25 Mart 2016 Cuma

Cumhuriyet’in Kuruluşunda Türklük ve Türkiyelilik Tartışmaları - Sinan MEYDAN



Kavrayıcı ve Birleştirici Ulus AnlayışıCumhuriyet’in Kuruluşunda Türklük ve Türkiyelilik Tartışmaları

1913 Balkan Savaşları, 1914-1918 I. Dünya Savaşı ve özellikle Çanakkale’de düşmana karşı kenetlenme, kardeşlik, birliktelik, 1919-1922 Kurtuluş Savaşı’yla taçlanmıştır.

11 yıllık yorucu yıpratıcı savaşlar, Anadolu’da kol kola emperyalizme karşı mücadele eden insanları tüm farklılıklarına rağmen bir araya getirip kaynaştırmıştır.

1913-1922 yılları arasındaki 11 yıllık savaş süreci ve hemen sonrasındaki Lozan Antlaşması ve Mübadele ile Hristiyan etnik unsurların Anadolu’dan ayrılması, buna karşın özellikle Balkanların kaybedilmesinden sonra oradan ayrılan Türklerin Anadolu’ya gelmesi Anadolu’daki Türk nüfus oranını arttırmış, bu durum Türk ulus devletine giden yolu açmıştır. Ancak yine de Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Anadolu’da Türkler homojen değildir, hala Anadolu’da Hıristiyan, Müslüman başka etnik unsurlar vardır. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ırka/soya veya dine, mezhebe dayalı değil, aidiyet duygusunu esas alan “vatandaşlık bağına” dayalı bir millet tanımı yapılmıştır, işte tam da bu nedenle 1924 Anayasası’nın 88. Maddesinde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur”denilmiştir.

Hiç şüphesiz çok uluslu bir imparatorluktan ulus devlete geçiş süreci çok kolay olmamıştır. Bu geçiş sürecinde büyük sancılar, çetin tartışmalar yaşanmıştır. Bu süreçte kimi çevrelerce çok abartılan bazı yanlışlar da yapılmıştır. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, bu değişimin ve dönüşümün (imparatorluktan ulus devlete geçişin) tarihin bir zorlaması olduğu gerçeğidir. Türk ulus devleti, 11 yıllık emperyalist paylaşım savaşlarıyla dağılıp parçalanan bir imparatorluktan geriye kalan Türklerin, (Osmanlıdaki diğer uluslar çoktan bağımsızlıklarını kazanıp kendi devletlerini kurmuştur) ana yurt Anadolu’da varlığını devam ettirme savaşının zorunlu bir sonucudur.

Türk ulus devletinin kurucu metni 1924 Anayasası’dır.1924 Anayasası hazırlanırken Meclis’te “Türk milleti”nin nasıl tanımlanacağı bir hayli tartışılmıştır. Milleti tanımlayan 88. Madde görüşmelerinde öncelikle “milliyetin” mi yoksa “tabiiyetin” mi dikkate alınması gerektiği tartışılmış, daha sonra Bozok Mebusu Ahmet Hamdi Bey“Türk ahalisinden olup Türkiye harsını kabul edenlere Türk ıtlak olur” denilmesini önermiş, Celal Nuri Bey, Lozan Antlaşması’nın 39. Maddesi nedeniyle böyle bir tanım yapılamayacağını belirtmiştir. Daha sonra söz alan Hamdullah Suphi Bey, sınırlarımız içinde yaşayan herkese Türk demek amacında olduğumuzu ancak, Mübadele ile gayrimüslim azınlıkların ülkeden çıkarılmakta olduklarını, bu süreçte bu unsurlara da Türk denilmesinin sorun yaratacağını, ülkemizde kalan Ermenilerin ve Rumların da bu durumu kabul etmeyeceklerini belirtmiştir. Hamdullah Suphi Beydevamla, eskiden, ayrı terbiyeleri, ayrı okulları, ayrı dilleri olmayan, Türk şiirleri yazan, Türk ninnileri söyleyen Ermenilerin araya giren propaganda, nifak sonunda edebiyat, müzik, kilise ve okullarla bizden ayrılmaya başladıklarını, kalplerinin artık farklı atmaya başladığını, bu nedenle bu insanlara Türk demekle Türk olmayacaklarını ifade etmiştir. Hamdullah Suphi Bey sözlerini şöyle sürdürmüştür:

“Başka ülkelerde başka azınlıkların yaptığını kabul ediniz. Fransa’da yaşayan Musevi nasıl Fransız gibi başka mektepten vazgeçmişse, nasıl başka lisan konuşmuyorsa, nasıl Fransa’yı benimsemiş ise, mekteplerinizi kapatınız, Ermeniliği terk ediniz, Türk harsını kabul ediniz, ondan sonra size Türk deriz. Fakat siz, dil ayrılığını, okul ayrılığını, devlet ayrılığını güdünüz, ondan sonra geliniz ve bana deyiniz ki, bizi Türk telakki et! Eğer böyle muhalif iseniz elimden gelmez. Çünkü ruhumun inanmasına imkân yoktur. O halde arkadaşlar madde bizim aleyhimizde kullanılabilir. İzahata muhtaçtır. Türk diye geçerse bizim aleyhimize kullanırlar buna emin olunuz.”


Daha sonra söz alan Celal Nuri Bey, eskiden bir Osmanlı sıfatının olduğunu, bu sıfatın herkesi kapsadığını, bu sıfatı ortadan kaldırıp yerine Türkiye Cumhuriyetini kurduğumuzu, ancak bu Türk cumhuriyetinin de tüm bireylerinin Türk ve Müslüman olmadığını belirterek “Bunları ne yapacağız? Ortada bir Rum var, bir Ermeni var, bir Yahudi var, türlü türlü anasır var. Çok şükür ki azınlıktır. Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeye çeksek ne diyeceğiz?” diye sorunca“Türkiyeli!” sesleri yükselmiştir.

Bunun üzerine Celal Nuri Bey, “İstirham ederim Türkiyeli hiçbir manaya gelmemektedir. Ayrıca Lozan Antlaşmasının 39. Maddesi gereği hiçbir fark olmayacaktır.” demiştir.

Ahmet Hamdi Bey“İsimce değil de hukukça” diye seslenmiştir. Buna Celal Nuri Bey şu karşılığı vermiştir:

“Müsaade buyurun fark olmayacaktır. Fark olmayınca şu Türk’tür, şu Türkiyelidir demek ikiye ayırmak mümkün değildir. (...) Lozan Antlaşması’nın 39. Maddesi gereğince Müslümanların yararlandıkları aynı medeni ve siyasi hukuktan istifade edecekler denildiği için hiçbir fark yoktur. Binaenaleyh Hamdullah Suphi Bey’e soruyorum, bunlara Türklük sıfatını vermeyelim de ne yapalım? Elimizde ikinci bir imkân var mıdır?”

Bunun üzerine Mazhar Müfit Bey“Buraya, yalnız ‘din ve ırk farkı olmaksızın tabiiyet bakımdan’ desek nasıl olur?” diye sormuştur. Bu “tabiiyet” konusu bir süre tartışıldıktan sonra reddedilmiştir. Hamdullah Suphi Bey, maddenin “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” şeklinde düzeltilmesini istemiştir.

Madde bu şekliyle oya konulup kabul edilmiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, s. 908-911).


17 Mart 2016 Perşembe

ÇANAKKALE SAVAŞININ ÖNEMİ VE SONUÇLARI




ÇANAKKALE SAVAŞININ ÖNEMİ VE SONUÇLARI
Çanakkale Cephesi’nin deniz harekatı (Boğaz’ın zorlanması), kuşkusuz sıradan bir askeri harekat, ya da muharebe olayı değildir. Boğazlar, konumu ve tarihi önemi itibariyle, İstanbul Karadeniz kapısı, Çanakkale de Ege Denizi kapısı olarak, geçmişte taşıdıkları ve çağımızda taşımakta oldukları stratejik önem ve değer açısından daima birlikte mütalaa edilmiş ve edilmektedir.
Her iki boğaz, klasik ve dar çerçevede sadece Akdeniz’i Karadeniz’e, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan su geçitleri ya da köprüler değil, Akdeniz’in öteki önemli su geçitlerinden Cebelitarık ve Süveyş kanalı ile de bütünleşerek, dünyanın büyük denizlerini (Atlas ve Hint okyanusu gibi) ve büyük kıta kara parçalarını birbirine bağlayan, daha geniş anlamdaki jeopolitik konumuyla, dünya siyaset ve iktisadiyatı üzerine olan etkilerini bu gün de korumaktadır. Bu nedenlerledir ki, Türk Boğazları, uluslararası ilişkilere yön vermede daima odak noktası olmuşlardır.
Gerçekten tarihin eski dönemlerinden beri ön planda, Avrupa ve Asya ülkeleri arasında başlamış olan ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerle, askeri hareketler, sürekli olarak Boğazlar bölgesinde cereyan etmiştir. Başka bir deyişle Boğazlar, dünyanın diğer parçalarında pek görülmemiş ardı arkası kesilmeyen mücadelelere sahne olmuştur.
Boğazların tarihin akışı içindeki stratejik durumu ve jeopolitik konumuyla ilgili yukarıdaki kısa açıklamaların ışığı altında, Çanakkale Muharebelerinin sonuçları üzerindeki değerlendirmeler, kuşkusuz daha bir önem ve anlam taşıyacaktır. Böylesine bir değerlendirmenin daha gerçekçi ve sağlıklı olabilmesi ise, büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki ulusal emellerine kısaca da olsa, bir göz atılmasını gerektirir.
Birinci Dünya Harbi öncesinin başlıca büyük devletlerinden Almanya’nın, “Drang Nach Osten (doğuya doğru) politikası”, Rusya’nın ılık denizlere ulaşma emelleri; İngiltere’nin, “denizlere egemen olan dünyaya hakim olur” teorisine dayanarak, özellikle XIX. yüzyıldan bu yana güttüğü Rusya’nın Akdeniz’e çıkmasını engelleme siyaseti, hep Türk boğazlarında düğümlenmektedir.
Boğazların bu tartışma götürmez önemi konusunda Napolyon “İstanbul bir anahtardır. Istanbul’a egemen olan dünyaya hükmedecektir. Eğer Rusya, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirecek olursa, Tulon, Napoli ve Korfu kapılarına dayanmış olacaktır” demekle, Fransa’nın Boğazlar üzerindeki duyarlılığını açık seçik ortaya koymuş olmaktadır.
Rusya’nın görüşüyse, Genelkurmay Başkanı Kropatki’nin bir raporunda; XX. yüzyılda Rusya’nın en önemli işinin, Istanbul Boğazı’nı ele geçirmek olduğuna işaretle, Osmanlı Devleti’ni, Boğazı Rusya’ya bırakmaya hazırlamalı ve Almanya ile anlaşma yapmalıdır” şeklinde ifadesini bulmaktadır.
Büyük devletlerin Boğazlar üzerindeki kısaca açıklanan bu emelleri, onları kendi aralarında da gizli birtakım mücadelelere yöneltmiştir.
Nitekim, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, Çar tarafından da onaylanan bir raporunda; “Boğazların güçlü bir devletin eline geçmesi, tüm Güney Rusya’nın ekonomik hayatının, o devletin egemenliği altına girmesidir” demekte ve bu durumun önlenmesi için, Istanbul’un alınmasını önermektedir.
Öte yandan Kasım 1911’de Rusya’nın, Osmanlı Hükümeti’ne Boğazlar üzerindeki istekleriyle ilgili bir notasından haberdar edilen Ingiltere ve Fransa, Rus isteklerini reddetmişlerdir.
Keza Rusya’nın bu ve buna benzer çeşitli tarihlerdeki yinelenen daha birçok istek ve baskılarının birbirini izlemesi, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Merkez Devletleri safına kaymasında büyük bir etken olmuştu.
Işte Boğazlar üzerindeki bu gizli çıkar çatışmalarıdır ki, Ingiliz ve Fransızlar’ı Istanbul’u almaya ve Ruslar’dan önce Karadeniz Boğazı’na el atmaya yöneltmiş ve Çanakkale Cephesi’nin açılmasında başlıca etken olmuştur.Ruslara silah ve malzeme yardımı sorunuysa, savaşın sadece görünüşteki nedenini oluşturmuştur.
Böylece büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki tarihi emellerini ortaya koyarken, bu devletlerden Ingiltere’nin bu cephenin açılmasında birinci derecede aktif rol aldığını da belirtmek doğru olur.Nitekim Ingiliz Donanma Bakanı Churchill, cephenin açılmasında büyük çaba göstermiş ve etkili olmuştur.Gerçekten o, bu cephenin açılmasının baş mimari olmuş, Türklerin askeri gücünü ciddiye almamış, olayı basit ve sadece “sınırlı bir cezalandırma hareketi” olarak görmüştü. En güçlü ve modern silahlarla donatılmış zırhlılarının Boğaz’da görünüvermesiyle, Türklerin direnmekten vazgeçeceğini sanmıştı.
Kuşkusuz bu büyük bir yanılgıydı. Ingilizler, Çanakkale’deki Türk savunmasını ve askerini sadece matematiksel ölçülere vurup, onun yüksek manevi gücünü görmezlikten gelerek, büyük bir hesap hatasına düştüler ve sonunda, önce denizde, sonra da karada hiç de beklemedikleri amansız cevabı aldılar.Böylece onlar, zaferi Boğaz’da, Türk top ve mayınlarına, karada Türk süngüsüne bırakarak çekilip gittiler.
Anlaşma Devletleri’nin Çanakkale serüveni bu suretle noktalandıktan sonra, yukarıdaki açıklamaların ışığı altında, Türkiye ve uluslararası politika ve diplomasi tarihi açısından ortaya koyduğu önemli sonuçları da şöylece özetlemek mümkün olur.
ASKERİ SONUÇLAR
1. Genellikle 18 Mart 1915’te geçen Boğaz Muharebesi’nde kazanılan zaferle, Birleşik Filo (İngiliz-Fransız donanmaları) nun Marmara’ya girerek, İmparatorluğun başkenti İstanbul’u bir ay içinde ele geçirme planları suya düşürülmüş, böylece hükümet çevrelerinde beliren ve halka yansıyan İstanbul’u kaybetme korkusu ortadan kalkmıştır.
2. Boğaz’da elde edilen bu ilk zafer, çok geçmeden Gelibolu Yarımadası’na yöneltilen çıkarmalarla başlatılarak, dünyanın en güçlü zırhlılarınca sürdürülen cehennemi bombardımanlar altında Türk askeri, yılmadan aylarca süren mevzi muharebelerinde yüksek bir moral ve doruğa ulaşan bir mücadele azmi örneği vermiş ve sonunda düşmanlarını yarımadayı terk etmek zorunda bırakmıştır.
3. Böylece karada kazanılmış bulunan bu ikinci ve nihai zaferle de, Türk ordusunun Balkan Savaşı’nda zedelenen ve hatta yok olmaya yüz tutan prestiji kurtarılmıştır.
4. Deniz ve kara. harekatıyla bir bütün olarak gerçekleştirilip tüm anlamı ve çarpıcılığıyla Türk Harp Tarihi’nde yerini alan Çanakkale Muharebeleri, Mustafa Kemal (Atatürk) gibi bir dahiyi yaratmış, Birinci Dünya Harbi’nin bitiminden hemen sonra başlayacak Milli Mücadele’nin bu eşsiz liderini Türk ulusuna kazandırmıştır.
5. Çanakkale Zaferi, Anlaşma Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ni ilk ağızda savaş dışı bırakarak, Almanya’nın güneydoğudan kuşatılmasını amaçlayan stratejisini boşa çıkarmış, böylece savaşın en az iki yıl daha uzamasına neden olmuştur.
6. Çanakkale Boğazı’nın kapatılıp Rusya’ya geçit verilmemesi, onu müttefiklerinin silah ve malzeme yardımından yoksun etmekle kalmamış, yarım milyonu aşkın İngiliz ve Fransız askerini üzerine çekmekle bu kuvveti, Alman cephesinden uzak tutmuş ve Almanya’nın Doğu Cephesi’ndeki Harekatını kolaylaştırmıştır.
7. Çanakkale Muharebelerinin diğer bir anlam ve önemi de, çöküntü donemini yaşamakta olan İmparatorluğun, dünya kamu oyunda yarattığı kötü imajın sonucu olarak, Türkün iyice tükendiği sanılan gücünün henüz tükenmemiş, koşullar nedenli ağır olursa olsun iyi sevk ve idare edilirse, tüm zorlukları yenebilecek güç ve inanca sahip olduğunu bu muharebelerde kanıtlamış olmasıdır.Bir başka deyişle düşman devletler, her nedense Osmanlı Devleti’ nın çöküşü olayıyla, onun asıl unsurunu oluşturan Türk ulusunun ceddinden miras olan savaş azim ve ruhuyla ,inanç gücünün birbirinden farklı şeyler olduğunu, bu muharebelerde çok daha iyi anlayabilmişlerdir.
8. Çanakkale Muharebeleri, Türk askerinin, dünyanın en güçlü zırhlıları ve en modern harp silah, araç gereç ve bol cephanesiyle donatılmış deniz ve kara ordularına karşı sergilediği başka ulusların askerleriyle kıyas götürmez direnç ,azim ve ruhu, Türk İstiklal Savaşımızın Kuvayi Milliye ruhuyla eş değer bir anlam taşıması açısından da ayrıca tarihsel bir değere sahiptir.
9. Gerçekten Boğaz Muharebesi’nde Birleşik Filo’nun kendisi için tehlikeler yaratan yalnız Dardanos Bataryası’nın yok edilmesi için kullandığı 400’ü aşan topçu mermisine karşın, sadece iki subayımızın şehit oluşu dışında, bataryaya ağır bir hasar verdirilememiştir. Halbuki Boğaz’daki obüs bataryalarımızın tek bir yaylım ateşi sırasında, Irresistable gemisinde 138 personelin yaşamını yitirdiği, İngiliz tebliğlerinde açıkça belirtilmiştir.
10. Çanakkale’de Türk askerleri, bol cephaneye dayanan, yoğun donanma ateşleri altında Türk’e özgü, sabır ve serin kanlılıkla görevinin başında kaya gibi dimdik ayakta kalmasını bilmiştir .Öte yandan bu dev armadalar, ateş etmesinden bile kuşkuya düşülen eski birtakım demode toplarla alay edercesine savaşıyor karadaki Türk topçusu, ona sadece 1900 mermi atabilirken, onlar tek bir bataryamıza (Dardanos”a) 4000 mermi kullanıyordu. Ne var ki, bu mermi yağmurundan karada hasar gören dört Türk topuna karşı, sadece batan düşman gemilerinin üstünde 44 topunun birden Boğaz sularına gömüldüğü görülüyordu.
11. Aynı Birleşik Filo’nun, 18 Mart Boğaz Muharebesi’nde, 18 savaş gemisinden 7’si savaş dışında kalırken, Çanakkale Müstahkem Mevkii, savaş gücünü olduğu gibi koruyabiliyordu. Keza Filonun mayın arama ve tarayıcıları, 11 mayın hattı üzerinde döşenmiş mayınlardan sadece üç adedini etkisiz hale getirebilmişti
12. Türk tabyalarında hasar gören toplardan çoğu, onarılıp kısa sürede ateşe hazır duruma sokuluyor, 3. bölgedeki (Boğaz’ın Marmara ile birleştiği kesim) tabya da, sapasağlam duruyordu. İşte bu durum karşısında Boğaz’ı geçemeden geri çekilen Birleşik Filo, Çanakkale’nin aşılamayan çetin savunması karşısında pes edip, yalnız denizden yapılacak zorlamalarla başarıya ulaşılamayacağı gerçeğini kabul etmek zorunda kalmıştır.
13. Dünyanın en büyük deniz gücüne sahip İngiltere’nin görkemli filosunun, Boğaz Muharebesi’nde düştüğü aczi, yarınların Çanakkale savunucuları hiç bir zaman hatırından çıkarmamalıdır. Çünkü, bu ve buna benzer saldırılar, geçmişte olduğu gibi gelecekte de yinelenebilir. Ne var ki 18 Martı unutarak böyle bir saldırıyı ileride de göze alabilecek düşmanlar, karşılarında dünyanın yeniliklerine gözlerini kapamış bir Osmanlı Devleti yerine, bu kez XX. yüzyılın en son bilim ve teknolojisine dayanan en modern silahlarla donatılmış bulunan Cumhuriyet Silahlı Kuvvetleri’ni bulacaktır.
14. Çanakkale Cephesi deniz ve kara harekatıyla birlikte mütalaa edildiğinde görülür ki, bu cephede geçen muharebeler, hasım kuvvet olarak katılmış olan Ingiltere ve Fransa’nın, bir yıl boyunca Gelibolu Yarımadası’nda yarım milyondan fazla büyük bir kuvveti tutmak zorunda kalmaları ve bunun % 50’sini kaybetmiş bulunmaları, haliyle diğer cephelere kuvvet ayırabilme açısından savaşın genel seyrini etkilemiştir.Keza Türklerin de bu cepheye ayırdığı 300.000’den fazla askerden verdiği zayiatın, 211.000’e ulaşmış olması diğer cephelerdekinden kıyaslanamayacak bir fazlalık göstermektedir.Bunun insan gücü açısından yarattığı boşluk, yalnız Birinci Dünya Harbi sırasında değil, onu izleyen Türk İstiklal Harbi boyunca da hissedilmiştir
Çanakkale zaferi sonrasi Albay (Miralay) rütbesi ile  - 1915

SİYASİ SONUÇLARI
1. Çanakkale’de denizde ve karada kazanılmış olan her iki zafer, Osmanlı’nın Balkan felaketiyle içte ve dışta sarsılmış bulunan devlet prestijini kurtarıp güçlendirmiş, hükümetin iktidarda kalış sürelerini uzatmıştı.Anlaşma Devletleri’nin savaşın başından beri bekledikleri hükümet krizi olmamış ve kabine değişikliğine de gidilmemiştir.
2. Türk ulusunun tarihini süsleyen çok sayıdaki zaferlerine, Çanakkale’de, bütün dünyanın gözü önünde bir yenisini daha ekleyerek elde ettiği parlak zafer, onun eski güç ve dinamizmini koruduğunu, çöküntü dönemini yaşayan ve can çekişen bir imparatorluk içinde hala kahraman bir ulusun varlığını, yeniden ortaya koymuştur. Bir başka deyişle Çanakkale’de ölmesini bilenler, Türk milletinin tarihten silinmeden yaşayacağını kanıtlamıştır.
3. Çanakkale Zaferi, Batılıların Doğulu müttefiki Rusya’ya ulaşmasına olanak tanımamış, mahsur kalan koskoca Çarlık Rusya’sı içerden çökerek, Bolşevikliğin pençesine düşmüştür.
4. Çanakkale’de Türk savunması aşılabilse ve Boğaz açılabilmiş olsaydı, savaş kısa sürede biter, Rus ihtilali patlak vermez, verse bile, İngiltere ve Fransa’nın işe karışmasıyla bu ihtilal daha başlangıçta boğulabilirdi. Böylece müttefikleriyle birlikte zaferi paylaşmakta gecikmeyecek olan Ruslar, Çarlarının taksim planı gereği kendilerine daha işin başında söz verilen Boğazlar ve İstanbul’u işgal etmiş ve Deli Petro’dan beri izledikleri, “Açık denizlere ulaşma” politikalarını gerçekleştirmiş olurlardı.
5. Anlaşma Devletleri’nin Çanakkale’deki başarısızlıkları henüz savaşa katılmamış olan Balkan Devletleri’nin tutumlarını da farklı yönlerde etkilemiştir.Bulgaristan, Merkez Devletleri’nin yanında yer alırken, Romanya, Yunanistan ve Italya’nın daha bir süre savaş dışında kalmalarını sağladığı gibi, Arap ayaklanmasını bir yıla yakın bir süre geciktirmiştir.
6. Çanakkale Muharebeleri, Ingiltere’nin savaşın başından beri Japonya’dan yapmakta olduğu yardım talebini artırmasını istemesine rağmen, Japonya’nın bu istekleri çeşitli bahanelerle kabul etmemesine yol açmıştır.
7. Birleşik Filo’nun ağır yenilgiye uğrayıp Boğaz’ı geçemeyişi, İngiltere ve Fransa’nın, siyasi ve askeri prestijini bir hayli sarsmış, özellikle Ingiltere’nin denizlerdeki tartışılmaz üstünlüğü imajını ortadan kaldırmıştı. Bu durum, adı geçen devletlerin sömürgelerinde bağımsızlık ve özgürlük akımlarının doğuşuna ve dolayısıyla dünya siyasi haritasını değiştiren bazı gelişmelere yol açmıştır.
8. Keza Avustralya ve Yeni Zelanda gibi Ingiliz dominyonu deniz aşırı ülke askerlerinin, sırf Ingiliz çıkarları uğruna Çanakkale’de Türklere karsı muharebeye zorlanıp, yabancı topraklarda hayatlarını yitirirken, kafalarında yer alan bir takım sorular (niçin ve kimin için döğüştükleri gibi), cepheden ailelerine gönderdikleri mektupların zamanla açıklanmasında anlaşılmaktaydı. Bu da, onlarda gitgide ulusal bilincin kıvılcımlarını oluşturmakta gecikmedi.
Nitekim, 9 Eylül 1922’de Yunanlılar lzmir’de denize döküldükten sonra, muzaffer Türk ordularının Boğazlar bölgesine yönelip yaklaşmaları üzerine, Churchill’in dominyonlardan yeniden yardım istediği, Avustralya başbakanının, “Tek bir askerin hayatına tehlikeye koymayacağını ve savaşa karar verilirse, dominyondan iş birliği istenmemesi gerektiğini” belirten anlamlı bir yanıtıyla karşılaşmıştı.
9. Çanakkale Muharebelerinin diğer ilginç bir yanı da, iki hasım ordunun döğüşken askerleri arasında yakınlaşmanın getirdiği dostluğun, zamanla artmış olmasıdır. Gerçekten Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe döğüşen Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleyerek, onların kendilerine tanıtıldığı gibi barbar bir ulusun çocukları olmadığını görüp anlamak fırsatını bulmuşlardı.İşte bu durum, ülkeler arasındaki siyasi ilişkileri de olumlu yönde etkilemiş ve savaş sonrasında, Avustralya ve Yeni Zelanda ile anlamlı dostlukların oluşmasının başlıca nedeni olmuştur.
10. Çanakkale Muharebelerinin bir başka ilginç tarafı da Orta Doğu’da bu günkü İsrail Devleti’nin kurulmasında etken bir rol almış olduğudur. Nitekim, Siyonist liderlerinden Vladimir Eugeueniç, Gelibolu’daki “Gönüllü Yahudi Birliğinin Hikayesi” adlı eserinde, konuyu açıkça şöyle dile getirmektedir “Gelibolu’ya yolladığımız 600 kadar gönüllü Yahudi askerlerinin savaşlar sırasında gösterdiği üstün çaba ve başarı, davamızın dünyaya tanıtılması ve dikkate alınması bakımından çok yararlı olmuştur.” Gerçekten Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermemişken, 2 Kasım 1917’de benimsenen “Balfour Bildirisi”, bu günkü İsrail’in kurulmasında etken olması açısından önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir.
11. Çanakkale Zaferi’nin daha ilginç ve anlamlı bir sonucu da, doğunun büyük bir imparatorluğunu oluşturan koskoca Çarlık Rusya’sının yıkılmasıyla kalmamış, ülkesinde güneş batmayan Batılı büyük devlet olan Büyük Britanya İmparatorluğu’nda da ilk yarayı açmaya yetmiş olmasıydı. Böylece emperyalizm tam çökmüş olmasa bile, bir hayli sarsılmıştır.
SOSYO EKONOMİK SONUÇLARI
1. Anlaşma Devletleri tarafından Boğazların açılarak Rusya’ya ulaşılması halinde Rusya, dış alım-satım olanağına kavuşacağından, ekonomik dengesini kurup sıkıntıdan kurtulacak, İngiltere-Fransa da Rusya ve Romanya’nın zengin buğday ürünlerinden yararlanıp, gerek silahlı kuvvetlerinin, gerekse halkının yiyecek gereksinimlerini sağlamış olacaklardı ki, bu gerçekleşememiştir.
2. Keza Boğazlar açılabilseydi, Tuna yolu da yeniden trafiğe açılıp Karadeniz’deki 120 parça ticaret gemisinden yararlanma olanağı elde edilecekti. Halbuki Çanakkale Zaferi, yalnız Rusya ile İngiltere, Fransa’nın değil, bunların aynı zamanda diğer Batılı devletlerle olan karşılıklı ticari ve ekonomik ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiş, ne İngiltere, Fransa müttefiki Rusya’ya ihtiyacı olan silah ve cephaneyi ulaştırabilmiş, ne de Rusya Batılıların ihtiyacı olan buğdayını Akdeniz’e aktarabilmişti.
3. Birinci Dünya Savaşı başında Boğazların kapatılıp, bu savaş sonuna kadar açılamaması, kuşkusuz uluslararası ticari ilişkileri de olumsuz yönde etkilemişti. Nitekim, Karadeniz’de; İngiltere, Rusya, Fransa, Belçika ve İtalya’nın toplam 85; Yunanistan, Romanya, Danimarka, İsveç ve Hollanda’nın toplam 27; Almanya, Avusturya-Macaristan’ın toplam 17 olmak üzere, genel toplamı l29’u ve toplam tonajı 350.000’i bulan ticaret gemisi mahsur kalmıştı.
4. Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında kısaca denebilir ki, Çanakkale’de Türk Zaferi, iki yıl uzayan savaş boyunca Doğulu ve Batılı müttefik devletlerin (Rusya-İngiltere-Fransa) ekonomilerinde sıkıntılar yaratmıştır. Bu durum, özellikle Rusya’yı bunalıma sürüklemiş ve sonunda rejim değişikliğine (komünizme) kadar gidebilmiş ve böylece de Rusya’nın savaş dışı kalmasına yol açmıştır.
5. Zaferin, yukarıdaki ticari ve ekonomik etkinliklerinin yanında, Türk ulusu açısından sosyal alanda da etkileri görülmüştür. Çanakkale deniz ve kara muharebelerinde toplam 211.000 insan zayiatı veren Türk ulusu, bu arada binlerce okumuş ve aydınını da kaybetmişti. Kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildiği sanılmaktadır. Böylece o günün koşullarında ülkenin beyin takımını oluşturan küçümsenemeyecek bir sayıya ulaşan bu kayıpların, olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, bu savaşı izleyen Türk İstiklal Savaşı’nda da fazlasıyla hissedilmiştir. Nitekim, 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün başlattığı inkılaplar ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekilmiştir.
Kemalist Aydinlanma Hareketi sayfasindan alintidir.

16 Mart 2016 Çarşamba

NEVRUZUN TÜRK DÜNYASINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ



NEVRUZ’UN  TÜRK DÜNYASINDAKİ  YERİ VE ÖNEMİ...

 Baharın başlangıcı olarak kabul edilen 21 Martta gece ve gündüz eşittir. Bu eşitlik insanların din, dil, ırk ayırımı yapılmadan herkesin eşit olduğu anlamına gelmektedir. 21 Marttan itibaren gündüzler uzayarak geceler kısalır. Bu coğrafik olayla, karanlıklar azalır aydınlık günler insanlığın hizmetine sunulur.  

21 Martın bir diğer anlamı da Nevruzdur. Farklı kültürel etkinliklerle kutlanan Nevruz;  Navruz, Novruz, Sultan-ı Nevruz, Navrez, Nevris, Mart Dokuzu, İlkyaz Yortusu, Küni, Ulustın Ulu,Yeni Yıl, Yeni Gün, Ergenekon, Çağan, Bahar Bayramı, Meyram, Yörük Bayramı gibi isimler altında da bilinmektedir.

Türk dünyası içinde kutlanan Nevruz etkinliklerine bir göz atacak olursak;


Kazak ve Kırgız Türklerinde yapılan “Noruz Köcü” isimli yemek adeta bir ikramın sunumu ve bereketin beklentisidir. Bayramı karşılamak adına, evler temizlenir, yeni ve güzel elbiseler giyilir. Mevlit okutularak bayramın manevi havasına bir şeyler daha eklenir. Ateş üzerinden atlamalar sevincin ve coşkunun bir dışa vurumu gibidir.

Semerkant, Buhara gibi Özbek illerinde, Nevruz bayramı tam bir festivale dönüşür. Bir hafta boyunca herkes birbirinin bayramını kutlar. Güreş müsabakaları, at yarışları ve horoz dövüşleri yapılarak halkın güzel vakit geçirmesi sağlanır.

Tacikistan’da  Nevruz, İslamiyet’e kadar ki dönemde 7 yiyecek kültürüne göre Mart ayı başından 21 Marta kadar kutlanırdı. İslamiyet sonrasında ise bu 7 yiyeceği simgeleyenlerden; temizliğin simgesi süt, yaşama sevincini anlatan tatlı, serinlik ve dinlenmenin simgesi şeker, kadının güzelliğini sergileyen tarak, yerini yeni simgelere bırakmıştır.

Afganistan da Nevruz doğum günü gibidir. En yeni elbiseler giyilir, akrabalar ve kabirler ziyaret edilir, dargınlıklar giderilmeye çalışılır.Güreş ve oğlak oyunları sevinci ikiye katlar.

Türkmenistan, Nevruza farklı bir boyut katarak dini bayram havası vermektedir. Halkın üzerinde Nevruz derin bir tesir bırakmaktadır.

Azerbaycan, birkaç kültürden oluşması nedeniyle Nevruzu 3 gün boyunca tören havasında geçirir. Mezarlık ve akraba ziyaretleri yapılır. Başta helva ve pilav olmak üzere yiyecekler fakir halk ile paylaşılır. Bu nedenle zengin ile fakir arasında bir bağ oluşur. Tohum çimlendirme yapılarak, gelecek dönemin daha verimli geçeceğine inanılır. “Gapı Pusma”, “Suya Yüzük Atma”, “Su Başı”, “Baca Baca” gelenekleri ile eski örf ve adetler devam ettirilir.

Tahtacı Türkmenlerinde,  21 Mart, Sultan Nevruz olarak anılır.Yaylaya çıkış günleri olan bu günlerde, Atalar Kültürü’nden esinlenerek, ölülerin yedirilip içirildiği gün olarak da kayıtlara geçer. Bugünlerde, çamaşırlar temizlenir, yöresel  yemekler yapılır. Ispanaklı börek, soğan kabuğu ile boyanmış yumurtalar, yufka, sarı burma, leblebi, lokum,çerez ile halk arasında “Halk Üleştirmesi” yapılır.Yiyecekler, geçmişlerinin ruhlarına yad edilerek, hem bugünü hem de geçmişi  bir araya getirme çabası vardır. Birlikte aynı ruhu yaşamaya çalışırlar.

Yörükler arasında, köy ve yaylalarda 22 Martta, şehirlerde ise Pazar gününe denk gelecek bir günde, yaylalara doğru hareket başlar. Önceden yaylara çıkmış olanlar, yeni gelenleri güler yüzle karşılayarak, misafirperverliklerini en güzel şekilde gösterirler. Gelenler için bir el silah atılarak, “Nevruzunuz kutlu, dölünüz hayır ve bereketli olsun.” şeklinde ki selamlaşmaya, kesilen kurbanlar, sunulan ikramlar ve imamlar tarafından yapılan şükür duaları eşlik eder.





Ülkemizde, Gaziantep ve civarında, 22 Mart günü Sultan Nevruzu olarak anılır. Diyarbakır’da eğlence ve mesire yerlerine gidilerek kutlanan Nevruz geleneği, Kars’ta “Baca Baca” ismi verilen kapı dinleme şeklinde uygulanır. “Baca Baca” ile ilk duyulan sözlerin gelecek dönemin habercisi olduğu düşünülür. Güzel sözler duyulduğunda günlerin güzel geçeceğine inanılır. Tunceli ve çevresinde, erkekler alınlarına sürdükleri karaları, su kenarlarında temizleyerek, dua ve niyazda bulunurlar. Giresun da “Mart Bozumu” adıyla, İzmir, Uşak, Sivas, Tekirdağ gibi yörelerde “Nevruz Şenlikleri” adı ile kutlamalar yapılır.

Anadolu kültüründe, Mart Dokuzu olarak kutlanan Nevruzda Mart İpliği olarak bilinen, ağaca bez bağlama adetiyle ağacın güneşten korunması sağlanır. Gençler tarafından eğlenceli bir şekilde kutlanan Nevruzda,  şarkılar ve  türküler söylenir, oyunlar oynanır, yemekler yenir, birlik ve beraberlik üzerine düzenlenen eğlenceler günün geç saatlerine kadar uzar gider.

Altay Türklerinde Nevruz Bayramı gibi kutlanan “Çılgayak Bayramı” vardır. Aynı ruhla kutlanan bu bayramda bir önceki yıldan toplanarak saklanan bitkilerin kandıklarından ve sargay adı verilen köklerinden yemekler hazırlanır. Bal katılmış yoğurt, dondurulmuş ve kurutulmuş et ve koyun tırnaklarından yapılan yemeklerle sofralar çeşitlenilir. Dört tahıl hazırlanarak “Kır Başına” vurmaya başladığında dört tahılın üzerine bırakılan Arçın ateşle alazlanır. Herkeste büyük bir sevinç vardır. Oyunlar oynanır, eğlenceler düzenlenir ve günün yorgunluğu ile karışık duygular içinde akşama doğru köye dönülürken söylenen şarkılarla devam edilir.
Gök Tanrı dini kültürünün hakim olduğu Sibirya Bölgesinde yaşayan Saha Türklerinde baharın gelmesi ve yılın bereketli geçmesi için Türkistan Kökenli Isıakh Bayramı adı verilen Tanrıya Şükür Bayramı  kutlanır.
Eski yıldan yeni yıla geçişi, ölümden sıyrılıp yeniden dirilişi, kısırlıktan kurtulup yeniden üremeye dönüşü kutlamak amacıyla Kaliforniya’da (ABD) yaşayan yerli Kızılderili Kabileleri ile Sibirya Saka, Altay, Hakas, Telvit, ve Tava bölgelerindeki eski Türk adetlerinde ve dini törenlerinde benzerlikler görülmektedir.
Nevruz şenliklerinde at yarışı, cirit, kılıç sallama, yamba kapma, güreş, at üstünde güç gösterisi, sinsin, hunt, gibi spora dayalı oyunlarla birlikte; koskosa deve, ekende yoh,-biçende yoh- yeyende ortak gardaş, kış boyay, yolbars,argımak, gibi halk tiyatrosu ve ortaoyunu şeklinde seyirlik oyunlara da rastlamaktayız. Mahalli eğlenceler olarak gençler arasındaki mani ve söyleşilerden halay, yaşıl yarpag, gızılgül, hahısta, benövşe, bahtiyar ve atışmalar önemli yer tutar.
Devlet erkanının büyükten küçüğe birbirlerine ve halka ikram ettikleri macunları (mesir macunu vs.), şerbetleri, ve hediyeleri de unutmamak gerekir.

Yeşil sarı kırmızı renklerle ilgili olarak da 1935’te Altaylarda VII –XI asırlarda yaşamış Türk Beylerinin mezarlarında yapılan kazılarda yeşil, sarı kırmızı, renkli ipekli elbise giydirilmiş cesetlerin bulunması bu üç rengin Göktürklerde milli olduğu kadar dini değere de haiz olduğunu göstermektedir. (Belleten sayı 43,1947)1110-1189 yıllarında yaşayan İranlı büyük ali Abdulcelil El Kazvi’nin ifadesine göre Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bayrağı, yeşil, sarı ve kırmızı renkteydi. Kitabun Nalez isimli eserinde, “Selçukluların melikleri ve sultanları, eğer yüzbin asker toplarsa, siyah sancak askerde bulunmaz, yerine yeşil, sarı, kırmızı renkli sancak bulunurdu.Yine aynı şekilde Osmanlı ordularında, sancaklar, bayraklar ve tuğlar  yeşil, sarı, kırmızı renkteydi.

Milli birlik ve beraberliğin,birlikte yaşama isteğinin güçlenmesi ve dayanışmayı sağlama adına, bolluk ve bereketin işareti Nevruzun ülkemizde ve dünyada güzelliklere ve barışa vesile olmasını dilerim.

Makalede yer alan bazı bilgiler için kaynakça: Hatice Emel AŞA, Yeni Avrasya Dergisi, Mart-Nisan 2000


11 Mart 2016 Cuma

TÜRK DEVRİMLERİ VE DEVRİM YASALARI


SALTANATIN KALDIRILMASI

Saltanatın ilgasına dair olan l Kasım 1922 tarihli kanunun metni şudur:
l – Teşkilâtı Esasiye kanunu ile Türkiye halkı, hukuku hâkimiyet ve hükümranisini, mümessili hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyet maneviyesinde, gayri kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve iradei milliyeye istinat etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle misak-ı millî hudutlun dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinden başka şekli hükümet tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı, hükümeti şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şeklî hükümeti 16 Mart 1920 tarihinden itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addetmiştir.

2 – Hilafet, Hanedan-ı Âli Osman’a ait olup, halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken erşed ve eslah olanı intihap olunur. Türkiye devleti, makamı hilafetin istinatgahıdır.”
CUMHURİYETİN İLANI25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı, Büyük Millet Meclisi’nde çalışma güçlüğünü ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akşamına kadar kabine kurulamaması üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa, Çankaya köşkünde yemek sırasında arkadaşlarına; “Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” diyerek görüşünü açıkladı. 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusunda tartışıldı. Sorun çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan düşüncelerini açıklaması istendi. Mustafa Kemal Paşa, bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyetin ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu. Grupta cereyan eden uzun müzakereler sonunda, Cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Parti Grubu’ndan sonra, Meclis toplanarak hazırlanan kanun tasarısını aynen kabul etti.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASIKanun No : 431
Madde1- Halifenin görevine son verilmiştir.Halifelik Hükümet ve Cumhuriyetin anlam ve kavramı içinde esasen mevcut olduğundan, Hilafet Makamı kaldırılmıştır.
Madde 2- Görevinden alınan Halife ve Osmanlı Saltanatı kökeninden gelen erkek ve kadın tüm kişiler ve damatlar, Türkiye Cumhuriyeti içinde oturmak hakkından sonsuza dek yasaklıdırlar. Bu soya bağlı kadınlardan doğmuş kimseler de Osmanlı soyundan sayılırlar.
Madde 3- İkinci maddede belirtilen kişiler, bu yasanın yayımı tarihinden başlayarak en geç on gün içinde Türkiye Cumhuriyeti ülkesini terk etmek zorundadırlar.
Madde 4- İkinci maddede belirtilen kişilerin Türk Vatandaşlık sıfatı ve hukuku kaldırılmıştır.
Madde 5- Bundan böyle, ikinci maddede anılan kimseler, Türkiye Cumhuriyeti’nde taşınmaz mal elde edinemezler.
Madde 6- İkinci maddede anılan kimselere, yol giderlerine karşılık bir kerelik ve kazanımlarının değeri ile orantılı olmak üzere hükümetçe uygun bir miktar (para) ödenecektir.
Madde 7- İkinci maddede anılan kişiler, Türkiye Cumhuriyeti içindeki tüm taşınmaz mallarını bir yıl içinde Hükümetin bilgisi ve onayı ile, elden çıkarmaya mecburdurlar. Bu taşınmaz malları elden çıkarmadıklarında bunlar, Hükümet tarafından satılarak bedelleri kendilerine verilecektir.
Madde 8- Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti içindeki tapulu taşınmaz malları ulusa geçmiştir. (millileştirilmiştir)
Madde 9- Kaldırılan padişahlık sarayları ve kasırları ile bunların bağlantıları içinde bulunan eşyalar, takımlar, tablolar, sanatsal yapıtlar ve diğer taşınır mallar ulusa geçmiştir.
Madde 10- Padişah malları adı altında olup evvelce ulusa devredilen mallar ile birlikte, kaldırılan padişahlığa ait tüm taşınmaz mallar ve eski hazine mevcutları ile birlikte saray ve kasırlar ve bağlantıları ve arazileri ulusa geçmiştir.
Madde 11- Ulusa geçen taşınır ve taşınmaz malların saptanması ve korunması için bir yönetmelik yapılacaktır.
Madde 12- Bu yasa yayımı tarihinden geçerlidir.
Madde 13- Bu yasa bakanlar kurulu tarafından yürütülür.
İNKILAP KANUNLARI (DEVRİM YASALARI)
1) TEVHİDİ TEDRİSAT KANUNU
(ÖĞRETİMİN BİRLEŞTİRİLMESİ)
Kanun Numarası : 430
Kabul Tarihi : 3/3/1340 (1924)
Yayımlandığı R. Gazete : Tarih : 6/3/1340 Sayı : 63
Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 5 Sayfa : 322
Madde 1- Türkiye’deki bütün bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır.
Madde 2- Şer’iye ve Evkaf Vekaleti veya özel vakıflar tarafından yönetilen bütün medrese ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır.
Madde 3- Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde, okullara ve medreselere ait olan birikimler, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine devredilecektir.
Madde 4- Milli Eğitim Bakanlığı’nca, yüksek din uzmanları yetiştirmek için, Üniversitede bir ilahiyat fakültesi açılacak ve imamet ve hatiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için de ayrı okullar açılacaktır.
Madde 5- Bu yasanın yayımı tarihinden başlayarak genel eğitim ve öğretimle görevli olup, şimdiye keder Milli Savunmaya bağlı olan askeri ortaokul ve liseler ile, sağlık bakanlığına bağlı olan yetim yurtları bütçeleri ve eğitim kadroları ile birlikte Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Bu ortaokul ve liselerde bulunan eğitim gruplarının bağlantıları, bundan sonra ait oldukları bakanlıklar arasında değişiklik suretiyle düzenlenecek ve o zamana kadar orduya bağlı olan öğretmenler orduya bağlılıklarını sürdüreceklerdir.
Madde 6- Bu yasa yayımı tarihinden geçerlidir.
Madde 7- Bu yasanın yürütülmesinden hükümet sorumludur.

2) ŞAPKA İKTİSASI HAKKINDA KANUN
(ŞAPKA VE KIYAFET KANUNU)
Kanun Numarası : 671
Kabul Tarihi : 25/11/1925
Yayımlandığı R.Gazete : Tarih : 28/11/1925 Sayı : 230
Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 7 Sayfa : 108
Madde 1 – Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idarei umumiye ve hususiye ve mahalliyeye ve bilümum müessesata mensup memurin ve müstahdemin Türk milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir.Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını hükümet meneder.
Madde 2 – İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren meriyülicradır.
Madde 3 – İşbu kanun Büyük Millet Meclisi ve İcra Vekilleri Heyeti taraflarından icra olunur.
Atatürk, 23 Ağustos 1925’te Kastamonu ve İnebolu’ya yaptığı seyahatlerde şapkayı halka göstererek giysi devriminin ilk işaretini verdi. “Biz her nokta-i nazardan medeni insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Medeni ve beynelmilel kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir onu giyeceğiz.” diyen Atatürk, 27 Ağustos 1925’te de İnebolu’da “Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir.” diyerek, medeni yaşayışa uyan kıyafetin kabulü gerekliliğini belirtmiştir.

Atatürk’ün uyarması üzerine daha 25 Kasım 1925 tarih ve 671 Sayılı Şapka Kanunu çıkmadan önce vatandaşlar şapkayı giymiş ve bu yenilik, medeni kıyafet değişimi olarak halk arasında iyi karşılanmıştı. Bundan sonra, cüppe ve sarık giymek yasaklanmış, bu kıyafetleri giyme hakkı yalnız din adamlarına tanınmıştı.
3) TEKKE VE ZAVİYELERLE TÜRBELERİN SEDDİNE VE TÜRBEDARLIKLAR İLE BİR TAKIM UNVANLARIN MEN VE İLGASINA DAİR KANUN
Kanun Numarası : 677
Kabul Tarihi : 30/11/1925
Yayımlandığı R. Gazete : Tarih : 13/12/1925 Sayı : 243
Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 7 Sayfa : 113
Madde 1 – Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhının tahtı tasarrufunda gerek suveri aharla tesis edilmiş bulunan bilümum tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin diğer şekilde hakkı temellük ve tasarrufları baki kalmak üzere kamilen seddedilmiştir. Bunlardan usulü mevzuası dairesinde filhal cami veya mescit olarak istimal edilenler ipka edilir.
Alelümum tarikatlerle şehlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur. Türkiye Cumhuriyeti dahilinde salatine ait veya bir tarika veyahut cerri menfaate müstenit olanlarla bilümum sair türbeler mesdut ve türbedarlıklar mülgadır. Seddedilmiş olan tekke veya zaviyeleri  veya türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden ihdas edenler veya ayını tarikat icrasına mahsus olarak velev muvakkaten olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar veya bunlara mahsus hidematı ifa veya kıyafet iktisa eyleyen kimseler üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere cezayı nakdiile cezalandırılır.
(Ek: 10/6/1949 – 5438/1 md.) Şeyhlik, Babalık ve Halifelik gibi mensupları arasında baş mevkiinde bulunanlar altı aydan az olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasından başka bir yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar (1).
(Ek: 1/3/1950 – 5566/1 md.; Değişik: 7/2/1990 – 3612/5 md.) Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Kültür Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler tayin edilir.
Madde 2 – İşbu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 3 – İşbu kanunun icrasına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
(1) 13/7/1965 tarih ve 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun geçici 2 nci maddesiyle sürgün cezası kaldırılmıştır.
Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve zaviyeler zamanla yozlaşmış ve toplumsal alanda bölünme ve gruplaşmalara sebep olmuştu. Uygar ve ileri bir millet olma amacını güden toplumumuz için tekke, zaviye, türbe ve tarikat gibi engeller kaldırılması zorunlu kurumlardı. Atatürk, Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te söylediği bir nutukta türbelerin, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini vermiştir; “Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kabul edilmiş ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun, bütün tarikatlarla birlikte, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.
4) TÜRK KANUNU MEDENİSİ
Kanun Numarası : 743
Kabul Tarihi : 17/2/1926
Yayımlandığı R. Gazete : Tarih : 4/4/1926 Sayı: 339
Yayımlandığı Düstur : Tertip: 3 Cilt: 7 Sayfa: 237
Madde 108 – Evlenme; Reşit iki şahit muvacehesinde belediye dairesinde veya heyeti ihtiyariyede, belediye reisi veya reisin evlenme işlerine memur ettiği vekili veya muhtar tarafından alenen akdolunur. Evleneceklerden birinin belediye veya heyeti ihtiyariyeye gelemiyecek derecede hastalığı tabip raporiyle tebeyyün ederse, evlenme başka bir yerde dahi akdolunabilir.
Madde 110 – Evlendirme memuru merasiminin hitamı üzerine derhal karı ve kocaya bir evlenme kağıdı verir. Evlenme kağıdı ibraz edilmeden, evlenmenin dini merasimi yapılamaz. Bununla beraber evlenmenin tamamiyeti dini merasimin icrasına mütevakkıf değildir.
4 Ekim 1926 tarihinde Türkiye’de Medeni kanun yürürlüğe girdi. Medeni Kanun ile ilgili haber ertesi günkü Milliyet gazetesinde şöyle duyuruldu: “Türkiye dün medeni ve içtimai inkılabını fiilen yaptı ve medeni kanunun tatbikatına başlandı. Bundan sonra, ne bir saniyelik sinirin verdiği cinnet nöbetiyle ” benden boşsun” demekle karı boşanabilecek, ne de aile işlerimiz sarığın tasallutu altında kalabilecektir. Şimdi her Türk kayıtsız şartsız kendi medeni hakkına sahiptir.”
5) BEYNELMİLEL ERKAMIN KABULÜ HAKKINDA KANUN
Kanun Numarası : 1288
Kabul Tarihi : 20/5/1928
Yayımlandığı R.Gazete : Tarih: 28/5/1928 Sayı : 900
Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 9 Sayfa : 610
Madde 1 – Devlet, vilayet, şehremaneti ve belediyeler gibi resmi devair ve müessesatın bilümum muamelatı tahririye ve hesabiyesinde beynelmilel rakamların kullanılması mecburidir.
İşbu mecburiyetin efrat ve eşhası hususiye arasındaki muamelatta dahi tatbikını en kolay mahallerden başlamak suretiyle 1931 Haziranına kadar temine Hükümet mezundur.
Madde 2 – Bu kanun 1 Haziran 1929 tarihinden muteberdir.
Madde 3 – Bu kanunun hükmünü icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Osmanlı Devleti’nde kullanılan saat, takvim ve ölçüler, Avrupa devletlerinde kullanılanlardan farklıydı. Bu durum, sosyal, ticarî ve resmî ilişkileri zorlaştırıyor, bazı karışıklıklara sebep oluyordu. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu farklılığı gidermek için bazı çalışmalar yapıldı. Fakat yeterli değildi. Cumhuriyetin ilânından sonra bu zorluklan ortadan kaldırmak için çalışmalara başlandı. Önce 26 Aralık 1925’te çıkarılan bir kanunla, o zamana kadar kullanılmakta olan, Hicrî ve Rumî takvimlerin yerine Milâdî takvim kabul edildi, 1 Ocak 1926’dan itibaren de kullanılmaya başlandı. Böylece devlet işlerinde karışıklık önlendi. Takvimdeki bu değişikliğin yanında, alaturka denilen, güneşin batışına göre ayarlanan saat yerine, çağdaş dünyanın kullandığı saat sistemi kabul edildi. Batıdan alınan zaman ölçüsü ile bir gün 24 saate bölünüp, günlük hayat düzene sokuldu. 1928 yılında yapılan bir değişiklikle milletlerarası
rakamlar kabul edildi.
1931’de kabul edilen bir kanunla eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirildi. Eskiden kullanılan arşın, endaze, okka gibi ölçü birimleri kaldırıldı. Bunların yerine uzunluk ölçüsü olarak metre, ağırlık ölçüsü olarak kilo kabul edildi. Uzunluk ve ağırlık ölçülerinde yapılan bu değişikliklerle ülkede ölçü birliği sağlandı. Bu yeniliklerin yanında millî bayramlar ve tatil günleri de yeniden düzenlendi. 1935’te çıkarılan bir kanunla, cuma günü olan hafta tatili değiştirilip, cumartesi öğleden sonra ve pazar günü hafta tatili olarak kabul edildi.
6) TÜRK HARFLERİNİN KABUL VE TATBİKİ HAKKINDA KANUN
Kanun Numurası : 1353
Kabul Tarihi : 1/11/1928
Yayımlandığı R.Gazete : Tarih : 3/11/1928 Sayı : 1030
Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 10 Sayfa : 3
Madde 1 – Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk harfleri) unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.
Madde 2 – Bu Kanunun neşri tarihinden itibaren Devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir.
Madde 3 – Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin Devlet muamelatına tatbiki tarihi 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçemez. Şu kadar ki evrakı tahkikiye ve fezlekelerinin ve ilamların ve matbu muamelat cetvel ve defterlerinin 1929 Haziran iptidasına kadar eski usulde yazılması caizdir. Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nüfus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyet ve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.
Madde 4 – Halk tarafından vakı müracaatlardan eski Arap harfleriyle yazılı olanlarının kabulü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir. 1928 senesi Kanunuevvelinin iptidasından itibaren Türkçe hususi veya resmi levha, tabela, ilan, reklam ve sinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi, resmi bilcümle mevkut, gayrı mevkut gazete, risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
Madde 5 – 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
Madde 6 – Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün daire müesseselerinde kullanılan kitap, kanun, talimatname, defter, cetvel kayıt ve sicil gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
Madde 7 – Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
Madde 8 – Bilümum bankalar, imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler, cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harflerinin tatbikı 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçemez. Şukadar ki halk tarafından mezkür müesseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vakı olduğu takdirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter, cetvel, kataloğ, nizamname ve talimatname gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
Madde 9 – Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.
Madde 10 – Bu Kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 11 – Bu Kanunun ahkamını icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Kasım 1928’de Latin esasından alınan harfler, (Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere de yer vererek) “Türk harfleri” adıyla 1353 Sayılı Kanunla kabul edilmiştir. Yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine Türk harflerinin alınmasını ifade eden Harf Devrimi yapılmıştır.
Aslında Atatürk, 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul’da Sarayburnu Parkı’nda düzenlenmiş bir şenlik sırasında, Harf Devrimini halka şöyle duyurmuştur; “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz.(…) Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, Milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir.”
7) LAKAP VE UNVANLARIN KALDIRILMASINA DAİR KANUN
Kanun Numarası : 2590
Kabul Tarihi : 26/11/1934
Yayımlandığı R. Gazete : Tarih : 29/11/1934 Sayı : 2867
Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 16 Sayfa : 6
Madde 1 – Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlariyle anılırlar.
Madde 2 – Sivil ve rütbe ve resmi nişanlar ve madalyalar kaldırılmıştır ve bu nişan ve madalyaların kullanılması yasaktır. Harb madalyaları bundan müstesnadır. Türkler yabancı Devlet nişanları da taşıyamazlar.
Madde 3 – Askeri rütbelerden adın başına gelmek üzere kara ve havada Müşürlere Mareşal, Birinci Ferik, Ferik ve Livalara General, Denizde Birinci Ferik, Ferik ve Livalara Amiral denilir. Generallerin ve Amirallerin derecelerini gösteren unvanlarla Deniz Müşürleri unvanlarının ve diğer askeri rütbelerin karşılıkları Ali Askeri Şürası kararı ve İcra Vekilleri Heyetinin tasdikı ile konulur.
Madde 4 – Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 5 – Bu kanunun icrasına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
NOT: Bu kanunun, 27/7/1967 tarih ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa aykırı olan hükümleri mezkür Kanunun 208. maddesinin (h) bendi ile yürürlükten kaldırılmıştır.
21 Haziran 1934’te çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile her vatandaşın öz adından başka bir de, soyadı taşıması zorunlu kılındı. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı. Soyadı kanununun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 yılında 2258 Sayılı Kanunla, TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşaya Atatürk soyadını verdi.
1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da; “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Paşa” gibi, eski toplum zümrelerini belirten unvanlar kaldırıldı. Aynı kanunla yurt savunmasında, Milli Mücadelede gösterilen başarılar karşılığı verilen madalyalar dışında, eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm nişan ve rütbeleri taşımak da yasaklandı.
8-BAZI KİSVELERİN GİYİLEMİYECEĞİNE DAİR KANUN
Kanun Numarası : 2596
Kabul Tarihi : 3/12/1934
Yayımlandığı R. Gazete : Tarih : 13/12/1334 Sayı : 2879
Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 16 Sayfa : 24
Madde 1 – Her hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler haricinde ruhani kisve taşımaları yasaktır.
Hükümet her din ve mezhebden münasib göreceği yalnız bir ruhaniye mabed ve ayin haricinde dahi ruhani kıyafetini taşıyabilmek için muvakkat müsaadeler verebilir. Bu müsaade müddetinin hitamında onun aynı ruhani hakkında yenilenmesi veya bir başka ruhaniye verilmesi caizdir.
Madde 2 – Türkiye’de kanuna tevkifan teşekkül etmiş ve edecek olan izcilik ve sporculuk gibi topluluklar ve cemiyet ve kulüb gibi heyetler ve mektebler mahsus kıyafet, alamet ve levazım taşımak istedikleri zaman yalnız nizamname veya talimatname ile muayyen tiplere uygun kıyafet, alamet ve levazım taşıyabilirler.
Madde 3 – Türkiye’de bulunan Türklerin ve yabancıların, yabancı memleketlerin siyaset, askerlik ve milis teşekkülleri ile münasebetli kıyafet ve alametlerini ve lavazımını taşımaları yasaktır.
Madde 4 – Ecnebi teşekkül mensuplarının kendi kıyafet, alamet ve levazımları ile Türkiye’yi ziyaret etmeleri, İcra Vekilleri Heyetince tayin olunacak mercilerin müsaadesine tabidir.
Madde 5 – Türkiye Devleti nezdine memur bulunanların kıyafetleri beynelmilel mer’i adetlere tabidir.
Müsaadei mahsusa ile gelen yabancı memleketler kara, deniz, hava kuvvetlerine mensup kimselerin resmi üniformalarını nerelerde ve ne zaman taşıyabilecekleri İcra Vekilleri Heyeti karariyle tayin olunur.
Madde 6 – Bu kanunun tatbik suretini gösterir bir nizamname yapılır.
Madde 7 – Birinci maddenin hükümleri bu kanunun neşri tarihinden itibaren altı ay sonra ve diğer maddelerin hükümleri kanunun neşri tarihinden itibaren mer’idir.
Madde 8 – Bu kanunun icrasına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.