7 Temmuz 2016 Perşembe

TÜRK TARİH TEZİ VE ATATÜRK (2-11 Temmuz 1932 Birinci Türk Tarih Kurultayı) - Metin AYDOGAN





“Türkiye’de arkeolojik kazılar, birçok yerde birden başladı ve arttı. 1931’den beri Atatürk, kendisinden miras umulan ‘halalara yapılan resmi ziyaretler’ gibi, bunların her birini ayrı ayrı ziyaret etti. Hititler; dev gibi heykeller, sakallı tanrılar, üstü çivi yazısı ya da hiyeroglif yazılarla dolu pişmiş topraktan küçük parçalar bırakmıştı. Tabletlerin bulunması; mutlu, göz kamaştırıcı ve zafer dolu bir sonuçtu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, ilk kez Lozan’da Batı devletlerine karşı büyük bir yengi kazanmış olan yeni Türk, şimdi düşün alanında, birincisinden daha parlak, belki de ondan da yararlı ve ulusal gururu daha çok okşayan ikinci bir zafer kazanmıştı. Ve bu zafer, ne öç alıştı! Lloyd George’un (İngiltere Başkanı y.n.) göçebe-barbar diye nitelendirdiği Türk, Hitit’i ortaya koyarak, İngilizler’e, Fransızlar’a, İtalyanlar’a ve bunların küçücük Yunanlı dostlarına, gerçekte tümünün efendisi ve babası olduğunu kanıtlıyordu. Bu gerçeği, bütün vicdanımızla kabul etmeliyiz. Gerçekler, artık geri dönülmez bir biçimde ortayakonmuştur ve klasik olan bu ‘Coup de Theatre’, (tiyatroda beklenmeyen ani gelişme)klasiklerin en olgunudur”.
La Turguie devoilee-Marcel Sauvage

Bilinmeyen Türk Tarihi

Milli Eğitim Bakanlığı’yla Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 2-11 Temmuz 1932 günlerinde Ankara’da bir tarih kurultayı düzenledi. Öğretim üyeleri, uzmanlar, araştırmacılar ve tarih öğretmenlerinin katılacağı kurultayda; bilimsel tartışmalar yapılacak, yeni bir tarih anlayışı oluşturmak için Türk tarihinin genel esasları belirlenecek ve sonuçlar milli eğitim programlarına yansıtılacaktı.
Kurultay’da birçok bildiri tartışıldı, konuşmalar yapıldı. Bunlar içinde, yaşlı üyelerden İhsan Şerif Bey’in Kurultay’ın başında yaptığı duygulu konuşma, Türk tarihinin o dönemdeki durumunu ve Kurultay’ın ne denli güç bir işe giriştiğini gösteren bir konuşmaydı. Şerif Bey şunları söyledi: “Kırk beş yıldır tarih okutuyorum. Bu uzun zamanın her yılında, benim için çok üzüntülü günlerim vardır. Bu günler, dersimin, Türkler konusuna geldiği günlerdir. Anlatış biçimim cansızdır, coşkusuzdur, yavandır. Nedeni, Orta Asya yaylasına, binlerce yıllık o ata yurduna ilişkin benim de diğer meslektaşlarım gibi, pek az şey bilmemdi. O günlerde çalışır, uğraşır, biraz coşku duymak için yiyecekmiş gibi kitaplara sarılırdım. Saatler geçer, sonunda yorgun, kötümser ve üzgün kalırdım”.1

Kendini Yadsıma (İnkar)

