1999 Helsinki Zirvesi... Türkiye’ye “üye adayı” unvanı veriliyor. Ardından pürtelaş geçirilen üç yıl... 2000 ve 2001 hazırlık ve gelişme dönemlerinden sonra 2002 yılı siyasi kriterler açısından bir operasyonlar yılı oldu. Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği’nin (aslında Fransa ve Almanya’nın) emirlerini yerine getirme anlamında “reform hareketleri”ni hızlandırırken, öbür yandan aynı ülkelerden bir “müzakere tarihi” alabilme uğruna yoğun ve adeta “çılgınca” bir faaliyet sürdürdü (Osmanlı da böyle Avrupa’nın dayatmasıyla, “reform” yapa yapa batmıştır).
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler listesi”ne alındıktan sonra ikinci aşama “AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki müzakerelerin başlatılması, Türkiye’nin, Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine getirmesi koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki “tam olarak yerine getirme” ifadesine dikkat ediniz. Böyle bir koşul eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü dünyada hiçbir iş tam olarak yapılamaz. Her işin eksik bir tarafı daima bulunabilir: Türkiye bir “gül” olup Avrupa’nın karşısına çıksa, hiç kuşkunuz olmasın, Gunter Verheugen pis pis sırıtarak “iyi ama, dikenin var” diyecektir.
AB Türkiye’nin “Kopenhag koşullarına uyma” sürecini izlemek gayesiyle şöyle bir süreç uyguluyor:
-“Katılım Ortaklığı Belgesi”yle Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
-Türkiye “Ulusal Program”la taahhütte bulunuyor.
-“Uyum Yasaları” ile taahhütlerini yerine getiriyor.
Atatürk Türkiyesi bitiriliyor
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bir hatalar zinciri, işte bu süreçle başladı. Sonu belirsiz bir AB hayali uğruna, “teslimiyetçi Batıcı-mason” güçlerin itelemesiyle kendini bu mekanizmanın çarkları arasında bulan Türkiye, her şeyinden, bütün birikiminden vazgeçmeye başladı: Artık nesi var nesi yok değiştiriyor, tüm tarihsel değerlerini terk ediyor, önüne ne konulursa hiç düşünmeden, körü körüne kabul ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti “Atatürk Türkiyesi” olmaktan çıkartılıyor, giderek artan bir hızla kendine yabancılaştırılıyor; adeta yapay bir yaratığa dönüştürülüyor.
Evet, Türkiye’yi sürükleyen uğursuz güç AB’ye girme uğruna bütün ulusal birikimimizi dağıtıyor, bütün Atatürkçü kazanımlarımızı yok ediyor (Öyle ki bu pespayeliğe Atatürkçülük adına kim destek oluyorsa, gerçekte yalan söylüyor ve Atatürk’e ihanet ediyor).
Soruyorsunuz bunları yapanlara, “Neden böyle yapıyorsunuz? Bu eylemleriniz şanlı bir geçmişi olan, bir Atatürk ve daha nice kahramanlar yetiştirmiş büyük bir ulusa, Türk milletine yakışır mı? Üstelik bu yaptıklarınız bilimsel gerçeklere de uymuyor. Devlet ve toplum yaşamı böyle sürekli değiştirip durmaya gelir mi? Yüz yılların birikimleri böyle bir kalemde silinip atılır mı? Yoksa “değiştirme hastalığı” diye bir hastalık var da, siz buna mı yakalandınız? Takiyyeci şeriatçılardan her ihanet beklenir; ya siz, hani siz Atatürkçüydünüz? Desenize, siz Atatürkçü değilsiniz; siz “teslimiyetçi Batıcı-mason” Atatürkçülersiniz!
Bu iki şerikin yanıtları, ancak bir çocuğun verebileceği bir yanıt: “Avrupa Birliği’ne gireceğiz de ondan! Avrupalıları memnun etmemiz lazım! Onlar da bize harçlık verecek.”
Evet Osmanlı’nın Reşit, Ali, Fuat Paşaları da, Damat Ferit’i de öyle yapıyordu, devleti bu gafiller gibi yönetiyorlardı. Bütün gayretleri halkı değil, Avrupalıyı memnun etmeye yönelikti. Ancak tarih hiçbir hatayı affetmez. Böyle yabancılar tarafından güdüle güdüle, sonunda koskoca bir devleti çökerttiler. Türk halkını da yapayalnız, sersefil ve yoksul bıraktılar. Onların yaptığının aynısını, şimdi de bu “işbirlikçi Batıcı-mason” Atatürkçüler yapıyor. Devlet yine tehlikede, halk yine perişanmış; Batıcı teslimiyetçilerin umurunda mı? Atatürk Anadolu’yu cennete çevirmeyi düşlüyordu, onlarsa cehenneme çevirdiler. Avrupa’nın gönlünü hoş etmeye gelince, takiyyeci şeriatçılarla nasıl da el ele tutuşuyor, nasıl da sarmaş dolaş oluyorlar!
Aceleleri varmış
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Siz kendi kişisel işlerinizi de böyle abullabut mu yürütüyorsunuz? Şirketlerinizi, evinizi, kişisel hayatınızı? İnsan bir düşünür, kafa yorar, tartışır; bütün eksi ve artıları, sorunun tüm bağlamını hesaba katar; kararını ondan sonra verir. Yalnız büyük sermayenin, TÜSİAD’ın değil, herkesin, köylünün, esnafın, işçinin, gençliğin çıkarlarını gözetir. Bütün bir ulusun geleceği, belirli bir çıkar çevresinin, gelip geçici hükümetlerin, acemi politikacıların keyfine bırakılır mı?
Bakın İngilizler Euro’yu hâlâ kabul etmediler, bütün toplumsal kesimleriyle yıllardır tartışıyorlar. Hâlâ karar veremediler. Neden? Çünkü ulusal bir meziyetleri olarak, hiçbir işlerini aceleye getirmezler. Ama size acele ettirirler, o başka! Çünkü önce kendi ulusal çıkarlarını düşünmeleri, bunun için de başka devletleri güderek sömürmeleri diğer bir ulusal meziyetleridir. Oysa siz tutturmuşsunuz: Acelemiz var! İkide birde elinizde bilmem kaçıncı paket, her defasında aynı laf: Acelemiz var! Alın o acelenizi, başınıza çalın. Bilinmelidir ki hiçbir acele işten hayır gelmez, çünkü acele eden, araştırıp düşünmeden karar verir. O karar da kesinlikle yanlış karardır.
İkiz Sözleşmeler’in yasalaşması
4 Haziran 2003 günü de böyle oldu: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’nden alelacele, yangından mal kaçırır gibi geçirildi. AKP ve CHP’nin oylarıyla, bir oldu bittiye getirilerek, adeta kamuoyundan kaçırılarak... Sözde çok sesli televizyonlarımız -Meltem TV ve Ulusal Kanal dışında- bu yasalarla ilgili iki cümlelik bir haber dahi yapmadılar. Olup bitenin üstünü örtmek, kamuoyunu uyutmak istedikleri gün gibi aşikâr.
Peki nedir bu sözleşmeler? Kimi ulusalcı yazarlarımızın şu nitelemeleri ne olduklarını en iyi şekilde anlatıyor: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi varlığına son verme beyanı olan sözleşmeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, Türkiye’nin Yugoslavyalaşması sürecini başlatan yasalar, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah...
Türkiye’nin AB iptilası uğruna, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’ndan sonra, neticelerini hesaba katmadan verdiği en zararlı ödünlerden biri oldu, bu sözleşmelerin kabulü.
Bu tür işler usul usul, “salam yöntemi”yle kotarılıyor:
-Önce bir büyükelçi ülkesi adına imza koyuyor.
-Ardından, bakanlar kurulu onaylıyor.
-En sonra başka bir hükümet Meclis’te yasalaştırıyor.
Türkiye’de de yapılan bu oldu. Süreç yaklaşık üç yılda tamamlandı. Cumhuriyetimizin bir temeli daha, uzun bir zamana yayılarak halka hissettirilmeden ortadan kaldırıldı.
Türkiye insan haklarına ilişkin iki Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni 15 Ağustos 2000’de imzaladı. Türkiye adına imzayı New York’ta Büyükelçi Volkan Vural koydu. DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti onayladı, ancak Meclis’e sevk edemedi. Bu eksiği de AKP Hükümeti giderdi. Göstermelik ve tutarsız birkaç beyan ve çekince ile, Meclis’ten sinsice geçirdi. Öyle ki birçok milletvekilinin, hatta bakanların, sözleşmelerin içeriğinden ve doğuracağı sonuçlardan habersiz olduğu ileri sürülüyor.
1966’da BM tarafından imzaya açılmış olan sözleşmeler AB’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Batıcı işbirlikçiler bunu Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak niteliyordu. Çünkü sözleşmelerin kabulü “Kopenhag Kriterleri ve Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında yer aldı.
Ancak sözleşmelerin gözden kaçırılan çok daha korkunç bir yönü daha var; işin asıl püf noktası da burada: İkiz Sözleşmeler’in kabul edildiği 1966 yılında dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batının zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için gerekliydi. Ancak sonra koşullar değişti. Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir. Bir hedef varsa, tabii araç da gerekli... Araç olarak İkiz Sözleşmeleri kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünebilir, yıkılabilirdi.
Sovyetler Birliği’ni dağıttılar, Yugoslavya’yı parçaladılar, sıra şimdi Türkiye’de...
İkiz Sözleşmeler’in mahiyeti
“İkiz Sözleşmeler”den “azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘kendi kaderini belirleme’ (self-determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme anlaşılıyor:
-Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
-Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.
BM sözleşmeleri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ayrıntılıyor ve tamamlıyor.
34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda “önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyor. Ayrıca şu hakları güvence altına alıyor: Yaşama, sağlık hizmetlerinden yararlanma, eğitim, sosyal güvenlik, adil yargılanma, sendika kurma, kültürel hayattan yararlanma, insanca yaşama, ailenin korunması ve çocuk hakları ile düşünce ve ifade özgürlüğü.
Türkiye bakımından sonuçları
Sözleşmelerin kabulü Türkiye bakımından şu olumsuz sonuçları doğurabilecektir:
1)Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oldu. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
Ancak sözleşmede yer alan “halk” kavramı üzerinde, sözleşmeye taraf ülkeler arasında ortak bir tanımlama yapılmış değil. Ancak siz kaygılanmayın, uluslararası merkezler, ABD, Avrupa Birliği’nin iki kabadayısı, Almanya ve Fransa kendi işlerine gelen bir tanımı yakında Türkiye’ye dayatacaklardır. Tabii “Bak karışmam ha, yoksa seni aramıza almayız” diyerek... Bizimkiler de hep aceleleri olduğu için, yine bir “değiştirme fırsatı” (!) bulmanın sarhoşluğuyla, yabancıların yaptığı o tanımı da kafayı hiç çalıştırmadan kabul edeceklerdir.
2)“Kendi kaderini belirleme hakkı” (self-determinasyon ilkesi) uluslararası hukukta “kendi kültürel kimliğini belirleme hakkı” anlamı kazanmış bulunuyor. Bu nedenle, kimi yorumculara göre Türkiye, örneğin “Kürtlerin kültürel haklarını” otomatik olarak tanımış oluyor. Bunun ardından başka talepler de gelecek, kuşkusuz.
3)Türkiye “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş olacak. Şu maddeye göre: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi gruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -ulusal çıkarın yerini yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması alacağı için- uzun erimde Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkiler yapacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir gelişmenin ilk tahrikçisi de -geçmişte olduğu gibi- Batılı para babaları, AB ve ABD olacak. Açın Osmanlı tarihini okuyun, örnekten geçilmiyor.
Ne var ki bu belaları başımıza saranlar ne tarih okur, ne ondan ders alırlar; dolayısıyla çok yakında şu felaketlerle karşı karşıya kalacağız:
-Cumhuriyet düşmanı ve bölücü terörü daha da azgınlaştıracak, üstelik bunlara uluslararası koruma sağlayacak bir hukuki ortam oluşacaktır.
-Ayrılıkçı, bölücü, mezhepçi, tarikatçı faaliyetler meşrulaştırıldığından, bu faaliyetler doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti yasalarına dayanılarak yürütülecektir.
-Söz konusu faaliyetleri önlemeye yönelik devlet müdahaleleri yasa dışı sayılacaktır. Yabancı güçler iç işlerimize karışacak, hatta askeri müdahale söz konusu olacaktır.
4)Sözleşmelerde öngörülen kuralların denetimi ve ihlalleri durumunda yaptırım uygulanması için etkin bir mekanizma bulunmuyor. Buna karşılık sözleşmeler AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından referans olarak kabul edilmektedir. Dolayısiyle “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar,” örneğin Kürtler, kültürel haklarının verilmediği gerekçesiyle AİHM’ye kolektif başvuruda bulunabilecek.
-Batı ülkeleri bu sözleşmeleri bahane ederek sözde “Kürt sorunu”nu kurcalayabilir. Benzerlerini kışkırtabilir.
-Olağanüstü hal ilanı zorlaşacak. Çünkü BM Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi olağanüstü hal durumunda temel hak kısıtlamalarına sınırlamalar getiriyor.
Sözleşmeler Türkiye’nin AB sürecinde gerçekleştireceği siyasal ve hukuki reformlar için yol gösterici olacaktır.
Sözleşmelerin uygulanabilmeleri, TBMM tarafından da onaylanmış olmalarına bağlıydı ki bu da sonunda gerçekleşti. Onay “sözleşmelerin, Türkiye’nin sosyal ve hukuki yapısına uygun olmadığı düşünülen maddelerine çekince konarak” yapılmalıydı ki öyle olmadı. Neden? Çünkü bizimkiler yalnız “aceleci,” yalnız “düşüncesiz” değildir. Bizimkiler aynı zamanda “kraldan kralcı”dır. Nasıl olsa bütün verdiklerini, kendi ceplerinden değil, Anadolu insanının kesesinden veriyorlar. Anadolu halkının geleceği kararmış, Batıcı para babalarının, onların uşaklarının umurunda mı?
Hiç mi umut yok? Var!
Evet, teslimiyetçi cephe karşısında, ulusalcı cephenin sesi çoğu zaman bastırılıyor.
Ama ya gerçekler? Hangi gerçek sürekli bastırılabilmiş?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder