Türkiye dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan en önemli bir merkezi devlettir. Bütün coğrafya ve jeopolitik kitaplarında yer alan bu durumun Türkler tarafından bilinmesi tarih boyunca istenmemiş ve her zaman için dolaylı yollardan böylesine bir bilinçlenme önlenmeye çalışılmıştır. Dünyanın tam ortalarında yaşayan halk topluluğunun nerede bulunduklarını bilmeleri önlenirken, merkezi coğrafyanın tam ortalarında yer alan bir ülkenin toplumunun üzerinde yaşanılan topraklar ya da ülke üzerine bilinç sahibi olması, her dönemde dünyanın egemen güçleri tarafından istenmemiştir. Dünyanın merkezi alanını ele geçirmek isteyen bölge dışı emperyal güçler, merkezi alan üzerine hesaplar yaparken ya da ele geçirme projelerini uygulama alanına aktarırken, her zaman için önceliği bu bölgede yaşayan toplumların cahil kalmalarını sağlamaya çalıştıkları görülmüştür. Böylece merkezi alana karşı herhangi bir ele geçirme operasyonunda, bölgenin cahil kalmış bilinçsiz halkının kolaylıkla teslim alınması düşünülmüştür. Tarihin ilk dönemlerindeki saldırı ve işgal hareketlerinde görülen bu durum asırlar sonra bugün de geçerlilik kazanmış ve küresel imparatorluk kurmak isteyen emperyal güçler, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerindeki devletlerin ve toplumların merkezi coğrafya hakkında jeopolitik bilincin ötesinde cahil kalmaları için çaba gösterdikleri her zaman ön planda olmuştur.
Tarihin garip cilveleri sonucunda merkezi alana gelmiş olan topluluklar, ya göçler sırasında bu bölgeye gelerek yerleşmişler ya da doğu ile batı bölgelerinin emperyal güçlerinin dünyayı ele geçirme girişimleriyle gündeme gelen savaşlar sonrasında, bu bölgenin çeşitli yörelerinde kendilerine yaşam alanları oluşturmuşlardır. Bu çerçevede, merkezi bölgede yaşamakta olan halk topluluklarının tarihsel bir bilinç ile bu bölgede yerleştikleri pek söylenemez. Tarihin ilk dönemleri Asya kıtasında ortaya çıkarken, doğudan gelen topluluklar merkezi alana gelerek yerleşme şansı bulmuşlardır. Göçebelik sürecinde her zaman için yerleşim bölgeleri toplumsal değişiklikler yaşamış, Mezopotamya uygarlığı sonrasında yerleşik toplum yapılanmasına geçilince, bu kez de her dönemin en büyük siyasal gücü olan büyük devletler orduları ile merkezi alanı işgal etmek üzere bu topraklara gelmişlerdir. Asya’dan gelen Cengiz Han ve Timrlenk ile İlhanlılar Devletinin merkezi bölgeyi ele geçirmek üzere gelen emperyal güçlerin ilk örnekleri olduğu söylenebilir. Roma İmparatorluğu da merkezi alanı ele geçirerek dünyanın tam hakimi olabilmek üzere bu topraklara gelmiş ve bir süre sonra zayıflayarak bölününce, yerini Bizans İmparatorluğu almıştır. Daha sonraki dönemde Hristiyanlık dini ortaya çıkınca, bu kez Haçlı orduları ondan fazla sefer yaparak merkezi alanı tam olarak ele geçirmeye çalışmışlar ama başarılı olamamışlardır. Bizans sonrasında Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının bu topraklarda kurulması üzerine, merkezi alanda Türk hegemonyası dönemi başlamıştır. Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklar merkezi alana egemen olduğu dönemlerde, doğu ya da batı bölgelerinden merkezi alana gelmek üzere saldırılar olmamış ama bu bölgedeki merkezi devletin çökmesi ya da zayıflaması üzerine, dünyayı ele geçirmek isteyen büyük emperyal güçler merkezi coğrafyayı ele geçirmek üzere birbirleriyle yarışlara kalkışarak orta dünyaya gelmişlerdir. Tarihin her döneminde doğu ve batının büyük güçleri merkezi alanı ele geçirerek dünyanın tam ortasında bir küresel egemenlik peşinde koşmuşlardır.
Dünyanın ana karası denen üç büyük kıtanın birleştiği yerde merkezi coğrafya tarih sahnesine çıkmıştır. Asya-Avrupa-Afrika kıtalarının birbirleriyle karasal bağlantıya sahip oldukları yer, dünyanın merkezi bölgesi olarak kabul edilmektedir. Beş büyük kıtadan meydana gelen dünya kara bölgelerinin ana merkezi üç kıtanın birleştiği bölgedir. Avustralya ve Amerika kıtaları bu üçlünün dışında kaldığı için, üç kıtanın kesişme yeri dünyanın ortası olarak görülmüş, kenarlardan merkeze doğru yönelen emperyal gelişmeler ya da saldırılar, küresel egemenlik doğrultusunda orta dünyanın ele geçirilmesini hedeflemişlerdir. Orta çağ sonrasında dünya yeni ve yakın çağlara doğru yol alırken, Osmanlı İmparatorluğu merkezi alanın büyük devleti olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. İşte bu dönemde başlayan bilimsel devrimlerin gelişmesiyle birlikte, insanlık ciddi bir bilgi birikimine sahip olmuştur. Avrupa kıtasında görülen ilerlemeler sosyal bilimler alanına da yansıdığı ölçüde, tarih kadar coğrafya dalında da önemli gelişmeler sonucunda ciddi bilgi birikimleri oluşmuştur. Avrupa merkezli büyük batı devletleri sömürge imparatorluklarına yönelince, bilimsel icatları coğrafi keşifler izlemiş ve dünya kıtaları ile birlikte yerkürenin coğrafya haritaları ortaya çıkarılmıştır. Harita bilinci coğrafyaların siyasal önem kazanmalarına yol açınca, daha sonraki aşamada jeopolitik ismiyle yeni bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Devletlerin dünya haritası üzerindeki yerleri jeopolitik biliminin inceleme konusu olmuştur. Batının büyük emperyal devletleri bu doğrultuda kendilerini merkeze koyan yeni açılımları geliştirirken, bir yandan da jeopolitik biliminin verilerini kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirerek, kıtalar arasında hegemonya oluşturabilmenin yollarını arıyorlardı. Bu tür değerlendirmeler daha da ileri götürülerek, emperyal devletlerin küresel imparatorluk kurabilme doğrultusunda kendi jeopolitik teorilerinin gün ışığına çıkmasını sağlıyordu. Özellikle batı dünyasının önde gelen sömürgeci ülkeleri, kendilerini merkeze oturtarak bir dünya imparatorluğu haritası yaratabilme doğrultusunda jeopolitik teoriler geliştiriyorlardı.
“Tarihin Coğrafi Kalbi“ adında bir jeopolitik kitap yayınlayan İngiliz Sir H.J.Mac Kinder, Türkiye’nin ortasında yer aldığı merkezi bölgeyi dünya karalarının merkezi olarak kabul ederek, bu bölgeyi ele geçirme doğrultusunda önemli jeopolitik düşünceler ve teoriler geliştiriyordu. Merkezi bölgeyi, tarihin jeopolitik kalbi olarak gören, İngiliz emperyalizminin jeopolitik teorisyeni, orta dünyaya diğer kıtalar arasında daha çok önem veriyordu. Bu doğrultuda çalışmalar yapan Mac Kinder, merkezi bölge ile ilgili olarak Kalpgah görüşünün geliştiricisi oluyordu. Bu görüşe göre İngiltere dünyaya egemen olabilmek için merkezi alanı ele geçirmek zorundadır. Dünya gezegenine tam anlamıyla egemen olabilmenin yolu merkezi alanı kontrol etmekten geçiyordu. Mac Kinder, Asya ve Avrupa kıtalarının birbirine yaklaşan bölgelerine Avrasya adını verirken, merkezi bölgenin önemine işaret ediyor ve bu hassas merkezi alana eski Türkçe bir deyim ile Kalpgah adını veriyordu. Ona göre dünya kıtalarının merkezi olan bu coğrafyada ki gelişmeler bütün dünya kıtalarını yakından etkileyeceği için Kalpgah yaşamsal öneme sahip olan bir bölge olarak öne çıkıyordu. Avrasya kıtasında yer alan Türkiye ve Rusya merkezi alanın güney ve kuzey merkezleri olarak öne çıkıyordu. Rusya’nın sıcak denizlere inme doğrultusunda önünü kesmek isteyenler eski Osmanlı hinterlandını ele geçiriyorlar ve bu bölgede kuracakları hegemonya ile kuzey bölgesinde yer alan dev ülkenin merkezi ele geçirerek dünyanın egemen gücü olmasını önlemeye çalışıyorlardı. Bunun en açık örneği Rusların Kafkas savaşı sonrasında 1878 yılında Doğu Anadolu’ya Kars, Batum ve Ardahan üzerinden girmelerine tepki olarak, İngilizler de tam bu aşamada Kıbrıs adasını işgal ederek, merkezi alanın güneyinden girerek Rus yayılmacılığının önünü kesmeye çalışıyordu. Daha sonraki aşamada İngilizler yanlarına Fransızları alarak bütün Orta Doğu coğrafyasına el koyarak bölüşmüşlerdir. İnsanlık tarihini dünya organizmasının canlı bir yapılanması olarak açıklamaya çalışan Mac Kinder, merkezi alandaki gelişmelerin tarihi olayları doğrudan etkilemesini dikkate alarak, orta alanı dünyanın kalbi olarak göstermiştir. Doğu ve batı bölgeleri arasında her dönemde var olan göç olayları, merkezi alan üzerinden gerçekleştiği için, bu alan bir organizmanın merkezi olarak uluslar arası ilişkilerin canlılığı doğrultusunda, bir organizmayı yönlendiren kalp gibi bir misyon üstleniyordu. Bazı insan toplulukları bu bölgeden geçerek ve doğu ya da batıya giderek kendilerine uygun yeni bir yaşam alanı ararken, bazı boylar da bu bölgede yerleşip kalarak bölge nüfusunun oluşmasına zemin hazırlıyorlardı.
Eski deyimi ile mihver bölge olarak ilan edilen merkezi alan, Balkanlar’dan Kafkaslara, Hazar bölgesinden Kuzey Afrika’ya, Orta Avrupa’dan Orta Asya’ya kadar uzanan çok geniş bir alanı içine alıyordu. Böylesine bir genişliği tek bir devletin kontrol edebilmesi ya da kıtalardan merkeze doğru gelişen akınlar ve göçler sürecinde bu bölgenin güvenliğinin sağlanabilmesi giderek sorun olmuş ve bu yüzden artan çekişmeler belirli dönemlerde merkezi dünyayı bir savaş alanına dönüştürmüştür. Asya ya da Avrupa’dan gelerek başka bölgelere giden çeşitli kavimler için Orta Doğu bölgesi ya yeni bir yurt olmuş ya da onlar Anadolu yarımadasını bir köprü olarak kullanarak karşı kıtaya gidebilmişlerdir. İnsanlığın gelişim çizgisi içinde kendine yurt arama ve yerleşilen bölgeleri kendilerine vatan yapma gibi içgüdüsel eğilimler bulunduğu için, göçebelikten yerleşik düzene geçiş aşamasında, bazı kavimler merkezi alana yerleşerek buradaki siyasal oluşumların içinde kendilerine yeni bir gelecek oluşturmaya çalışmışlardır. Bu doğrultuda merkezi alandaki siyasal oluşumlar zaman içerisinde devletleşmeye doğru eğilim göstermiştir. Doğu-batı ya da kuzey-güney ekseninde Orta Doğu bölgesi ele alındığında merkezi konumu daha açık bir biçimde öne çıkmaktadır. Tarihin akışı içinde kıtalar arası geçişler giderek artınca, bu kez kavimlerden arta kalan nüfus yapıları öne çıkarak, kendilerini merkezi alanın geleceğini belirlemek istemişler ve bu yüzden de merkez alan topraklarında her zaman için savaş ve çatışma süreçleri ön planda yer almıştır. Merkezde barış olmazsa kendiliğinden savaş öne çıkmakta, göçler yolu ile hareketlilik fazlasıyla sorunlar yaratmaya başlayınca, bu kez bölgede, kalıcı bir siyasal düzeni kurabilme doğrultusunda girişimler birbiri ardı sıra öne çıkmaktadır. Merkezi alan kıtalar arasında bir geçiş yolu olarak hizmet verirken, coğrafi koşullar üzerinden olayların yönlenmesinde de birinci derecede etkili bir unsur olarak devreye girmiştir. Dünyanın jeopolitik merkezi olarak batılı emperyalist devletler tarafından ilan edilen orta dünya, tarihin her döneminde geleceğe dönük olayların gelişim sürecinde kilit bir rol oynamıştır. Bunu bilen emperyal güçler, bu yüzden merkezi coğrafyayı kontrol için mücadele etmişlerdir.
Küreselleşme döneminde yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılırken gene dünyanın önde gelen büyük güçleri ve emperyalist devletleri, batılıların Orta Doğu adını verdikleri orta alanda kendi hegemonyalarını kurabilme doğrultusunda her türlü mücadeleyi sürdürmektedirler. Günümüzün dünya devleti olarak öne çıkan batı kapitalist sistemi okyanus ötesinden yönlendirilirken, merkezi alanda istenen etkinliği kuramamışlar ve bu doğrultuda yeni yaklaşımları merkez ülkeler üzerine baskı yaparak devreye sokmaya çalışmışlardır. Birinci dünya savaşı sonrasında merkezi alanda oluşturulmuş olan devletler düzeninin geride bırakılmaya çalışılması ve bu doğrultuda yeni projelerin Orta Doğu devletlerine dayatılması üzerine, bu bölge ciddi bir karışıklığa sürüklenmiş ve bu yüzden dünya barışı tehlikeye girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında İngilizler ile Fransızların birlikte çizdikleri merkezi alan haritasını, bölgeye sonradan gelen ABD ile onun kurmuş olduğu İsrail devleti kabul etmeyince merkezi coğrafya karışıklığa sürüklenmiş ve bu kaotik durum bugün de devam ettiği için yeni bir düzen burada kurulamamıştır. Dünya tarihinden alınması gereken dersler ortaya konamadığı için, tarihi olaylar olumsuz bir çizgide sürüp gitmekte ve bölge ülkeleri her geçen gün karışıklık çukuruna daha fazla batmaktadırlar. Çeyrek yüzyıllık küreselleşme süreci sonucunda yeni bir dünya düzeni bütün devletlerin kabul etmesiyle kurulamadığı ve bölgeyi dönüştürmeye çalışan ABD ve İsrail ikilisi dünyanın en büyük örgütü olan Birleşmiş Milletler kararlarına karşı çıktıkları için merkezi coğrafya her geçen gün daha fazla savaş ve sıcak çatışma tehditlerine maruz kalmaktadır. Orta dünyanın merkezi konumunun ne anlama geldiğinin açıkça ortaya konulmaması ve bu durumu göz önüne alan barış politikalarının devreye sokulamaması yüzünden, emperyal ve Siyonist politikalar devam etmekte ve bu doğrultuda yeni siyasal projeler bölge devletleri ile halklarına karşı açıkça dayatılmaktadır. Zorla güzellik olmadığı gibi, dayatmalar ile de yeni bir siyasal düzen kurulamamış ve birbirini izleyen sıcak çatışmalar ile üçüncü dünya savaşı süreci burada tırmandırılmıştır.
Türkiye bölgenin merkez ülkesi olarak bağımsız bir dış politika ile komşusu olan eski Osmanlı ülkelerine sahip çıkarak öncülük yapması gerekirken, batılı emperyal güçler Türkiye’nin bu merkezi konumundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanarak yeni siyasal gelişmeleri bu bölgede gündeme getirmişlerdir. İki büyük dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD kendi projesi olan Büyük Orta Doğu planını yürürlüğe sokmaya çalışırken, ABD’nin omuzları üzerinde yükselen İsrail de, Büyük İsrail İmparatorluğunun temellerini atarken Türkiye’nin merkezi konumundan yararlanmasını bilmiştir. On bin kilometre öteden bir hegemonya düzeni kurmak üzere gelen ABD Türkiye’yi bir merkezi karakol ya da üs haline dönüştürürken, İsrail’de bölgedeki Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı Türkiye’yi laik ve çağdaş rejimi ile bir siyasal şemsiye olarak kullanmaya çaba göstermiştir. Avrupa ise, kendi Hristiyan yapısı nedeniyle Türkiye’yi İslam dünyası ile arasında bir tampon ülke ya da bir geçiş kapısı olarak köprü konumunda yeniden yapılandırmaya çaba göstermiştir. İngilizlerin dünyanın merkezi olarak ilan ettikleri Türkiye, merkezi alanda giriş kapısı, askeri üs, sınır karakolu, cephe ülkesi, geçiş köprüsü ya da koruyucu şemsiye konumunda kullanılmaya çalışıldığı için bir türlü gerçek anlamda merkezi konumuna kavuşamamıştır. Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında, Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir siyasal gücün merkezi alanda yeniden kurulamamasının önemli rolü olmuştur. Türkler, küresel sermayenin baskı ve denetimi altında bulunan Türk medyası üzerinden batılıların gördüğü gibi kamuoyuna merkez üssü, sınır karakolu ya da siyasal şemsiye gibi yansıtıldığı için, ülkenin gerçek anlamdaki merkezi konumu kamuoyu bilincinden kasıtlı olarak uzak tutulmuştur.
Atatürk dönemi dışında, Türkiye’nin merkezi konumunu gündeme getiren ya da izleyeceği politikaları bu konuma göre geliştiren ciddi bir hükümet cumhuriyet tarihi içinde işbaşına gelememiştir. Batının önde gelen emperyal devletlerinin yetiştirdiği batı mandacısı siyasal kadrolar, Türkiye’yi merkezi konumdan uzak bir çizgide yönetmeye çalışmışlardır. Soğuk savaş döneminde NATO’ya girdikten sonra Türkiye batı bloku için bir sınır karakolu olarak değerlendirilmiş ve bu doğrultuda Demirperde bölgesinin batı kontrolü için üs olarak kullanılmıştır. Demirperde ile dünya iki kutuplu bir oluşuma yönlendirildiği için yirminci yüzyılda Türkiye bir türlü merkezi konumundan ulusal çıkarları doğrultusunda yararlanamamıştır. Batılı ülkelerin sosyalist dünyayı dışarıdan izlemesi sırasında, Türk devletinin ülkesinin her köşesinde üsler oluşturularak karşıt sistem gözetim altına alınmıştır. Casus uçakların havalanmasında Türkiye hava alanı olarak kullanılmış, uzaktan kumandalı dinleme ve gözetleme sistemleri aracılığı ile karşı blokun izlenmesinde, Türklerin ülkesi gene Türkiye’yi komşuları ile savaşa zorlayacak derecede batının çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. ABD ve müttefikleri karşıt blok olan Sovyetler Birliği’ni yıkma operasyonlarında Türkiye’yi kuzeydeki büyük komşusuna karşı her zaman için kullanmasını bilmiştir. Demirperde varken, sınır ülkesi olarak görülen Türkiye Cumhuriyeti, bu perdenin ortadan kaldırılması ve duvarların yıkılması üzerine gene eski merkezi konumuna kavuşmuştur. Böylesine bir jeopolitik konum değişikliği yeryüzü üzerindeki ikinci kutup olan sosyalist sistemin devre dışı kalmasıyla gündeme gelmiştir. Rusya merkezli sosyalist sistem dünya sahnesinden geri çekilirken, orta dünyaya gelmiş olan ABD ve İsrail ikilisi, istedikleri bölgesel düzenin kurulabilmesi için gene Türkiye’yi emperyal amaçlı olarak merkezi coğrafya devletlerine karşı kullanmaya devam etmek istemişlerdir. Medyası ve siyaset sahnesi küresel sermayenin kontrolü altında bulunan Türk devletinin ve halkının, Türklerin ulusal çıkarlarına böylesine aykırı bir durumu görebilmesi önlenince, son yıllardaki istenmeyen siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra öne çıkmıştır. Engelleme, aldatma ve sahtekarlık üzerine kurulu emperyalist politikalar, Türk halkının bilinçlenmesini önlerken, bu konularda ulusal kamuoyunu sürekli olarak uyaran vatansever bilim adamları ile uzmanların üzerine gidilerek ve bu gibi insanlara kara çalınarak ve her türlü saldırılar ile yok edilmeye çalışılarak Türkiye’nin teslimiyeti gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin en büyük kozu olan jeopolitik konumu Türk devletine hiçbir zaman kullandırılmamıştır.
Son genel seçimlere doğru gidilirken gene Türkiye’nin siyasal gündemindeki boşluklar doldurulmamış, geçmişten gelen yanlışlar sürdürülerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin küresel emperyalizm ve onun bölgesel planlarına karşı ciddi bir alternatif oluşturacak milli bir programın, hiçbir siyasal parti tarafından hazırlanmadığı görülmüştür. Ülke demokrasisinin emperyal planlara karşı bir milli program oluşturmak gibi ulusal bir misyonu yerine getirmemesi üzerine, bazı ulusalcı merkezler ve uzmanlar yavaş yavaş, Türkiye’nin merkezi bir projeye yönelmesi gerektiğini seslendirmeye başlamışlardır. Bu durumu görmezden gelen siyasal çevreler, doğunun önde gelen büyük güçlerinin de orta dünya bölgesine doğru emperyal açılım yapmaları aşamasında Türk toplumunu doğulu büyük devletlerin etkisinden uzak tutmak üzere, bir “Merkez ülke Türkiye “ projesini öne çıkardıkları görülmüştür. Çin ve Rus donanmalarının ilk kez Akdeniz’de ortak bir askeri manevra yaptıkları sırada, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu partisi olan Atatürk’ün partisinin başkanlığını şimdilik yürütmekte olan kişi alelacele düzenlediği bir basın toplantısı ile “Merkez -Türkiye “ adı altında Türkiye’nin merkezi konumuna denk düşen bir planı ilk kez kamuoyuna açıklamıştır. Şimdiye kadar medya ve basın organları tarafından sınır ülkesi ya da askeri üs olarak gösterilen Türkiye’nin, aslında merkezi bir ülke olduğu ilk kez bir yetkili kişi tarafından açıklanarak, batı dünyasının Türkiye’nin bu konumunu desteklediği imajı verilmeye çalışılmıştır. Doğunun büyük güçlerinin yeni emperyalist politikalar ile orta dünya alanına gelmesine kadar Türk halkından gizlenmeye çalışılan Türkiye’nin merkezi konumu, şimdi doğunun büyük devlerine karşı, batı blokunun denetimi altında açıklanmaya çalışılmıştır. Doğunun devleri Orta Doğu’ya gelmese, batı emperyalizmi tarafından gizlenmeye çalışılan Türkiye’nin merkezi konumu belki de hiçbir zaman yetkili organlar tarafından açıklanmayacaktı. Batı emperyalizminin karşısına Çin, Rusya ve Hindistan doğunun dev ülkeleri olarak karşı çıkınca, doğuya hegemonyasını kaptırmak istemeyen batı bloku merkezi alanı kendi kontrolü altında tutabilme doğrultusunda “Merkez-Türkiye “ projesini tam seçimlere giderken kendine yakın bir siyasetçiye açıklattırmıştır.
Aslında devleti kuran partinin şimdiye kadar çoktan ilan etmesi gereken bir merkezi projenin tam seçimlere giderken dünyaya açıklanması, tamamen küresel süreçte yaşanmakta olan doğu-batı kavgasının bir sonucudur. Dünyanın merkezi imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’ni batı emperyalizmi yıktığı için, Atatürk Türk ulusunun kurtuluş savaşı sonucunda merkezi bir ulus devleti dünya haritasının tam ortasında kurmuştur. Devletin kurucusu Atatürk ülkenin merkezi konumundan yararlanarak Sovyetler Birliği gibi bir büyük dev siyasal güce karşı bir tampon devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak, bu sosyalist emperyalizmin dünya sahnesini ele geçirmesini önlemiştir. Devletin temelinde var olan merkezi coğrafi konumun Atatürk sonrasında unutulmasının asıl nedeni, Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’inin Türkiye’deki devşirme kadrolar aracılığı ile Türk siyasetinde yönlendirme yapmasıdır. Doğunun emperyal güçleri orta alana gelene kadar Türk halkından saklanan merkezi konum gerçekliği, seçimlere giderken yeni bir siyasal iktidar yapılanması ABD’nin istediği doğrultuda ortaya çıksın diye apar topar açıklanmaya çalışılmıştır. Ne var ki, küresel sermayenin işgali altında olan devletin kurucu partisi böylesine bir proje ile bile genel seçimlerden sonuç alamamıştır. Birbirinden çok farklı konjonktürel gelişmelerin tam kesişme noktasında bulunan Türkiye, tek bir proje ile ele geçirilemeyecek derecede büyük bir ülke haline geldiği için kısmı bir proje seçim kazanmak için yeterli olamamıştır. Ayrıca, bu işe soyunan siyasal partinin içinin çok karışık olması, işbirlikçi ve mandacı neoliberal kadrolar ile geçmişten gelen ulusalcı ve cumhuriyetçi toplum potansiyelinin parti içinde çekişmelere yönelmesi yüzünden de, böylesine bir proje tam anlamıyla ortaya konulamamıştır. Küresel sermayenin ve batı blokunun merkezi alanda yeni bir hegemonya oluşturması doğrultusunda gündeme getirilmiş olan “Merkez-Türkiye” projesi hiç inandırıcı bulunmamış, bir seçim kazanma manevrası olarak ortada kaldığı için tabandan oy da getirmemiştir. Cumhuriyetin kurucu partisinin cumhuriyetçilikten ve ulusalcılıktan uzaklaşması nedeniyle Türk halkı bu projeyi inandırıcı bulmamış ve giderek sermayenin kontrolü altına giren Atatürk’ün partisinden uzaklaşarak, farklı konjonktürel gelişmeler doğrultusunda başka partilere yönelmiştir.
Türkiye’nin kaderini değiştirecek yüzyılın projesi olarak lanse edilen “Merkez-Türkiye” projesinin beraberinde bir ekonomik yükseliş getireceği proje ile beraber ilan edilmiştir. Üç kıtanın ortasında pırlanta gibi parlayan Türkiye’nin bu proje ile dünya ticaretinin merkezi konumuna geleceği ve Afrika ile Asya ülkelerine açılan dünya ekonomisinin işleyişinde kilit bir role sahip olacağı ileri sürülmüştür. Dünyanın en büyük firmalarının Türkiye’de merkezler açacağı, Türkiye üzerinden açılacak ticaret yollarından tıpkı eski ipek yolunda olduğu gibi yararlanacakları ifade edilmiştir. Üç kıta arasında her türlü ekonomik ilişkilerin gelişmesinde merkezi bir konuma sahip olacak Türkiye’nin böylece hem kendisi hem de çevresi için refah üreteceği açıklanmıştır. Küresel emperyalizmin kamusal alanı kendi kontrolü altına alabilmek için ortaya çıkardığı kamu-özel sektör birlikteliği sistemiyle çalışacak olan “Merkez-Türkiye” projesinin, sonunda birçok kesim için refah sağlayacağı öne sürülmüştür. Özel bir yasa ile kurulacak bir Mega kentin yönetiminde uygulanacak olan bu projenin ikibinli yıllarda Türkiye’nin geleceğini temsil edeceği açıklanmıştır. Üç milyon nüfuslu bir cazibe merkezi olarak kurulacak olan Mega kentin yönetiminde, “Merkez-Türkiye” projesinin en iyi biçimde çalışacağı ileri sürülürken, birkaç yüz milyarlık bir yatırım ile, ülkenin hızlı bir ekonomik kalkınmaya yöneleceği anlatılmıştır. Yirmi birinci yüzyılın ortalarında Türkiye’nin önemli bir ekonomik merkez haline geleceği. onlarca ülkeye olan yakınlığı nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti’nin hem ulaşım hem de lojistik alanlarında dünyanın en önemli ekonomik merkezlerinden biri olacağı ortaya konulmuştur. Türkiye’nin gelecekte yaşanacak bir ülke olabilmesi ve bu doğrultuda bir atılıma kalkışabilmesi açısından “Merkez-Türkiye“ projesi önemli bir çözüm programı olarak öne sürülmüştür. Yüzlerce milyarlık bir gelirin kısa zamanda Türkiye’ye akacağı öne sürülen bu proje, seçim öncesinde aceleye getirildiği için ne olduğu tam olarak anlaşılamamış ve projeyi açıklayan partiye toplumsal destek sağlayamamıştır.
Türkiye’nin merkezi konumunun böylesine bir proje ile dile getirilmesi ve bu doğrultuda kamuoyunun bilgilendirilmesi, Türk halkında jeopolitik bir bilinç yaratacağı için olumlu olarak görülebilir. Ne var ki, proje üzerinde biraz durulduğunda, Türkiye’nin ulusal çıkarlarından daha çok batı emperyalizminin ekonomik çıkarlarına hizmet edecek bir atılım olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin gerçek anlamda ulusal çıkarları doğrultusunda bu proje ele alınsaydı, sadece ekonomik yönü üzerinde değil ama sosyal, kültürel, siyasal ve de jeopolitik boyutları üzerinde de durulması gerekirdi. Jeopolitik bilimine göre hiçbir merkez nokta ya da yer tek başına ekonomik koşulları ile değerlendirilemez. Bu bilim dalının esasları açısından dünya haritasında yer alan bütün yerler ya da bölgeler çok yönlü bir değerlendirme içerisinde ele alınmalıdır. Bu açıdan Türkiye’nin merkezi jeopolitiği her açıdan değerlendirilmedikçe, sadece ekonomik içerikte açıklanan bir “Merkez-Türkiye” projesi eksik kalacaktır. Ayrıca ne olduğu pek anlaşılamayan bazı muğlak ifadelere de bu proje de yer verilmesi yüzünden kafa karışıklığına yol açabilecek değerlendirmeler de yapılmıştır. Kurulması düşünülen Mega kentin nerede yapılandırılacağı söylenmezken ve Asya ülkelerinden gelen mal trafiğinin Avrupa ve Afrika kıtalarına yönlendirileceği ifade edilirken, Türkiye’nin güneyinde yer alan Adana-Mersin hattının yeni bir dünya limanı olarak inşa edileceği gibi bir anlam belirginlik kazanmıştır. Bizans döneminden kalma bu bölgenin adının Kilikya olması ve bu coğrafya da Bizans sonrasında bir Ermeni krallığının kurulmuş olması da, Çukurova hattı üzerinde bir yeni Kilikya projesi olduğu ve bunun dışarıdan Ermeni lobisi aracılığı ile desteklendiği birçok İnternet sitesinde yer almıştır. Türkiye bir yandan Büyük İsrail, Büyük Orta Doğu ve yeni Bizans projeleri ile uğraşırken, bir de Yeni Kilikya projesi ile de uğraşmak zorun bırakılması, ülkenin geleceği açısından ciddi tartışmalar ve tehditler yaratacak düzeyde olmuştur.
Sovyet devrimi sonrasında ortaya çıkan Sovyetler Birliği İmparatorluğuna karşı bir tampon devleti dünyanın merkezi coğrafyasında kurmuş olan Atatürk’ün, Osmanlı devletinin çöküşünden sonra meydana gelen otorite boşluğu alanını doldurmak üzere orta dünyada merkezi bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olduğu görülmektedir. İkinci Dünya Savaşına giderken, Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu bölgesine kuzeyden inmesini önlemek, Hitler ve Musoluni gibi iki çılgın diktatörün batıdan doğuya yönelerek Orta Doğu bölgesine saldırmalarını engellemek amacıyla Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün İran, Irak ve Afganistan devletleriyle dayanışma sağlayarak merkezi alanda yeni bir yapılanmayı hedeflediği tarihin bize gösterdiği bir gelişmedir. Bu noktada, Türkiye‘nin kendi merkez ülke konumundan yararlanarak, her türlü emperyalist saldırıya karşı biri merkezi siyasal yapılanma peşinde koştuğu anlaşılmaktadır. Emperyal devletler ve siyasal güçlerin bir dünya hegemonyası kurabilmek üzere merkezi coğrafyaya doğru saldırıya geçtikleri bir aşamada, Atatürk kurmuş olduğu merkezi devletin güvenliği açısından komşuları ile bir araya gelerek bir Merkezi Devletler Birliğine yönelmesi, bir siyasal alternatif olarak Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri karşısında Sadabat Paktı girişimini gerçekleştirmiştir. Bir cihan imparatorluğunun çöküşü sonrasında merkezi coğrafyada meydana gelen otorite boşluğu alanının doldurulması, küresel dengeler açısından önem taşıyınca, Atatürk’te böylesine bir siyasal boşluğun doldurulması doğrultusunda Sadabat paktı ile geleceğe dönük bir barış adımı atmıştır. Ne var ki, ikinci dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen Atlantikçi ve Siyonist güçler Sadabat paktı yerine, İsrail’i bölge ülkelerine karşı koruyacak Bağdat Paktı ile öne çıkmışlar ama General Kasım’ın Sovyet destekli darbesi yüzünden Bağdat Paktı da kalıcı olamamıştır.
Avrasya coğrafyasının güney bölgesinde Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilmiş olan Sadabat paktı girişimi, gerçek anlamıyla bir merkez projesidir. Türkiye’nin öncülüğünde ve İran ile ortaklık kurarak oluşturduğu böylesine bir birliktelik gerçekçi bir merkez projesidir. Türkiye’nin bir merkez ülke olarak böylesine merkezi bir projeye öncülük etmesi, Atatürk’ün bu bölgeyi çevreleyen sosyalist, kapitalist ve İslamcı siyasal rejimleri dikkate alarak, bölge koşullarına uygun bir doğrultuda gündeme getirmiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti modeli, aslında bir merkezi siyasal yapılanma olarak kendi alanında tektir ve bu haliyle de merkezi coğrafyada yer alan ülkeler açısından da merkezi bölgenin örnek ya da emsal ülkesidir. Batı kapitalizminin, doğunun dev ülkelerinin dünyanın orta alanına girmesin diye, Türkiye’yi bir merkezi karakol konuma sürüklemesi Türk ulusu açısından kabul edilemeyecek emperyal bir gelişmedir. Türkiye merkezi konumunu iyi bilerek bilinçli bir dış politikayı batı emperyalizminin dışında bağımsız bir doğrultuda yürütebildiği sürece, merkez ülke Türkiye gerçekliği bölge ülkelerine yön göstermeye devam edecektir. Türkiye ekonomik açıdan olduğu kadar, sosyal, siyasal ve kültürel açılardan da merkezi bir ülke olarak tanımlanmak durumundadır. Yüz milyarlarca paranın bu coğrafyadan akıp gitmesi, ya da bu doğrultuda bazı kara para aklama girişimlerinin önünün açılması, merkez ülke Türkiye açısından kabül edilemeyecek derecede olumsuz gelişmelerdir.
Dünya çok hızla değişirken, artık okyanus ötesinden yönetilemeyen yeni bir dünya düzensizliği ile insanlık karşı karşıyadır. Bu doğrultuda, Atlantik kıyılarından Avrasya coğrafyasını yönetemeyen batının önde gelen emperyalist güçlerinin, merkezi coğrafyaya gelerek dünyayı merkezden yönetme planları artık açıkça göze çarpmaktadır. Dünya jeopolitiğinin merkez ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin hem ipek yolu üzerindeki ticaretin merkezi olması hem de yeni bir Avrasya yapılanması süreci içerisinde de dünyanın yakın geleceği içinde çözümler üretmesi dikkate alınırsa, merkez ülke Türkiye oluşumu, dünyanın merkezi coğrafyasının yeniden ekonomik yapılandırmaya çalışıldığını göstermektedir. Merkez-Türkiye oluşumu, dünyanın ortasındaki siyasal boşluğu dolduracağı gibi aynı zamanda yepyeni bir siyasal yapılanmanın da önünü açacaktır. Türkiye’nin merkezi jeopolitiği ile merkezi alan üzerinden dünya siyasetine öncülük yapabilecek bir düzeyde gelişmiş ülke olduğu her zaman hatırlanmalıdır.