Osmanlı Devleti’nin yüz elli yıllık ilk dönemi dışında, Türklere ve Türklüğe karşı tutumu, tam olarak bir kendini inkâr durumuydu. Fatih ve Yavuz’la yoğunlaşan yabancılaşma, Anadolu Türklüğü üzerinde, geleneksel bir baskıya dönüşmüş; Türk kimliğini, devlet değil, büyük bir bedel ödeyerek ve devlete rağmen halk yaşatmıştı.
Devlet kadrolarında Türk unsuruna kesin olarak yer verilmemiş, ümmetçiliğin biçim verdiği siyasi düzen içinde Türk tarihi ve kimliği ezilmişti.
Osmanlı Devleti’nin resmi görüşüne göre, “tarihte Türk soyu diye bir şey yoktu. Yalnızca, ya Müslümanlar ya Araplar vardı. İslam tarihinin uluları Araplardı. Araplar, Kürtler, Arnavutlar övgüye değer uyruklardı. Padişahların ve Hanedanın bağını yıllarca önce kestiği Türkler ise, adı bile anılmaya değmez, değersiz ve kıymetsiz bir topluluktu”.2
Macaristan’da Türkoloji’nin kurucusu sayılan tarihçi Arminius Vambert (1831-1913) Türkiye’de çalıştığı dönemde, “Türklüğün Türkiye’de bilinmediğini gördüğünü” söyler ve “hayret verici bir durum” olarak nitelendirdiği bu gerçeği şu sözlerle dile getirir: “Türk sözcüğü Türkiye’de, kabalık ve vahşet anlamında kullanılıyor. Ben Edirne’den Çin Denizi’ne kadar yayılan Türk ırkının önemine dikkat çektikçe bana, ‘herhalde bizi Kırgızlarla, Tataristan’ın kaba göçebeleriyle bir tutmuyorsunuz’ diyorlardı. İstanbul’da, Türk tarihi ve Türk dili konusuyla ilgilenen birkaç kişi dışında hiç kimse bulamadım”.3

Atatürk ve Tarih

Atatürk’ün tarihe duyduğu ilgi ve öğrenme isteği, okul sıralarında başlamıştı. Elde edebildiği her kitabı okuyor, sorgulayıcı irdelemeler ve yaşamla ilişkilendirdiği yorumlarla, tarih konusunda kendisini yetiştiriyordu. “Savaş cephelerinde bile”, ara vermediği okumalarını, bilimsel araştırmaya dönüştürerek ölümüne dek sürdürdü.
Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra, 1923 yılında, tarih eğitimi veren tek yüksek eğitim kurumu olan İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne bir yazı gönderdi. “Türk kültürünün odağı” saydığı Fakülte’den ve onun “Profesörler Kurulu’ndan”“ulusal bağımsızlığın bilim alanında tamamlanması için tarihin incelenmesini” istedi.4 Doyurucu yanıt alamadı ve konuyla kendisi ilgilenmeye karar verdi.

Dil ve Tarihe Yöneliş

1924-1928 arasındaki yoğun siyasi çatışmalar ve gerçekleştirilen devrimlerin ağır yükü, bu dönem içinde tarihe zaman ayırmasına olanak vermedi. İç çatışmaların son bularak, ekonomi ve kültür alanlarındaki atılımlar için uygun ortamın oluşmasıyla, Dil Devrimi’yle birlikte tarih araştırmalarını da gündemine aldı. Birlikte yürüttüğü bu iki çalışmaya, büyük zaman ayırdı ve yoğun emek verdi.
Türk tarihiyle ilgili, aydınlatılmasını gerekli gördüğü sorunları, yıllar önce belirlemiş, ancak ele alamamıştı. 1928 yılında girişeceği araştırmada, başlangıç olarak şu sorulara yanıt arayacaktı: “Anadolu’nun en eski yerli halkı kimlerdir?... Anadolu’da ilk uygarlık nasıl oluşmuş, ya da kimler tarafından getirilmiştir?... Türklerin dünya tarihi ve uygarlığı içindeki yeri nedir?... Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının kuruluş ve yayılış nedenleri nelerdir?...İslam tarihinin gerçek niteliği ve Türklerin İslam tarihindeki rolü nedir?...”5

Yoğun Uğraş

Bilinmezlikler ve ön yargılarla dolu tarihsel olguların, bilimsel değeri olan bir çalışmayla ortaya çıkarılması, bu çalışmanın içte ve dışta onay gören bir tarih tezi haline getirilmesi, güç bir işti. Bilgiyle donanmış nitelikli araştırmacılara, iyi bir örgütlenmeye, düzenli ve sabırlı bir çalışmaya gereksinim vardı. 1928’den sonra kendini yoğun olarak bu işe verdi. Okuyor, okutuyor, tartışıyor ve yurt dışına araştırmacılar göndererek bilgi ve belge toplatıyordu. “Bakanlara, milletvekillerine, profesör ve öğretmenlere görevler veriyor”, raporlar hazırlatıyordu.6
Türkiye topraklarında yeni bir devlet kuran ve tarihi unutturulan bir ulusun, kökenini ortaya çıkaracaktı. Önem verdiği bu işe girişirken; “Güçlü devletler kuran atalarımız, büyük ve kapsamlı uygarlıklara da sahip olmuştur. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe ve dünyaya bildirmek, bizler için bir borçtur”7 “Türk çocuğu geçmişini tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır”8 “eğer bir millet büyükse, kendini tanıdığında daha büyük olur” diyordu.9

Anadolu ve Orta Asya

Ona göre Anadolu, kimi tarihçilerin söylediği gibi kavimlerin gelip geçtiği bir uygarlıklar köprüsü değil, kendi çevresini de etkileyen başlı başına özgün “birçok uygarlığın beşiği ve geliştiği yerdi”.10
Tarihin saptadığı yalın gerçek, Anadolu’nun aldığı Türk göçünün, 1071’de başlayan yalnızca bin yıllık son dönemi kapsamıyor olmasıydı. İkinci bin yılın başındaki göç dalgası, Orta Asya’dan Anadolu’ya yönelen büyük göçlerin sonuncusuydu.
Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Kayı Oymağı, büyük Oğuz boyunun, ancak küçük bir ucuydu. Oğuzlar daha önce İran, Irak, Suriye ve Anadolu’ya yayılanBüyük Selçuklu Devletini kurmuştu.11
Onlardan önce, Orta Asya, Afganistan, Hindistan ve İran’da; Karahanlılar,SamanoğullarıGazneliler devletlerini kurmuş, parlak uygarlıklar yaratmışlardı.Karahanlılar, İslamiyeti kabul eden ilk Türk devletiydi. İslamiyetten önceki büyük Göktürkdevleti ve daha eski devletler, Türklerin tarihini İsa’dan çok öncelere, HititlereSümerleredek götürüyordu.12
“Binlerce yıl deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelen”13 Orta Asya göçlerini anlamak, “göç zincirinin halkalarını tamamlamak” ve “Türk kavmi ile ilgisini bulmak” için, “Anadolu’daki tarihsel temellerimizi derinlerde aramak” gerekiyordu.14
Türkiye’nin geçmişini öğrenmek için, araştırmaların Orta Asya’yla ilişkilendirilmesi gerektiğini gördü ve ilgisini bu alanda yoğunlaştırdı. Bitmeyen göçler“ele geçirmeler (fetihler)” ve “yok oluşların”; nedenlerini çözme çabaları, bu çabaya girenleri ister istemezOrta Asyaya götürüyordu.
Türk tarihinin üzerindeki perdeyi kaldırmak ve gerçeği öğrenmek için; göçlerinkaynağına gitmek, giderken de Anadolu’daki tarihsel temele ağırlık vermek gerekiyordu. Nitekim kendisi, çevresindeki tarihçiler ve Türk Tarih Kurumu, bu anlayışla yoğun bir çalışma içine girdi ve kısa bir sürede, Türk tarihi araştırmalarında önemli bir ilerleme sağlandı.
En  eski uygarlıkların yaratıcısı olanlar, örneğin “Hititler ya da Urartular, buradan başka bir yere göç etmemişti”; Anadolu, “dışarıya göç vermemiş ama çok göç almıştı.” Bu nedenle“Anadolu uygarlığının gerçek sahipleri, tarihin ilk evrelerinden beri gelip bu uygarlığı yaratanlar ve onların bugün bu topraklarda yaşayan torunları, yani Türk milletiydi”“Anadolu uygarlığı, Türk milletinin atalarından kalan” “değerli bir mirastı”.15

Sümerler ve Hititler

Türk tarihçiler, Alman, Amerikalı, İngiliz ve Rus Kazıbilimcilerin (arkeolog), Mezopotamya deltasında, özellikle UrTelloKarkamış ve Lagaş'ta yaptıkları kazılara dayanarak; Tarihin ilk dönemlerinde, yüksek uygarlıklara ulaşmış büyük halklardan en az ikisinin, dilleri ve kültürleriyle Türk kökenli olduklarını ortaya çıkardılar. Hititler (M.Ö. 3000-1000) ve bundan iki bin yıl önce Sümerler Türktüler.16
İsviçreli tarihçi Jakop Burckhardt (1818-1897) ve Fransız Alfred Fabre-Luce Hitit, İngiliz kazıbilimci Sir Leonard Woolley (1880-1960) ise Sümer uygarlığını buldular. Bu alanda yoğunlaşan araştırmalar, “tarihi yeniden yazdıracak kadar önemli” sonuçlar getiriyordu.
Gelişmeler, Türk düşmanlığına dayanan geleneksel tarih anlayışına karşı, Avrupa’da Türk uygarlığına “tutkulu bir hayranlık” duyan tarihçilerin ortaya çıkmasına neden oldu.
Avrupa merkezci, tutucu tarihçiler şaşırmışlardı. Bunlardan biri olan ünlü Fransız tarihçi ve din bilgini Ernest Renan (1823-1892); “tarihin en güçlü ve en değerli uygarlığını, Türkler gibi şimdiye dek yakıp yıkmaktan başka marifet göstermemiş bir ırk nasıl yapmış olabilir. Gerçi gerçek, bazen gerçeğe benzemez. Eğer bize Samilerden ve Arilerden önceki uygarlıkların en yükseğini kuranların Türkler ya da Finuvalar olduğu kanıtlarla ispat edilirse, inanırız. Ancak bu kanıtların, onu kabul etmenin doğuracağı fecaat (yürekler acısı durum) kadar güçlü olması gerekir” diyordu.17
Fransız tarihçi Benoit Mechin’in görüşleri ikincilik içeriyordu.  Ona göre, “dünyanın bilinen ilk büyük uygarlığını Mezopotamya’da kurmuş olan Sümerler, Türklerin bir koluydu” ve “Sümer uygarlığını kuran Türk ırkıdünya kültürünün doğuşuna önderlik etmişti”.18
Nubert de Bischof’un görüşü Mechin’in görüşlerine benziyordu ve şöyleydi: “Yeni buluşlar ışığında bütün Asya ve Doğu Avrupa tarihi yeni bir görünüm alıyor. Turan halklarının yaratıcı dinamizmini ortaya koyan bulgular, tarihi, eğer değiştiriyor demeyeceksek, etkiliyor. Dün, tarihi olmayan ve Müslüman halklar karmaşasında boğulmuş bulunan Türk ırkı, yalnızca bölgesinin gelişmesinde en kuvvetli güç kaynaklarından biri değil, onunla birlikte tarih öncesi karanlıklarda aklın ışığını fışkırtan ilk insanlığın da soyu oluyordu”.19
Doğu’dan gelerek Aşağı Mezopotamya’ya yerleşenler; akarsuları düzenlemişler, bataklıkları kurutmuşlar, kanallar açarak tarım alanlarını genişletmişlerdi. Başka göç kolları, Anadolu’ya yerleşerek Hitit, Batı’ya giderek TruvaGiritLidya ve İyonya kültür merkezlerini oluşturan Ege uygarlığını oluşturmuşlardı.20

İlk Ürünler

Çalışmalar, kısa bir süre içinde derleme, çeviri ve telif yoluyla, 606 sayfalık Türk Tarihinin Ana Hatları adlı yapıtın ortaya çıkmasını sağladı ve bu yapıt 100 adet bastırılarak tartışmak-eleştirmek üzere uzman kişilere dağıtıldı. Eleştiriler değerlendirilerek 1931 yılında, 87 sayfalık bir başka çalışma, Türk Tarihinin Ana Çizgileri-Giriş Bölümü hazırlandı ve 30 bin adet basılarak piyasaya sürüldü.
Yeni bir Türk Tarih Tezinin oluşmakta olduğu açıktı. Varılan sonuçlar, en yenikazıbilim (arkeoloji) ve insanbilim (antropoloji) araştırmalarının verilerine dayanıyordu. 1837’de toplanan İkinci Tarih Kongresi’ndeTürk Tarih Tezi, yabancı bilim adamlarının incelemesine sunuldu. Yabancı bilim adamları, komisyon ve genel kurullarda yaptıkları açıklamalarda, Türk Tarih Tezi’ni “evrensel bir tarih gerçeği” olarak kabul ettiler.21

“Tarihçi” Devlet Adamı

Zaman ve yoğun emek vererek katıldığı tarih araştırmalarında, Türk tarihinin derinliğini kavrayarak, çok az bilinen bu tarihin, Orta Asya’nın gizemli geçmişinde saklı olduğunu ortaya çıkardı. Çok çalışıyordu. Kimi zaman 2-3 gün hiç uyumadan okuyor,Orta Asya uygarlığının oluşumu kadar, bu uygarlığın dünyaya yayılışı ve etkisini de araştırıyordu.
Araştırmasını o denli genişletti ki, Tahsin Mayatepek’i, o zamanlar yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da fazla bilinmeyen Maya Uygarlığı’ incelemek üzere Meksika’ya Büyükelçi olarak gönderdi.22 Orta Asya ve Maya dillerinin, başlangıçta bir anlam verilemeyen benzerliği, Mayatepek’in gönderdiği belgelerle, ilginç bir boyut kazanıyordu.
Tahsin Mayatepek, kendi buldukları dışında, Amerikalı Arkeolog William Niven’in, ortaya çıkardığı binlerce yıl öncesine ait belgeleri, on dört klasör halinde Ankara’ya yolladı. Atatürk, bir yandan bu belgeleri incelerken, diğer yandan James Churchward’ın beş kitabını Türkiye’ye getirerek çok kısa bir sürede Türkçeye çevirtti. Meksika’dan gelen belgelerin büyük bölümü, Ön-Türk kültürüyle Maya kültürüarasındaki benzerliklerini kapsıyor ve Türkler’in kültür kökenleriyle ilgili, şimdiye dek gün yüzüne çıkmamış, bu nedenle hiç bilinmeyen bilgiler içeriyordu.
Araştırmalar, kısa bir süre içinde, onun, Türk tarihi ile ilgili sezgilerinde haklı olduğunu ortaya çıkardı. Sahipsizlik nedeniyle, yok sayılan Türk tarihi, Avrupa kültürünün erişemeyeceği kadar geniş ve onu aşan bir kıdeme sahipti. Anadolu'nun değişik yörelerinde, özellikle Ankara, Sivas, Kayseri ve Adana'da yapılan kazılar herkesi şaşırtan dikkat çekici sonuçlar ortaya çıkarmıştı. Eski dönemlerin karanlıkları, somut bulgularla aydınlatılmış, Türk tarihinin birçok uygarlığa kaynaklık ettiğini kanıtlamıştı.

“Türk Tarihinin Ana Hatları”

Somut ürünler vermiş olsa da, kısa bir zaman diliminde yapılan tarih araştırmalarını yeterli bulmuyordu. Sürekli olarak yeni araştırma programları başlatıyordu. “Türklerin uygarlığa katkılarını” ortaya koymayı amaçlayan, Türk Tarihinin Ana Hatları, bu programın ilk ürünüydü.
Bu yapıtta, Türklerin siyasal ve toplumsal yapıları, ekonomik yaşamları, felsefe, güzel sanatlar ve bilim alanındaki ilerlemeleri, genel dünya tarihi içinde ele alınıyor ve kültürler arası etkileşim konuları işleniyordu.
Daha sonra, halka ulaştırılan ve kolay okunan 66 broşür hazırlandı. Türklerde Sanayi, Türklerde Tiyatro, Boyacılıkta Türkler, Türklerde Beden Eğitimi, Türklerde Maliye, Türklerin Pedagojiye (eğitim bilimi) Hizmetleri, Deri Sanayiinde Türkler gibi birçok konuyu ele alan bu broşürler, yaygın ve tutarlı bir tartışma başlattı, özellikle genç aydınlar içinde, tarih bilincinin yayılmasını sağladı.23

Tarihin Derinleştirilmesi

Bu çalışmaları da yeterli görmedi ve bir başka araştırma programı daha hazırlattı. Bu programda; “Genel ve canlı bir tarih seferberliğinin başlatılması”“Ülkede bilinçli, canlı ve sürekli bir tarih kurma döneminin açılması”“Türk ulusunun kendi kültür ve tarihini kendisinin araştırması” gibi hedefler yer aldı. Uzmanlar, öğretmenler, aydınlar, geniş halk kitleleri ve tüm devlet kuruluşlarını “tarihin inşasıyla” yükümlü tuttu. Arkeolojik kazılara, arşiv ve müze çalışmalarına büyük önem verdi.
Tarihle ilgili savların, kesin olarak belge ve bulguya dayandırılmasını istiyor,“tarihini belgeye dayandıran milletler, kendi gerçeğini bulur ve tanır. Türk tarihi, bilimin belgelerine dayandırılmalı, bugünün aydın gençliği, bu belgeleri aracısız tanımalı ve tanıtmalıdır”24 diyor, “tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan, yapana sadık kalmazsa, gerçekler değişmeyeceği için, insanlık yanıltılmış olur” diye ekliyordu.25
Anadolu’daki “tarihi değerlerin, onların gerçek sahibi Türk halkı eliyle bulunup korunmasını” istek düzeyinde bırakmadı ve 1935’de, bu amaca hizmet edecek öğretmen ve bilim adamlarını yetiştirmek üzere, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini kurdurdu.
1937 yılında, İkinci Türk Tarih Kongresi’ni topladı. Ölümüne yakın; “Türk tezi olgunlaştı, onun üzerinde yürümek, durmadan çalışmak gerekir. Bazı inançsızlıklar olabilir. Bunlar yol kesenlere benzer, onlara aldırmayınız” diyerek vasiyet niteliğinde önermelerde bulundu.26

Yarım Kalan Atılım

Erken gelen hastalık ona fazla zaman tanımadı, araştırma ve incelemelerinden ne sonuç çıkardığı, belgeleri nasıl değerlendirdiği konusunda bir açıklama yapamadı. Bu konu hakkında, yakın çevresinden de bir bilgi bugüne ulaşamadı.

Önermeleri yerine getirilmediği gibi, ölümüyle birlikte yaptırmakta olduğu araştırmalar önce yavaşlatıldı, sonra durduruldu. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu 1939’da, yani ölümünden bir yıl sonra, liselerde okutulan ve onun hazırlanmasıyla bizzat ilgilendiği Tarih Kitabı, eğitim programlarından çıkarıldı. Yerine, bir yıl içinde hazırlanan bir başka tarih kitabı geçirildi ve 1941-1942 ders yılında liselerde okutulmaya başlandı.
Devamini okumak icin
http://kuramsalaktarim.blogspot.de/2016/07/turk-tarih-tezi-ve-ataturk-2-11-temmuz.html#more


Hiç yorum yok: