30 Kasım 2015 Pazartesi

NARDUGAN KAVRAMI VE 12 HAYVANLI TÜRK TAKVİMİ




Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre,
yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.
Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı,
kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.
Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin
kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor.
Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor.
İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle
akçam ağacı altında kutluyorlar.
Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı
NARDUGAN
(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar.
Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler
koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar
Tanrıdan.
Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın
etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar.
Yaşlılar,büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya
gelerek birlikte yiyip içiyorlar.
Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile
ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.
Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.
Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş, bu yüzden olayın ;Türklerden
Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden
sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.
İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
"Doğum, güneşin yeniden doğuşu"
Sümerolog
Muazzez İlmiye ÇIĞ


12 Hayvanli Türk Takvimi 



12 Hayvanlı Takvimi, Edouard Chavannes’in “Le Cycle turc des Douze Animaux 12 Hayvanlı Türk Takvimi”, adlı araştırmasına göre Asya’da kullanılan 12 Hayvanlı takvim Türklere ait bir takvim sistemiydidi ve Çinliler bu takvimi Türklerden almışlardı. Chavannes bu yüzden de araştırmasının adını 12 Hayvanlı Türk Takvimi koymuştur.

Tabiat olaylarıyla iç içe olan atlı göçebe Türkler, hayatlarını belli bir düzene koyma ihtiyacı duymuşlardır. Bu sebeple “geçmiş şimdi – gelecek” bilgisi yoluyla, zamanı sistemli hale getirmişler.
Zamanı ölçmek için kullandığımız ölçütlerin , hepsinin temelinde aslında gök cisimleri ve göksel olaylar bulunur. Gerçekte zamanımızı Güneş’e, Ay’a, gezegenlere ya da yıldızlara bakarak belirlememiz eski atalarımızdan bize kalan bir mirastır. Türkler eski dönemlerden beri göçebe ve bozkır hayatı yaşadığı için bu insanlar zaman hesaplamaya, özellikle de hasat zamanını çok iyi belirlemeye gereksinim duydular. Öte yandan yıldızlara bakarak bilinmeyen; haber verdiği iddia edilen şaman, evliya, hesapçıların ya da kabile büyücülerinin işlerinden biri de yıldızların konumuna bakarak yaylaya göçme, koyunları çiftleştirme, ot biçme, tohum atma, tarlayı çapalama ya da ekinleri biçme zamanının geldiğini insanlara söylemekti. Böylece yılın belli zamanlarını hesaplama ve ilkel bir takvim yapma işini ilk kez bu şamanlar, evliyalar ve hesapçılar gerçekleştirmiş oldular.
Türkler uzun tarihi süreçte kendilerine has, 12 hayvanlı takvim geliştirmişlerdir. Bu takvimde yıllara numara vermek yerine 12 hayvanın adı verilmiştir. Bundan dolay “12 Hayvanlı Türk Takvimi” denilmektedir. Takvimin yıl simgeleri hayvanlardan oluştuğuna göre, kaynağın hayvancılıkla geçinen kavimlerde, yani Kazak bozkır topluluklarında aranması son derece doğal olacaktır. Bu takvim Türklerde Hun İmparatorluğu döneminden itibaren kullanıla gelmiştir. Ata yurdunda yaşayan Kazak Türkleri ata mirası olan eski Türklerin kullandıkları 12 hayvanlı takvimi ,simdi hala devam ettirmektedir.

Ayların İsimleri ve Sistem

Bu takvimdeki hayvanlar sırasıyla şöyledir: Tışkan (Fare), Sıyır (Sığır), Barıs (Pars), Koyan (Tavşan), U1uw (Ejder), Jı1an (Yilan), Jılki (At), Koy (Koyun), Meşin (Maymun), Tavık (Tavuk), İyt (It), Domuz (Domuz).
Bu takvimde güneş yılı esas alınmış ve 12 devreye ayrılmıştır. Yılbaşı Fare’den ve Nevruz ayının (Mart ayının) 22’sinden itibaren başlar. Her 12 yılda bir başa döner. Buna göre 1991 yılının Mart ayında başlayan Koyun yılı 2003 yılının Mart ayında tekrar başlar.
Yıl sayımı, halkbiliminin bir bolümüdür. Yıl sayımına Kazaklar ‘jil kayıruw” (yıl çevirme) demektedir. 12 yılın oluşturduğu zamanı bir küme saymıştır. Bu 12’lik zaman dilimine Kazaklar “müşel” adını vermektedir. Bu metot, geçen yılları hesaplamada hem kolay, hem de kullanışlı olan bir hesap sistemidir. Birincisi 13 yıldan, ondan sonrakiler 12 yıldan hesaplanarak insanların yaşı da çok kolay hesaplanabilir.
Kişinin yaşı hesaplandığında “Fare’den yani Fare 13” diye birinci müşeli (bebeklik çağı müşeli) 13 yaş diye hesaplanır ve ikinci müşel (delikanlılık müşeli) 25 yaş; üçüncü müşel (yiğitlik müşeli) 37 yaş; dördüncü müşel (orta yaş müşeli) 49 yaş; beşinci müşel (yaşlılık müşeli) 61 yaş; altıncı müşel (ihtiyarlık müşeli) 73 yaş; yedinci müsel (kocalık müşeli) 85 yaş ve böyle devam etmektedir. Eskiden ihtiyarlar “altmış birdeyim” demez onun yerine “beşinci müşeli doldurdum” derlermiş.
Yaş sorulduğunda, ilk önce “hangi yıl?” diye, yılını sorup, kişinin yüz hatlarına bakıp, yaşı tahmin edilir. Örneğin, orta yaşa basmış kişinin doğduğu yıl “sığır” olan bir kişiye 1977 yılında yay sorulursa, o kişi dört müşeli 49 yaş diye kabul eder ve gelecek yılı ekleyip “Pars 50, Tavşan 51, siz bu yıl 51’e basmışsınız” der.
NoHayvanDiğer SöyleyişlerFarklı KaynaklardaÇinceTelafuzAnlamHakas TakvimiYönÖzellikleri
1SıçanSıçgan, Sıçkan, ÇıçganKüsgüFareKüske (“sıçan”)0° KuzeyHareket, sezgi.
2UdUt, UyBuğa, Buga, BoğachǒuÖküzİnek, İneh (“sığır”)Sakinlik, akıl, bilinç.
3BarsBarıs, ParsyínParsTülgü (“tilki”)Atılganlık, kavga.
4TavışganTavışkan, TovışganKoyan, KobanmǎoTavşanHozan (“tavşan”)90° DoğuMerhamet, korkaklık.
5LuLuy, Ulu, UluğBal, Balıg, BalıkchénEjderhaKileski (“ejder”)Talih, zenginlik.
6YılanÇılan, Cılan, ZılanYılanÇılan (“yılan”)Saygı, hürmet, korku.
7YuntYund, Yont, YondYılkıAtÇilgi, Çılgı (“at”)[3]180° GüneyAcele, telaş, sürat.
8KoyHoy, Honın, KonınKoç, Koçkar, HuçwèiKoyunHoy (“koyun”)Sevgi, dürüstlük,çokluk.
9BiçinMeçin, Meşin, PiçinshēnMaymunKizi (“kişi”)Eğlence, kurnazlık.
10TabukTagaku, Toguk, Toğ, TakıkyǒuTavukTanah (“tavuk”)270° Batıİsyan, cimrilik.
11İtİyt, İştKöbek, Kübek, KöpekKöpekDorna, Torna (“turna”)Sadakat, hissiyat.
12TonguzTonuzhàiDomuzÖski (“keçi”)Karmaşa ve sükunet.
Yakutlar (Sahalar) ise 12 hayvanlı yıl takvimi kullanmakla birlikte, hayvanların yerine tanrıların adlarını kullanmışlardır.
1. Cöhögöy, 2. Ayısıt, 3. İyehsit, 4. Ayığ 5. Buğor, 6. Cahın 7. Suğorun, 8. Hotoy, 9. Bayanay, 10. Sehen, 11. Tanha 12. Otun

Eski Türklerde Aylar

Bir yılda 12 ay vardı. Aylar birinçay (birinci ay) , ikinçay (ikinci ay), üçünçay (üçüncü ay), dördünçay (dördüncü ay), beşinçay (beşinci ay), altınçay (altıncı ay), yedinçay (yedinci ay), sekizinçay (sekizinci ay), dokuzunçay (dokuzuncu ay), onunçay (onuncu ay), onbirinçay (onbirinci ay) ve onikinçay (onikinci ay) diye adlandırılmıştır.


AB-Türkiye mülteci anlaşmasının tam metni ya da Avrupa´nin bekci köpegi olmak


29 Kasim 2015 tarihinde Türkiye ve Avrupa Birliği, mülteciler konusunda anlaşmaya varmışlardı. Anlaşmayla birlikte Türkiye'ye 3 milyar avro verilmesi öngörülürken, karşılığında Türkiye'den Suriyeli sığınmacıları Türkiye'de tutması isteniyordu. Avrupa Komisyonu, anlaşmaya dair metni yayımladı.
İşte o metin:
1.       Avrupa Birliği liderleri ve Türk mevkidaşları bugün Brüksel’de buluştu. Türkiye 1999’dan beri aday durumundaydı ve 2005’den beri de üyelik için müzakere ediyordu.
2.       Türkiye ve AB, önümüzdeki ortak zorlukları aşmanın önemini görüştü. Avrupa Konseyi’nin 15 Ekim’deki kararlarıyla doğrultulu olarak, üyelik sürecinin yeniden canlandırılması gerektiğinde karar kılındı. Var olan bağların ve dayanışmanın ileriye taşınması ve ortak geleceği hazırlamak için sonuç odaklı hareketleri benimsemeye karar verildi. Avrupa Projesi’ni güçlendirmek için var olan riskler ve tehlikelerle birlikte yüzleşme ve bunları aşma kararı alındı. Antalya’daki son G20’nin nihai deklarasyonu ve 2249 BMGK kararı hatırlatılarak, Türkiye ve AB terörizme karşı savaşın öncelik olmayı sürdürdüğünü yeniden kabul etti.
3.       Bu amaçla, Türkiye-AB ilişkilerinin henüz tamamen gerçekleştirilememiş büyük potansiyelini keşfetmek için kurumsal ve daha sık yüksek seviyeli diyaloğun gerekli olduğunda anlaşmaya varıldı. Bu çerçevede, iki taraf da yılda iki kez, uygun bir biçimde zirveler düzenleme konusunda anlaştı. Düzenli zirveler, Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesini ölçmek ve uluslararası meseleleri tartışmak için bir platform sağlayacaktır. Dış politikada ve güvenlik politikasında düzenli tartışmalar ve işbirliği artırılmalıdır, buna tüm biçim ve tezahürleriyle artmakta olan terör tehdidinin de dahil olduğu ciddi güvenlik zorluklarına karşı terör karşıtı politikalar da dahildir. Bu bağlamda, iki taraf Bakanlık/Yüksek Temsilci/Komisyoncu seviyesinde kapsamlı düzenli siyasi diyalog yürütülmesine de karar vermiştir. Bunlar Ortaklık Konseyi toplantılarına ek olarak yapılacaktır. Yüksek seviyeli diyaloglar, ana tematik meselelerde de yapılacaktır.
4.       İki taraf da 14 Aralık 2015’deki Hükümetlerarası Konferansı’n 17. faslın açılması kararını desteklemektedir. Dahası, Avrupa Komisyonu’nun 2016’nın ilk çeyreğinde bir dizi faslın daha açılması için yaptığı hazırlık da belirtilmiştir. Hazırlık çalışmaları ilave fasıllar için de başlayacaktır.
5.       AB, Türkiye’nin Vize Yol Haritası koşullarını yerine getirmek için çalışmalarını hızlandırma sözünü desteklemektedir. Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin vizelerin kaldırılması için uygulamalarına dair ikinci ilerleme raporunu Mart 2016’nın başında yayımlayacaktır. İki taraf da AB-Türkiye geri kabul anlaşmasının Haziran 2016’dan sonra tamamen uygulanabilir hale geleceğini ve böylece Avrupa Komisyonu’nun üçüncü ilerleme raporunu sonbahar 2016’da vizelerin kaldırılmasının sürecinin tamamlanması için sunabileceğini, yani Ekim 2016’da yol haritasının gereklilikleri yerine getirildiğinde Schengen bölgesinde Türk vatandaşları için vize gerekliliğinin kaldırılabileceğini kabul etti.
6.       AB, Türkiye’ye anında ve sürekli insani yardım vermeyi sürdürecektir. Genel mali desteğini de önemli ölçüde artıracaktır. Türkiye’de Avrupa Komisyonu tarafından açılan mülteci tesisi, Türkiye’de geçici sığınma altında olan Suriyelilere etkili ve tamamlayıcı destek vermek için finanse edilen faaliyetleri koordine edecek ve yürütecektir. AB, 3 milyar avro ek kaynak vermeyi kabul etmiştir Finansman ihtiyacı ve finansmanın doğası, gelişen olayların ışığı altında yeniden gözden geçirilecektir. Türkiye 2.2 milyonun üzerinde Suriyeliye ev sahipliği yaptığı ve 8 milyar dolar harcadığı için, AB, Türkiye-AB işbirliği çerçevesinde bu yükü paylaşmasının öneminin altını çizmektedir. Bu bağlamda, üye ülkelerin ve var olan AB yerleştirme planları ve programlarının katkısı vurgulanmıştır.
7.       Türkiye ve AB, şimdiye kadar kararlaştırılmış olan Ortak Eylem Planı’nı uygulamaya koymaya karar vermiştir, bu planla Suriye’deki durumdan dolayı oluşan kriz sebebiyle geçici korunma altındaki Suriyelilere destek ve mülteci idaresi için işbirliği artırılacaktır. Özellikle kayıt dışı göçmenlerin akışını durdurmada sonuç alınmalıdır. AB ve Türkiye, göçmen akışına düzen getirecek ve düzensiz göçü durduracak Ortak Eylem Planı’nı uygulamaya karar vermiştir. Bunun sonucu olarak, iki taraf da kabul edildiği gibi, anında uluslararası korunmaya ihtiyaç duymayan göçmenler için etkin işbirliğini artıracak, Türkiye ve AB’ye seyahatlerini engelleyecek, üzerinde anlaşılmış karşılıklı geri kabul koşullarının uygulandığından emin olacak ve uluslararası korunmaya ihtiyaç duymayan sığınmacıları geldikleri ülkelere geri döndürecektir. Türkiye’nin geçici korunma altındaki Suriyelilerin sosyo-ekonomik durumunu daha da geliştirmek için adım atma niyeti de iki tarafın da desteğine sahiptir. İki taraf da kararlı ve hızlı hareket ederek kaçakçıların suç şebekeleriyle savaşı artırma kararını vurgulamaktadır.
8.       Avrupa Konseyi’nin Aralık 2014’teki genişleme kararında belirtildiği gibi, Türkiye ve AB, ekonomik ilişkileri daha da geliştirmek ve iş çevrelerini bir araya getirecek bir platform yaratmak için Yüksek Seviyeli Ekonomik Diyalog Mekanizması kurulması üzerinde çalışmaktadır. Bu mekanizmanın 2016’nın ilk çeyreğinde harekete geçirilmesinde karar kılınmıştır.
9.       İki taraf da Yüksek Seviyeli Enerji Diyaloğu ve Stratejik Enerji İşbirliği’nin oluşturulmasını desteklemektedir, bunlar 16 Mart 2015’de hayata geçirilmiştir. Enerji işbirliğinde düzenli görüşmeler, hem küresel hem de bölgesel olarak iki tarafın da çıkarınadır. Bu türde ikinci bir görüşmenin 2016’nın ilk çeyreğinde yapılmasında mutabık olunmuştur.
10.   Gümrük Birliği’nin geliştirilmesi için hazırlık adımlarının atılması kararlaştırılmıştır. Bu hazırlığın iki taraf tarafından da yapılmasının ardından, resmi görüşmeler 2016’nın sonuna doğru başlatılabilir.

11.   Tüm bu meseleler, paralel olarak ileriye götürülecek ve yakından takip edilecektir. Türkiye ve AB, bu taze girişimin somut sonuçlar vermesi için gerçek gündemlerini birlikte ilerletmeye kararlıdır.

17 Kasım 2015 Salı

Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler - Cihan DURA





1999 Helsinki Zirvesi... Türkiye’ye “üye adayı” unvanı veriliyor. Ardından pürtelaş geçirilen üç yıl... 2000 ve 2001 hazırlık ve gelişme dönemlerinden sonra 2002 yılı siyasi kriterler açısından bir operasyonlar yılı oldu. Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği’nin (aslında Fransa ve Almanya’nın) emirlerini yerine getirme anlamında “reform hareketleri”ni hızlandırırken, öbür yandan aynı ülkelerden bir “müzakere tarihi” alabilme uğruna yoğun ve adeta “çılgınca” bir faaliyet sürdürdü (Osmanlı da böyle Avrupa’nın dayatmasıyla, “reform” yapa yapa batmıştır).
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler listesi”ne alındıktan sonra ikinci aşama “AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki müzakerelerin başlatılması, Türkiye’nin, Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine getirmesi koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki “tam olarak yerine getirme” ifadesine dikkat ediniz. Böyle bir koşul eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü dünyada hiçbir iş tam olarak yapılamaz. Her işin eksik bir tarafı daima bulunabilir: Türkiye bir “gül” olup Avrupa’nın karşısına çıksa, hiç kuşkunuz olmasın, Gunter Verheugen pis pis sırıtarak “iyi ama, dikenin var” diyecektir.
AB Türkiye’nin “Kopenhag koşullarına uyma” sürecini izlemek gayesiyle şöyle bir süreç uyguluyor:
-“Katılım Ortaklığı Belgesi”yle Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
-Türkiye “Ulusal Program”la taahhütte bulunuyor.
-“Uyum Yasaları” ile taahhütlerini yerine getiriyor.
Atatürk Türkiyesi bitiriliyor
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bir hatalar zinciri, işte bu süreçle başladı. Sonu belirsiz bir AB hayali uğruna, “teslimiyetçi Batıcı-mason” güçlerin itelemesiyle kendini bu mekanizmanın çarkları arasında bulan Türkiye, her şeyinden, bütün birikiminden vazgeçmeye başladı: Artık nesi var nesi yok değiştiriyor, tüm tarihsel değerlerini terk ediyor, önüne ne konulursa hiç düşünmeden, körü körüne kabul ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti “Atatürk Türkiyesi” olmaktan çıkartılıyor, giderek artan bir hızla kendine yabancılaştırılıyor; adeta yapay bir yaratığa dönüştürülüyor.
Evet, Türkiye’yi sürükleyen uğursuz güç AB’ye girme uğruna bütün ulusal birikimimizi dağıtıyor, bütün Atatürkçü kazanımlarımızı yok ediyor (Öyle ki bu pespayeliğe Atatürkçülük adına kim destek oluyorsa, gerçekte yalan söylüyor ve Atatürk’e ihanet ediyor).
Soruyorsunuz bunları yapanlara, “Neden böyle yapıyorsunuz? Bu eylemleriniz şanlı bir geçmişi olan, bir Atatürk ve daha nice kahramanlar yetiştirmiş büyük bir ulusa, Türk milletine yakışır mı? Üstelik bu yaptıklarınız bilimsel gerçeklere de uymuyor. Devlet ve toplum yaşamı böyle sürekli değiştirip durmaya gelir mi? Yüz yılların birikimleri böyle bir kalemde silinip atılır mı? Yoksa “değiştirme hastalığı” diye bir hastalık var da, siz buna mı yakalandınız? Takiyyeci şeriatçılardan her ihanet beklenir; ya siz, hani siz Atatürkçüydünüz? Desenize, siz Atatürkçü değilsiniz; siz “teslimiyetçi Batıcı-mason” Atatürkçülersiniz!
Bu iki şerikin yanıtları, ancak bir çocuğun verebileceği bir yanıt: “Avrupa Birliği’ne gireceğiz de ondan! Avrupalıları memnun etmemiz lazım! Onlar da bize harçlık verecek.”
Evet Osmanlı’nın Reşit, Ali, Fuat Paşaları da, Damat Ferit’i de öyle yapıyordu, devleti bu gafiller gibi yönetiyorlardı. Bütün gayretleri halkı değil, Avrupalıyı memnun etmeye yönelikti. Ancak tarih hiçbir hatayı affetmez. Böyle yabancılar tarafından güdüle güdüle, sonunda koskoca bir devleti çökerttiler. Türk halkını da yapayalnız, sersefil ve yoksul bıraktılar. Onların yaptığının aynısını, şimdi de bu “işbirlikçi Batıcı-mason” Atatürkçüler yapıyor. Devlet yine tehlikede, halk yine perişanmış; Batıcı teslimiyetçilerin umurunda mı? Atatürk Anadolu’yu cennete çevirmeyi düşlüyordu, onlarsa cehenneme çevirdiler. Avrupa’nın gönlünü hoş etmeye gelince, takiyyeci şeriatçılarla nasıl da el ele tutuşuyor, nasıl da sarmaş dolaş oluyorlar!
Aceleleri varmış
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Siz kendi kişisel işlerinizi de böyle abullabut mu yürütüyorsunuz? Şirketlerinizi, evinizi, kişisel hayatınızı? İnsan bir düşünür, kafa yorar, tartışır; bütün eksi ve artıları, sorunun tüm bağlamını hesaba katar; kararını ondan sonra verir. Yalnız büyük sermayenin, TÜSİAD’ın değil, herkesin, köylünün, esnafın, işçinin, gençliğin çıkarlarını gözetir. Bütün bir ulusun geleceği, belirli bir çıkar çevresinin, gelip geçici hükümetlerin, acemi politikacıların keyfine bırakılır mı?
Bakın İngilizler Euro’yu hâlâ kabul etmediler, bütün toplumsal kesimleriyle yıllardır tartışıyorlar. Hâlâ karar veremediler. Neden? Çünkü ulusal bir meziyetleri olarak, hiçbir işlerini aceleye getirmezler. Ama size acele ettirirler, o başka! Çünkü önce kendi ulusal çıkarlarını düşünmeleri, bunun için de başka devletleri güderek sömürmeleri diğer bir ulusal meziyetleridir. Oysa siz tutturmuşsunuz: Acelemiz var! İkide birde elinizde bilmem kaçıncı paket, her defasında aynı laf: Acelemiz var! Alın o acelenizi, başınıza çalın. Bilinmelidir ki hiçbir acele işten hayır gelmez, çünkü acele eden, araştırıp düşünmeden karar verir. O karar da kesinlikle yanlış karardır.
İkiz Sözleşmeler’in yasalaşması
4 Haziran 2003 günü de böyle oldu: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’nden alelacele, yangından mal kaçırır gibi geçirildi. AKP ve CHP’nin oylarıyla, bir oldu bittiye getirilerek, adeta kamuoyundan kaçırılarak... Sözde çok sesli televizyonlarımız -Meltem TV ve Ulusal Kanal dışında- bu yasalarla ilgili iki cümlelik bir haber dahi yapmadılar. Olup bitenin üstünü örtmek, kamuoyunu uyutmak istedikleri gün gibi aşikâr.
Peki nedir bu sözleşmeler? Kimi ulusalcı yazarlarımızın şu nitelemeleri ne olduklarını en iyi şekilde anlatıyor: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi varlığına son verme beyanı olan sözleşmeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, Türkiye’nin Yugoslavyalaşması sürecini başlatan yasalar, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah...
Türkiye’nin AB iptilası uğruna, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’ndan sonra, neticelerini hesaba katmadan verdiği en zararlı ödünlerden biri oldu, bu sözleşmelerin kabulü.
Bu tür işler usul usul, “salam yöntemi”yle kotarılıyor:
-Önce bir büyükelçi ülkesi adına imza koyuyor.
-Ardından, bakanlar kurulu onaylıyor.
-En sonra başka bir hükümet Meclis’te yasalaştırıyor.
Türkiye’de de yapılan bu oldu. Süreç yaklaşık üç yılda tamamlandı. Cumhuriyetimizin bir temeli daha, uzun bir zamana yayılarak halka hissettirilmeden ortadan kaldırıldı.
Türkiye insan haklarına ilişkin iki Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni 15 Ağustos 2000’de imzaladı. Türkiye adına imzayı New York’ta Büyükelçi Volkan Vural koydu. DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti onayladı, ancak Meclis’e sevk edemedi. Bu eksiği de AKP Hükümeti giderdi. Göstermelik ve tutarsız birkaç beyan ve çekince ile, Meclis’ten sinsice geçirdi. Öyle ki birçok milletvekilinin, hatta bakanların, sözleşmelerin içeriğinden ve doğuracağı sonuçlardan habersiz olduğu ileri sürülüyor.
1966’da BM tarafından imzaya açılmış olan sözleşmeler AB’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Batıcı işbirlikçiler bunu Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak niteliyordu. Çünkü sözleşmelerin kabulü “Kopenhag Kriterleri ve Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında yer aldı.
Ancak sözleşmelerin gözden kaçırılan çok daha korkunç bir yönü daha var; işin asıl püf noktası da burada: İkiz Sözleşmeler’in kabul edildiği 1966 yılında dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batının zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için gerekliydi. Ancak sonra koşullar değişti. Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir. Bir hedef varsa, tabii araç da gerekli... Araç olarak İkiz Sözleşmeleri kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünebilir, yıkılabilirdi.
Sovyetler Birliği’ni dağıttılar, Yugoslavya’yı parçaladılar, sıra şimdi Türkiye’de...
İkiz Sözleşmeler’in mahiyeti
“İkiz Sözleşmeler”den “azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘kendi kaderini belirleme’ (self-determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme anlaşılıyor:
-Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
-Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.
BM sözleşmeleri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ayrıntılıyor ve tamamlıyor.
34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda “önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyor. Ayrıca şu hakları güvence altına alıyor: Yaşama, sağlık hizmetlerinden yararlanma, eğitim, sosyal güvenlik, adil yargılanma, sendika kurma, kültürel hayattan yararlanma, insanca yaşama, ailenin korunması ve çocuk hakları ile düşünce ve ifade özgürlüğü.
Türkiye bakımından sonuçları
Sözleşmelerin kabulü Türkiye bakımından şu olumsuz sonuçları doğurabilecektir:
1)Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oldu. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
Ancak sözleşmede yer alan “halk” kavramı üzerinde, sözleşmeye taraf ülkeler arasında ortak bir tanımlama yapılmış değil. Ancak siz kaygılanmayın, uluslararası merkezler, ABD, Avrupa Birliği’nin iki kabadayısı, Almanya ve Fransa kendi işlerine gelen bir tanımı yakında Türkiye’ye dayatacaklardır. Tabii “Bak karışmam ha, yoksa seni aramıza almayız” diyerek... Bizimkiler de hep aceleleri olduğu için, yine bir “değiştirme fırsatı” (!) bulmanın sarhoşluğuyla, yabancıların yaptığı o tanımı da kafayı hiç çalıştırmadan kabul edeceklerdir.
2)“Kendi kaderini belirleme hakkı” (self-determinasyon ilkesi) uluslararası hukukta “kendi kültürel kimliğini belirleme hakkı” anlamı kazanmış bulunuyor. Bu nedenle, kimi yorumculara göre Türkiye, örneğin “Kürtlerin kültürel haklarını” otomatik olarak tanımış oluyor. Bunun ardından başka talepler de gelecek, kuşkusuz.
3)Türkiye “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş olacak. Şu maddeye göre: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi gruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -ulusal çıkarın yerini yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması alacağı için- uzun erimde Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkiler yapacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir gelişmenin ilk tahrikçisi de -geçmişte olduğu gibi- Batılı para babaları, AB ve ABD olacak. Açın Osmanlı tarihini okuyun, örnekten geçilmiyor.
Ne var ki bu belaları başımıza saranlar ne tarih okur, ne ondan ders alırlar; dolayısıyla çok yakında şu felaketlerle karşı karşıya kalacağız:
-Cumhuriyet düşmanı ve bölücü terörü daha da azgınlaştıracak, üstelik bunlara uluslararası koruma sağlayacak bir hukuki ortam oluşacaktır.
-Ayrılıkçı, bölücü, mezhepçi, tarikatçı faaliyetler meşrulaştırıldığından, bu faaliyetler doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti yasalarına dayanılarak yürütülecektir.
-Söz konusu faaliyetleri önlemeye yönelik devlet müdahaleleri yasa dışı sayılacaktır. Yabancı güçler iç işlerimize karışacak, hatta askeri müdahale söz konusu olacaktır.
4)Sözleşmelerde öngörülen kuralların denetimi ve ihlalleri durumunda yaptırım uygulanması için etkin bir mekanizma bulunmuyor. Buna karşılık sözleşmeler AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından referans olarak kabul edilmektedir. Dolayısiyle “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar,” örneğin Kürtler, kültürel haklarının verilmediği gerekçesiyle AİHM’ye kolektif başvuruda bulunabilecek.
-Batı ülkeleri bu sözleşmeleri bahane ederek sözde “Kürt sorunu”nu kurcalayabilir. Benzerlerini kışkırtabilir.
-Olağanüstü hal ilanı zorlaşacak. Çünkü BM Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi olağanüstü hal durumunda temel hak kısıtlamalarına sınırlamalar getiriyor.
Sözleşmeler Türkiye’nin AB sürecinde gerçekleştireceği siyasal ve hukuki reformlar için yol gösterici olacaktır.
Sözleşmelerin uygulanabilmeleri, TBMM tarafından da onaylanmış olmalarına bağlıydı ki bu da sonunda gerçekleşti. Onay “sözleşmelerin, Türkiye’nin sosyal ve hukuki yapısına uygun olmadığı düşünülen maddelerine çekince konarak” yapılmalıydı ki öyle olmadı. Neden? Çünkü bizimkiler yalnız “aceleci,” yalnız “düşüncesiz” değildir. Bizimkiler aynı zamanda “kraldan kralcı”dır. Nasıl olsa bütün verdiklerini, kendi ceplerinden değil, Anadolu insanının kesesinden veriyorlar. Anadolu halkının geleceği kararmış, Batıcı para babalarının, onların uşaklarının umurunda mı?
Hiç mi umut yok? Var!
Evet, teslimiyetçi cephe karşısında, ulusalcı cephenin sesi çoğu zaman bastırılıyor.
Ama ya gerçekler? Hangi gerçek sürekli bastırılabilmiş? 

11 Kasım 2015 Çarşamba

KEMALİZMİN GÜNCELLİĞİ - Metin AYDOGAN


Bu ülkede; ulusal değerler tümüyle yok olmadıysa, ulus yaşam yeteneğini tümden yitirmediyse, insanlar kendi haklarına yabancılaşmadıysa ve gelecek kuşaklara acı çekecekleri bir gelecek bırakılmayacaksa; Atatürk bugün her zamankinden çok önem kazanmış demektir. Kurtuluş Savaşı ve devrimler, öncesi ve sonrasıyla dikkatlice incelenmeli, güncelliğini koruyan bu büyük eylem, günün koşullarına uyumlu kılınarak aynı anlayışla uygulanmalıdır. Bu ülkenin parçalanmasını önlemek isteyen herkes, Mustafa Kemal’e başvurmak, savaşımından ders almak zorundadır. Türkiye’de yükselmekte olan ulusal uyanış, geçmişteki benzersiz deneyimden, kesin olarak yararlanmalı, bu konuda bilgilenmelidir. Atatürk, bugün ona en çok gereksinim duyan Türk halkına anlatılmalıdır.


Bozulma ve Yozlaşma

Atatürk’ün ölümünden günümüze dek yetmiş yedi yıl geçti. Bu iki kuşak demektir. 1938’de yirmi yaşında olanların çocukları bugün yaşıyor ve ortalama yetmiş yaşındalar. Bu iki kuşağın yaşam süresi içinde Türkiye; özgüveni yüksek, geleceğe umutla bakan, sevinci ve üzüntüsü ortak insanların yaşadığı bir ülke olmaktan çıktı; çökmekte olan bir ülkenin olumsuzluklarını yaşayan bir ülke durumuna geldi. Bozulma ve yozlaşma toplumun her kesimine yayıldı.
Büyük bir devrim gerçekleştirip güçlü bir ülke yaratılmışken, insanlar kulluktan yurttaşlığa yükselmişken ve aydınlık bir geleceğin yolu açılmışken; nasıl oluyor da bu denli geri, bölünmüş ve umutsuz bir ülke durumuna geliyoruz. Geriye düşmenin, karşıtına dönüşmenin ya da değerlerini yitirmenin bu denli yoğun yaşanmasının nedeni nedir? Bunun sorumlusu kimlerdir?

Eğitimsizlik

Geri dönüşün nesnel ve öznel nedenleri var. Öznel nedenden söz edeceksek, sorumluluğun, Atatürk’ten sonraki iki kuşakta olduğunu söyleyebiliriz. 11 Kasım 1938’de başlayan geri dönüş, sürekli artan bir ivmeyle, karşıtlıktan düşmanlığa, bireysellikten kitleselliğe evrildi.
Yetmiş yedi yıl süren bu olumsuz sürecin temelinde Kemalizmden kopuş, bunun temelinde de eğitimsizlik vardır. Atatürk kendi ülkesinde kendi insanlarına öğretilmedi, ilkeleri tasarlı uygulamalarla ortadan kaldırıldı.
Atatürk, ülkemizde özellikle aydınlarca bilinmemekte, bilinmek bir yana bugün yaygın bir karşıtlıkla karşılanmaktadır. Türk halkı çoğunlukla onu kurtarıcı kahraman olarak sevip saymakta ancak ilkelerini bilmemektedir. Bir bölüm insan, yanlış ve kimi zaman kara çalmaya varan uydurma yakıştırmaların etkisinde kalarakAtatürk'ten uzaklaşmıştır.

Dış Karışma

Atatürk karşıtlığı, Amerikalıların Türkiye’ye girdiği 1946’dan sonra dizgeleştirilerek devlet politikasına yerleştirildi. 1949 yılında imzalanan eğitimle ilgili ikili anlaşmayla ulusal eğitim ulusal olmaktan çıktı ve Atatürk ders kitaplarına Amerikalı uzmanların uygun gördüğü biçimiyle girdi. Atatürk, okullarda gerçek boyutuyla öğretilmedi.
Atatürk ve Türk Devrimi; niteliğine uygun, ilgi çeken ve kolay okunan kitaplarla halka anlatılmadı. Konuyla ilgili pek çok yayın bulunuyordu ancak bunların önemli bölümünde, dil ve kapsam sorunu vardı. Yanlış yorumlu ya da yalnızca aktarmayla yetinen yorumsuz yapıtlar da söz konusuydu. Atatürk’ü, onun her şeyden çok önem verdiği halkın anlayacağı bir dille yazan, güvenilir ve anlaşılabilir kitaplar gerekliydi ancak yoktu.

Gizli İşgal

Türkiye, bugün askeri değil ancak askeri işgalin amacı olan, siyasi ve ekonomik işgal altında. Sevr, toprak paylaşımı dışında hemen tüm koşullarıyla üstelik daha kapsamlı olarak uygulanıyor. Topraklar silahla el değiştirmiyor ancak yabancıların toprak satın almasıyla, Anadolu’da hızlı bir mülkiyet değişimi yaşanıyor.
Ulusu ilgilendiren hemen her karar, ülke dışında alınıyor, içerde eksiksiz uygulanıyor. Ulusal sanayi çöküyor, tarım yok oluyor. Yeraltı-yerüstü varsıllığımızı, dilediğimiz gibi kullanma özgürlüğüne sahip değiliz. Ulusal değerler korunmuyor, kültürel bozulma yaygın.
Parayla donatılmış yerli ya da yabancı “misyonerler”, bu ülke için bir şeyler yapmaya çalışan yurtseverlerden daha geniş olanaklarla serbestçe çalışıyor. Ulusal haklara saldırmada, hiçbir sınır tanınmıyor. Vatanseverlik baskı altında; hıyanet, getirisi yüksek bir meslek durumunda. Halk, yoksul ve umutsuz, karamsar bir edilgenlik içinde. Basın ihaneti yayıyor. Sanki işgal İstanbul’u yeniden yaşanıyor.

Yapılması Gereken

Bu koşullarda yapılması gereken, benzer koşullar altında geçmişte verilen savaşımdan yararlanmak ve bu yönde çalışmaktır. Samsun’a çıkan anlayış, Kuvayı Milliye ruhu, Müdafaa-i Hukuk örgütlenmesi önümüzdeki yakın dönemi belirleyecek biçimde, yeniden gündeme geliyor.
Kurtuluş Savaşı, öncesi ve sonrasıyla dikkatlice incelenmeli, güncelliğini koruyan bu eylem, günün koşullarına uyumlu kılınarak, aynı anlayışla uygulanmalıdır. Bu ülkenin parçalanmasını önlemek isteyen herkes, Mustafa Kemal’e başvurmak, savaşımından ders almak zorundadır. Türkiye’de yükselmekte olan ulusal uyanış, geçmişteki benzersiz deneyimden, kesin olarak yararlanmalı, bu konuda bilgilenmelidir. Atatürk, bugün ona en çok gereksinim duyan Türk halkına anlatılmalıdır.
Bir değerin nasıl kazanıldığını bilmeyen, onu koruyamaz. Kurtuluş Savaşı’nın hangi koşullarda, nasıl ve kimlere karşı kazanıldığını, ne bedel ödendiğini, ulusu ayakta tutan kalkınmanın nasıl sağlandığını bilmeden, Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tutmak olanaklı değildir.
Yapılanlar çabuk unutuldu ya da unutturuldu. Unuttukça da geriye gidildi. Ve bugün, içinde sıkışıp kaldığımız sorunlarla dolu koşullara gelindi. Bu koşullar, nitelik olarak, Osmanlının 20.yüzyıl başında yaşadığı koşullardır. Bunu artık herkes görmelidir. Dünü unutursan, yarın hatalara düşmekten kurtulamazsın. Atatürk’ü günceldir ve doğaldır ki emperyalist boyunduruktan kurtulana dek güncelliği sürecektir. Her kesimden yurtsever, bu nedenle Atatürk’e yöneliyor; Kuvayı Milliyeruhu bu nedenle yayılıyor, Müdafaa-i Hukukçular bu nedenle yeniden ortaya çıkıyor.

Kemalist Olmak

Atatürk’ü incelemek,  tarihle ilgili araştırma yapmak değil, yaşadığımız sorunlara çözüm aramak ve onun başarılı olduğu savaşımından günümüze yönelik ders çıkarmaktır. Ülkenin kurtuluşu için savaşım verenler ve verecek olanlar,Mustafa Kemal’in karşılaştığı engellerin benzerleriyle karşılaşacaklardır. Özellikle onlar, aktarılan bilgileri, eleştirici gözle incelemeli, bugüne uyarlamalı ve girişilecek savaşımda nelerle karşılaşacaklarını bilerek hareket etmelidirler.
Atatürk’ü anlamak ve “izinden gitmek” bilinçli olmayı gerekli kılar; yaptığını yapmak, insana, üstelik en ağırından, sorumluluk yükler. Atatürk öldükten sonra, Atatürkçülerin başına gelmedik kalmamıştır. Bu sorumluluğu yüklenmek isteyenler, eyleme geçtiklerinde bu işin, “karga kovalamak” ya da “sarı saç mavi göz”edebiyatından çok ayrımlı bir iş olduğunu göreceklerdir. Emperyalizmle doğrudan ve sürekli savaşım demek olan Atatürkçülük, sert çatışmalara, görünür görünmez engellere her zaman hazırlıklı olmayı gerekli kılar. Kemalist olmak, kolay bir iş değildir.

Yaşamın Öğrettiği

Türkiye, bugün 1938’in değil, 1919’un koşullarını yaşıyor. Gizli işgal’e dönüşen dışa bağımlılık, ulusal varlığı tehdit eden kalıcı sorunlar yaratıyor. Durumun ayırdına varanlar, henüz yeterince örgütlü değil. Gelinen noktanın sorumluluğunu taşıyanlar ise, yadsımadıkları bu gerçeği, “küresel çağın zorunlu sonucu” ya da“karşılıklı bağımlılığın kaçınılmazlığı” olarak meşrulaştırmaya çalışıyor.
Yoksullaşan örgütsüz halk, dostu düşmanı seçemiyor. Ekonomik çöküntüyle yaratılan kavram kargaşası ve yoksullaşma içinde Türkiye, göz göre göre parçalanmaya götürülüyor. Günümüzün somut gerçeği, ne yazık ki budur.
Hiçbir yanıltma ve kandırma girişimi, hiçbir baskı ya da göz boyama, toplumsal gerçeği uzun süre gizleyemez. Yaşam en iyi öğretmendir ve gizlenmiş gerçekler, göremeyenlerin önüne çıkmakta gecikmez. Düşünerek öğrenmeyenler, yaşayarak öğrenirler. Ancak, uygar olmak, ya da daha doğru söylemle insan olmak, olayları önceden görmeyi ve önlem almayı gerekli kılar. 1919 ve sonrasında bu yapılmıştı, bugün de bu yapılmalıdır.

Gerçekler Öğrenilmelidir

Mustafa Kemal’i ortaya çıkaran toplumsal koşullar bilinmeli; eğitimi, düşünce yapısı, geleceğe hazırlaması ve kararlılığı ele alınıp irdelenmelidir. Libya günlerini, Balkan Savaşlarını, Çanakkale’yi ve Doğu Cephesi’nde yaptıkları incelenmeli;Mondros’tan önce yaptığı hazırlıklar, İstanbul çalışmaları ve Anadolu’ya geçiş koşulları bilinmelidir.
İşbirlikçi İstanbul Hükümeti ve mandacılarla savaşımı, Erzurum ve Sivas KongreleriKuvayı Milliye örgütlenmesi, I.Meclis, düzenli orduya geçiş ve bütün bunların sonucu olarak İnönüSakaryaBaşkomutanlık Meydan Savaşı bir bütün olarak değerlendirilmelidir.
Türk halkının özverisi, çektiği acılar, Yunan vahşeti ve emperyalist tuzaklar unutulmamalıdır. Bunlar yapıldığında, bu ülkenin nasıl kurtarıldığı görülecek ve bilinçlenilecektir. Yalnızca bir yaşam ve bir ulusun kurtuluşu değil, adeta bir “destan”incelenmiş olunacak, korunması gereken mirasın değerini anlaşılacaktır.

Kemalizmin Önemi

Bu ülkede ulusal değerler tümüyle yok olmadıysa, ulus yaşam yeteneğini tümden yitirmediyse, insanlar kendi haklarına yabancılaşmadıysa ve gelecek kuşaklara acı çekecekleri bir gelecek bırakılmayacaksa; Atatürk bugün her zamankinden çok önem kazanmış demektir. Bu büyük eylem, her yönüyle incelenmeli ve başarılmış olan bu yoldan yürünmelidir. Bu, yalnızca geçmişe bağlılık ya da saygı duymak değil, doğrudan, ulusal varlığın ve geleceğin güven altına alınması için, yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
Devami icin...
http://kuramsalaktarim.blogspot.de/2015/11/kemalizmin-guncelligi.html