörünü kurması ya da, devletin özel ve kamu sektörlerin yanı sıra halk kitlelerini bir ekonomik seferberliğe yönlendirerek üçüncü bir sektör konumunda halka dayalı bir yeni sektör yaratması, halk sektörü olarak adlandırılmaktadır. Halkın devlet sektöründen yeterince pay alamaması ya da özel sektörün giderek devleşen şirketler üzerinden ekonomik alanı hükümranlığı altına alması nedeniyle, ezilen halk kitlelerinin ekonomik atağa kalkarak kendi ekmeğini kazanması biçiminde bir halk sektörü oluşumu, yirminci yüzyılın ikinci yarısında çeşitli ülkelerde gündeme getirilmiştir. Türkiye de bu halk sektörü arayışlarının öne çıktığı, fazlasıyla tartışıldığı ve bu doğrultuda önemli adımların atıldığı bir ülke olarak o dönemin koşullarında yerini almıştır. Siyasal demokrasilerin aynı zamanda ekonomik demokrasilere dönüşmesi açısından da, bir dönüm noktası olarak halk sektörü oluşumları canlılık kazanmıştır. Ekonomik halkçılık anlayışının gerçek yaşamda uygulamaya getirilmesi anlamında bir halk sektörü oluşumu, bütün dünya demokrasilerinin halk kitleleriyle yeniden kaynaşması doğrultusunda önemli bir ilerleme sağlamıştır. Kıyıda köşede kalmış yoksul halk kitlelerine daha iyi bir yaşam düzeni sağlamak gibi bir amaç taşıyan halk sektörü girişimleri, kısa zamanda büyük yankılar yaratarak halk kitlelerinin ekonomik alanda seferberliğe yönlendirilmelerini sağlamıştır. Zengin patronların normal insanlara iş vermediği bir özel sektör düzeni ile siyasal kadroların devlete doldurulduğu bir kamu sektörü dışında bırakılan yoksul halk kitlelerine, yeni bir yaşam yolu açacak halk sektörü girişimi, bozulmuş olan toplumsal dengelerin yeniden kurulabilmesi açısından zorunlu olmuş ve batının önde gelen sosyal demokrat ülkeleriyle birlikte Türkiye’de yirminci yüzyılın ikinci yarısında on yıl süre ile halk sektörü konusunu hem tartışmış hem de bir yeni siyasal oluşum hareketi doğrultusunda, böylesine bir atılımın kurumlaşabilmesi için girişimlerde bulunmuştur. Çağdaş demokratik ülkelerde gelişmeler gösteren sosyal demokrat ya da demokratik sol hareketler, dünya ve ülke ekonomilerinin daha dengeli bir yapılanmaya yönelebilmesi açısından halk sektörü konusuna önemle ağırlık vermişlerdir. Türk devleti de yirminci yüzyılın son çeyreğine girilirken bir halk sektörü denemesini gündeme getirmiştir.

         Halka rağmen halkçılık yapan jakoben halkçılık anlayışı geride kalırken, halkla birlikte halkçılık görüşü öne çıkmış ve halk kitlelerinin ayağına giden bir önderlik ile aydınlar kentlerden köylere giderek yeni bir kaynaşma açılımını halk sektörü girişimleri ile öne çıkarmışlardır. Bir anlamda orta sınıf düzeyindeki halk kitlelerini ekonomik alanda etkin kılmak için geliştirilen halk sektörü açılımları, dar gelirli toplum kesimlerine iş sağlamak ya da ek gelir temin etmek gibi sosyal alanda canlanma girişimleri biçiminde gelişmeler gösteriyordu. Ekonomik gücün siyasal gücün temeli olduğunu iyi bilen bir yaklaşım sayesinde halk sektörü ile toplumda demokrasinin tabanı yaratılmaya çalışılıyordu. Ekonomik alanda kapitalist ekonomi sayesinde yaratılan artı değerden pay alamayan yoksul halk kitlelerinin ekonomik yönden daha güçlü bir konuma getirilmesini hedefleyen halk sektörü atılımlarında, devlet öncülük yaparak kendi vatandaşlarına daha iyi koşullarda bir yaşam düzeni sağlayabilme doğrultusunda kitlesel atılımlara yöneliyordu. Siyasal demokrasilerin ekonomik ayağı tam anlamıyla gelişemeyince, halk yönetimi sözde kalıyor ve egemen güçler ile zengin sınıfların ortaklığından oluşan siyasal iktidarlar, kendilerini o makama getiren azınlıklara hizmet etmekten öteye gidemiyorlardı. Devletlerin insan unsurunu oluşturan toplumların güçlü bir biçimde ayakta kalabilmesi için gelir dağılımı uçurumunun kapanması, devlet gelirleri ile ülke kaynaklarının halk kitlelerine hiçbir kesime ayrıcalık tanımadan eşit koşullarda dağıtımının gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Zengin sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda ülke dışı ekonomik ilişkilere girmesiyle birlikte aşırı bir zenginlik elde etmeleri üzerine, aradaki uçurum daha da genişleyince devletler ve hükümetler yeniden sosyal demokrat açılımlar ile yeni dengeler kurmaya, sosyal devlet uygulamaları ile de yoksul halk kitlelerini devletin koruyucu şemsiyesi altında toplamaya yönelmişlerdir. Böylesine yeni bir yönlenme ortaya çıkınca halk sektörü girişimleri zorunlu bir duruma gelmiştir. Yoksul kitlelerin insanca yaşama haklarına sahip olabilmeleri açısından da, halk sektörü girişimleri kitlesel bir ekonomik hareketlilik sağlamıştır. Ülke kalkınması ile beraber halk kitleleri de kalkınma şansına halk sektörü ile kavuşmuştur.

         Halk sektörünün kurulmasında çıkış noktası kitlelerin elindeki tasarruflarının ekonomiye akıllı bir biçimde kazandırılması olmuştur. Elinde küçük küçük paralar biriken vatandaşların ne yapacaklarını tam olarak bilememeleri, bankacılık düzeni çerçevesinde uluslararası kapitalist düzenin oyuncağı olmaktan kurtulamamaları gibi olumsuz durumların giderilmesi içinde, halk sektörü ciddi bir alternatif olarak öne sürülmüştür. Toplum içinde belirli kesimlerin eline çok fazla para geçerken, büyük çoğunluğun boğaz tokluğuna yaşaması ya da aç ve işsiz bir durumda yardıma muhtaç bir duruma sürüklenmesi devletlerin yükünü giderek artırmış ve bu yüzden birçok siyasal düzen sarsıntılar geçirmiştir. Yoksulların ve işsizlerin yükünü eskisi gibi taşıyamayan devletler kendilerini bu yükten kurtarmak üzere, halk kitlelerinin ekonomik rahatlık içerisinde yaşamasını sağlayacak halk sektörü oluşumlarına sıcak bakmaya başlamışlardır. Halk yığınlarının kalkınması için, devletlerin olanaklarından yararlanılarak gene devlet öncülüğünde bir halk sektörü açılımı birçok çağdaş demokraside gündeme getirilmiştir. Yastık altında saklanan altınlar gibi halk kitlelerinin elinde biriken küçük tasarrufların ziyan olmaması için de halk sektörü girişimleri umut yaratan bir alternatif olarak öne çıkmıştır. Halkın tasarruflarının kamu kurumlarının öncülüğünde belirli alanlarda yatırımlara dönüştürülmesi sayesinde, yeni kurumlar kazanılmış ve böylece özel sektörün baskıları altında vatandaşların ezilmelerini önleyerek bir denge kuracak halk sektörü kuruluşlarının oluşturulması doğrultusunda kurucu siyasal adımlar atılmıştır. Küçük halk birikimlerinin topluca belirli alanlarda oluşturulacak ekonomik kuruluşların oluşumu için seferber edilmesi, hem özel sektör hem de kamu kuruluşlarının dengelenerek daha adil bir gelir dağılımı düzeni ne kavuşulmasında önemli destekler sağlamıştır. Toplum içindeki sosyal işbölümünün devreye sokulmasında ve bu sayede elde edilecek yeni dayanışma düzenlerinin gerçekleştirilmesinde, halk sektörü oluşumları yeni dengeler oluşturarak önemli katkılar sağlamıştır.

         Klasik sosyalist görüşe göre, üretim araçlarının mülkiyeti özel sektör patronu belirli bir azınlığın elinde bulunduğu sürece sömürü düzeni önlenemez. Özel sektör patronları zaman içinde kazandıkları serveti büyüterek bütün üretim araçlarına sahip oldukları noktada, ekonomik sömürü katlanarak tam anlamıyla insanlık dışı bir vahşi kapitalizmi öne çıkmaktadır. Emeğin mal olarak satıldığı serbest piyasa ekonomisinin kontrol edilmesinde üretim araçları fazlasıyla rol oynamaktadır. Bu yüzden büyük şirketlerin tekelci patronları piyasalarda hegemonyalarını koruyabilme doğrultusunda üretim araçları tekelini de ellerinde tutmak istemekte ve bu doğrultuda ülkede yaşamaya çalışan kitlelerin halk sektörü gibi alternatif yapılanmalara gitmelerini engellemeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de bu doğrultuda halk sektörü tartışmalarının en üst noktaya çıktığı aşamada ve sosyal demokrat bir iktidarın halk sektörünü gerçekleştirmek üzere adım atmaya başladığı bir sırada, büyük şirketlerin patronları bir araya gelerek bir patronlar kulübü görünümünde iş adamları derneklerini kurarak, örgütlü bir biçimde kendi çıkarlarını korumaya yönelmişler ve halk sektörü kurmaya yönelen sosyal demokrat iktidarı gazetelere ilanlar vererek ya da ara rejimleri destekleyerek, elbirliği ile işbaşından uzaklaştırmışlardır. Batının önde gelen kapitalist ülkelerinde üretim araçlarının tekelci şirketlerin elinde toplanması, insanlık açısından bir anlamda yabancılaşma olgusunu öne çıkarmıştır. Herkesin insanca yaşayabileceği dengeli bir sosyal düzenin kurulabilmesi açısından üretim araçlarının topluma mal edilmesi gerekirken, zengin azınlıkların bu alanda tekel kurmalarıyla demokrasilerden hızla uzaklaşılarak ara rejimlere ya da askeri diktatörlüklere doğru bir kayma gündeme gelmiştir. . Kapitalist kesimlerin engellemeleri yüzünden, halk kitlelerinin küçük tasarruflarının devlet öncülüğünde belirli merkezlerde toplanması sayesinde tekelci özel sektör kuruluşları ile rekabet edebilecek güçlü halk şirketleri devreye girebilmektedir. Piyasa ekonomisi koşullarında ve rekabetin geçerli olduğu bir düzende halk şirketleri özel sektör kuruluşlarıyla rekabet ederek bir anlamda üçüncü bir sektörün oluşumunu sağlayacaklardır. Bu nedenle, üretim araçlarının topluma mal edilmesini sağlayacak olan halk sektörü girişimleri ile emekçi konumundaki çalışan toplum kesimleri de üretim araçlarının kontrolünde yer alarak yabancılaşmadan kurtulabilmektedir. Halk sektörü kuruluşlarında çalışan insanlar hem emeklerinin karşılığında ücretlerini alacaklar, hem de küçük tasarruf ile oluşumuna katkıda bulundukları şirketlerin yıllık kazançlarından pay alarak bir de sermaye gelirine kavuşacaklardır. Böylece, emek gelirinin yanı sıra bir de sermaye geliri elde eden çalışan halk kitlelerinin ekonomik durumları düzelecektir.

         Geleceği planlayan halkçı kesimlere göre, halk sektörü kuruluşları kamu kurumları ile birlikte çalışarak, özel sektör şirketlerinin serbest piyasa ekonomisi üzerinden halk kitlelerini sömürmelerinin önlenmesinde etkili olacaklardır. Böylece tekelci sermayenin ülkedeki olanakları istismar etmesi önlenecektir. Halk şirketleri mülkiyeti tabana yayarken, bu yaygın mülkiyet üzerinden kazanılacak gelirler, tekelci sermayenin özel şirketlerinin dengelenmesinde etkili olacaktır. Ezilen halk kitlelerini çatısı altında toplayacak, onlara iş ve aş kazandıracak, hisse senetleriyle kitlelere ek gelir kaynakları yaratacak halk sektörü kuruluşlarının, ülke düzeyinde devlet öncülüğünde dengeli bir biçimde kurulmaları gerekmektedir. Demokrasilerin toplum tabanına yayılması doğrultusunda atılacak adımlar ile halk sektörü oluşumlarının önü açılmakta, geniş halk yığınlarını bir zenginler sınıfı aristokrasisinin hegemonyasından kurtaracak bir düzeyde alternatif halk sektörü kurumlaşmalarını gidilebilmektedir. Yaşamı boyunca büyük şirketlerin belirlediği piyasa koşullarına teslim olan çalışan kesimlerin, halk sektörü oluşumlarına küçük tasarruflarıyla katılarak az da olsa bir ortaklığı yaşamaları gene yığınlar için bir alternatif düzen oluşumu üzerinden geleceğe yönelik umut kaynağı olabilmektedir. Piyasa tekellerine karşı yürütülecek anti tekelci kampanyalarda ya da uluslararası büyük şirketlere karşı yürütülecek antiemperyalist siyasal kavgalarda halk kitlelerinin daha güçlü bir biçimde karşı koyabilmelerini sağlamak açısından da halk sektörü oluşumları olumlu katkılar getirmektedir. Küresel şirketlerin oluşturmaya çalıştığı uluslar arası piyasalarda ezilip yok olmaya doğru sürüklenen halk kesimleri ya da ulusal toplum yapılarının sürdürdüğü var olma mücadelesinde de ekonomik güç kaynağı olarak halk şirketlerinin sağladığı ortamın büyük yararları olmaktadır. Küresel dış piyasalara karşı ulusal çizgide örgütlenecek iç pazarlar aracılığı ile hem teslim olmayarak direnmek hem de karşı koymak daha gerçekçi bir biçimde mümkün olabilmektedir. Yoksul halk tabanı ile birlikte orta sınıfların da üst tabakalara karşı güçlendirilmelerinde gene halk şirketlerinin ekonomik denge sağlayıcı yönlerinin olumlu katkılar getirdiği birçok ülkedeki girişimler ile kesinlik kazanmıştır. Tasarruf eğilimleri yükseltilen orta tabakaların ülke içinde üst ve alt tabakalar arasında denge unsuru olduğu ve bu rolü oynayarak demokrasilerin geleceğe dönük kurumlaşmasında orta tabakaların kilit bir role sahip oldukları söylenebilmektedir. Kapitalist ve sosyalist kesimler arasında siyasal kavgalar giderek tırmanırken, güçlenen orta sınıfların sosyal demokrat ya da demokratik sosyalist politikalar aracılığı ile toplumsal patlamaların ve kopuşların önlenmesinde önde gelen dengeleyici rolü, halk sektörü yönelmeleri ile gerçeklik kazanmaktadır. Ekonomik gücünü her aşamada siyasal güce dönüştüren zengin sınıfların baskısı altında ezilmemek üzere, orta sınıfların öncülüğündeki bir halk hareketinin halk sektörü oluşumları aracılığı ile ülke ekonomilerini dengelemesi gerekmektedir. Halk şirketlerine ortak olan, halk sektöründen artı pay alarak ekonomik durumunu biraz olsun düzeltebilen çalışan kesimlerin kapitalist sistem ile yeni bir uyum sağlaması doğrultusunda halk sektörü oluşumları önem kazanmaktadır.

         Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, dünya ekonomisi yeniden yapılandırılırken yurt dışına çeşitli ülkelerden işçiler gönderilmiş ve bunların gittikleri ülkelerdeki ekonomik birikimleri kendi ülkelerine tasarruf ya da yatırım olarak dönmüştür. İşçiler kazandıkları ile kendi ülkelerinde ya da köylerinde yatırımlar yapınca, ortaya işçi şirketleri çıkmış ve bunlar devletlerin desteği ile oluşturulan halk sektörünün öncü kuruluşları olmuşlardır. Belirli kentlerden ya da köylerden yurtdışına çalışmak üzere giden işçilerin birikimleri ile de hemşeri şirketleri ortaya çıkmış ve kapitalist ekonomi içinde kentler arasında ekonomik yarış, bu hemşeri şirketleri üzerinden gündeme getirilmiştir. Yurtdışında bir araya gelen hemşeriler, kendi şehirleri için ekonomik yatırımlar yapmaya kalkışmışlar, böylece tıpkı işçi şirketleri gibi çok ortaklı hemşeri şirketleri ortaya çıkmıştır. Küçük tasarrufların bir araya getirilmesiyle kurulan bu çok ortaklı şirketler, ulusal ekonomilerin zenginleşmesinde devreye girmeye çalışmışlar, ortak şehrin sınırları içinde fabrikalar kurulmuş ve yatırımlar yapılmış ama küresel sermayenin ortağı konumundaki yerli büyük şirketler bütün bu girişimlerin önünü keserek, işçi şirketleri ya da hemşeri oluşumları üzerinden kalıcı bir halk sektörü kuruluşuna izin vermemişlerdir. Uluslararası tekelci sermaye ve bunların yerli ortağı konumundaki büyük şirketlerin ortaklığı ile liberal politikalar, kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda sürdürülmeye çalışılmış ve hiçbir yerde halk sektörü kurumlaşmasına izin verilmemiştir. Büyük sermaye destekli sağ iktidarlar, devlet kredilerini ve ülke kaynaklarını büyük şirketlere açarak bir anlamda zengin azınlığın temsilciliğini üstlenmişler ama hiçbir biçimde çok ortaklı işçi ya da hemşeri şirketlerine destek olmamışlardır. Büyük sermaye kesimleri kapitalist dış destekleri de arkasına alarak kendi ülkelerindeki işçi ve hemşeri şirketleri üzerinden halk sektörü girişimlerini hem önlemiş hem de bu doğrultudaki girişimleri tasfiye ettirmiştir. Bu çerçevede, devlet desteği alamayan halk sektörü girişimleri yarı yolda kalmış, yapılan yatırımlar ve kurulan fabrikalar işletmeye açılamayınca, bunları özel sektör şirketleri batan geminin malları biçiminde toparlayarak kendi mülkiyeti altına almıştır. Ekonomik mücadele sonucunda ortaya çıkan halk sektörü kuruluşları özel sektör şirketleri aracılığı ile teker teker toparlanarak piyasadan çıkartılmışlardır. Özel sektörün büyük şirketleri halk sektörünün küçük şirketlerini yutarken, yoksul halk kitlelerinin bozuk olan ekonomik koşullarının düzeltilmesi amacıyla gündeme getirilen halk sektörü alternatifi yavaş yavaş kapitalist emperyalizmin baskıları ile devre dışı bırakılmıştır.

         Yoksul halk kitlelerinin bir araya gelerek kendi şirketlerini kurmalarına izin vermeyen tekelci özel sektör şirketleri, sosyal devlet modelinin en büyük uygulama örneklerinden birisi olan kooperatiflere de bu doğrultuda karşı çıkmış ve bu doğrultuda ülke sosyal güvenliğinin tehlike altına girmesine yol açmıştır. Halk kitleleri arasında yardımlaşma ve dayanışma duygularının artırılmasında çok etkili bir yol olan kooperatifleşmenin engellenmesi de halk sektörü rüyalarının sona ermesinde çok etkili olmuştur. Zamanında kurulmuş olan köy işleri ve kooperatifler bakanlığı gibi üst düzey devlet birimlerinin ortadan kaldırılması ile halk kitleleri devlet yardımından mahrum edilmiş ve yığınlar büyük özel sektör şirketlerinin hegemonyası altındaki piyasa koşullarına teslim edilmişlerdir. Bir anlamda sermaye egemenliğine giden yolda demokrasilerin gerçek anlamda sahibi olması gereken halk kitleleri, sahipsiz bırakılarak kapitalist sistemin tam anlamıyla hegemonyasının önü açılmıştır. Küresel emperyalizme geçiş aşamasında ortaya çıkan halk sektörü alternatifi, kapitalist emperyalizmin geleceği açısından tehlikeli olarak görüldüğü için, neoliberal sağ iktidarlar sermeye merkezleri tarafından desteklenerek işbaşına getirilmişlerdir. Böylece ülke yönetimini sağcı iktidarlar aracılığı ile ele geçiren zengin sınıflar, halk kitlelerinin desteğine sahip olan sol ya da sosyal demokrat iktidarlara izin vermemişler, kendi kontrolleri altındaki basın ve medya kuruluşları aracılığı ile sermayenin çıkarlarını savunanları işbaşına getirerek, tam anlamıyla kapitalin egemen olduğu bir siyasal düzenin oluşturulması için çalışmışlardır. Bugün gelinen küreselleşme süreci, böylesine girişimlerin sonucunda insanlığın gündemine giren yeni bir süper emperyalizm aşamasıdır.

          Küresel sermaye ekonomiyi devletin elinden almanın rasyonelliği kriterine sığınarak, devletin öncülüğündeki kamu sektörünü uluslararası ekonomik kuruluşların desteği ile özelleştirmeler üzerinden tasfiye etmiştir. Kamu sektörünün tasfiye edilmesiyle, mutlak anlamda bir küresel kapitalist sistemin bütün dünyaya uluslararası piyasalar üzerinden yayılması planlanırken, bir de denge sağlayıcı halk sektörünün ortaya çıkmasına büyük sermayenin izin vermesi beklenemezdi. Nitekim bu doğrultuda örgütlenen özel sektörün büyük sermayesi, özelleştirmeler yolu ile kamu sektörünü teslim alırken, halk sektörü oluşumları ile kendini kurtarmaya çalışan yoksul halk kitlelerini iyice sahipsiz bırakarak, gelir dağılımı uçurumunun meydana çıkmasına giden yolu açmışlardır. Halk sektörü oluşumlarını önleyen büyük sermaye kuruluşları, bu doğrultuda toplumsal tepkilerin önüne geçmek üzere, halka açılma gibi yapay yolları gündeme getirerek kamuoyunu oyalama taktiklerine sarılmışlardır. Bağımsız çalışarak büyük şirketlere karşı ekonomik alanda denge sağlayacak, sömürünün önüne geçilmesi yolunda alternatifler üreterek katkılar sağlayacak halk sektörünü önleyen kapitalist çevreler, küresel sermayenin ortağı olarak finans kapitalin dayatmalarını sanki doğru ekonomik reçetelermiş gibi yoksul yığınların kafasına çuval gibi geçirmişlerdir.    Küreselleşme döneminde çeyrek yüzyıl geride kaldığı için artık böylesine eleştiri ve değerlendirmelerin bilimsel açıdan yapılabildiği yeni bir döneme girilmektedir. Eskiden kamu iktisadi kuruluşları halkın ekonomik gereksinmelerini karşılarken, yoksul halk kitleleri belediyelerin önünde çorba kuyruğuna girmiyorlardı, ya da dini cemaatler şirketleşme yoluna gitmiyorlardı. Kamu sektörünü ortadan kaldıran ve halk sektörüne izin vermeyen büyük sermaye kapitalistleri, küresel emperyalizmin emrinde çalışarak, bütün ülkeleri dışa açık piyasalar üzerinden teslim almaya çalışmaktadırlar.

         İnsanlık giderek sermeyenin egemenliğine doğru sürüklenirken, demokrasilerin ortadan kalktığı ve sermayenin egemenliği biçiminde yeni bir tür rejimin ortaya çıktığı görülmektedir ki, bunun adı artık kapitokrasidir. Demokrasi halkın egemen olduğu bir rejimin adıdır. Ne var ki, kapitalist ekonomik uygulamalar yüzünden yoksulluğa terk edilen halk kitlelerinin, ülkelerinin siyasal rejimlerinde etkili olmaları mümkün görülmemektedir. Kendini kurtarma kavgasına sürüklenen yoksul kitleler, halk sektörü gibi tampon mekanizmalar oluşturamadıkça, zenginler daha da zenginleşmekte ve bunun doğal sonucu olarak da yoksullar daha da fakir bir duruma düşmektedirler. Gelir dağılımının çok büyük uçurumlara doğru geliştiği bir olumsuz süreç içinde, yoksul halk kitlelerinin sadece ekonomik yardımlar ile yaşaması artık mümkün olamamaktadır. Böylesine çıkarcı ve azınlıkçı politikaları esas uygulamalara dönüştürmek isteyen zengin kesimlerin kapitalist politikaları ile, artık demokrasi görünümlü rejimler kapitokrasiye dönüşmüştür. İnsanlığın küresel emperyalizmin boyunduruğundan kurtulabilmesi, sermaye egemenliğinin demokrasileri kapitokrasiye dönüştürmesinin önüne geçilebilmesi, ancak yeni bir demokratik açılım içinde halk sektörünün tekrar tesisi ile mümkün olabilecektir. Bütün dünyanın ve insanlığın daha dengeli bir geleceğe yönelebilmesi için karma ekonomik düzen içerisinde hem kamu sektörü yeniden inşa edilmeli hem de yığınlara acilen halk sektörü kuruluşları devletin öncülüğü ile acilen kazandırılmalıdır. Kamu kaynaklarının özel sektör zenginleri tarafından yağmalanması ve emperyalizmin ulusal ekonomileri teslim alması gibi olumsuz gelişmelerin tümü kapitokrasi uygulamalarının sonucudur. Yeniden gerçek anlamda demokrasiye dönüş için sermayenin egemenliğine son verilerek kapitokrasi rejimleri bir an önce ortadan kaldırılmalı ve halk kitlelerinin ekonomik açıdan güçlendirilerek devreye sokulması ile halkçı siyasal iktidarların işbaşına gelmesi sağlanmalıdır. Halkın halk tarafından yönetimi anlamında demokrasi ancak bu aşamadan sonra mümkün olabilecektir.

10 Şubat 2015 Salı

KÜRESEL SERMAYE VE TERÖR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN



Yeni yılın ilk günlerinde Avrupa’nın en büyük ülkesinde büyük bir terör olayının yapılması üzerine, dünya gündemi yeniden terör olaylarına kilitlenmiştir. Bütün dünya Orta Doğu, Asya ve Afrika ülkelerinde her gün gündeme gelen terör olayları ile uğraşırken, birden uygarlığın beşiği Avrupa kıtasının tam ortasında büyük bir terör saldırısı ortaya çıkınca, yeni yılın gelecek için gündeme getirdiği umutlar ve güzel günler hayali insanların zihinlerinden uzaklaşmış ve yerini yeniden karamsarlıklar almaya başlamıştır. Çok hızlı bir değişim ve gelişim süreci içinde geleceğe doğru yol alan dünyanın, büyük insan ve mal kayıplarına yol açan terör olaylarını bir türlü önleyememesi, her geçen gün geleceğe dönük senaryoları karanlık beklentilere dönüştürerek, insanlığı daha kötü bir dünyaya doğru sürüklemektedir. Her terör olayı gerçekleştikçe insanlık bir kez daha can evinden vurulmakta ve geleceğe dönük yaşamın hiçbir anlamı kalmamaktadır. Hiç bir biçimde kabul edilemeyecek ve her aşamada karşı çıkılacak terör olaylarının bir biri ardı sıra gündeme gelmesi ve bu yüzden bir türlü yeni dünya düzeni kurulamaması, bütün dünyayı yeni bir kaos dönemine doğru sürüklemekte ve dünya halkları bu yüzden büyük kayıplar verirken, var olan devlet düzenleri de giderek çökme aşamasına doğru gelmektedirler. Hem mala hem de cana ziyan veren terör olayları geçmişten gelen dünya düzenini çökertirken, daha barışçı ve güvenlikli yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasını da önlemektedir.

         Tarihin her döneminde güç çekişmeleri ve devletlerarasındaki rekabet yüzünden çok farklı biçimlerde çeşitli terör olayları yaşanmış ve bu yüzden dünya tarihi bir çatışmalar süreci olarak bugüne gelmiştir. Eski dönemlerde güç merkezleri ya da güç sahiplerinin çekişmeleri çatışmalara dönüşme aşamasında beraberinde terör olaylarını gündeme getirirken, birbirinden çok farklı yöntemler ile devreye sokulan terör olayları, tarihsel gelişmelerin yönlerini belirlemiştir. Var olan düzenlerin bozulması, ya da yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte istikrarsızlık ortamları doğunca, çekişmelerin giderek terör olayları biçiminde öne çıkarak gelişmeleri belirlediği görülmektedir. Siyasal alandaki güç merkezleri ya da siyaseti yönlendirme şansına sahip olan kişi ya da kuruluşlar, rekabet ortamında öne geçmek, ya da karşı tarafların oyunlarını bozmak istedikleri zaman siyasal şiddete başvurmaktan kaçınmayarak, insanları ve toplumları ciddi terör olayları ile karşı karşıya getirmekten çekinmemektedirler. Ülkeler, devletler ve toplumlar arasındaki hegemonya çekişmelerinde de, benzeri terör olayları zaman zaman gündeme getirilmekte ve siyasal şiddet üzerinden belirli senaryoların gerçekleşmesi için yoğun çabalar sarf edilmektedir. Böylesine bir gelişim çizgisi içinde terör her ülke için önemli bir siyasal sorun olmuş ve devletler insanlık için büyük bir tehdit olan terör olgusunun önüne geçebilmek için her yolu denemek zorunda kalmışlardır. Özellikle siyasal alanın önde gelen temsilcilerine yönelen saldırılar ve buna paralel olarak siyasal kuruluşlar ile sivil toplum örgütlerine yönelen terörist girişimler, halk kitleleri içinde büyük panikler yaratırken, terör üzerinden sürekli bir korku ortamına mahkûm edilen dünya halkları, böylesine engellemeler üzerinden kendilerini yönetemez bir duruma gelmişlerdir. Her zaman için yerleşik düzeni yıkan, büyük mal ve insan kaybına yol açan, halk kitlelerini korkutarak demokrasileri gerçek anlamda bir halkın kendi kendini yönetmesi düzeni olmaktan uzaklaştıran terör, ilk çağlarda olduğu gibi yirminci yüzyılda da insanlığın en büyük baş belası olarak gündemde kalmaya devam etmektedir. Önümüzdeki dönemde kalıcı bir dünya barışı gerçekleştirilemez ise bu durum aynen sürecektir.
         Tanrıyı kıyamete zorlamak ve bu doğrultuda orta dünyanın kutsal topraklarında sürekli bir savaş ortamını gündemde tutmak, kutsal kitaplar ve tek tanrılı dinler adına belirli çevreler tarafından benimsenince, ortaya terörü ana araç olarak kullanmaya çalışan siyasal yapılanmalar çıkmaktadır. Birileri Hz. İsa’yı gökten yere indirmeye çalışırken, diğerleri de böylesine bir hedefin Hristiyan dünya için gerçekleştirilmesi doğrultusunda en büyük Yahudi yapılanması olarak, Siyonist bir çizgide Büyük İsrail İmparatorluğunun kurulmasını gerçekleştirebilmek için bir üçüncü dünya savaşı anlamını taşıyacak, Armegeddon Savaşını kutsal topraklar ilan edilen Filistin topraklarında ortaya çıkarabilmek doğrultusunda çeşitli siyasal senaryolara kalkışmaktadırlar. Yarım yüzyılı geçen bir zaman dilimi içinde birbirini izleyen girişimler sonucunda bu gibi yönelişler belirginlik kazanmıştır. Yüzyıllar önce insanlığa gönderilmiş olan kutsal kitapların bazı bölümlerine dayanarak, Orta Doğu’da Büyük İsrail devletinin kurulabilmesi için önce bir Armegeddon savaşını üçüncü dünya savaşı biçiminde gerçekleştirilmesini, daha sonraki aşamada da Hz. İsa’nın gökten inerek yeniden dünyaya dönmesi doğrultusunda da, öncelikli olarak Siyonizm’in ana hedefi olan Büyük İsrail yapılanmasını devreye sokmak isteyen bazı din merkezleri ile siyasal ve ekonomik güçler, savaşların ön hazırlığı olarak terör olaylarını gündeme getirmektedirler. Terörün var olan devlet düzenini ve hukuk yapılanmalarını dışlamasını dikkate alan bu çevreler, terörü destekleyerek, önce savaşların önünü açmaya çalışmaktadırlar. Terörün ortaya çıktığı aşamada insanların en kutsal haklarından birisi olan yaşam hakkı, öncelikli olarak tehlikeye girmekte ve var olan devlet düzenleri teröre karşı toplumun güvenliğini sağlayamadığı noktada da, bütünüyle hukuk düzenleri yıkılırken, geleceğe dönük olarak hiçbir kazanılmış hakkın korunabilmesi mümkün olamamaktadır.
         Son yıllarda yaşanan gelişmeler dikkate alınırsa, artık hiçbir terör hareketinin kendiliğinden gündeme gelmediği, aksine belirli merkezler ile çevrelerin kendi çıkarları doğrultusunda gündeme getirdikleri siyasal senaryoların gerçekleştirildiği aşamada, terör yoluna başvurdukları görülmektedir. Yüzyıllarca bütün devletlerin birbirlerine karşı kullandıkları terör olaylarının, küreselleşme akımı sonrasında ulusal düzeyin dışına çıktığı sermaye hareketleriyle birlikte terörist girişimlerinde ulusal sınırların dışına çıkarak küreselleşme aşamasına geldiği, son dönemde yaşanan olaylar doğrultusunda kesinlik kazanmaktadır. Siyasetin ekonomi ile birlikte ulusal sınırların dışına çıkarıldığı bir aşamada siyaset ile birlikte terör olayları da küreselleşme eğilimleri göstermektedir. Dünyanın herhangi bir ülkesinde yerel koşullara göre kurulan terör örgütlerinin, tıpkı şirketler gibi ulusal sınırların dışına çıkarak başka ülkelerde terörist eylemlere kalkıştıkları, son yıllarda fazlasıyla görülmektedir. Neredeyse şirketlere paralel düzeyde bir terörist açılım çeşitli gizli örgütler tarafından tırmandırılmakta ve bazı büyük ülkelerin çok tanınmış istihbarat örgütleri tarafından da, bu gibi gelişmeler örgütlenerek belirli ekonomik ya da siyasal hedefler doğrultusunda toplumların önüne çıkartılmaktadır. Sınır ötesi başlığı altında oluşturulan çeşitli sivil toplum kuruluşları küreselleşme olgusu doğrultusunda her ülkede çeşitli etkinliklere ya da kampanyalara yönelirken, şirketler piyasaları ele geçirmek ya da çeşitli ülkelerin üzerinde kurulu bulunduğu toprakların altındaki yer altı kaynaklarına el koyabilme çizgisinde geniş alanlarda harekete geçerken, böylesine hareketlilik süreçlerinde terör olaylarına da yer verilerek bir paralellik sağlanmaya çalışılmaktadır. Terörün hiçbir zaman tek nedeni olmamış, aksine zamana ve zemine göre değişen koşullar ve gelişmeler doğrultusunda her türlü nedenle terör olgusu ortaya çıkarak olayların gelişim dinamiklerini etkilemiş ve yönlerini daha farklı hedeflere doğru çekmiştir. Beklenmedik durumlarda en küçük bir nedene dayalı olarak da gündeme gelebilen terör olgusu, sınırların gevşetildiği küreselleşme dönemin de etkisini daha da artırarak siyasal gelişmelerin belirleyicisi olma şansını elde etmiştir. Terör öncesinde farklı bir yön doğrultusunda gelişen olayların, terör sonrasında açıkça yön değiştirdiği görülebilmiştir. Siyasal güç merkezlerinin belirli hedefler için terör yöntemlerine başvurması ile siyasal gelişmelerin doğrultusu amaca dönük yönlendirilmektedir.       Tarihin her döneminde var olan terör olayları, küreselleşme döneminde yön ve yapı değiştirerek, birçok şey gibi küreselleşen bir yapı içine girmiştir. Terörün küreselleşmeye başlamasıyla birlikte de, terör örgütleri tıpkı şirketler gibi küreselleşmenin global aktörleri konumuna gelmişlerdir. Küreselleşmeye başlayan dünya düzeninde, devletler ayakta kalabilmek için kendi küresel oyunlarını oynamaya başladıklarında, şirketler gibi sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte terör örgütlerinin de küresel aktörler haline geldiği ve böylesine bir süreç içerisinde kendi ulusal sınırlarının dışına çıkarak, küresel eylemlere kalkıştıkları görülmektedir. Uluslararası kuruluşlar geçmiş dönemden gelen küresel aktivitelerini yeni dönemde de sürdürmeye çalışırlarken, devletler kendi sınırlarının ötesinde etkinlik kazanmaya çalışmışlardır. Bu durumda, her ülkenin şirketleri, ya da sivil toplum kuruluşları gibi terör ve mafya örgütlerinin de küreselleşmeye başladıkları yeni bir dönem başlamıştır. Büyük devletler birbirleriyle giriştikleri rekabet düzeninde, şirketlerini koruyarak desteklerken, batı emperyalizminin ürünü olan Amerikan ya da Avrupa şirketleri küreselleşmenin patronları konumuna gelmişler, diğer dünya devletlerindeki şirketler de benzeri bir yöne doğru hareket etmeye başladıklarında, batı dünyasından yönlendirilen terör ve mafya örgütlerinin tepkileriyle karşılaşmışlardır. Küreselleşme süreci devletlerin ötesine çıkarak pazar ve piyasalar üzerinden bütün dünyaya yayılırken, mafya ve terör örgütlerinin birlikte hareket ettikleri ve ekonomik alanda uluslararası tekelci şirketlerin dümen suyunda giderek, onların evrensel hegemonyalarının oluşturulmasında önemli roller üstlendikleri görülmektedir. Batı kapitalizminin dünya ülkelerine kendisini şirin gösterme biçimindeki emperyalist oyununa dünya halkları alet olurken, piyasaların öyle göründüğü gibi serbest ve özgür olmadığı, aksine küresel şirketlerin mafya ve terör örgütlerini kullanarak ve kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemeler yaparak, çeşitli bölgelerde üstünlüğü ele geçirdiği zaman içerisinde ortaya çıkmıştır.
         Soğuk savaşın son dönemlerinde küreselleşmeye başlayan batılı ülkelerin uluslararası tekelci firmaları, tıpkı devletler gibi dünya düzeyinde etkinlik alanları oluşturmaya başlamışlardır. Her büyük tekelci şirket bütün dünya ülkelerinde merkeze bağlı temsilcilikler oluşturduğu gibi, açılan temsilcilik yerleşkelerinde tıpkı devletlerin büyükelçiliklerine benzer yapılanmalara gitmişlerdir. Devletler birbirlerinin başkentlerinde açtıkları büyükelçiliklerde hem diplomatik hem de istihbarat kadrolarını birlikte çalıştırırken, istihbarat görevlilerini diplomat olarak göstermeye dikkat etmiş ve böylece ikili bir yapıda geleceğe yönelik ilişkilerini, evrensel düzeyde yükseltebilmenin arayışı içinde olmuştur. Batı dünyasının en büyük devletlerinden okyanustaki ada devletlerine kadar, her devletin başkentinde temsilcilik açmaya çalışan küresel şirketler, temsilcilikleri aracılığı ile girmiş oldukları ülkelerde kendi devletlerinin destek ve koruması altında mafya ve terör örgütlerini diğer devletlerin şirketlerine karşı devreye sokarak, piyasalarda üstünlük sağlayabilmenin çabası içinde olmuşlardır. Üçüncü dünya ülkelerinin balta girmemiş orman alanlarından okyanustaki kimsesiz adalara kadar, yeryüzünün her noktasında örgütlenmeye çalışan küresel şirketler, giremedikleri yerlerde kendilerine bağlı olarak çalışan ve merkeze bağlı alt hizmetler alanında görevler yapan istihbarat, mafya ve terör kadrolarını bir bütünlük içerisinde kullanarak, küresel hegemonya alanlarını artırabilmenin çabası içinde olmuşlardır. Batılı devletler gibi batının şirketleri de istihbarat, mafya ve terör üçlüsünün kadrolarını birlikte değerlendirdikleri için, geçmişten gelen çekişmeler ve kavgalar daha da artan bir tempoda devam ederek bugünlere kadar gelmiştir. Asya ve Afrika ülkelerinde bu tür örgütlerin çekişmeleri görüldüğü gibi, yeni dönemde Latin Amerika ve Avrupa ülkelerinde de benzeri çekişmeler giderek yaygınlık kazanmıştır. Amerikan devletinin, ikinci dünya savaşı sırasında Avrupa kıtasına öncelikli olarak Sicilya adası üzerinden girişinin organize edilmesi sırasında ABD pazarlarından beslenen İtalyan mafyasının büyük rolü dolmuştur. Akdeniz üzerinden kaçakçılığın patronu olan İtalyan mafyası yeri geldiğinde terörü kullanarak rakiplerini alt etmesini bilmiştir.    Bu durum küresel şirketlerin mafya örgütleri üzerinden terörü bir üstünlük sağlama aracı olarak kullanmalarını gündeme getirmiştir.            
              Savaş sonrası dönemde ABD Avrupa kıtasına yayılırken, Amerikan şirketleri başta İtalya olmak üzere diğer ülkelerin mafya örgütlerinden yararlanmasını bilmiştir. Şirketlerin bu düzeyde mafya örgütleriyle işbirliği içerisinde olmaları yüzünden, mafya kuruluşlarıyla ortak hareket eden bazı terör örgütlerine yeni iş sahaları açmıştır. Çeşitli pazarları elinde tutan mafya örgütlerinin yönetici tabakaları, giderek artan rekabet düzeyinde rakip firmaların istekleri doğrultusunda mafya örgütlerinin patronajı altındaki terör kuruluşlarının hedefleri olarak suikastlara kurban gitmişlerdir. “Baba“ romanı ve filminin gözler önüne sermiş olduğu gerçekler, İtalyan mafyası üzerinden dünyadaki yer altı faaliyetlerini ve ortaklıklarını gün yüzüne çıkarmıştır. P2 Locası skandalı ise yer altı örgütlenmesinin ne derece ilerilere gittiğini gösteren önemli bir gelişme olarak dünya kamuoyunda öne çıkmıştır. Çıkar çevreleri, büyük zenginler ve onların kontrolü altındaki şirketlerin, pazar ve piyasa çekişmesinde rakiplerini alt edebilme doğrultusunda mafya örgütleriyle işbirliği yaptıkları kadar terör örgütleriyle de yeri geldiği zaman birlikte çalıştıkları görülmüştür. Kuzey bölgesinde aşırı zenginler ile güney bölgesinde yoksul halk kitlelerini aynı çatı altında barındırmaya çalışan İtalya gibi ülkeler, mafya örgütlenmesinin Akdeniz ve Orta Doğu bölgelerinde önde gelen merkezleri olmuşlardır. Aşırı zenginlik beraberinde ileri derecede fakirliği getirdiği için, mafyaya karışan kadrolar ile teröre sürüklenen yoksul ailelerin çocukları için, elverişli zeminlerde yeni bir yöneliş olarak, küresel şirketlerin ayak işini gören eskisine oranla daha farklı bir yapılanma gündeme gelmiştir. P2 skandalında görüldüğü gibi, zengin patronlar daha geniş alanlarda at koşturabilmek için hem mafya hem de terör örgütleriyle işbirliği yaparak, rakiplerini hukuk dışı yollardan daha kolayca alt edebilmenin arayışı içinde olmuşlardır.
         Amerika Birleşik Devletleri’nin Asya kıtasına yönelen hegemonya çıkartması sırasında, bu büyük kıtanın üç dev ülkesi olan Rusya, Çin ve Hindistan’a karşı kendi yanında yer alabilecek düzeyde kapitalist sisteme yönlendirdiği Japonya, batı dünyasının ülkelerinde kendisine pazar ve piyasa bulabilme doğrultusunda büyük mücadeleler vermiş ama sonunda, başta ABD olmak üzere diğer batılı ülkelerinde yaptığı gibi Jakuza adı altında bir devlet mafya örgütlenmesini bütün dünya ülkeleri düzeyinde geliştirerek kendisine dünya piyasalarında yer bulabilmiştir. Japonya gibi bir devletin kapitalist sisteme yönelmesi, dünya pazarlarına açılması ve de üçlü komisyon adı altında çalışan küresel örgütlenmede Asya kıtası adına yer alması da yeterli olamamış ve sonunda Japon devleti dünya pazarlarına girebilmek ve piyasalarda tutunabilmek amacıyla Jakuza örgütlenmesini bir devlet mafyası olarak gündeme getirmiştir. Böylesine büyük bir rekabete girmesine rağmen, Japonya Avrupa pazarlarında bir türlü kendisine yer edinememiş ve özellikle Avrupa Birliği oluşumu çerçevesinde, ucuz ve teknolojisi yüksek Japon malları Avrupa pazarlarına sokulmamıştır. Üçlü komisyon gibi bir batı bloku yapılanmasının üç ortağından birisi olmasına rağmen, Japonya Avrupa pazarlarından dışlanmaktan kurtulamamış ama daha sonraki aşamada oluşturduğu devlet mafyası aracılığı ile Asya, Afrika ve Amerika kıtasındaki ülkelerde yayılarak kapitalist sistem içerisinde eşit koşullarda var olabilmenin ve mücadele edebilmenin çabası içerisinde olmuştur. Serbest olduğu söylenen piyasanın öyle söylendiği gibi pek de serbest olmadığı, Japon devletinin başına gelen olaylardan sonra kesinlik kazanmıştır. Ayrıca gene batı kapitalistlerinin piyasanın görünmez el tarafından düzenlendiği iddiasının da hiçbir biçimde gerçeklerle bağdaşmadığı, yaşanan olaylar sürecinde görülmüştür. Büyük firmalar mafya ve terör örgütlerinin yardımları ile piyasalar üzerinde devletleri devre dışı bırakan hegemonyalar oluşturduktan sonra, malların fiyatlarının belirlenmesini kendi başlarına yapma olanağını elde etmişlerdir. Devletlerin içine kendi adamlarını yerleştirerek devletlerin tepkisini önleyen tekelci şirketler, kendilerine bağlı bir biçimde hareket eden mafya ve terör örgütlerinin katkılarıyla istedikleri doğrultuda piyasa egemenliğini kurabilmektedirler.
         İkinci Dünya Savaşı dönemde Amerikan şirketleri bütün dünya ülkelerine yayılırken, Avrupalı emperyalist devletlerin eskiden oluşturdukları kendilerine bağlı eski sömürge düzenlerini yıkarak kendilerine yer açma girişimleri doğrultusunda Amerikan şirketleri ile İtalyan mafya birimlerinin işbirliği yaptıkları görülmüştür. Batı Avrupa ülkelerinin yüz yıllarca uğraşarak oluşturdukları sömürge düzenlerinin yıkılmasında ya da böylesine yapılanma içinde bulunan ülkelerde Amerikan şirketleri üzerinden küreselleşen finans kapital yapılanması, mafya örgütleriyle piyasaları ele geçirmeye öncelik vermiş ama bu doğrultuda sonuç alınamayınca da son çare olarak terör örgütleri devreye sokulmuştur. Küresel hegemonya düzenleri oluşturmaya çalışan küresel şirketlerin Avrupalı sömürgecilerin elinden dünya pazarlarını alması aşamasında mafya örgütleriyle birlikte terör örgütleri de taşeron birimler olarak kullanılmışlardır. Her işin bir ücreti olduğu gibi, belirli ülke pazarlarının ele geçirilmesi sırasında mafya örgütleri finans kapitalin patronlarından para alarak istenen hegemonyanın önünü açmaya çalışmışlar, yeterince etkili bir sonuç alamadıkları aşamada ise devreye terör örgütleri sokulmuştur. Çeşitli ülkelerin pazar ve piyasaları dışa açılma görünümü altında küresel sermayenin yeni sömürgeciliğine uygun bir hale getirilirken, tam anlamıyla bir hegemonya düzeni kurabilmek için Batı Avrupa ülkelerinin orta çağ sonrası dönemde dünya kıtalarında oluşturduğu eski sömürge düzenlerinin tasfiyesi zorunluluk kazanmıştır. İşte bu aşamada Amerika üzerinden dünyaya yayılan uluslararası tekelci şirketlerin giderek küresel sermaye kuruluşlarına dönüşmeye başladıkları görülmüştür. Bu aşamadan sonra da, sosyalist sistemin çökmesi sağlanarak, finans kapital şirketlerinin merkezinde yer aldığı küresel bir dünya düzenine dönük bir yeni dönem Amerika Birleşik Devletleri aracılığı ile gündeme getirilmiştir.
         Soğuk savaşın son dönemlerinde iyice palazlanan Amerikan şirketleri, kendi devletlerinin koruması altında dünya ülkelerine yayılırken, yeni bir imparatorluk oluşturma hedefi doğrultusunda her türlü Makyavelizmi benimserken, mafya ve terör örgütleriyle Pazar ve piyasa hegemonyası doğrultusunda birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Avrupalı sömürgeciler dünya kıtalarından uzaklaştırılırken, Amerikalı yeni sömürgeciler mafya ve terör örgütlerinin desteği ile yeni dönemde bir Amerikan üstünlüğünün hazırlayıcısı olmuşlardır. İkinci dünya savaşından edilen zafer, soğuk savaşın ikinci yarısında Amerikan şirketlerinin uluslararası alanda üstünlük elde etmelerinin önünü açmıştır. Sosyalist ülkeler bu dönemde ayakta kalmaya çalışırlarken, ABD hegemonyası tekelci şirketler aracılığı ile bütün dünya pazarlarına doğru yayılmaya başlamıştır. Bu dönemde özellikle, petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarının fazlasıyla bulunduğu ülkeler ile önemli yer altı zenginliklerinin bulunduğu bölgeler eski sömürgecilerden yeni emperyalistlerin eline geçmeye başlamış ve bu doğrultuda Amerikan hegemonyasının mafya ve terör örgütleri birlikteliği ile üstünlüğünü göstermeye başladığı görülmektedir. Bir tarafta batı uygarlığının medeni yüzünü öne çıkaran tekelci şirketler, diğer yandan batı emperyalizminin sömürgeci tavırlarını sergilemekten geri kalmamışlardır. Silahlı çatışmalar emperyalistlerin pazarları ele geçirmesinde ciddi boyutlarda destek sağlarken, terörün beraberinde yükselişe geçtiği anlaşılmıştır. Terör bu aşamadan sonra her zaman için emperyalizmin üstünlük sağlama aracı olarak ön planda yer almıştır.
         İki cihan savaşı sonrasında gündeme gelen soğuk savaş döneminde Amerikan şirketleri uluslararası tekeller aşamasına gelmişlerdir. İleri teknolojilere sahip olarak dünyanın diğer bölgelerindeki şirketleri devre dışı bırakmışlardır. Komünizm korkusunu iyi kullanarak da hem Avrupa hem de Asya ve Afrika kıtalarındaki üçüncü dünya ülkelerinde yayılmaya başlamışlardır. İngilizlerin ve Fransızların sömürge devleti kurdukları ülkelerde Amerikalılar askeri üsler kurarak bölgesel egemenliği ele geçirmişler ve Amerikan devleti böylesine yayılmacı yeni bir yapılanmayı dünya ülkelerine karşı dayatırken, şirketler de bu durumlardan paylarını alarak Amerikan ordusunun koruması altında özellikle doğal kaynakları zengin olan ülkelere yerleşmişlerdir. Askeri üsler üzerinden dünyaya yayılan Amerikan emperyalizmi gittiği ülkelerde işbirlikçi kadrolar devşirmiş ve bunlardan yararlanarak Amerikan şirketlerinin işbirlikçisi olarak bazı medya ve terör kadrolarını örgütlü bir yapılanmaya doğru yönlendirerek araziye sürmüşlerdir. Avrupalıların yapamadıklarını başaran Amerikalıların yeni yayılma stratejilerinde hukuki yollar olduğu kadar hukuk dışı yollar da gündeme gelmiştir. O dönemin koşullarında sistem analizi denilen metotlar aracılığı ile bütün ülkelerin haritaları çıkartılmış ve her bölgenin yapısından kaynaklanan özelliklerine göre yol ve yöntemler devreye sokularak emperyal yayılma süreci tamamlanmaya çalışılmıştır. Bu aşamada mafya kuruluşlarının ayak işlerini görmek üzere terör örgütlerinin öne çıkarıldığı görülmüştür. Yerel halkın içinden çıkan pazar ve piyasa kadrolaşmaları devre dışı bırakılırken, mafya kuruluşları üzerinden emperyal şirketlerin komutasındaki terörist gruplar korku saçarak halk kitlelerini sindiren ve ulusal toplum yapılarının toplu direnişlere girişmesini önleyen emperyal planlar her zaman için uygulama alanına aktarılabilmiştir.
         Sovyetler Birliğini komünizm öcüsü olarak kullanmayı çok iyi beceren Atlantik emperyalizmi, dünya ülkelerini teker teker ele geçirme sürecinde böylesine siyasal bir kozdan iyi yararlanmasını bilmiştir. Sovyet yayılmacılığına karşı çıkarak örgütlenen askeri savunma örgütü, eski sömürgeci Avrupalı devletleri Atlantik ötesinin denetimi altına alırken, uluslararası hukuka uygun hareket ederken, emperyalizmin tam anlamıyla hegemonyasını sağlayabilme doğrultusunda yer altı örgütlenmelerine gitmeyi de denemiştir. Eski Romalı savaşçılardan gelme bir isim olarak Gladio kavramını, yer altı örgütlenmeleri ve siyasal anarşi ile saldırılar yaratma işlerinde, daha doğrusu kirli işlerde kullanmaktan çekinmeyen batı emperyalizmi, böylesine büyük bir uluslararası hegemonya oluşturma girişimine kalkışırken, dünya hegemonyası için yer üstünde olduğu kadar yer altında da örgütlenmeye öncelik vermiş ve bu yer altı işlerini, gittikleri ülkelerin yerel halklarından devşirilen mafya ve terör örgütlerine ihale etmişlerdir. Yer üstünde gündeme gelen kaçakçılık, yağma ya da çeşitli hırsızlık olaylarının kahramanı olarak mafya kuruluşları, batılı emperyal şirketlerin işbirlikçisi olarak öne çıkarken, bu gibi olayların gerekli kıldığı bazı kişilerin tasfiye edilmesi gibi açıkça suç olan bazı işleri de terör örgütlerine ihale etmeyi tercih etmişlerdir. Batı emperyalizmine karşı çıkan, ya da kendi ülkesinin ulusal çıkarları doğrultusunda dışarıdan gelen uluslararası emperyal girişimlere karşı kendi halkı ile bütünleşerek direnen birçok ulusalcı, milliyetçi ya da antiemperyalist insanların devre dışı bırakılmaları çeşitli temizlik operasyonları ile sağlanmaya çalışılmıştır. Evrensel kapitalist sistemin kirli çamaşırları, pis işleri, adam temizleme operasyonları, finans kapitalin patronlarının direktifleri doğrultusunda ayak işi gören mafya ve terör örgütleri aracılığı ile yerine getirilmiştir. Emperyalizmin kara tarihi, dünyanın her bölgesinde bu gibi hukuk dışı kirli girişimlerin örnekleri ile doludur. Son zamanlarda bu gibi olaylar ile oluşan insanlığın kirli tarihini yansıtan çeşitli kitap ve yayınların ortaya çıkmasından sonra, dünya kamuoyu siyasal gelişmelerin görünen yüzü kadar, görünmeyen yüzü üzerinde de artık genel anlamda bir fikir sahibi düzeyine gelebilmiştir. Sömürü düzeni devam ettiği sürece her insan kendi çıkarları için, bu gibi konuları sorgulamak zorundadır.
         Amerikan şirketleri Atlantik emperyalizminin güdümünde dünyaya yayılırken, göz boyama ve karartma politikaları için Sovyetler Birliğinin varlığından en üst düzeyde yararlanmaya çalışmıştır. Sosyalist sistem çöküşe geçtikten sonra ise, eskiden sosyalizmin uygulandığı ülkeler, uluslararası tekelci şirketlerin saldırılarına uğramıştır. Doğru dürüst bir ulusal ekonomik sisteme sahip bulunmayan bu eski sosyalist ülkeler, Amerikan kıtasından gelen finans kapital şirketlerinin yeni yağma alanı konumuna sürüklenmişlerdir. Sosyalist dönemden kalma ciddi bir üretim düzeni bulunmayan Balkan ve Kafkas ülkeleri ile Orta Asya devletleri, batıdan gelen büyük bir saldırıya uğrarken, neleri varsa satmak zorunda kalmışlar ve küresel emperyalistler bu ülkelerin yeniden ileri derecede sömürgeleşmesine giden yolu zorlamışlardır. Birçok doğal zenginliğe sahip olan bu ülkelerin sahip oldukları her şeye el konulurken, gene yerli halkın içinden çıkan işbirlikçi kadrolar mafya ve terör örgütleri yoksul dünya ülkelerinin teslim alma operasyonlarında kullanılmışlardır. Bu gibi ülkelerde satacak bir şeyi olmayan ve açlığa mahkûm edilen halk kitleleri kendilerini satmak zorunda kalarak, yeni köleleşme döneminin önünü açmışlar, terör ve mafya kuruluşları ile dünya halklarını korkutarak sindiren emperyal şirketler de bu durumdan yararlanarak, dünya kıtalarının zenginliklerine teker teker el koymuşlardır. Bütün dünya ülkelerinde bu durumun açık örnekleri görülürken, Türkiye’de böylesine olumsuz bir gelişmeden kendini kurtaramayarak, küresel emperyalizmin sömürgeci boyunduruğu altına girmiştir.
         Küreselleşme dönemi farklı bir emperyal plan çerçevesinde başlatılmıştır. sosyalist sistemin dağılmasından sonra ABD merkezli bir küresel emperyalizm bütün dünyada örgütlenirken, çeşitli devletleri ve bölgeleri süper emperyalizmin ağına bağlayacak plan ve programlar uygulama alanına getirilmeye başlanmıştır. Başlangıçta hukuka uygun yollar üzerinden küreselleşme akımı başlatılmıştır. Ne var ki, bir süre sonra küreselleşme denilen olgunun en üst düzeyde sömürgecilik olduğunun anlaşılması üzerine, bazı gelişmiş ülkelerde küresel emperyalizme karşı haklı olarak tepkiler gelmiş, hatta bu doğrultuda Avrupa ülkelerinde direnişler sendikalar aracılığı örgütlenmeye başlanmıştır. Eski sömürgeci Avrupa ülkelerinin direnişlerini kırmak üzere Avrupa Birliği oluşumu öne çıkarılmış ve ABD merkezli küresel emperyal oluşumlara paralel doğrultuda bazı küresel planlar Avrupa Birliği çatısı altında da devreye sokulmuştur. Atlantik ötesinden gündeme getirilen ve bazen da dolaylı yollardan dayatılan küresel emperyal planlara karşı çıkan ülkeler için çeşitli senaryolar geliştirilerek terör olayları gündeme getirilmiştir. Son olarak Filistin devletini tanıyan Fransa’da büyük bir terör olayının gerçekleştirilmesi, böylesine küresel bir süreçte direnen ya da planlara karşı çıkan ülkelerin gücünü kırmak üzere, terörist eylemlerin devreye sokulabildiğini açıkça göstermektedir. Almanya’nın, Avrupa Birliği sonrasında yeniden doğu politikasına dönerek tek başına Avrupa’nın doğu bölgelerinde hegemonya arayışına yöneldiği aşamada, kendi ülkesinde Müslümanlar sorunu ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Almanya’daki din ayırımcılığı giderek ırkçılığa doğru dönüştürülürken, küresel politikalara direnen ya da kendi ulus devlet sistemini koruyarak alternatif politikalara yönelen Fransa’da, ciddi bir terör tehlikesinin yeniden ortaya çıkarıldığı görülmektedir. Venedikli zenginlerin yönetiminde İtalya’daki mafya ve terör örgütleri, küresel emperyalizmin hedefleri doğrultusunda kullanılarak Akdeniz havzası haraca kesilirken, ipek yolu üzerinden yüzyıllardır devam eden ticaret trafiği de gene benzeri bir doğrultuda mafya ve terör örgütleriyle işbirliği çerçevesinde sürdürülmeye çalışılmaktadır. Akdeniz’in doğusunda her ülkede terör tırmandırılırken, bu merkezi denizin batısında yer alan Avrupa kıtasına da terör yeniden getirilerek, Avrupa ülkelerinin küresel emperyalizme karşı direnişleri önlenmeye çalışılmaktadır. Özellikle Avrupa Birliği içinde yer alan ulus devletlerin eyaletlere bölünmeye karşı direnmeleriyle, iflas eden küresel politikalar, terör yöntemleriyle yeniden canlandırılmaya çalışılmaktadır.
         Küreselleşme sürecinin çeyrek yüzyıllık bir zorlama ve dayatma dönemi sonrasında iflas etmesi üzerine, küreselci merkezler söz dinlemeyen ya da iyi sözden anlamayan ulus devletlerin hakkı kötektir zihniyeti ile hareket ederek, söz dinlemeyen küçük ve orta boy ulus devletleri terör yöntemleri ile dövmeye çalışmaktadır. Dünya tarihi yirminci yüzyılda imparatorluklardan ulus devletlere doğru bir dönüşüm yaşadığı gibi, şimdi de ulus devletlerden eyalet devletçiklerine doğru yeni bir dönüşüme Atlantik ötesinden zorlanmaktadır. Washington’daki Amerikan devletine karşılık New York’ta küresel sermayenin dünya devletini kuran uluslararası finans kapitalin güdümünde gelişen küreselleşme süreci, bütün dünyayı yeni bir emperyal saldırı ile karşı karşıya getirirken, artık büyük patronlar ulus devletlerin denetimi ya da vergi düzenleri ile uğraşmak istememektedirler. Ayrıca, birçok küçük devletin kontrolü altında bulunan önemli madenler ve yer altı zenginliklerinin, küresel şirketlerin eline geçmesi doğrultusunda ulus devletler baskı altına alınarak sıkıştırılırken, işbirlikçi kadrolar aracılığı ile hizaya getirilemeyen ülkelerde mafya kuruluşları siyaset sahnesine taşınarak, siyasal partilerde teslimiyetçi mafya yönetimleri egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Böylesine karışık yollardan istenen teslimiyet sağlanamazsa, ya da halk kitlelerinin bilinçli olarak ulusal direnişleri emperyalizmin önünü keserse, o zaman gene dışarıdan destekli ve güdümlü terör örgütleri devreye sokularak, devletlerin ve halkların direnişleri kırılmaya çalışılmaktadır. Masum halk kitleleri emperyalizmin böl ve yönet uygulamaları doğrultusunda kendi ülkesinde kardeş kavgalarına sürüklenmekte, doğal kaynaklara el konulması sürecinde ülkelerin ekonomileri devletlerin yönetiminden özelleştirme uygulamaları aracılığı ile alınmaktadır. Durduk yerde yapılamayan bu tür devir teslim senaryolarında, terör örgütleri ortalığı karıştırarak, kitlesel korku ve mağduriyetler yaratarak, sevilen halk önderlerini ortadan kaldırarak emperyalizmin hizmetinde görevlerini yerine getirmektedirler. Son yıllardaki birbirini izleyen bir çok terör olayı böylesine olumsuz bir tablonun kamuoyunda ortaya çıkmasına ve halk kitlelerinin bilinçlenmesine yol açmıştır.
         Sosyalist sistemin çökertilmesinden yararlanan Atlantik emperyalizmi, küresel şirketler aracılığı ile mutlak bir küresel imparatorluk kurmaya yönelirken, ana çelişki artık kapitalizm-sosyalizm rekabeti olmaktan çıkmış ve zaman içerisinde küresel şirketler ile ulusal devletlerarasındaki bir kavgaya dönüşmüştür. Dünya siyaset arenasındaki ana çelişki artık küresel şirketler ile ulus devletlerarasındaki mücadeledir. Okyanus ötesinden bütün dünyaya egemen olmak isteyen küresel finans-kapital, özelleştirmeler aracılığı ile ekonomiyi piyasalar üzerinden kendi denetimine alırken ulus devletlerin altını oymakta, gene kendi emrinde çalışan mafya örgütleri ile terör kuruluşlarını bu doğrultuda kullanmasını iyi bilmektedir. İki yüz ulus devletten iki bin eyalet devleti çıkarma senaryosu doğrultusunda, bütün ulus devletleri parçalayacak bir alt kimlik kavgası, etnik gruplar ve mezhepler çekişmesi üzerinden tezgâhlanmaktadır. Uluslararası bankacılık sistemi üzerinden iç kavgalar ve savaşlar desteklenmekte, küresel sermayenin denetimi altındaki işbirlikçi medya aracılığı ile de kamuoyu bu doğrultuda oluşturularak çatışmalar körüklenmektedir. Çeyrek yüzyıl boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan sıcak olaylar ve çatışmalar, böylesine bir yargının ortaya çıkarak dünya kamuoyunda güçlenmesine yol açmıştır. Artık hiç bir ulus devlet, ya da halk kitlesi etnik ve dinsel ayrılıkların kışkırtılmasıyla iç savaşlara ya da bölgesel çatışmalara yönlendirilemez bir bilinçlenme aşamasına gelmiştir. Yıllardır, mafyacı ekonomi üzerinden terörü kışkırtan ve destekleyen küresel sermayenin elinde tek bir kozu olarak cihan savaşı senaryosu kalmıştır. Bir üçüncü dünya savaşını, Orta Doğu çatışmaları üzerinden kutsal kitaplardaki kıyamet senaryolarına uygun bir biçimde çıkarabilmek üzere yeni aşamada terör tırmandırılmaya çalışılmaktadır. Yeni gelinen aşamada yaşanan terör olaylarından ders almasını bilen dünya kamuoyu, bir avuç azınlığın diktası anlamına gelen küresel emperyalizme boyun eğmeyecektir.




5 Şubat 2015 Perşembe

Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi


Abraham H. Maslow; klinik gözlemlerinden yola çıkarak insan davranışlarına yön veren temel gereksinimlerin neler olduğunu, çalışmalarında ortaya koymaya çalışmıştır. Onun ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramı, belki de motivasyon ve gereksinimlerle ilişkili olarak dünyada en yaygın şekilde tanınan motivasyon kuramıdır.
Maslow’’un yapmış olduğu çalışmaya göre, insanların doğuştan gelen bazı ihtiyaçları vardır.Bu ihtiyaçlar zamanla davranışlarına yansır. Maslow, bu ihtiyaçları belirli bir sıraya koymuştur. Bu ihtiyaçlar en alttan üste kadar, belirli bir hiyerarşiye göre sıralanmıştır. İnsan en alttaki ihtiyacını giderdikçe, bir üstteki gereksinimine doğru otomatik olarak ilerler. Daha doğru bir ifade ile alt düzey ihtiyacını tatmin ettikçe, en üste doğru ilerler. Maslow bu hiyerarşiyi 5 temel kategoride incelemiştir. Bunlar fizyolojik gereksinimler, güvenlik gereksinimi, sevgi ait olma gereksinimi, saygınlık gereksinimi, kendini gerçekleştirme gereksinimi’dir.

Bu ihtiyaçları açarsak;
1. Fizyolojik ihtiyaçlar: Nefes alma,yeme içme,uyuma,sevişme.
2. Güvenlik ihtiyaçları: Kendini ailesini ve sevdiklerini güven içinde hissetme.
3. Ait olma ve Sevgi ihtiyacı: Başka insanlar ile iletişim kurma,kabul edilme bir yere ait olma.
4. Değer İhtiyaçları: Başkalarınca benimsenip tanınmak,başarılı ve yeterli olmak.
5. Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı: Kişisel tatmin,kişinin potansiyelini ortaya çıkarması.
şeklinde sıralanabilir.
4329_prestijMaslow’a göre birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez. Hatta Maslow bir sözünde şöyle demektedir:Karnı aç bir insan için 5. sınıf bir çorba, 1.sınıf bir yağlı boya tablodan daha değerlidir.Bu sıralamada sözü edilen ihtiyaçlardan Fizyolojik ihtiyaçlar, insanın biyolojik olarak yaşamını sürdürebilmesi için gereken ihtiyaçlardır. Örneğin yemek yeme gibi,su içme gibi zorunlu ihtiyaçlar. İnsanlar açken veya susuzken bir sanat eseri ile ilgilenemezler yada en basitinden bir tiyatro ihtiyaçları olmaz.Bu da şunu gösterir;bir insan basamağın bir altında tatmin olmadan bir üst basamağa kolayca geçiş yapamaz. Fizyolojik ihtiyaçları karşılanan bir kişinin bir sonraki ihtiyacı güvenlik olacaktır.Burada sözü edilen güvenlik şimdiki ve gelecekteki güvenliktir.Yaşamını sürdürebilmesi geçimini sağlaması insan için oldukça önem arz etmektedir. Ait olma ihtiyacına geldiğimizde insan kendini sosyal bir varlık olarak tanımlamaktadır ve kişi kendini diğer insanlarla bir arada dilediği gibi yaşarken görmek ister.Sevme ve sevilmenin olmadığı bir durum kişiyi rahatsız eder.İnsan sürekli bir sevgi arayışı içerisinde olup kendine buna uygun bir ortam hazırlamanın peşindedir.Bu bağlamda kişinin ait olma ve sevgi ihtiyacının karşılandığı en temel kurum ailedir.

Takdir ve saygı ihtiyacı dediğimiz şey ise iki yönlüdür;birincisi insan başarılı olduğu yada hizmet verdiği bir konuda diğer insanlardan takdir ve saygı bekler. Diğer bir yön ise insanın kendine duyduğu saygıdır.Başarısı takdir gören insanın kendine güveni gelir.Bu açıdan düşünüldüğünde takdir ve sevgi ihtiyacı ihtiyaçlar hiyerarşisinin önemli bir basamağını oluşturur. Kendini gerçekleştirme insanın varmaya çalıştığı son nokta ve Maslow’a göre, tamamen sonuçlanmayan en üst basamak. Birey yukarıdaki ihtiyaçlarını giderse bile eğer hala yetenek, bilgi, beceri itibariyle kendini tam olarak ortaya koyamadığını düşünüyorsa içinde bir boşluk hissedecek ve bu eksikliği gidermeye çalışacaktır. İşte buna kendini tamamlama, kendini gerçekleştirme denilmektedir.Yani amaç bilge kişilik olabilme durumudur.
Kendini gerçekleştiren insanın özelliklerin sıraladığımızda;
Gerçekliği verimli bir şekilde algılarlar ve belirsizliğe tahammül edebilirler.
a. Kendilerini ve başkalarını oldukları gibi kabul ederler.
b. Düşünce ve davranış içtendir.
c. Kendi üzerinde yoğunlaşmaktan çok sorun üzerinde yoğunlaşırlar.
d. İyi bir mizah anlayışları vardır.
e. Çok yaratıcıdırlar.
f. Maksatlı olarak gelenek dışı olmamalarına karşın öz kültürlerinin içselleştirilmesine dirençlidirler.
g. İnsanlığın refahı ile ilgilenirler.
h. Yaşamın temel deneyimlerini değerlendirebilirler.
ı. Çok değil az insanla derin,tatmin edici kişiler arası ilişkiler kurarlar.
i. Hayata nesnel bir açıdan bakabilirler.
Bu sayılan ihtiyaçlar ile ilgili son olarak bir şey söylemek istersek hiyerarşinin ilk iki basamağı temel ihtiyaçları oluşturur. Son üç grup ise sosyo psikolojik ihtiyaçlardır ve ikincil ihtiyaçlar olarak nitelendirilir.
(ALINTI)