26 Ağustos 2013 Pazartesi
Özledim !
Susadim, temiz havaya, dogaya, yesile, sakinlige susadim. Büyük sehirlerin hercümercinden, kuralsizligindan, gürültüsünden usandim. Özledim! Bir sahilde masmavi denizin beyaz köpüklü dalgalarinin sesini, kokusunu özledim. Kirlarin yemyesil cimenlerini, agaclarin ugultusunu, göllerdeki sazliklari özledim. Yerlerde yuvarlanip, saatlerce masmavi gökyüzüne bakarak, beyaz bulutlarin köpük köpük oynasmalarini seyretmeyi özledim.
Özledim! Güler yüzlü insanlarin birbirleriyle hossohbet etmelerini, komsu kadinlarin birbirlerine karsidan karsiya dedikodu yapisini izlemeyi özledim. Bayramlarda elime tutusturulan sekerlerin lezzetini, cebime ilistirilen o desenli mendilleri, harcliklarla alinan gofretleri özledim. Bisikletimi özledim. Dedemin bana cocukken anlattigi o bitmek tükenmek bilmeyen avcilik, balikcilik hikayelerini özledim. Televizyonun olmadigi soguk kis gecelerinde, radyo tiyatrolarini dinlemeyi, yazlik sinemaya gidip arada dondurma yemeyi özledim.
Usandim! Kavgadan, tartismadan, yalan - dolan, sonu olmayan iddialasmalardan usandim. Savaslardan, insanlarin böcek gibi öldürülmelerinden, kafalarinin tavuk gibi kesilmesini izlemekten usandim. Secilmislerin ve atanmislarin yanlis uygulamalarindan dogan haksizliklari görmekten usandim. Insanlari cahil, ac, sefil, üc kurusa muhtac hale getiren düzenbazlardan usandim. Insanlara yapilan adaletsizlikleri görüp saymaktan usandim. Insanlarin birbirlerini acimasizca yok etmeye calismalarindan usandim.
Özledim! Insana, dogaya, doger canlilara saygiyi, sevgiyi özledim.
Özledim!
Dünyada sevgi ve barisi özledim!
25 Ağustos 2013 Pazar
Ya Dört Kolluyla, Ya Dört Cengiyle
Ya dört kolluyla, ya dört çengiyle
Böyle dedi Tuncay Özkan. Yüreğime oturmadı değil. Bu sözüm dört kollu içindi. Ben içimden, karım yüksek sesle “Allah korusun" diye mırıldandı. 'Dört çengiyle' deyince, 'inşallah' dedim içimden. İnşallah davullarla, zurnalarla, on binlerle...
Dört yıldır gelip gittiğim Silivri Cezaevi'ne eşim Ziynet Sertel ilk kez giriyor.
Heyecanlı..
Cezaevi'nin ana kapısından girerken, "Bana da nasip oldu arkadaşlarımızı ziyaret etmek" dedi ve ardından konuşmasını tamamladı:
- İnşallah en kısa sürede dışarı çıkarlar. Suçsuz yere yıllardır işkence çekiyorlar.
Ziynet Sertel, 12 Eylül döneminden bilir cezaevi ziyaretlerini. Buca Kapalı Cezaevi'nin önünde uzanan kuyruklarda elinde bir torba kitap ile beklediği günleri anımsadı. Saatlerce süren bekleyişin ardından cam ardından, yoğun bir görüşme gürültüsü arasında sesimizi birbirimize duyurmaya çalışırdık. Benim sesim gür çıktığı için sorun olmazdı, ben duymadığım zaman, "bağır biraz" diye bağırırdım...
En sonunda gardiyanlar bir yandan ellerinde ki anahtarlarla demir parmaklıklara vurur, öte yandan “görüş bitti" diye bağırırlardı. Çıkmak istemeyenler için de ağızlarına aldıkları düdükleri var güçleri ile çalarlardı.
O koşullarda bir ihbarcının, "Bu solcudan, devrimcidir" dediği eşi, yani ben 65 günlük işkence ve askeri karargahda 15 günlük gözaltının ardından tedbiren Buca Cezaevi'ne konulmuştuk.
İlk mahkemeye çıkıncaya kadar aradan altı ay üç gün geçti. 12 Eylül koşullarında Basmane'de bulunan Emniyet Müdürlüğü'nün en üst katında az dayak yememiştik. O zamanlar falaka modası vardı. Değişik kalınlıklarda sopalarla ayaklarınızın altına su toplayıp patlayıncaya kadar vururlardı.
Elektrik işkencesi de sıklıkla uygulanırdı.
En kötüsü de Filistin askısıydı. Sizi asarlardı ve saatlerce asılı kalırdınız. Gözleriniz sürekli bağlı ve İsa gibi çarmıha gerilisiniz. Kollarınızı hissetmezdiniz bir süre sonra. Uyuşurdu. Benim boyum uzun olduğu için Filistin askısını çok uygulayamadılar. Boyumun uzunluğuna da kızdılar.Tavanlar alçak, boy uzun olunca ayaklarım yere değiyordu ve basıyordum.
Bastıkça da polisler ellerinde ki sopalarla ayaklarıma vuruyordu. Bir yandan da bağırıyorlardı, "Basma ulan" diye. İnsan ister istemez basıyordu ve sopalar da ayaklarıma iniyordu.
Neyse konu ben değilim ve o günlerin üzerinden neredeyse 32 koca yıl geçti. O acılar da çok geride kaldı.
Eşim Ziynet Sertel, 32 yıl sonra yeniden cezaevine ziyarete geliyordu. Asıl anlatmak istediğim bu. Neler hissediyordu onu sordum, yanıtladı:
"Çok ürperdim yine. O kapıdan gözümü okutup girdim ya. Dışarı çıkamazsam diye düşündüm bir ara. Sonra ben onlarla kendimi tutuklu hissettim, sonra onları bizimle özgürleşmiş gördüm. Bir an önce çıkmak istedim dışarı. Ancak onları da alıp götürmek istedim o an. Üzüldüm, sıkıldım. Sokaklarda özgürce dolaşmak, Park'ta bir kanepeye oturmak ne kadar güzel bir duyguymuş."
Tuncay Özkan İzmirli ve İzmir'e aşkını anlatırken gözlerinden yaşlar süzüldü Ziynet'in. Deniz Yıldırım'a "Ne kadar gençsin. Büyük oğlum gibisin" dedi.
Yaşadıklarımızı anlatırken, bu satırları yazarken onlar şimdi içeride ne yapıyor diye merak ediyorum. Onların beyinleri özgür, bedenleri tutsak... Onlarla birlikte olunca bunu hissediyorsunuz. Dışarı çıkarken de içinizi bir hüzün kaplıyor ki tarifi imkansız.
MUSTAFA ANKARA'YA GİTTİ
İzin kağıdımızı getirdi infaz memurları. Baktım, Mustafa Balbay'ın adı yok listede. "Mustafa" dedim. "O Ankara'ya gitti, Sincan'da artık" dedi.
Yeniden hasret giderecektik, apar topar götürmüşler.
Demir parmaklıklı elektronik kapıdan gözbebeklerimizi okutarak geçtik. Görüş salonuna geldiğimizde Tuncay Özkan bizi bekliyordu.
Sarıldık, yanaklarından öptüm doya doya. Bir daha sarıldık, bir daha. Onu özleyenler, onun özledikleri adına da bir daha sarıldık.
Tuncay öyle Mustafa Balbay gibi güm güm vurmuyor insanın sırtına, onun kadar kuvvetli de sıkmıyor ama sağlam sarılıyor o da. Kuvveti yerinde yani.
Tuncay anlatıyor:
"Mustafa gitti Ankara'ya. Maçı seyrettik, biraz konuştuk, yattık. Balbay üzüldü Fenerbahçe'nin mağlubiyetine. Aslında ben de üzüldüm. Ama 34'üncü dakikada 'Her yer Taksim, her yer direniş' sloganları neşelendirdi bizi. Biz de hücremizden katıldık, bağırdık Mustafa'yla.
Gece saat 02.00 idi, kapı çaldı ve açıldı. 'Sayın Balbay Ankara'ya uğurluyoruz sizi' dediler. Mustafa'nın yüzünün ışıltısını gördüm, bana baktı. Hızla kalktık, bir yandan konuştuk ve kitaplarını toplamaya başladık.
Dün eşi ve çocukları geldi, görüş yaptılar. Gece de uyandırıldık. Mustafa'dan ayrıldığım için çok üzüldüm ama eşine ve çocuklarına daha yakın olacağı için sevindim. Kolay değil çok uzun bir süre aynı koğuşu paylaştık. Acı günde, güzel günde birbirimize omuz verdik. Tek üzüldüğüm Mustafa'yı daha önce tanımamaktı. Keşke daha önce de dostluğumuzu sağlam kursaydık.
'Bir kahve içmeden bırakmam', dedim. Sade bir kahve yaptım. Büyük bardaklarda içtik, vedalaştık. Üç kere sıkı sıkı kucaklaştık. İkimizin de gözleri doldu ama ağlayamadık. Ben o gittikten sonra gözyaşlarıma hakim olamadım. Vedalaşma cümlemizi de söyleyeyim:
"Gelmekte olan şafağı özgürlükte kucaklamak üzere...”
Sonra sarıldık sıkı sıkı... El salladı Mustafa giderken. Uzandım yatağıma ve birlikte aynı koğuşta süren kardeşliğimizi, dayanışmamızı düşündüm. Sanırım sonra uyuyakalmışım..."
Tuncay Özkan, arkadaşı Mustafa Balbay adına seviniyor:
"Mustafa ve ailesi için daha iyi olacak. Aynı hava, aynı iklim daha iyi olacak. Sulanmaz bir inanç ile ayrıldık. Bundan sonra yeni bir TÜRKİYE kuracağız ve orada yerimizi alacağız, diye sözleştik. Balbay'a onu çok geç tanıdığım ve onunla tutuklanana kadar arkadaşlık yapmadığım için üzüntümü belirttim."
Balbay gitmiş biz gelmiştik... Sonuçta konuşmalarımızın hemen her satırında o vardı. Tuncay Özkan Cezaevi İdaresi tarafından Deniz Yıldırım ve Hikmet Çiçek'in koğuşuna verilecekti. Tuncay ilk kez koğuşlara geçecek olmanın heyecanını da yaşıyordu. Arkadaşlarından duymuştu, geniş bir salon, yedi ayrı odanın bulunduğu ve ranzadan bakıldığı zaman gökyüzünün görüldüğü bir koğuşa geçiyordu.
Kendi koğuşlarından göremedikleri gökyüzünü görmek, yıldızları saymak hayaldi onun için... Şimdi onun heyecanını yaşıyordu.
Bir ara duruldu, sustu. Sonra sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bizi yalnızlaştırmak istiyorlar. Bizi unutturmak istiyorlar. Unutturma politikası var. Bunu aşmak lazım. 23 Eylül'de beş yıl bitiyor, altıncı yıla giriyorum cezaevinde. Kendi adıma dayanıyorum, dayanırım her türlü acıya. Ama şunu bilmelisiniz. Kızım üzerine. aşkım üzerine, halkımın üzerine yemin ederim ki böyle bir örgüt yok. Buradan bir gün çıkacağız. İster dört kolluyla, ister dört çengiyle... Ve şunu bilmelisiniz bizim gideceğimiz yer milletimizin sinesidir. Ve şunu da iyi bilmenizi isterim ki bende de, Mustafa'da da bulunan tüm belgeler gazetecilikle ilgilidir. Bunları kanıtladık ama dikkate değer bulmadılar. Kurt ile kuzu hikayesi gibi. Bilirsiniz ama anlatayım:
Kurt ırmağın üst kısmında su içiyor, bakıyor aşağıda kuzu da su içiyor. Kurt sesleniyor:
- Dikkat et suyu bulandırıyorsun. Seni yerim sonra.
- Aman efendim nasıl olur siz derenin üst kısmındasınız. Ben nasıl bulandırırım suyu?
- Ben seni yemeyi kafaya koydum.
Bizde belge bulunması şoförde ehliyet bulunması ile eşdeğerdir. Şoföre, "Neden ehliyetin var?" diye sorar mısınız? Bundan doğal ne var? Poliste jop olur, çobanda kaval, gazetecide belge olur. Bu kadar doğal ama bizi yemeyi kafalarına koymuşlar."
Bu arada bir yaşam öyküsü yazıyor Tuncay. Yakında Cumhuriyet yayınlarından çıkacak. Devrimci bir gencin daha sonra PKK örgütüne katılmasını, ardından itirafçı olmasını anlatan bir öykü. Gerçek bir yaşam öyküsü. Dava dosyasının içinden bulup çıkarmış ve sonra o çocukla konuşmuş. Bu kitap çok yakında raflarda olacak.
Tuncay'la vedalaşma vakti geldi. Sıkı sıkı sarıldık. Selamlarını, sevgilerini, saygılarını iletti soran herkese.
ÇİÇEK: CEZA BEKLEMİYORDUM
Hikmet Çiçek geliyor bilgisayar odasından. Memnun. Eskiden daha az çıktıklarını ama cezalar kesildikten sonra iki koğuşu birden yedi bilgisayarın da dolu olabileceği bir çalışma ortamında buluşturduklarını söylüyor.
Bu davanın Yargıtay'da bozulacağından kesinlikle emin. Tutuklu gazetecilerin sorununun iktidar tarafından bitirilmeye niyetli olunmadığını da söylüyor. Hikmet Çiçek'in özetle söyledikleri şöyle:
"Ben kendi adıma şahsen ceza beklemiyordum. Ama örgüt üyesi olarak 15 yıl ceza aldım. Silahlı terör örgütlerinde bile PKK'da, Dev-Sol'da örgüt üyeliğinin sınır noktası 7.5 - 8 yıldır. Bize örgüt üyeliğinden 15 yıl ceza veriyorlar. Şimdi örgüt üyesi olmakla ilgili şiddetle ilgili kriter getiriyorlar. Şiddete bulaşmış mı, eline silah almış mı, kullanmış mı? Bir kişi bile yok bu davada bizim arkadaşlarımızdan. Öyleyse yeni düzenleme sonucu bizi hemen bırakmak zorundalar."
Hikmet Çiçek ilginç bir kitapla geliyor. Kaynak yayınlarından yakında çıkacak olan kitabında Veli Küçük'ün yaşam öyküsünü anlatıyor. Adı en çok lekelenen, en çok suçlanan Veli Küçük ile ilgili konuşurken, "Veli Küçük bizimle aynı durumda. Küçük bu davada faili meçhullerden, JİTEM'den, Susurluk'tan yargılanmadı ki, biz neden yargılandıysak o da aynı suçtan yargılandı" diyor.
DENİZ YILDIRIM'IN HESABI
Deniz Yıldırım ile geçmişten söz ediyoruz; 12 Eylül döneminden. O dönemde işkencenin çok yaygın olduğunu ve insanların işkencede öldürüldüğünü, sakat bırakıldığını anlatıyorum.
Deniz ne bilsin 12 Eylül'ü. O iki yaşındayken darbe olmuş. Okuduklarından biliyor, dinliyor ve sonunda şu yorumu yapıyor:
"Ağabey ben razıyım işkenceye. İşkenceye evet, ileri demokrasiye hayır. Eskiden işkence vardı süresi belliydi. Dayanırsan ve hayatta kalırsan kurtulursun. Şimdi biz süresiz ve belirsiz bir işkence altındayız."
Verilen cezaların bile kişi kişi hesaplamalar sonucunda verildiğini söylüyor Deniz. "Şimdi benim durumuma bakalım" diyor ve anlatıyor:
"Dördüncü yılın içindeyim ve hemen çıkmam gerekirken verilen cezanın en üst sınırını veriyorlar. Bakıyor ki olmuyor devletin bir takım belgeleri diyor oradan da veriyor. Beni tahliye olmayacak noktaya getiriyor. Turhan abinin dosyasını alıyor. Bakıyor o az yatmış öyleyse 10 yıl verelim yatıralım, diyor. Aynı suça çok değişik cezalar var. Ellerinde hesap makinası bizlere ceza kestiler."
TURHAN ÖZLÜ: ÖZGÜRLÜK YAKINDA
Turhan Özlü yasa düzenlemeleri sonucunda yakında özgürlüklerine kavuşacaklarını söylüyor. Toplumun vicdanının kabul etmediği bir cezayı yatırmanın mümkün olamayacağını söylüyor ve "Bu karar Yargıtay'da kesin bozulur. Ancak bu dava dosyalarının, delillerin incelenmesi de en az iki yıl alır. Bu dava için bir ömür yetmez ve bu dava zaten öyle planlanmış" diyor.
Turhan Özlü içeride ama aklı fikri Ulusal Kanal'ında, Aydınlık'ta. İçeriden dışarıya müjdeler veriyor, "Ulusal Kanal yakında Digitürk'e girecek. Aydınlık 20 sayfaya çıkıyor ve yeni yazarlarla güçleniyor. Bu günler de geçer. Dışarıda çok güzel günleri birlikte yaşamak dileğiyle dostlarımıza selamlar" diyor.
Vedalaşıyoruz...
İyi ve güzel günlerde kucaklaşmak dileğiyle...
Yazan : Atilla SERTEL
TUTUKLU GAZETECILERDEN MEKTUP VAR
Tutuklu gazetecilerden mektup var
25.08.2013 02:02
Türkiye Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanı Atilla Sertel, Silivri’de tutuklu olan gazeteciler Tuncay Özkan, Hikmet Çiçek, Deniz Yıldırım ve Turhan Özlü’yle açık görüş yaptı.
Tutuklu gazeteciler, Atilla Sertel aracılığıyla kamuoyuna mektup yazdılar.
İşte o tutuklu gazetecilerin o mektuplarından satırlar…
Canım İzmir,
Canım dostlar,
Canım Balbay,
Aşkla bağlı olduğum İzmir. Aşkıma yandığım, solukdaşlığıyla yaşadığım aşkım İzmir. Sana selam olsun.
Canım dostlarım, karanlığın üzerine doğmamıza, güneşimizle aydınlanmamıza az kaldı. Yeniden kurulan Türkiye'de yerimizi aldık çoktan.
Canım Balbay, gelecekte çağı kucaklayıp yepyeni bir Türkiye'de yerimizi alacağız. Ayrılık değil bugün yaşadığımız. Özgürlüğü ve adaleti, geleceği çağırmak için sen Sincan'da ben Silivri'de avaz avaz bağırmaya devam. Çoğu gitti azı kaldı karanlığın. Özgürlükte kucaklaşmaya, yolculuğa devam.
Sevgilerimle.
Tuncay Özkan
***
Bu kararı verenlerin Silivri'de yargılandığını göreceğiz.
Silivri mahkemelerinde adalet, hukuk, masumiyet karinesi, vicdan gibi insani ve hukuki değerlere yer olmadığını yıllardır söyledik.
Kararla bu doğrulandı. Bu mahkeme dinci, gerici ve faşist bir rejimin talimatlarını yerine getirmekten öte bir davranış sergilememiştir.
Duruşmalarda sıkça söyledim. Bizler tahliye olduktan sonra da bu mahkemeye müşteki yani suçtan zarar gören tanıklar olarak geleceğiz. Avukatlarımız müdahil olarak yerini alacaklar ve sanık sandalyesinde bu tertibi tezgahlayan polis şefleri, bu tertibe katılan yargıçlar, savcılar ve bu tezgahın medyadaki tetikçilerinin burada yargılandıklarını göreceğiz.
Kürsüde Cumhuriyetin gerçek yargıç ve savcıları yer alacak. Ve bunlar yargılanırken onlara talimat veren iktidar sahiplerinin de Yüce Divan karşısında olduklarını göreceğim.
Hikmet Çiçek
***
Sahtekarlığın evrensel düzeyde geçerli olduğu dönemlerde gerçekleri konuşmak devrimci bir eylemdir.
Gerçekleri yazmaya devam edeceğiz.
Haziran ayaklanmasında gördük ki Türk Milleti kendini padişah zannedenlere boyun eğmedi. Bizim yargılandığımız davada da son sözü halk söyleyecektir. Kimin suçlu olduğuna halk karar verecektir.
Biz de direnmeye ve hesap soracağımız günleri beklemeye devam ediyoruz.
Deniz Yıldırım
***
Sayın Atilla Sertel
Türkiye Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanı
Bizleri yıllardır yalnız bırakmayan, dayanışmanın en güzel örneklerini sergileyen Basın Meslek kuruluşlarımıza şükranlarımızı sunuyorum.
5 Ağustos kararları daha açıklandığı gün yok hükmünde oldu. Türkiye bu kararı tanımıyor. Bizler de en başından bunu söyledik. Mahkeme aslında kendiyle ilgili bir karar vermiştir.
Türkiye bu iktidardan kurtulamadıkça sorunlar bitmez, bitmeyecektir.
Türkiye'nin dönüştürülmesi, bölünmesi sürecinin durdurulması için mutlaka bir iktidar seçeneği yaratılmalıdır. Yapılacak en devrimci eylem budur ve mutlaka gerçekleşecektir.
Önümüz aydınlıktır. Milletimize güveniyoruz. Haziran isyanıyla güvenimizin gerçekçi olduğu kanıtlandı. İktidar şimdiden sonbahar korkusu içine düşmüştür. Korkunun ecele faydası yoktur. Yıkılacaklar.
Bu duygularla herkesi bir Milli Hükümet seçeneği için mücadeleye çağırıyorum. Türkiye AKP'ye mecbur ve mahkum değil. Daha fazla sırtında taşımayacak ve silkinip bu zulüm makinası iktidara son verecektir.
Saygılarımla.
Turhan Özlü
Odatv.com
21 Ağustos 2013 Çarşamba
I - KI - YÜZ - LÜ - LÜK --- Nezahat GÖCMEN
İ – Kİ- YÜZ – LÜ - LÜK
İkiyüzlülük aslında kendine ve başkalarına karşı işlenen bir suçtur, hem de ağır bir suç. Onun için ikiyüzlülük belki de işlenen suçların başında gelir.
Halk deyişiyle; "ikiyüzlü olma durumu", yani "özü sözü bir olmama ", "dürüst olmama", "bildiğinden, inandığından ve olduğundan başka türlü görünme veya göstermeye çalışma", "aldatmaya çalışma" kişi maskeleri takarken son derece keyiflidir.
İkiyüzlülük veya diğer adıyla samimiyetsizlik, öyle bir hastalıktır ki, zararı en başta kişinin kendisine olmakla beraber topluma da yansır. İkiyüzlü insan kendisi üzerinde olduğu kadar, ilişki halinde olduğu insanlar üzerinde de bazı hoş olmayan etkilerin oluşmasına neden olabilir. İkiyüzlülük kendi nefsine karşı ya da başkalarını aldatmak için yapılır.
İnsanın söyledikleri ile yaptıklarının bir olmama durumudur. Karaktersizlik değil, karakter sorunudur. Karaktersiz bir insanı tarif ederken kullanılabilecek kelimelerden birisidir.
İyi niyet ve saflık sosuyla servis yapılan karaktersizlik belirtisi diyebiliriz.
Varlığın kendisine ve başkalarına yalan söylemesi, yalan davranmasıdır.
İkiyüzlü bir yaşam, yalana mahkûm olmayı ve yalanda yok olmayı hazırlar. İkiyüzlülüğü saklamak zordur. Kişinin ağzıyla söylediğini gözleri ve bedeni yalanlar.
İkiyüzlü yaşam şeklinde; korku, sevgisizlik ve güvensizliğin hâkim olduğu, menfaat ve çıkarların ağır bastığı bir mantık anlayışı hâkimdir.
İkiyüzlülüğün en büyük belirtisi yalan yere söz söyleme sanatıdır. Hem kendisi için hem insanlık adına tedavi görmesi gereklidir.
İğrenç bir çaresizliktir. Dünyamızdan temizlenmesi, kökünün kurutulması insanlık yararına olacaktır. İkinci sınıf gülümsemenin sahibidir. Bazı insanlar vardır ki hem ikiyüzlü hem de yüzsüzdürler.
Yaratıcılıkları takdire şayandır. Alkışlamak gelir içinden. Gelişmiş modeli ise bin bir surattır.
İnsan ırkının en adisidir bunlar. Sana gelip yüzüne gülen, arkandan demediğini bırakmayan kişiliksizdirler. Yüzüne karşı söylemeye cesaretleri yoktur bunların. Seninle birlikte gülerler, sohbet ederler, sevmedikleri kişileri sana çekiştirirler. Bu insan modellerinden, uzak durulması gerekir. İnsana aşırı derecede zarar verirler. Hayatın her döneminde insanın karşısına çıkabilirler. Tanıyamazsınız bunları. Çok iyi numara yaparlar.
Hayatta sadece ve sadece kendilerini kandırdıkları gerçeği ile eninde sonunda karşılaşacak insanlardır. Dahası aynaya baktığında hiçbir yüzünü görmeyen insanlardır. Eğilip bükülmeye müsaitlerdir. Her kalıba girerler, belli bir duruşları yoktur. Aslından hiç kimsedirler. Kanayan bir yaradırlar.
Eksikliklerini gizlemek için usta işi maskeler takan insanlardır. Maskeli balo kahramanlarıdır., Herkese farklı davranırlar. İşlerine gelmediği noktada insanları kolaylıkla birbirlerine düşürürler. Şahsiyet oluşturamadıklarından her şahsiyete uyum sağladıkları gözlenmektedir. Menfaatlerine uymayanları yüzüstü bırakmaktan rahatsızlık duymazlar. Aynı zamanda herkesin üzerinden rahatlıkla konuşup dedikodu yapabilirler.
En doğru yaklaşım böyle insanlardan mümkün olduğunca uzak durmaktır.
İçi dışı bir, tek olmak, kendimizi sevmekle ilgilidir. Kendimizi olduğumuz haliyle sevmek, şuur değerlerini yaşamanın bir sonucudur.
Mevlana der ki:
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Yüreği güzel insanlara, sevgiler…
MARTILAR MISAFIRIMDI - NEZAHAT GÖCMEN
Terasta demledim çayımı ve yüreğimi,
Çayla birlikte hasretler demledim içimde,
Şeker atmadım çayıma, nedense…
Martılar misafirimdi.
Başımı eğdim… Hafif esen rüzgâra,
Sırtımı dayadım duvara, düşündüm geçtiğim yolları…
Çocukluğumun, gençliğimin ve bütün ömrümün,
Resim sergimi izledim retinamda… Görsel şölendi adeta…
Zaman zaman acı tablolar vardı, paha biçilmeyen…
Hasretle birlikte,
Çok sevdiğim hatmi çiçekleri açtı yüreğimde.
Batmak üzere olan güneş uyandırdı beni… Hey!
Ben gidiyorum, ya sen?
İrkildim… Şöyle bir savurdum gökyüzüne saçlarımı.
Sordum güneşe. Ay ışığı, gelecek mi?
Yere iner mi gökteki yıldızlar?
Gelmez olur mu? Az kaldı yüzünü çevirmeye,
Ya bugün;
Sen de, sen de kaybol ay ışığı dersem,
Kırılır mı bana?
Oysa kuşlar da bağlıydı gökyüzüne,
Uzattım ellerimi selam ettim gidenlere, geleceklere…
Bulutlar giden güneşi uğurluyorlardı.
Rengârenk. Kızıl, mor, mavi, beyaz bulutlar…
Güneş’i doğarken, karşılamak için burada olacaklarına söz veriyorlardı.
Yaşam yolunda tanıdıklarım, tanıyacaklarım, anılarımı inşa etmek için çabalayan işçiler gibilerdi.
Yaşam trenimin saate kaç kilometre yaptığını bilmeden,
Hızla geçiyorum bütün duraklardan…
Çayla birlikte hasretler demledim içimde,
Şeker atmadım çayıma, nedense…
Martılar misafirimdi.
Başımı eğdim… Hafif esen rüzgâra,
Sırtımı dayadım duvara, düşündüm geçtiğim yolları…
Çocukluğumun, gençliğimin ve bütün ömrümün,
Resim sergimi izledim retinamda… Görsel şölendi adeta…
Zaman zaman acı tablolar vardı, paha biçilmeyen…
Hasretle birlikte,
Çok sevdiğim hatmi çiçekleri açtı yüreğimde.
Batmak üzere olan güneş uyandırdı beni… Hey!
Ben gidiyorum, ya sen?
İrkildim… Şöyle bir savurdum gökyüzüne saçlarımı.
Sordum güneşe. Ay ışığı, gelecek mi?
Yere iner mi gökteki yıldızlar?
Gelmez olur mu? Az kaldı yüzünü çevirmeye,
Ya bugün;
Sen de, sen de kaybol ay ışığı dersem,
Kırılır mı bana?
Oysa kuşlar da bağlıydı gökyüzüne,
Uzattım ellerimi selam ettim gidenlere, geleceklere…
Bulutlar giden güneşi uğurluyorlardı.
Rengârenk. Kızıl, mor, mavi, beyaz bulutlar…
Güneş’i doğarken, karşılamak için burada olacaklarına söz veriyorlardı.
Yaşam yolunda tanıdıklarım, tanıyacaklarım, anılarımı inşa etmek için çabalayan işçiler gibilerdi.
Yaşam trenimin saate kaç kilometre yaptığını bilmeden,
Hızla geçiyorum bütün duraklardan…
20 Ağustos 2013 Salı
CEBREN VE HILE ILE ISGAL
Silivri Mahkemesi, Balyoz tertibinin kararlarını açıkladığı andan itibaren bende oluşan duygu ve düşünceler gayet berrak idi. Aslında Ergenekon dalgaları ile başlatılmıs olan McCarthy dönemi benzeri gözaltılar, suçlamalar, uydurma iddianamelerle sürecin nerelere varacağı aşağı yukarı belli olmuştu. Kendi diktatoryasını perdelemek amacıyla, dikkatleri başka yerlere çekme ve aynı zamanda Cumhuriyet ve üniter devlet yapısıyla hesaplaşma aracı olarak Ergenekon ve Balyoz başta olmak üzere birçok tertip yakın zaman aralıklarıyla harekete geçirildi.
Bu operasyonlar yürütülüp, dalga dalga Cumhuriyetin ruhu esir alınırken, kamuoyu ve medya olaylara kendi pencerelerinden bakarak iktidara destek verdi. Karşı çıkanlar bir bir içeri alındı. Halktan gelen cılız tepkileri maharetle bastıran iktidar, aslında kendi hesaplaşmasına paralel olarak, okyanus ötesi haberalma teşkilatlarının esas hedefi olan “Türkiye Cumhuriyeti´nin Silahsız İşgali”ni de hasarsız başarmış oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri hazırlıksız yakalanmıştı.
“Geliyorum” diye bas bas bağıran tehlike ve gayri nizami savaşa karşı koyacak güçte olan TSK, her nedense, üst komuta kademelerinin gereken reaksiyonu göstermemesi ve hatta “Kozmik Oda”sını bile açması bana çok tuhaf geldi. Ordu´nun savaş meydanındaki harekat merkezine bile girildi. Genelkurmay´dan tık yok!
Balyoz ve diğer operasyonlarla ordunun alt kademelerinden en üst kademesine kadar, tere yağından kıl çekercesine, yüzlerce subay ve general haksız ve mesnetsiz suçlamalarla gözaltına alınıp tutuklanırken ordusunu savunması ve mensuplarına sahip çıkması gereken genelkurmay baskanlari ve üst yönetim, ses çıkarmadı!
Düşman, cebren ve hile ile, birkaç imam hatipli ve "Ciamatci" eliyle Türk ordusunu ve Cumhuriyeti teslim aldı…
Mustafa Gençoğlu
İLK KURŞUN
Bu operasyonlar yürütülüp, dalga dalga Cumhuriyetin ruhu esir alınırken, kamuoyu ve medya olaylara kendi pencerelerinden bakarak iktidara destek verdi. Karşı çıkanlar bir bir içeri alındı. Halktan gelen cılız tepkileri maharetle bastıran iktidar, aslında kendi hesaplaşmasına paralel olarak, okyanus ötesi haberalma teşkilatlarının esas hedefi olan “Türkiye Cumhuriyeti´nin Silahsız İşgali”ni de hasarsız başarmış oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri hazırlıksız yakalanmıştı.
“Geliyorum” diye bas bas bağıran tehlike ve gayri nizami savaşa karşı koyacak güçte olan TSK, her nedense, üst komuta kademelerinin gereken reaksiyonu göstermemesi ve hatta “Kozmik Oda”sını bile açması bana çok tuhaf geldi. Ordu´nun savaş meydanındaki harekat merkezine bile girildi. Genelkurmay´dan tık yok!
Balyoz ve diğer operasyonlarla ordunun alt kademelerinden en üst kademesine kadar, tere yağından kıl çekercesine, yüzlerce subay ve general haksız ve mesnetsiz suçlamalarla gözaltına alınıp tutuklanırken ordusunu savunması ve mensuplarına sahip çıkması gereken genelkurmay baskanlari ve üst yönetim, ses çıkarmadı!
Düşman, cebren ve hile ile, birkaç imam hatipli ve "Ciamatci" eliyle Türk ordusunu ve Cumhuriyeti teslim aldı…
Mustafa Gençoğlu
İLK KURŞUN
HEM ASKIM HEM DE KAVGAM VAR !
Mustafa Balbay: Futbol diktatörlerin afyonuydu bizde uyarıcı oldu
20.08.2013 04:36
Basın Konseyi Başkanı Pınar Türenç ile birlikte 5 Ağustos karar duruşması sonrasında Silivri’de tutuklu bulunan gazetecilerle açık görüş yapan Namık Koçak, ziyaretin ayrıntılarını kişisel blog adresinde paylaştı.
İşte Namık Koçak'ın kaleminden o görüşte yaşananlar ve Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan'ın Koçak aracılığıyla kamuoyuna gönderdiği mesajlar:
Mustafa Balbay: "FUTBOL DİKTATÖRLERİN AFYONUDUR BİZDE UYARICI OLDU"
Silivri Cezaevi'ndeki açık görüş salonunda Mustafa Balbay'ı bekliyoruz, gözümüz yine salonun dibinde birkaç basamak aşağıdaki demir kapıda. Mustafa göründü kapıda, uzun kucaklaşmalar ve hal hatır sormalar, değişmiş mi diye bakıyorum. Kararlara tepkisisni anlamaya çalışıyorum ama çok rahat görünüyor Mustafa; "Kararlar konusunda bir sürpriz yok, ceza verecekleri belliydi, kime ne verecekler onu bekliyorduk" diyor.
Zaten Silivri'de kimse bu verilen cezaları yatacaklarına inanmıyor. Mustafa Balbay'ın en önemli sorunu Ankara'ya sevkini sağlamak, ailesine yakın olmak;
"Ankara'ya gitmek istiyorum, hemen hallederiz diyorlar. Sincan benim için daha uygun, aile orada, TBMM orada."
MAÇIN İKİNCİ YARISI BAŞLIYOR
Kararlardan sonraki süreci bir futbol maçına benzetiyor Mustafa, "İkinci yarıya başlıyoruz" diyor ve sürdürüyor;
"Verilen kararlar maçın sonucu değil, daha maçın ikinci devresi var. Dileğim oyunun centilmence olması. İyi bir hakemlik bekliyorum maçın ikinci devresinde.
Başbakan'ın danışmanı Yalçın Akdoğan hesaplaşma diyor. Hesaplaşmanın sözlükteki karşılığı yenişme olarak yazılı, oysa hukuk bir yenişme alanı değildir. Biz her zaman hukuk zemininde kalacağız."
Maç uzatmaya gider mi diye soruyorum, "Uzatmaya gidebilir ama penaltılara kalmaz" diye cevaplıyor.
FUTBOL UYARICI OLDU
Çaylar tazeleniyor, Mustafa'nın kararlar açıklandıktan sonra duruşma salonunda söylediği "Sıcak bir sonbahar yaşanacak" sözüne geliyor:
"Sıcak sonbahar dedik, hemen farklı anlamlar yüklediler. Hukuk arayışı olacak bizim mücadelemiz. Sonbaharda insanların beklentisi ve olaylara ilgisi artacak. Diktatörlüklerde futbol afyondur, bizde uyarıcı oldu. Biz başka ülkelere benzemiyoruz, Çarşı grubumuz var. Karşı devrim varsa, karşısında Çarşı devrim var. Hani dalganın geldiğini görürsünüz, kaçacak zaman yoktur dalga gelir üzerinize ve çarpar, öyle bir hal var."
İNFAZA GİDER GİBİ
"Dört kat kuşatmayla aldılar hücrelerimizden, her tutukluya bir jandarma düşüyordu" diye anlatıyor salona getirilişlerini;
"Sanki infaza götürüyorlar, 10 demir kapı geçtik. Hücreden salona gelişimiz dört saat sürdü. Bizden değil kendilerinden korkuyorlar, ne yaptıklarının farkındalar."
OSMANIMI BIRAKAN HUKUK BİZİ BIRAKMAZ
Kararları hukuki bir zemine oturtamıyorlar haklı olarak, tepkililer;
"Kararlarda ne mantık, ne matematik, ne kimya hiç bir şey yok. Osmanım'ı serbest bırakan bu hukuk anlayışı bizi bırakmaz.
Adnan Türkkan, Merdan Yanardağ duruşlarını değiştirmedikleri için tutuklandılar, her duruşa bir vuruş sanki."
BİR İNFAZ YARATILDI
"Ben Danıştay Cinayetinin duruşma salonunda tekrar işlendiğini düşünüyorum.
Ben Cumhuriyet'i bombalayanlarla yargılanmışsam, ben 34 Yıl alıp kalırken, o çıkmışsa, buradan karar çıkarmaları mümkün değildir. Karar diye yorumlayamıyorum, bir infaz yaratıldı.
Hani kral bu adamı tutuklayın, yargılayıp yargılamayacağımıza sonra karar verelim der ya öyle bir durum."
Neresinden baksanız garipliklerle dolu bir yargılama ve bunun da ötesinde insanların aklını zorlayan kararlar. Mustafa kararları değerlendirmeyi sürdürüyor:
"Yalçın Hoca örgütün lideri ama örgütün faaliyetlerine katılmamış. İlker Paşa örgüt lideri değil ama Tuncay örgüt lideri. Aynı düşünen üç adam yok bu davada."
MAÇI TATİL EDEBİLİRLER
Tuhaflıkları sıralarken bir öngörüsünü de paylaşıyor Mustafa:
"Öcalan'ın karşılığı Başbuğ. Maçı tatil de edebilirler, ipler sadece iktidarın elinde değil, toplum oyuna katıldı. AB ve ABD ılımlı islam=demokrasi olmadığın gördü, AKP bunu farketmedi."
MATRUŞKA GİBİ CEZA
"Muhalefetin iyisi olmaz, iktidar adayı olmak gerekir. Benim hayalim 1989 yerel seçimleri" diye siyasete geçerken, konu tekrar 34 Yıl 8 Aylık cezaya geliyor:.
"Bana yönelik dört suç sanki matruşka gibi;
Yazdığın haber darbe girişimi 16 Yıl,
Haberlerler için belge kullandın 9 Yıl,
Kişiler ait verileri kullandın 7 Yıl,
Bilgisayarında açıklanması yasak bilgiler bulunmuş 2 Yıl 8 Ay
Toplam 34 Yıl 8 Ay"
Meslektaşlarımı uyarıyorum bir haberiniz 34 yıla mal olabilir. Bu karardan sonra mümkün.Buna mesleki olarak bakmalarını öneriyorum, bir kitabın her sayfasına ayrı ayrı ceza vermek gibi bir şey. Arttırmak için özel çaba harcamışlar, bu mesleğe yönelik bir karar."
OYUNU SAHNELENİYOR
İnsanın içi çok kalabalık, tüm hayatımı yeniden yaşadım. Pencereye bir serçe konuyor onunla oluyorum bir süre, rüzgarın sesini duyuyorum nasıl estiğini hayal ediyorum, iyot kokusu alıyorum denizi hissediyorum.
Yazdığı kitapları tekrar gözden geçirmiş, üzerinde tekrar düşünmüş Mustafa Balbay;
"Müzeler değildir önemli olan; depolardır. Hermes heykelinin peşinde içimde kazılar yaptım, bu kazılar sırasında çıkanları bir depoda topladım. Sonra gördüm ki depoda Hermes heykelinden bile değerli pek çok eser birikmiş."
La Fontein'i de yeniden sorguladın mı diye sordum Mustafa'ya, "Ezop'a haksızlık ettiğim düşündüm, çünkü çoğu zaten Ezop'ta varmış" dedi.
Rutkay Aziz'in, bir oyununu sahneye koyacağını söylerken heyecanlıydı Mustafa, Her yıl bir oyun yazacağını söyledi.
TUNCAY ÖZKAN: "AŞKIM VE KAVGAM VAR.."
Basın Konseyi Başkanı Pınar Türenç'le birlikte Silivri Cezaevinin kapısındayız, hava çok sıcak ve rüzgarlı, Ankara'dan gelecek açık görüş yazısını bekliyoruz. Personele Bayramdaki açık görüşün ardından, izin verilmiş her zamanki kalabalıklar yok, etraf çok sakin. Uzun bekleyişin ardından Ankara'dan beklenen yazı geliyor ve Cezaevine giriyoruz.
Kimliklerimizi bırakacağımız, telefon ve diğer elektronik cihazları teslim edeceğimiz ikinci bir girişe ulaşıyoruz. Ben ilk kez açık görüşe gittiğim için göz taramasından geçiyorum, ardından bir araçla Baro'ya ait bir araçla 1.Blok önüne kadar gidiyoruz. Kapıda metal eşyalarımızı, ayakkabılarımızı ve kemerimizi çıkartıp x-ray cihazından geçiyoruz. Gözlerimizi bir noktaya dikip cihazın bizi gözlerimizden tanımasını bekleyip, turnikeyi açtıktan sonra nihayet 1.Blok içindeyiz. Üst kata açık görüş salonuna çıkarıyorlar bizi ve Tuncay'ı beklemeye başlıyoruz.
Görevli infaz memurları tabak içinde gofret ve bisküvi getiriyorlar, duvarlara mahkum ya da tutukluların yağlı boya resimler yapmışlar, Boğaziçi Köprüsü var bir duvarda. Açık görüşe gelen çocuklar için de masal kahramanlarının resimlerin yapmışlar. Çevreyi kontrol ederken Tuncay görünüyor salonun dibindeki kapıdan.
Her zamanki gibi ceketi üzerinde, uzun uzun kucaklaşıyoruz, boğazımda bir şeyler düğümleniyor, Tuncay gülüyor "İhtiyar ben iyiyim" diyor. Pınar'la da kucaklaşıyorlar, metal ayaklı masanın çevresindeki plastik iskemlelere oturuyoruz.
ÖRGÜT YOK SUÇ VAR
"Örgüt yok, suç da yok ama karar var ortada" diyor Tuncay ve ekliyor; "Biliyor musunuz? Mustafa eski Türk Ceza Yasasına göre, ben yeni Türk Ceza Yasasına göre yargılanıyoruz. İlk günden beri suçumuzu soruyoruz, önce mütalayı bekleyin dediler, mütala okundu yine sorduk kararı bekleyin dediler, karar çıktı Yargıtayı bekleyin diyorlar. Aklımızla dalga geçe geçe gidiyor."
ORTAYA ÇIKARDIĞIM SUSURLUK'TAN YARGILANDIM
Tuncay'ın anlamakta zorlandığı olayların başında Susurluk Skandalı geliyor. "Susurluk'u ben çıkardım, Susurluk'dan yargılanıp ceza yedim" diyor.
İbrahim Şahin'in duruşma salonunda kendisini gösterip; "Bu benim düşmanımdır, ölene kadar affetmeyeceğim" dediğin anlatan Tuncay, "Beni düşman görenle aynı davada aynı suçtan yargılanıyorum" diye gülümsüyor.
Bu arada aklına bir şey geliyor ve başından geçen o ilginç olayı anlatıyor;
"Bir duruşma öncesi dinleyici bölümündeki karımla konuşacağım, önümde İbrahim Şahin var. Bitirsin öyle geçeyim diye bekledim ama uzayınca yanında sıyrılıp geçmek için hamle yapınca bileğime yapıştı,'Yazdın, yazdın bizi buraya düşürdün, sonunda kendini de getirdin' dedi. Yumruk yaptığı elinin ortasına avucuyla şaak diye vurup 'Oh olsun sana' dediğinde gülmekle kızmak arasında çaresiz kalakaldım."
MISIR YA DA TÜRKİYE
Bu arada infaz memurları çay getiriryorlar, bisküvilerle çaylarımızı içerken Tuncay, Ergenekon'a üye bile olmadan, liderliğe kadar yükseldiğini anlatıyordu; "Ne zaman tepeye kadar çıktım, hiç haberim olmadı" dedikten sonra davanın ruhunu şöyle özetliyor:
"Bu moral değerler dönük bir savaş, hukukla falan alakası yok, gözdağı. Moral değerleri ayakta tutarak geçeceğiz bu günleri. Hukuk devletini nasıl kuracağız, sabah kapınızın kırılmayacağı, alıp götürülmeyeceğiniz bir düzen. Bu dava geçmişin davası değildir, geleceğin davasıdır. Her diktatör yıkılırken çevresine çok zarar verir. Önümüzdeki süreçte kim başımıza bela olur, bunun karşıtlıkları nelerdir, bu karşıtlıkları ortadan kaldırmak lazım"
Yerel seçimlerle genel seçimler arasında bir yerde biteceğini söylüyor bu sürecin, "Dünya'daki karşılıkları yok" derken Mısır'a bağlıyor sözü:
"Mısır için çıkıp konuşuyor, al Mısır'ı Türkiye'yi koy, aynısı burada. Senin o zalimlerden ne farkın var, tek derdi korkutmak."
ÖCALAN'LA AYNI KOŞULLARDAYIM
Cezaevi koşullarını da konuşuyoruz Tuncay'la, "Ben Öcalan gibi tek başıma kalacağım" diyor, günde iki saat havalandırmaya çıkartıldığını, Öcalan hangi şartlarda kalıyorsa aynı şartlarda kalacağını anlatıyor;
"Bana diyorlar ki senden nefret ediyoruz, bu cezayı çekeceksin, hem de en ağırını çekeceksin.
En dipteki hücredeyim, Müdür 'bundan sonrası yeraltı' diyor.
Can Yücel'in Sardunya'ya ağıt şiirindeki "Dip kapalı" geliyor aklıma, ağzımdan alıyor Tuncay;
"Evet dip kapalı, günde 2 saat yürüme, 72 kiloya düştüm ilk zamanlarda. Ocak yok su kaynatabiliyoruz sadece. Domates, soğan, nane haşlayıp onu yedik. Burada saksıda çiçek yetiştirmek bile yasak, pet şişede nane yetiştiriyorum, suyun içinde büyütüyorum naneyi, toprak yasak.."
Genel aftan yana değil Tuncay, TBMM'de yapılacak düzenlemelerle, halkın da etkisiyle bir çözüm bulunabileceğini söylüyor, karşılıklık yaratmanın yanlış olacağını özellikle vurguluyor;
"Bir sizden, bir bizden olmaz. Özgürlük bütün insanları hakkıdır, KCK da aynı durumdadır" diyor.
"Sen Osman Yıldırım'ı serbest bırakıyorsun, Tuncay Özkan'a ağırlaştırılmış müebbet veriyorsun" sözleriyle hem sanık, hem gizli tanık Osman Yıldırım'ın bırakılmasını içine sindiremiyor Tuncay Özkan.
"Sadece kendilerini değil yakınlarımız da cezalandırıyorlar" diyor Tuncay; "Toplumsal uzlaşma ve barışla halledilmeli, yoksa yaşananların 10 katı başlarına gelir. Bunu da istemem, dilemem."
ANNEM KEŞKE SUÇLU OLSAYDIN DİYOR
2008'de Kadir gecesi tutukladığını, bayramı cezaevinde geçirdiğin, kararın yine Kadir Gecesinden bir gün önce verildiğini, ardından Bayramı cezaevinde karşıladığını anlatan Tuncay, annesinin ziyaretini anlatıyor:
"Annem iki gözü iki çeşme, anne suçsuzum diyorum. Keşke suçlu olsaydın, katlanırdım, suçsuz insana bunu nasıl yaparlar diyor. Oğlum miting yaptı diye hapis yatıyor diyor ve bunu anlatmıyorum anneme. Kızıma gelince Nazlıcan, davaların siyasi bir süreç olduğunu görüyor, bunu anlıyor."
MADDE MADDE SİLİVRİ
Tuncay sürekli davanın içinin boş olduğunu tekrarlıyor, içine sindiremiyor böyle bir davanın sanığı olmayı:
"1- Örgüt yok.
2- Danıştay cinayeti hiç bir suç olmayan dava ile zorla birleştiriliyor, suç yaratılmak isteniyor.
3- Darbe yok, hükümeti devirmek için cebir ve şiddet yok.
Susurluk Ergenekon'un kolu diyor, Susurluk'u ben ortaya çıkardım, o mantığa göre kendi örgütümüzü deşifre etmişiz.
Ergenekon nasıl bir şey ki haberim olmadan girmişim, üstelik terfi etmişim."
Silivri'de tutulmalarının mantığını ise şöyle açıklıyor Tuncay:
"1- Yalnızlaştırmak.
2- Kimsesizleştirmek, ekonomik ve sosyal tecrit.
3- Zorla kabul ettirmek"
Affa karşı değil Tuncay, ancak takasta kullanılmaya karşı, "Ben suçsuzum bunu haykırmaya devam ediyorum. Öcalan'la Tuncay'ı takas etmek ayıp bir şey."
ATEŞ Mİ AÇACAKSIN
Kararları büyük hukuksuzluk olarak niteleyen Tuncay Özkan, 5 yılda mahkemenin bittiğini, Yargıtay için yeni bir 5 Yıla başlandığını söylüyor. Olayı toplumsal soruna dönüştürmeden, halkı sokaklara dökmeden siyasi olgunlukla, samimiyetle, kararlılıkla çözmek gerektiğin söyleyen "Tuncay Özkan, Genel Kurmay Başkanı, Gazeteciler ve siyasetçilere terörist diyorsun. Yargı bir karar vermiş, milletin vicdanında onay görmezse sokaklara taşar, aklı selimle çözülmeli. Halk sokağa taşarsa Adeviye Meydanındaki gibi ateş mi açacaksın. Toplum vicdanın rahatlatmak için yasal çözüm gereklidir. Türkiye halkından beklentim hukuku silah olarak gören siyasi anlayışı götürmesidir" diyor.
HEM AŞKIM HEM KAVGAM VAR
"İçimde bir el var, yüreğimi tırmalıyor, kanatıyor, bir kız yetiştirdim mektupla babalık yaptırdılar" diye haykırıyor Tuncay ve aşkını anlatıyor, duygularını paylaşıyor;"Bir aşkım var, hergün geldi, son gün sokmadılar, aşkımdan korktular. Aşkla da hukukla da kavgalılar. Benim 5 yılımı benden, sevdiklerimden alıp götürdüler. Aşka, evlat sevgisine, memleket sevdasına inanıyorum, pes etmeyeceğim. Ben bu ülkenin aydınlık geleceğini simgeliyorum, ne ceza varsa bana yazsınlar ama sevdamı unutturamazlar, bekle beni ne olursa olsun geleceğim. İster dört kolluyla ister kucaklaşmak için. Hem aşkım, hem kavgam var, ne aşkımdan, ne kavgamdan vazgeçmedim."
ROMAN YAZIYOR
Cezaevi koşullarını, verdiği hukuk mücadelesini anlatan kitaplardan sonra bir roman yazıyor Tuncay, romanın adı 'Ötekiler';"Dersim'de doğmuş, PKK'ya katılmış, bir dönem Apo'nun korumalığını yapmış ama sonu Ergenekon olmuş Hüseyin İnanç'ın yaşadıklarından yola çıktım."
İnfaz memurları zamanın dolduğunu söylüyorlar, yenden kucaklaşmalar. en kısa sürede özgürlüğüne kavuşmasını dileyerek, salonun en dibindeki demir kapıyı ardıda gözden kayboluşunu izliyoruz.."
Odatv.com
15 Ağustos 2013 Perşembe
Kalbim Ege´de Kaldi
Kalbim Ege´de Kaldi
Cumhuriyet tarihimizin son 40 - 45 yili, bircogumuz bir sahil kasabasini hatta otel ve/veya tatil köyünü ziyaret etmisizdir. Taa Saros körfezinden, Enez´den baslayarak, Hatay Yayladagi´na kadarki Ege ve Akdeniz kiyilarinin dogal güzelligine esir olmusuzdur. Sahil kasabalarinin sade, otantik yasami, büyük kentlerin keskemesine oranla bir siginma hatta kurtulus gibi algilanir. Daglarin kekik kokusu, yemyesil ormanlarin masmavi denizle bulustugu o muhtesem koylar, halkin akin ettigi dogal plajlar, rüyalarimizi süsleyen "bük"ler...
Yurdumuzun her kösesinin ayri bir güzelligi var. Kabul, ancak Ege ve Akdeniz kiyilarimizin güzelligi bambaska! Binyillar önce büyük filozoflarin bu Anadolu kiyilarindan cikmasi sasirtici olmasa gerek. Yakin gecmisimizin Halikarnas Balikcisi´nin Bodrum´dan, Can Yücel´in Datca´dan, Bedri Rahmi´nin Fethiye koylarindan ilham aldigini kim inkar edebilir ki?
Tatilin kum, deniz, günes ve ultra modern tesislerde (her sey dahil) tika basa tikinarak yapilmasina karsi oldugum icin, bölgenin dogasiyla kucaklasmadan, tarihi ve kültürel zenginliklerini görmeden yapilacak bir tatilin, sadece eglenceye ve bosa harcanmis zamana karsilik gelecegini ifade edebilirim. Bizler, Anadolu topraklari üzerinde yasayan sansli insanlar olarak, o kadar büyük bir tarihi ve kültürel hazinenin üzerinde yasiyoruz ki, bunun farkinda ve bilincinde olabilmek icin yapilan tanitim ve etkinliklerin ve hatta kültür turlarinin yetersiz kaldigi kanisindayim. Bilmiyoruz, ilgilenmiyoruz, deger vermiyoruz! Günlük yasam kosusturmalari, gecim derdi, günümüz insaninin degisen öncelikleri bizleri bazi güzellikleri farketmemize engel oluyor. Onun icindir ki, bir Alman turist, cogumuzdan daha fazla bilgiye sahip kendi yurdumuzun tarihsel kalintilari ve kültürel mirasi hakkinda. Onun icindir ki, Alanya´da 20 bini askin yabanci burayi ikinci vatan bilip yerlesmis, Urla´ya, Bodrum´a, Seferihisar´a vs.
Farkindaysaniz sürekli anakaradan bahsettim. Dünyanin en güzel denizlerinden birisinin kiyisinda yasiyoruz ve o denizin binlerce adasindan sadece birkaci bizlerin egemenligine birakilmis. Kuzeydeki Gökce ve Bozcaada ile Cunda adasi ve daha güneylerdeki birkac Esek ve Tavsan adaciklarindan ve kayaliklardan baska bir sey yok! Neden? Bizim adada yasam kültürümüz mü yok? Yoksa ayagimizin anakaraya saglam basmasini mi yegliyoruz?
Devam edecegiz..
Cumhuriyet tarihimizin son 40 - 45 yili, bircogumuz bir sahil kasabasini hatta otel ve/veya tatil köyünü ziyaret etmisizdir. Taa Saros körfezinden, Enez´den baslayarak, Hatay Yayladagi´na kadarki Ege ve Akdeniz kiyilarinin dogal güzelligine esir olmusuzdur. Sahil kasabalarinin sade, otantik yasami, büyük kentlerin keskemesine oranla bir siginma hatta kurtulus gibi algilanir. Daglarin kekik kokusu, yemyesil ormanlarin masmavi denizle bulustugu o muhtesem koylar, halkin akin ettigi dogal plajlar, rüyalarimizi süsleyen "bük"ler...
Yurdumuzun her kösesinin ayri bir güzelligi var. Kabul, ancak Ege ve Akdeniz kiyilarimizin güzelligi bambaska! Binyillar önce büyük filozoflarin bu Anadolu kiyilarindan cikmasi sasirtici olmasa gerek. Yakin gecmisimizin Halikarnas Balikcisi´nin Bodrum´dan, Can Yücel´in Datca´dan, Bedri Rahmi´nin Fethiye koylarindan ilham aldigini kim inkar edebilir ki?
Tatilin kum, deniz, günes ve ultra modern tesislerde (her sey dahil) tika basa tikinarak yapilmasina karsi oldugum icin, bölgenin dogasiyla kucaklasmadan, tarihi ve kültürel zenginliklerini görmeden yapilacak bir tatilin, sadece eglenceye ve bosa harcanmis zamana karsilik gelecegini ifade edebilirim. Bizler, Anadolu topraklari üzerinde yasayan sansli insanlar olarak, o kadar büyük bir tarihi ve kültürel hazinenin üzerinde yasiyoruz ki, bunun farkinda ve bilincinde olabilmek icin yapilan tanitim ve etkinliklerin ve hatta kültür turlarinin yetersiz kaldigi kanisindayim. Bilmiyoruz, ilgilenmiyoruz, deger vermiyoruz! Günlük yasam kosusturmalari, gecim derdi, günümüz insaninin degisen öncelikleri bizleri bazi güzellikleri farketmemize engel oluyor. Onun icindir ki, bir Alman turist, cogumuzdan daha fazla bilgiye sahip kendi yurdumuzun tarihsel kalintilari ve kültürel mirasi hakkinda. Onun icindir ki, Alanya´da 20 bini askin yabanci burayi ikinci vatan bilip yerlesmis, Urla´ya, Bodrum´a, Seferihisar´a vs.
Farkindaysaniz sürekli anakaradan bahsettim. Dünyanin en güzel denizlerinden birisinin kiyisinda yasiyoruz ve o denizin binlerce adasindan sadece birkaci bizlerin egemenligine birakilmis. Kuzeydeki Gökce ve Bozcaada ile Cunda adasi ve daha güneylerdeki birkac Esek ve Tavsan adaciklarindan ve kayaliklardan baska bir sey yok! Neden? Bizim adada yasam kültürümüz mü yok? Yoksa ayagimizin anakaraya saglam basmasini mi yegliyoruz?
Devam edecegiz..
13 Ağustos 2013 Salı
ABD´nin Türkiye´yi Imha Plani : Büyük Kürdistan, Kücük Türkiye - Cihan DURA
Amerika’nın Türkiye’yi İmha Planı : Büyük Kürdistan, Küçük Türkiye…
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan, kuzu postuna bürünmüş, dost görünen düşman bir devlet…
Türkiye’nin güçlü bir ulus devlet olarak mevcudiyetini küresel çıkarlarına aykırı buluyor. Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Türkiye de dahil... Bir Türkiye’yi parçalama planı var. Plan “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde ağabeylik vaat ederek, büyük devlet olma, Ortadoğu’nun patronu olma havucunu sunuyorlar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler; Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD’nin bu hain planına dair kanıt ve belgeler hiç de az değil. Örneğin, 11.8.2013 tarihli Aydınlık’ta Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ortadoğu yeni baştan düzenlenmeye çalışılıyor. Bölgede ABD ve İsrail’e karşı olmayan bir yapılanma peşindeler. NATO Kürt devleti istiyor. Petrolden çok İsrail’in korunması esas alınıyor. ABD Asya ve Çin planlarında kullanmak istediği Türkiye’ye yeni ilişkiler dayatıyor. Federasyon mu yoksa konfederasyon mu olacağına büyük patron olarak, ABD karar verecek. Plan bu. Planın tutup tutmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.” Demek ki ABD’nin bir “Türk-Kürt Konfederasyonu” planı olduğu artık su götürmeyen bir gerçek. AKP hükümetinin sözde “demokratik açılımlar”ının, Irak’ın, Suriye’nin ateşe verilmesinin ardında bu hain plan var.
Yine Aydınlık’ta (12.5.2013) yayınlanmış olan "Türk-Kürt Federasyonu" başlıklı bir yazı… Mehmet Ali Güller; yazısında, bu planın, yani Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) kimi yönlerine ışık tutuyor. Çok ilginç tespitler var, aşağıda özetliyorum.
R.T. Erdoğan’ın “akil adam”larından Fuat Keyman, “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatıyor mu?” başlıklı makalesinde (Milliyet, 11 Mayıs 2013) şöyle diyor: “Çözüm süreci, Türkiye içinde belli bir kesim tarafından, Türkiye’yi zayıflatıcı bir gelişme olarak algılanırken, Türkiye dışında Türkiye’yi bölgesel düzeyde güçlendirecek ve zenginleştirecek bir gelişme olarak algılanıyor.” Keyman bu “saptamasını” çözüm sürecini konuşmak üzere gittiği ABD’deki düşünce kuruluşu temsilcilerinin, akademisyenlerin ve gazetecilerin görüşlerine dayandırıyor. Nitekim içerideki aktörler de “çözüm sürecini” benzer şekilde, “Türkiye’yi Kürtlerle büyütmek”, “Ortadoğu’daki sınırları anlamsız hale getirmek” gibi sözlerle savunuyorlar.
Ve “baş akil” David Phillips... “Çözüm sürecinin” mimarlarından biri, sık sık Ankara’ya geliyor, AKP Hükümeti’ne akıl hocalığı yapıyor. İşte bu David Phillips, lafı dolandırmadan AKP-PKK “barış süreci”nin sonucunu ilan etmiş: Türkiye ve Kürdistan konfederasyon olacak! (Hürriyet, 11 Mayıs 2013)
Dönelim tekrar Fuat Keyman’ın “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatmayacak, tersine güçlendirecek” tezine… Keyman bu tezini neye dayandırıyor? David Gardner’in ortaya attığı Türkosfer kavramına, yani “Türkiye, Kuzey Irak ve Suriye arasında ekonomi, enerji zenginlik ve etki alanı” kurulmasına! (Ne parlak laflar değil mi cd )
Biz de zaten hedefin Kürt Koridoru olduğunu, Washington’un Irak’ın kuzeyinde 20 yılda inşa ettiği Kürt Devleti’ni şimdi Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açmak istediğini, bu operasyonun alt yükleniciliğini AKP ile PKK’nın yaptığını, bu nedenle bir sözde “barış sürecinin” başlatıldığını önemle belirtiyoruz.
Ancak sorun asıl bundan sonra başlıyor.
Eğer Çin, Rusya ve İran’ın görmezden geldiğini ve Irak ile Suriye’nin, topraklarına el konulmasını sessiz kaldığını varsayarsak, başlangıçta, 780 bin km karelik ülke toprakları Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kuzeyi ile genişlemiş olur! Diyelim ki oldu ve Kürtler emperyalizmin Ortadoğu’daki kurşunu olmaya, Türk Ordusu da AKP’nin aldığı enerji rüşveti karşılığında boru bekçiliği yapmaya ve komşularına zor kullanmaya razı oldu… Peki ya sonrası?
İşte Fuat Keyman, David Gardner ve David Phillips’in şimdilik hiç değinmedikleri gerçek bundan sonra kendini gösteriyor: Türkiye ile konfederasyon kuracak olan Irak, Suriye ve Türkiye Kürtleri, Büyük Kürdistan olarak bağımsızlıklarını ilan edecekler! Yani Türkiye önce Kürtlerle “teknik olarak” büyüyecek ama, sonra Diyarbakır merkezli Büyük Kürdistan’ın kopmasıyla küçülecek! “Barış”, “çözüm”, “terörü bitirmek” gibi palavraların arkasındaki çıplak ve yakıcı gerçek işte budur: Büyük Kürdistan, Küçük Türkiye demektir!
Evet, bence de olan ve olacak olan budur. Bu görüşümü daha önceki 28.3.2013 tarihli bir yazımda işlemiştim. O yazıyı kamuoyunun dikkatine, aşağıda yeniden sunmayı görev biliyorum.
*** *** ***
ABD’nin ve AB’nin –daha doğrusu büyük küresel şirketlerin- Türkiye için geliştirdiği Büyük Tuzak “Osmanlı Milletler Topluluğu” veya “Yeni Osmanlıcılık” olarak karşımıza çıkmıştır. İstiklal savaşımızda olduğu gibi, sinsi bir plan, Türk devletini ve milletini imha planı uygulamaya konulmuştur. Bu bir zokadır ve ne yazık ki hükümet bunu yutmuş görünüyor. “Zoka”nın ne olduğunu önceki yazılarımda açıklamıştım, özetle şudur:
ABD Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan bir devlet, düşman bir devlet… Lozan’ı kabul etmemiştir. Güçlü bir ulus devlet olarak Türkiye’nin varlığını küresel çıkarlarına -daha doğrusu küresel şirketlerinin çıkarlarına- aykırı buluyor. Aynı sebeplerle Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Atatürk Türkiyesi de dahil... Bir süredir bütün gayreti bu yönde…
Türkiye’yi parçalama planı “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Kulağa hoş gelecek laflar söyleyecek, ona değerli bir şey verecekmiş gibi hareket edecek. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde patronluk, ağabeylik vaat ederek, amiyane deyişiyle gaza getirecekler AKP hükümetini... Büyük devlet olma, Ortadoğu’nun hâmiliği, bölgenin patronu olma havucunu sunacaklar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler, Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD hükümeti bir yandan da o klasik “ordo ab chao” stratejisini kullanmakta, yani “istediğin düzeni kurmak için önce kaos yarat!” Yarattığı kaosta Ortadoğu ülkelerini bir bir parçalarken, Türkiye’yi de bölmüş olacak. Süreç içinde “Büyük Kürdistan”ı kurduracak, büyük bir olasılıkla “Ermenistan”ı da araya sokuşturmuş olacak. Bunlar sağlandıktan sonra da “Haddini bil, biz varken patronluk senin neyine, çekil bakalım köşene” denecek –ne yazık ki- bölünmüş, küçülmüş olan Türkiye’ye[i].
Kürdistan projesi, dünyayı 500 yıldır sömüren Emperyalizm’in, onun dev küresel şirketlerinin asırlık projelerinden biri… Geçmişte İngiltere çok uğraştı üzerinde, bugünse Amerika BOP çerçevesinde gerçekleştirme yolunda. Irak’ta, ülke üç parçaya bölünerek çekirdek oluşturuldu. Sıra Türkiye ve İran’dan yapılacak eklemelere geldi. Planda Suriye de var. Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e ulaşan bir koridor açılacak. Dört parça birleştirilerek Büyük Kürdistan kurulacak. ABD bunu korumasına aldığı Mesut Barzani’nin patronajında gerçekleştirecek, tabiî AKP hükümetinin –en hafif deyimiyle- gafilce desteği ile!... Planla Kerkük petrol boru hattı güvence altına alınıyor. AKP hükümetinin de yardımıyla Suriye’deki Esat rejimine yüklenmelerinin asıl sebebi bu; demokrasi talepleri kılıftan, ambalajdan ibaret… Kitleleri böyle kulağa hoş gelen laflarla uyutuyor, harekete geçiriyor, savaştırıyorlar.
Projenin Türkiye ayağı PKK elebaşısı ile açıktan görüşmelerin başlanması ile, hızlandırıldı. Yukarda belirttim, Türkiye büyüyormuş, bir şeyler kazanıyormuş izlenimi verilerek, elindekiler alınıp, cascavlak bırakılacak ortada; tıpkı ağzındaki peyniri kaptıran karga ile kurnaz tilki öykücüğünde olduğu gibi… Türkiye çok şey kaybedecek, ancak iş işten geçmiş olacak.
*** *** ***
Yukarda dediğim gibi, PKK elebaşısı ile pazarlık artık alenen yapılıyor, hem de birden koyulaşıverdi, neden acaba? Öyle ki gündeme oturtulan mesajlar bile yayınlıyor Öcalan. Neden birden böyle bir sürece girildi? Bir görüşe göre, çünkü, hesapta Irak petrolleri var! Son yapılan tahminler Irak’ı petrol serveti bakımından dünyada birinci sıraya oturtmuş bulunuyor: 350 milyar varil petrol ve trilyonlarca metreküp doğal gaz rezervleri… Bunların önemli bir bölümü de Irak’ın kuzeyindeki Özerk Kürt Yönetimi’nin kontrolünde olan topraklarda… Plan Kerkük başkent yapılarak bu geniş petrol kaynaklarının üzerine oturmak… Ancak Irak merkezî hükümeti buna şiddetle karşı… Ne yapmalı? Gelsin, Amerika’nın “Yeni Osmanlıcılık” planı!...
Plana göre Türkiye, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Barzani’nin hâmiliğine soyunacak. Peki, ne karşılığında?... Tabii, petrol karşılığında!... Antlaşmaya göre Barzani AKP hükümetine Kerkük petrollerinden pay verecek, yeter ki Irak merkezî hükümetine karşı, Türkiye onu koruması altına alsın. Peki, nasıl kotarılacak bu hâmilik? İşte, işin püf noktası burada, çünkü Türkiye’ye hazırlanan tuzak burada karşımıza çıkıyor: Amerikan planı Türkiye’nin hâmiliğinde petrol odaklı bir federatif yapı öngörüyor! Ancak gözden kaçırılan gizli ve nihaî bir hedef var: Büyük Kürdistan… Bütün bu adımlar Türkiye’nin güneyini boydan boya bir yılan gibi saracak olan Büyük Kürdistan’ın inşasına giden adımlar...
ABD bütün bunları M. Barzani’nin, Kürtlerin kara kaşına kara gözüne âşık olduğu için mi yapıyor? Elbette hayır, küresel şirketleri hesabına zengin petrol ve gaz rezervlerini kapatmak için yapıyor; bölgenin stratejik konumu için, İsrail’in yanı sıra tam güven duyacağı bir müttefik devlet daha olsun diye yapıyor. Ancak menfaatleri gerektirdiğinde, onun da kıçına bir tekme vurmaktan çekinmeyecektir[ii].
*** *** ***
Amerika’nın bu “büyüterek küçültme” stratejisini Sadi Somuncuoğlu’nun bir yazısında[iii] da buluyoruz, şöyle yazıyor: AKP hükümeti ile terörist başı arasında varılan mutabakatlar çerçevesinde yapılacak yasal düzenlemelerle, Türkiye Cumhuriyeti devleti iki ortaklı, iki dilli ve özerk bölgeli bir rejime dönüştürülecek. PKK bunları görüp emin olunca, bütün silahlı teröristler Suriye’ye kaydırılacak ve “Kürdistan”ın Akdeniz’e uzanan üçüncü ayağının inşasına başlanacaktır. Bu da sağlanınca ortaya, bir yanda “Türkiye ortaklık devleti”, öbür yanda “Irak ve Suriye federe devletleri” çıkacaktır. En sonra bu üç parçanın birleşmesiyle “konfederal” devlet kurulacaktır. İşte size İsrail’e dost olan yeni bir devlet: “Büyük Kürdistan!”
Somuncuoğlu devam ediyor: Başbakan ve Davutoğlu’nun “Türkiye’yi büyütmek” dediği şey ile, teröristbaşının Nevruz mektubunda bahsettiği “Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Orta Doğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz. Misak-ı Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak’taki Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleştirmek” söylemi aynı anlama gelmiyor mu? İyi de dünyanın altını üstüne getirecek böyle bir projenin sahibi Erdoğan, Davutoğlu, teröristbaşı ve Barzani olabilir mi? Mümkün mü bu? Asla!... Konuyla ilgilenen herkesin bileceği gibi, Erdoğan’ın da en az 30 defa “Bize eşbaşkanlık görevi verildi” dediği “Büyük Orta Doğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi”nin (BOP’un) sahibi “Haçlı” emperyalistlerdir. Projeleri de, ABD’nin malum eski “büyüterek küçültme” tuzağından ibarettir!
*** *** ***
Ne var ki iş burada da bitmiyor. Aslında plan içinde plan var, Rus matruşkaları gibi desem yeri... Öyle hazırlanmış ki insana dehşet veriyor. Buna göre “Büyük Kürdistan” sadece bir başlangıç… Peki gizli olan nedir o zaman? Asıl proje “Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kuracağız” örtüsü altında “Kürdistan”ı kurarken, Ermenistan’ı da kurmak, Yunanlıların “Megalo idea”larına da yeni kapılar açmak. Kısacası, bir Türkiye Cumhuriyeti’ni bütünüyle imha planı söz konusu! Bu korkunç komplonun kimi ipuçlarını Arslan Bulut’un bir yazısında[iv] buluyoruz:
7 Mayıs 2000… Fener Rum Patriği Bartholomeos konuşuyor: “Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Anadolu’da önceden var olmuş Hıristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hıristiyanların yaşamasına izin vermelidir. Hıristiyanlar yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirse, o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmasını düşünebiliriz.”
2009’un Mayıs ayı… Başbakan Tayyip Erdoğan: “Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi.”
2008’in Eylülü… Emekli Büyükelçi, TÜSİAD’lı Volkan Vural: “Devlet, Ermenilerden özür dilesin, Ermeni ve Rumlar tekrar eski topraklarına dönsün, tekrar vatandaş olsun… Ölen ve tehcire uğrayan insanların torunlarına bir çağrı da yapılabilir. ‘Burası sizin de topraklarınız, gelirseniz size de yer var’ denilebilir. Gelenlere vatandaşlık da verilebilir.”
Nihayet, 2013’ün ilk ayları… AKP’nin Kültür Bakanı Ömer Çelik, beklenen çağrıyı yapıyor: “Geçmişte yapılan bazı yanlışlıklar yüzünden ülkemizi terk etmiş Hıristiyan ve Yahudiler var. Hepsine ’Ülkenize geri dönebilirsiniz’ diyoruz.”
Ve diğer meşum gelişmeler: “Vatandaşlık yasası ile, yıllardan beri Türkiye’de bulunan 60-70 bin Ermenistan vatandaşına ve onların burada doğan çocuklarına, ayrıca Akdeniz sahillerinde yerleşen diğer yabancılara, son olarak da sığınmacı Suriyelilere Türkiye vatandaşı olabilme imkânı tanınıyor. Yunanistan istihbaratı, uzun yıllardır gönderdiği turistler vasıtasıyla, bütün Anadolu’da Eski Rum mallarının envanterini kaydediyor! Tarih Vakfı da Rockefeller Vakfı’nın para yardımı ile Türkiye’nin 10 pilot bölgesinde “Yerel Tarih Grupları” kurarak, Hıristiyanlara ait eski gayrimenkul tapularını ve eski azınlık mezarlıklarını araştırıyor.
*** *** ***
Yurtseverler!
Demokrasi ile, parti ile, barış teraneleri ile, şununla bununla oyalanacak zaman değil artık.
Birleşin, duruma el koyun.
Unutun, bütün farklılıklarınızı,
Bir an önce bu korkunç planı parça parça edin.
Yoksa, ne vatan kalacak, ne millet, ne de devlet!
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan, kuzu postuna bürünmüş, dost görünen düşman bir devlet…
Türkiye’nin güçlü bir ulus devlet olarak mevcudiyetini küresel çıkarlarına aykırı buluyor. Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Türkiye de dahil... Bir Türkiye’yi parçalama planı var. Plan “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde ağabeylik vaat ederek, büyük devlet olma, Ortadoğu’nun patronu olma havucunu sunuyorlar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler; Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD’nin bu hain planına dair kanıt ve belgeler hiç de az değil. Örneğin, 11.8.2013 tarihli Aydınlık’ta Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ortadoğu yeni baştan düzenlenmeye çalışılıyor. Bölgede ABD ve İsrail’e karşı olmayan bir yapılanma peşindeler. NATO Kürt devleti istiyor. Petrolden çok İsrail’in korunması esas alınıyor. ABD Asya ve Çin planlarında kullanmak istediği Türkiye’ye yeni ilişkiler dayatıyor. Federasyon mu yoksa konfederasyon mu olacağına büyük patron olarak, ABD karar verecek. Plan bu. Planın tutup tutmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.” Demek ki ABD’nin bir “Türk-Kürt Konfederasyonu” planı olduğu artık su götürmeyen bir gerçek. AKP hükümetinin sözde “demokratik açılımlar”ının, Irak’ın, Suriye’nin ateşe verilmesinin ardında bu hain plan var.
Yine Aydınlık’ta (12.5.2013) yayınlanmış olan "Türk-Kürt Federasyonu" başlıklı bir yazı… Mehmet Ali Güller; yazısında, bu planın, yani Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) kimi yönlerine ışık tutuyor. Çok ilginç tespitler var, aşağıda özetliyorum.
R.T. Erdoğan’ın “akil adam”larından Fuat Keyman, “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatıyor mu?” başlıklı makalesinde (Milliyet, 11 Mayıs 2013) şöyle diyor: “Çözüm süreci, Türkiye içinde belli bir kesim tarafından, Türkiye’yi zayıflatıcı bir gelişme olarak algılanırken, Türkiye dışında Türkiye’yi bölgesel düzeyde güçlendirecek ve zenginleştirecek bir gelişme olarak algılanıyor.” Keyman bu “saptamasını” çözüm sürecini konuşmak üzere gittiği ABD’deki düşünce kuruluşu temsilcilerinin, akademisyenlerin ve gazetecilerin görüşlerine dayandırıyor. Nitekim içerideki aktörler de “çözüm sürecini” benzer şekilde, “Türkiye’yi Kürtlerle büyütmek”, “Ortadoğu’daki sınırları anlamsız hale getirmek” gibi sözlerle savunuyorlar.
Ve “baş akil” David Phillips... “Çözüm sürecinin” mimarlarından biri, sık sık Ankara’ya geliyor, AKP Hükümeti’ne akıl hocalığı yapıyor. İşte bu David Phillips, lafı dolandırmadan AKP-PKK “barış süreci”nin sonucunu ilan etmiş: Türkiye ve Kürdistan konfederasyon olacak! (Hürriyet, 11 Mayıs 2013)
Dönelim tekrar Fuat Keyman’ın “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatmayacak, tersine güçlendirecek” tezine… Keyman bu tezini neye dayandırıyor? David Gardner’in ortaya attığı Türkosfer kavramına, yani “Türkiye, Kuzey Irak ve Suriye arasında ekonomi, enerji zenginlik ve etki alanı” kurulmasına! (Ne parlak laflar değil mi cd )
Biz de zaten hedefin Kürt Koridoru olduğunu, Washington’un Irak’ın kuzeyinde 20 yılda inşa ettiği Kürt Devleti’ni şimdi Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açmak istediğini, bu operasyonun alt yükleniciliğini AKP ile PKK’nın yaptığını, bu nedenle bir sözde “barış sürecinin” başlatıldığını önemle belirtiyoruz.
Ancak sorun asıl bundan sonra başlıyor.
Eğer Çin, Rusya ve İran’ın görmezden geldiğini ve Irak ile Suriye’nin, topraklarına el konulmasını sessiz kaldığını varsayarsak, başlangıçta, 780 bin km karelik ülke toprakları Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kuzeyi ile genişlemiş olur! Diyelim ki oldu ve Kürtler emperyalizmin Ortadoğu’daki kurşunu olmaya, Türk Ordusu da AKP’nin aldığı enerji rüşveti karşılığında boru bekçiliği yapmaya ve komşularına zor kullanmaya razı oldu… Peki ya sonrası?
İşte Fuat Keyman, David Gardner ve David Phillips’in şimdilik hiç değinmedikleri gerçek bundan sonra kendini gösteriyor: Türkiye ile konfederasyon kuracak olan Irak, Suriye ve Türkiye Kürtleri, Büyük Kürdistan olarak bağımsızlıklarını ilan edecekler! Yani Türkiye önce Kürtlerle “teknik olarak” büyüyecek ama, sonra Diyarbakır merkezli Büyük Kürdistan’ın kopmasıyla küçülecek! “Barış”, “çözüm”, “terörü bitirmek” gibi palavraların arkasındaki çıplak ve yakıcı gerçek işte budur: Büyük Kürdistan, Küçük Türkiye demektir!
Evet, bence de olan ve olacak olan budur. Bu görüşümü daha önceki 28.3.2013 tarihli bir yazımda işlemiştim. O yazıyı kamuoyunun dikkatine, aşağıda yeniden sunmayı görev biliyorum.
*** *** ***
ABD’nin ve AB’nin –daha doğrusu büyük küresel şirketlerin- Türkiye için geliştirdiği Büyük Tuzak “Osmanlı Milletler Topluluğu” veya “Yeni Osmanlıcılık” olarak karşımıza çıkmıştır. İstiklal savaşımızda olduğu gibi, sinsi bir plan, Türk devletini ve milletini imha planı uygulamaya konulmuştur. Bu bir zokadır ve ne yazık ki hükümet bunu yutmuş görünüyor. “Zoka”nın ne olduğunu önceki yazılarımda açıklamıştım, özetle şudur:
ABD Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan bir devlet, düşman bir devlet… Lozan’ı kabul etmemiştir. Güçlü bir ulus devlet olarak Türkiye’nin varlığını küresel çıkarlarına -daha doğrusu küresel şirketlerinin çıkarlarına- aykırı buluyor. Aynı sebeplerle Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Atatürk Türkiyesi de dahil... Bir süredir bütün gayreti bu yönde…
Türkiye’yi parçalama planı “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Kulağa hoş gelecek laflar söyleyecek, ona değerli bir şey verecekmiş gibi hareket edecek. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde patronluk, ağabeylik vaat ederek, amiyane deyişiyle gaza getirecekler AKP hükümetini... Büyük devlet olma, Ortadoğu’nun hâmiliği, bölgenin patronu olma havucunu sunacaklar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler, Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD hükümeti bir yandan da o klasik “ordo ab chao” stratejisini kullanmakta, yani “istediğin düzeni kurmak için önce kaos yarat!” Yarattığı kaosta Ortadoğu ülkelerini bir bir parçalarken, Türkiye’yi de bölmüş olacak. Süreç içinde “Büyük Kürdistan”ı kurduracak, büyük bir olasılıkla “Ermenistan”ı da araya sokuşturmuş olacak. Bunlar sağlandıktan sonra da “Haddini bil, biz varken patronluk senin neyine, çekil bakalım köşene” denecek –ne yazık ki- bölünmüş, küçülmüş olan Türkiye’ye[i].
Kürdistan projesi, dünyayı 500 yıldır sömüren Emperyalizm’in, onun dev küresel şirketlerinin asırlık projelerinden biri… Geçmişte İngiltere çok uğraştı üzerinde, bugünse Amerika BOP çerçevesinde gerçekleştirme yolunda. Irak’ta, ülke üç parçaya bölünerek çekirdek oluşturuldu. Sıra Türkiye ve İran’dan yapılacak eklemelere geldi. Planda Suriye de var. Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e ulaşan bir koridor açılacak. Dört parça birleştirilerek Büyük Kürdistan kurulacak. ABD bunu korumasına aldığı Mesut Barzani’nin patronajında gerçekleştirecek, tabiî AKP hükümetinin –en hafif deyimiyle- gafilce desteği ile!... Planla Kerkük petrol boru hattı güvence altına alınıyor. AKP hükümetinin de yardımıyla Suriye’deki Esat rejimine yüklenmelerinin asıl sebebi bu; demokrasi talepleri kılıftan, ambalajdan ibaret… Kitleleri böyle kulağa hoş gelen laflarla uyutuyor, harekete geçiriyor, savaştırıyorlar.
Projenin Türkiye ayağı PKK elebaşısı ile açıktan görüşmelerin başlanması ile, hızlandırıldı. Yukarda belirttim, Türkiye büyüyormuş, bir şeyler kazanıyormuş izlenimi verilerek, elindekiler alınıp, cascavlak bırakılacak ortada; tıpkı ağzındaki peyniri kaptıran karga ile kurnaz tilki öykücüğünde olduğu gibi… Türkiye çok şey kaybedecek, ancak iş işten geçmiş olacak.
*** *** ***
Yukarda dediğim gibi, PKK elebaşısı ile pazarlık artık alenen yapılıyor, hem de birden koyulaşıverdi, neden acaba? Öyle ki gündeme oturtulan mesajlar bile yayınlıyor Öcalan. Neden birden böyle bir sürece girildi? Bir görüşe göre, çünkü, hesapta Irak petrolleri var! Son yapılan tahminler Irak’ı petrol serveti bakımından dünyada birinci sıraya oturtmuş bulunuyor: 350 milyar varil petrol ve trilyonlarca metreküp doğal gaz rezervleri… Bunların önemli bir bölümü de Irak’ın kuzeyindeki Özerk Kürt Yönetimi’nin kontrolünde olan topraklarda… Plan Kerkük başkent yapılarak bu geniş petrol kaynaklarının üzerine oturmak… Ancak Irak merkezî hükümeti buna şiddetle karşı… Ne yapmalı? Gelsin, Amerika’nın “Yeni Osmanlıcılık” planı!...
Plana göre Türkiye, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Barzani’nin hâmiliğine soyunacak. Peki, ne karşılığında?... Tabii, petrol karşılığında!... Antlaşmaya göre Barzani AKP hükümetine Kerkük petrollerinden pay verecek, yeter ki Irak merkezî hükümetine karşı, Türkiye onu koruması altına alsın. Peki, nasıl kotarılacak bu hâmilik? İşte, işin püf noktası burada, çünkü Türkiye’ye hazırlanan tuzak burada karşımıza çıkıyor: Amerikan planı Türkiye’nin hâmiliğinde petrol odaklı bir federatif yapı öngörüyor! Ancak gözden kaçırılan gizli ve nihaî bir hedef var: Büyük Kürdistan… Bütün bu adımlar Türkiye’nin güneyini boydan boya bir yılan gibi saracak olan Büyük Kürdistan’ın inşasına giden adımlar...
ABD bütün bunları M. Barzani’nin, Kürtlerin kara kaşına kara gözüne âşık olduğu için mi yapıyor? Elbette hayır, küresel şirketleri hesabına zengin petrol ve gaz rezervlerini kapatmak için yapıyor; bölgenin stratejik konumu için, İsrail’in yanı sıra tam güven duyacağı bir müttefik devlet daha olsun diye yapıyor. Ancak menfaatleri gerektirdiğinde, onun da kıçına bir tekme vurmaktan çekinmeyecektir[ii].
*** *** ***
Amerika’nın bu “büyüterek küçültme” stratejisini Sadi Somuncuoğlu’nun bir yazısında[iii] da buluyoruz, şöyle yazıyor: AKP hükümeti ile terörist başı arasında varılan mutabakatlar çerçevesinde yapılacak yasal düzenlemelerle, Türkiye Cumhuriyeti devleti iki ortaklı, iki dilli ve özerk bölgeli bir rejime dönüştürülecek. PKK bunları görüp emin olunca, bütün silahlı teröristler Suriye’ye kaydırılacak ve “Kürdistan”ın Akdeniz’e uzanan üçüncü ayağının inşasına başlanacaktır. Bu da sağlanınca ortaya, bir yanda “Türkiye ortaklık devleti”, öbür yanda “Irak ve Suriye federe devletleri” çıkacaktır. En sonra bu üç parçanın birleşmesiyle “konfederal” devlet kurulacaktır. İşte size İsrail’e dost olan yeni bir devlet: “Büyük Kürdistan!”
Somuncuoğlu devam ediyor: Başbakan ve Davutoğlu’nun “Türkiye’yi büyütmek” dediği şey ile, teröristbaşının Nevruz mektubunda bahsettiği “Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Orta Doğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz. Misak-ı Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak’taki Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleştirmek” söylemi aynı anlama gelmiyor mu? İyi de dünyanın altını üstüne getirecek böyle bir projenin sahibi Erdoğan, Davutoğlu, teröristbaşı ve Barzani olabilir mi? Mümkün mü bu? Asla!... Konuyla ilgilenen herkesin bileceği gibi, Erdoğan’ın da en az 30 defa “Bize eşbaşkanlık görevi verildi” dediği “Büyük Orta Doğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi”nin (BOP’un) sahibi “Haçlı” emperyalistlerdir. Projeleri de, ABD’nin malum eski “büyüterek küçültme” tuzağından ibarettir!
*** *** ***
Ne var ki iş burada da bitmiyor. Aslında plan içinde plan var, Rus matruşkaları gibi desem yeri... Öyle hazırlanmış ki insana dehşet veriyor. Buna göre “Büyük Kürdistan” sadece bir başlangıç… Peki gizli olan nedir o zaman? Asıl proje “Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kuracağız” örtüsü altında “Kürdistan”ı kurarken, Ermenistan’ı da kurmak, Yunanlıların “Megalo idea”larına da yeni kapılar açmak. Kısacası, bir Türkiye Cumhuriyeti’ni bütünüyle imha planı söz konusu! Bu korkunç komplonun kimi ipuçlarını Arslan Bulut’un bir yazısında[iv] buluyoruz:
7 Mayıs 2000… Fener Rum Patriği Bartholomeos konuşuyor: “Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Anadolu’da önceden var olmuş Hıristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hıristiyanların yaşamasına izin vermelidir. Hıristiyanlar yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirse, o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmasını düşünebiliriz.”
2009’un Mayıs ayı… Başbakan Tayyip Erdoğan: “Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi.”
2008’in Eylülü… Emekli Büyükelçi, TÜSİAD’lı Volkan Vural: “Devlet, Ermenilerden özür dilesin, Ermeni ve Rumlar tekrar eski topraklarına dönsün, tekrar vatandaş olsun… Ölen ve tehcire uğrayan insanların torunlarına bir çağrı da yapılabilir. ‘Burası sizin de topraklarınız, gelirseniz size de yer var’ denilebilir. Gelenlere vatandaşlık da verilebilir.”
Nihayet, 2013’ün ilk ayları… AKP’nin Kültür Bakanı Ömer Çelik, beklenen çağrıyı yapıyor: “Geçmişte yapılan bazı yanlışlıklar yüzünden ülkemizi terk etmiş Hıristiyan ve Yahudiler var. Hepsine ’Ülkenize geri dönebilirsiniz’ diyoruz.”
Ve diğer meşum gelişmeler: “Vatandaşlık yasası ile, yıllardan beri Türkiye’de bulunan 60-70 bin Ermenistan vatandaşına ve onların burada doğan çocuklarına, ayrıca Akdeniz sahillerinde yerleşen diğer yabancılara, son olarak da sığınmacı Suriyelilere Türkiye vatandaşı olabilme imkânı tanınıyor. Yunanistan istihbaratı, uzun yıllardır gönderdiği turistler vasıtasıyla, bütün Anadolu’da Eski Rum mallarının envanterini kaydediyor! Tarih Vakfı da Rockefeller Vakfı’nın para yardımı ile Türkiye’nin 10 pilot bölgesinde “Yerel Tarih Grupları” kurarak, Hıristiyanlara ait eski gayrimenkul tapularını ve eski azınlık mezarlıklarını araştırıyor.
*** *** ***
Yurtseverler!
Demokrasi ile, parti ile, barış teraneleri ile, şununla bununla oyalanacak zaman değil artık.
Birleşin, duruma el koyun.
Unutun, bütün farklılıklarınızı,
Bir an önce bu korkunç planı parça parça edin.
Yoksa, ne vatan kalacak, ne millet, ne de devlet!
12 Ağustos 2013 Pazartesi
9 Ağustos 2013 Cuma
TÜRK KIZILDERILILERLE MUHTESEM BIR GÜN !
AKRABALARIMIZIN TOPRAKLARINDAYIZ! Türk Kızılderililerle Muhteşem Bir Gün Geçirdik!
Turk North Amerika bu hafta sonunu sizler için Kızılderililerin yılda sadece bir kez 3 günlüğüne düzenledikleri Pow Wow’da geçirdi.
Muhteşem bir hafta sonu geçirdik akrabalarımızla. Her anı görülmeye değerdi. Uzun, zor ve meşakatli bir yolculuğun sonunda vardığımız Withlacoochee River Park 1991 yılının aralık ayında Pasco county valiliği tarafından Natıve American’lara yani Kızılderililere kültürlerini tanıtıp biraraya gelebilmeleri için tahsis edilmiş. Pow Wow ‘un tam olarak Türkçe karşılığı olmasa da “bir araya gelmek” anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
ZORLU BİR YOLCULUK
İlk olarak yolculuğumuzdan başlamak istiyorum. Şehir merkezinden ayrılan bir otoban üzerinden çıkıp dar, küçük, sağı ve solu at ve inek çiflikleriyle dolu olan yemyeşil sessiz bir yolda saatlerce ilerledik. İnanılmaz bir yoldu, sanki yolun sonunda cennete varacakmışız duygusunu yaşattı bize.
Ancak o bitmek bilmiyen ağaçlar, çiftlikler, sessiz ama bir o kadarda gizemli yolun sonuna varıp gideceğimiz Withlacoochee River Parkın 3 mil ötesine yaklaştığımızda, her tarafı asfaltla kaplı olan Amerika’nın değil, sanki terk edilmiş ıssız bir köyün, toz duman olmuş, taş ve toprak dolu yolunda zor bela ilerleyerek parka vardık.
ÇEKİNEREK YAKLAŞTIK
Aslında ilk başta çok çekiniyorduk onların arasına girmeye, çünkü yıllarca eziyet gördükleri beyaz adamlardan biriydik, fakat karşımıza ilk çıkan Kızılderili kadın oldukça sıcak bir karşılamayla parka giriş için çok cüzi bir miktar ödememiz gerektiğini bize söyledi. Bunun nedeni ise her sene tekrar eden Pow Wow’u düzenleyebilmeleri için gereken miktarın toplanması. 3 doları ödedikten sonra ilk an itibariyle hissettiğimiz duygular cana yakınlık, samimiyet, sevgi dolu bakışlar oldu.
İçeriye aracımızla giriş yapıp birazda içimiz acıyarak yemyeşil çimenlerin üzerine park ettik. Artık onların topraklarındayız. Parkın nehir kenarını ortada kocaman bir pist haline dönüştürecek şekilde etrafını ise kocaman bir daire halinde çadırlarla kaplamışlardı.
Her çadır aynı kültürden ama farklı sanat eserleriyle bezenmişti. Bir şey almadan çıkmanız üstelik bir de bayansanız imkansız bir durum. Söz konusu ben olunca gözümün gördüğü her şeyi hemen hemen istedim sanırım.
BU ÇADIRLARDA TARİH YATIYOR
İlk girdiğim çadırda el yapımı oklar, hayvan derisinden ve kemiklerinden yapılmış av aletleri mevcuttu. İkinci girdiğimiz çadırda ise tamamı el yapımı olan Kızılderili kültürüne ait özel taşlarla bezenmiş takılar vardı, herbir taşın onlarda farklı bir inanca ve özelliğe sahip olduğunu bize tek tek anlattılar. En özel taşın ise Turkuaz olduğunu, Turkuaz’ın onların ruhlarını tüm kötü enerjilerden koruduğunu ve onlara pozitif enerji verdiğini öğrendik. Bir diğer çadırda ise Kızılderili erkeklerin kafalarına taktığı tüylerle bezenmiş şapkalar vardı. Bu şapkaların en basitinin en az 3 ayda yapıldığını öğrendik. Bunlardan sadece birine $400 karşılığında sahip olabiliyorsunuz.
Diğer çadırlar ise Kızılderili kültürünü anlatan kıyafetler, takılar, süsler ve özel yapılmış av aletleriyle doluydu. En son girdiğim çadırda “White Sage” diye tanıttıkları bizim bildiğimiz ismiyle Ada Çayını küçük istiridye kabuklarında yakıp onun dumanıyla kutsandıklarını, ruhlarının bütün kötülüklerden arındığını bize anlatan Silver Cloud yani (gümüş bulut) ile tanıştık.
YÜRÜYEN KÜTÜPHANE: SILVER CLOUD İLE TANIŞTIK
Bu tesadüfen tanıştığımız Silver Cloud masmavi cam gibi gözleri ve sevgi dolu bakışları olan 78 yaşında eski bir eğitim bakanı. Bizi çadırında öylesine iyi ağırladı ki, o ilk girerken hissettiğimiz çekingenlikten eser kalmadı bizde. 78 yasındaki genç delikanlı öylesine espirili ve sevgi doluydu ki bizi hayran bıraktı kendisine.
Sohbete başlamadan önce, röportaj için izin istedik. Onun bize cevabı ise “tabiki bu çadıra girip soru sormadan çıkarsanız geldiğiniz gibi giderseniz, fakat sorarsanız öğrenir beyninizi bilgilerle doldurup zekanıza zeka katar çıkarsınız” oldu.
İlk sorumuza yanında oturan bembeyaz saçlı mavi gözlü tonton mu tonton bir teyzenin onun neyi olduğunu sorarak başladık. Çünkü pek Kızılderililere benzemiyordu her ne kadar onların yöresel kıyafetlerini giyse de. Onun eşi olduğunu ve adının Sweet Waters yani (tatlı su) olduğunu öğrendik. Eşinin aslında başka bir ırktan olduğunu fakat ailesinin onu çok küçük yaşta evlat edinerek tam bir Kızılderili gibi yetiştirdiğini anlattı. Ardından Sweet Waters söze girdi ve bize “kanınızın ne olduğu değil, kalbinizin ne hissettiği önemlidir, ben kendimi saf bir Kızılderili olarak hissediyorum” dedi.
Sohbetimizin ilerleyen bölümlerinde biraz korkarak biraz da çekinerek o malum soruyu sorduk.
ACILAR HALA TAZE
Neler yaşadınız?
Mavi Gözlü dev Silver Cloud masmavi gözlerini açarak cevapladı: “Bize eskiden İngilizler çok çektirdi. Kimsenin yaşamak istemediği, timsahların ve yabani hayvanların dolu olduğu bu toprakları bizim atalarımız gelip yaşanır bir hale getirdi. Sonra beyaz adam geldi. Önce hayvanlarımızı öldürdü, ardından topraklarımıza göz dikti. Sonra kadınlarımızı kaçırıp tecavüz etti. Ve en sonunda da bizi öldürüp kalanlarımızı topraklarından sürdü.
Aslında Beyaz adamın başlattığı savaşın ilk kıvılcımını söyle açıklıyor Siver Cloud: “Bir yerli çocuğun toprağı eşelerken bulduğu altını gören beyaz adamların onlara ait toprakları almaya çalışmalarıyla körüklenmiş herşey ve bu beyaz adamlar yine aynı sebeplerden topraklarımıza gelip 11 kadınımızı kaçırdı ve bir daha haber alamadık” diyor.
Cloud’un bu cümlesi ise belki de herşeyi özetliyor: “onlar bize ait olan ne varsa almak istediler ve biz kutsal topraklarımız ve kadınlarımız için savaştık”.
Cloud’un anlattıklarınndan sonra aklımıza gelen ilk soruyu sorduk. Peki halen bu sorunlar devam ediyor mu?
Acısı gözlerinden okunan Siver Cloud sorumuzu “elbette ama bunu söylemeye bile korkuyoruz” şeklinde cevaplıyor ve ekliyor “21. yüzyılda bile halen tam olarak özgür değiliz, kendi kültürümüzü yaşamak istiyoruz ve kültürümüzden asla kopmamaya çalışıyoruz. Aslında çok zorluklar çekiyoruz halen kadınlarımız çok zor şartlarda yaşıyor.”
YAŞAYAN TARİH
Siver Cloud tam bir yaşayan tarih. Aynı zamanda kabilesinin de bilgesi. O konuşurken biz gözümüz yaşlı dinliyoruz, duygulandığımızı görünce bir anda konuyu değiştiriyor. Kolumuzu ısıran sivrisineği öldürmeye çalışmamızın bize ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya başlıyor.
Bu Dünya’daki var olan her şeyin ve her olayın bir nedeni olduğunu söylüyor. “Biz asla o sinekleri öldürmeyiz biliriz ki, bizden aldığı kanla göle yavrularını bırakır, o yavruları yiyen balıklar senin akşam yemeği için masana koyduğun o büyük balıklardır. Sen o sinek sayesinde akşam yemeğinde kocaman, sağlıklı bir balık yiyebilirsin ailenle”
Onların inançları hakkında biraz bilgi istediğimizde ise bize “Kartalların onlar için çok kutsal olduğunu, gök yüzünde uçarak onları koruduğunu ve aslında kartalların gözlerinin tanrının bizi görme şekli olduğunu anlatıp ekliyor: “Her bir Kızılderili erkeğin sahip olmak istediği o büyük, yüce Kartal tüyünü elde edebilmek için günlerce, haftalarca Kartalı takip edip, ondan düşecek bir tüyü bekleyip, o düşen tüyü alabilmek için ne zorluklar çekiyoruz düşünebiliyor musunuz?.
Bu anlatımdan Kartal tüyünün satılmasının yasak olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Çünkü Kartal onlar için kutsal bir hayvan.
İnandıkları Tabiat Anaya verdiği her şey için teşekkür eden Kızılderililer doğayı öylesine seviyor ki anlattıklarını dinledikten sonra onlara bir kez daha hayran kalıyoruz. Artık Silver Cloud’dan ayrılma vakti gelip çatıyor. Diğer etkinliklere göz atabilmek için vedalaşma isteğimiz, kocaman bir kucak ve sevgi dolu öpücüklerle karşılık buluyor. Onun masmavi gözlerine ve gülen yüzüne son bir kez bakarak ayrılıyoruz çadırdan.
HER YER KIZILDERİLİ!
Çadırdan çıktığımızda biraz şaşırıyoruz. Çünkü az önce normal kıyafetleriyle ortalıkta gezinen insan kalabalığı bir anda yok olmuş onların yerini yüzlerce Kızılderili almıştı. Her biri günlük hayatında kariyerleri, işleri, çok güzel ve düzgün yaşamları olan sıradan insanlar yarım saat içinde hazırlanıp yani özlerine dönüp, yöresel kıyafetlerini giyip, takılarını takıp meydana çıkmışlardı.
Çemberin ortasında bulunan dans pistinin önü onlarca Kızılderili ile dolmuştu. Her birinin kendi kabilesinden kalma, onur ve cesareti temsil eden ölü hayvan iskeletleri, figürleri ve tüylerinden hazırlanmış aksesuarlarla dolu kıyafetleri vardı.
İnanışlarına göre kıyafetleri, her yakaladıkları veya avladıkları hayvanın vahşiliğine ve büyüklüğüne göre cesaret ve gücü simgelermiş, o yüzden her avladıkları hayvandan bir parça bulmak mümkündür kıyafetlerinde.
GÖRKEMLİ DANS BAŞLADI
Kültürlerinin en büyük temel kurallarından biri olan saygı bana bizden çok şeyi anımsattı. Büyüklerine olan saygıları ile aynı Türk kültürünü yaşayan Kızılderililer ilk şarkılarını ve danslarını bayrakları ve kaybettikleri için söylemeye hazırlanırken pistin girişinde demirden bir kasede yakılan ada çayı ile kutsanıp bu dumanı bütün vücutlarında gezdirdikten sonra, saygıyla eğilip piste ilk adımlarını atmaya başladılar.
Başımızı döndüren bu koku onlar için çok kutsal, bebeklerinden çocuklarına, yaşlı dedelerine kadar her biri tek tek kutsandı bu dumanla. Ve kutsal dans başladı. İlk ezgilerini başları eğik bir şekilde bayrakları için söylediler, ikinci ise kurtuluş ve özgürlük için söylenen bir ezgiydi. Bu ezgi eşliğinde çemberin etrafında dönerek dans ettiler.
Bu seneki Pow Wow anneler gününe de denk gelmişti, onlarda bu sebeple 3. şarkılarını kadınlarına ve tabiat anaya adayarak söyleyip dans ettiler. Bu 3 şarkı boyunca herkesin ayakta olmasını saygı göstermelerini rica ettiler, bu onlar için çok önemliydi.
Fark ettiğimiz bir şey daha oldu, dans arasında ve sonunda pistten ayrılmak durumunda kalanlar yüzleri sahneye dönük bir şekilde geri geri gelip elleri kalplerinde yere eğilip o şekilde alandan ayrılıyorlardı, bu bana birazda Osmanlı dönemindeki saygıyı anımsattı.
Bu törende en dikkat çekici olan ise aralarında birbirlerine hediyeler verdikleri dakikalardı. Ancak bu dakikaları fotoğraflayamadık. Çünkü onlar birbirlerine yaptıkları iyiliklerin ve yardımların reklam malzemesi olmasını istemiyorlar. Biz bu geleneklerine saygı göstererek kameralarımızı kapadık.
Aralarında dolaşırken farklı duygulara kapıldık. Çünkü hepsi o kadar sıcaktı ki biz istemeden tek tek fotoğraflayabildik hepsini. 7′den 70′e her kuşak oradaydı. Ve bize Hollywood filmlerinde anlatılmaya çalışılan tek tip insandan çok farklıydılar. Ki mi Alaska’dan gelmişti, ki mi California’dan. Yaşadıkları her topraktan akın etmişlerdi Pow wow’a.
BÜYÜK ŞEFİN HUZURUNDAYIZ
Kabilenin büyük lideri ile dansın sonunda ancak yanyana gelebildik ve onunla da çok keyifli ve hayli ilginç bir röportaj yaptık.
Onda gözümüze çarpan ilk duygu çok heybetli ve asaletli bir adam oluşuydu. O yürürken herkes önünü açıyor, tek tek elini uzatıyordu. Dansta da en önde o vardı.
Trol ile röportajımıza başlarken ilk sorumuz halen kültürünüzü yaşaya biliyor musunuz oldu.
Büyük Şef ”Az da olsa zamana ayak uydurmaya çalıştıklarını, eskisi gibi değilse de halen kültürlerinin hayatlarının vazgeçilmez bir parçası olduğunu” söyledi.
Bize “her Kızılderili ailenin çocuklarını bu kültür içerisinde büyütüp, o sevgiyi aşıladığını, oğlunun da şu an dans ve dil eğitimi aldığını ve kültürlerinden asla vazgeçmeyecekleri anlattı.
Artık kültürlerinin biraz daha günümüz Dünyasına ayak uydurmaya başladığını söyleyen Troy, ama asla gücünü kaybetmediğini de dile getirdi.
Fakat yeni jenerasyonla aralarında büyük bir boşluk olduğunundan da bahsetmeden geçemedi.
O EN CESUR VE SAVAŞÇI KABİLEDEN
Komançi kabilesinden Wild horse yani (vahşi atlardan ) gelen Troy’un dedesi kabilenin en cesur en korkusuz ünvanına sahipmiş. O da bu ünvanı gururla taşıyor. Troy, büyük annesinin ona öğrettiklerini şimdi milyonlara anlattığını ve onları daha iyi tanımaları için elinden gelen herşeyi yaptığını da ekliyor sözlerine. ”Sadece tek bir kişi bile bizi gerçekten kalbinden anlarsa işte o zaman amacıma ulaşmış oluyorum” diyor Troy.
Bu seneki Pow Wow’un anneler gününe denk gelmesi nedeniyle bizleri var eden tabiat ana için ve daha sonra da annelerimizi onurlandırmak adına bir dans yapacaklarını belirtirken aslında kabilelerinde erkek güçlü görünse de, onları yöneten ve en son sözü söyleyenin kadınlar olduğunu, kadınların onlar için çok önemli olduğunu söylüyor.
Kültürünüzü bize de öğretir misiniz dediğimiz de ise Troy’un cevabı, “Bizim kültürümüz sadece bize ait değil öğrenmek isteyen herkese açık, tabiat ananın bize verdiği bir hediyedir ve biz bunu paylaşmaktan mutluluk duyarız, yeterki öğrenmek isteyin” şeklinde oluyor.
KÜLTÜRÜMÜZÜN TEMELİ SAYGI
Kültürlerinin temelinin saygıdan geldiğini söyleyen Troy, biz herşeye saygı duyarız, ağaç bize gölge verir, fırtınalardan korur, tabiata zarar vermeden yaşarız, saygı duyarız, aile bizim için çok önemlidir, asla onları utandıracak birşey yapmayız, tam tersi onların bizimle gurur duyabilmeleri için elimizden gelen herşeyi yapmaya çalışırız” diyor.
DUYGULANDIRAN KONUŞMA
Troy’la sohbetimizin bu kısmında ise bizi çok duygulandıran o cümleler dökülüyor ağzından. “Biz birbirine sıkı bağlarla bağlı büyük bir aileyiz, biliyorum ki bir gün bana bir şey olursa burada gördüğünüz kadınların her biri benim oğluma çok iyi bakacaktır, bundan adım gibi eminim. Benim ailem benim ülkemdir. Ben ailemi ve ülkemi onurlandırırım ve bir çok savaşta da bulundum ülkem için. Geçmişte kazandığımız, bize ait olan toprakları paylaşmayı öğrendik ve paylaşıyoruz. Benim böyle güvendiğim büyük sevgi dolu kocaman bir ailem var”
NÜFUSLARI HER YIL ARTIYOR
Toplamda 1800 farklı kabilenin kaldığını söyleyen Troy belki de günün en güzel haberini de verdi. Biz son yıllarda bir önceki yıla nazaran 3 kat daha fazla artmaya başladık.Yani nüfusumuz küçülmüyor tam tersine büyüyoruz.
KIZILDERİLİLER TÜRK MÜ?
Bunların duymak beni çok duygulandırmıştı. Ancak ona sormak istediğimiz birşey daha vardı. Geçtiğimiz aylarda yapılan bir araştırmada alınan sonuçları yani Kızılderililerin Türk olduğunu soracaktık. Önce aramızda biraz konuştuk. Bu soru onları kızdırabilir, bizi de zaten yok edilmeye çalışılan Irklarının ve kültürlerinin bir düşmanı olarak görebilirler diye düşündük. Ama birazda kendimizi tutamayarak o soruyu dolambaçlı bir şekilde sorduk.
Troy’a yakın tarihte Rus bilim adamlarının yaptığı bir araştırmadan bahsettik ve bu araştırmanın sonunda elde edilen bütün kanıtlarda ortaya çıkan sonucun Kızılderililer ve Türklerin Orta Asya’da yıllar önce beraber yaşadığını yani akraba olduğunu söyledik. Tam sorumuza geçiyorduk ki bizi şoke eden bir yanıt aldık.
TARİHE GEÇECEK YANIT: “BİZ AKRABAYIZ”
“Evet biz akrabayız. Çok eskiden yaşadığımız topraklarda bizi sizinle büyük felaketler ayırdı. Olan büyük depremler kıtaları birbirinden kopardı ve kopan parçanın bir tarafında anadoluya göç eden siz diğer tarafında buraya göç eden biz kaldık diyerek, Kızılderililerle Türklerin akraba olduğunu söyledi. Korkarak sormaya başladığımız soruyu bitiremeden şok olduğumuz ve bizi çok sevindiren bu cevabı aldık. Belki Kızılderililer bizden çok daha fazla bu işin bilincinde. Köklerini inkar etmiyorlar nereden geldiklerini ve kim olduklarını ve hatta neden yok edilmeye çalışıldıklarını çok iyi biliyorlar.
Kızılderililerin ağzından biz de Türküz lafını duymak bizi tam anlamıyla şaşırtmıştı, bunu hiç beklemiyorduk. Troy bizim kendisine söylemeye çalıştığımız araştırmayı bize anlatmaya başladı: “İnançlarımızın ve kültürel bir çok özelliğimizin aynı oluşundan yola çıkan bilim adamları bu benzerlikleri araştırmaya başlamışlar ve sonuç ortada bizim köklerimizin Türklerden geldiğini keşfetmişler”.
TÜRKLERE ÇOK ACI BİR MESAJ
Fakat Troy’un bize en son olarak söyledikleri hem bir ders hem de çok üzücüydü. Troy “Benim Türklere bir mesajım var dedi ve ekledi: “Türklerin fark etmesi gereken tek şey kültürlerine sahip çıkmaktır. Sahip olabileceğiniz en büyük zenginlik, sizin kendi kültürünüzdür. Kültürsüz yaşamanın hiç bir anlamı yoktur. kültürsüz yaşayan bir insan bu Dünya’da sadece nefes alan bir yaratıktır. Bizler kültürümüz olmazsa birer hiçiz. Asla kültürünüzü öldürmeyin yaşamak var olmak için kültürünüzü yaşatın, ölümsüzleştirin. Ruhunuz kültürünüzle yaşar, kültürünüz ruhunuzla hayat bulur ve asla nereden geldiğinizi unutmayın.”
Troy’un bu son cümleleri karşısında adete yıldırım çarpmışa döndük. İçimizden kendisine sarılıp bizim ülkemize de buyur gel bu söylediklerini orada da bizimkilere anlat demek geldi. Ancak bunun mümkün olmadığını iyi biliyoruz. Bizler kültürümüzü kaybederken, Türklüğümüz her platformda elimizden alınıp, sanki utanılacak birşeymiş gibi bize anlatılırken Türkiye’den binlerce kilometre uzakta Kızılderililer bize de ait olan kültürü hala bin yıl önceki gibi yaşıyor ve yaşatıyor. Troy’un sözlerinin içimize düşürdüğü mutluluk ve acıyla artık ayrılma vakti gelmişti.
Herkesle vedalaşıp oradan ayrılırken kalbimin yarısının onlarla kaldığını söylemeden edemeyeceğim. Akrabalarımızla muhteşem bir gün geçirmenin verdiği mutluluk ve biraz da hüzünle oradan ayrıldık. Unutmadan bir de selam götürdük onlara California’dan Angel Spirit’ten. Bu haberimiz ve bizim onları bulmamız onun sayesinde gerçekleşti.
Şimdi bir zaman makinesine binip sanki geçmişe gitmiş gibiyim. Atalarımızın nasıl yaşadığını, nelere inandığını ve nasıl insanlar olduğunu görmek istiyorsanız bir Kızılderili ile sohbet edin yeterlidir.
______________
TURK NORTH AMERICA sitesinden alintidir.
7 Ağustos 2013 Çarşamba
Her Evde Bayram olur mu? -- Nezahat GÖCMEN
yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com
07 Ağu
Her Evde Bayram Olur mu?
İnsanın sıcacık yüreğinden kaskatı kopartılan sevgiler, acısını bizden başkasının göremediği...
Bir daha uyanmamak üzere uyuyanlar.
Hayatımda kabul ettiğim gerçekler arasında yer alan kayıplarla, bayram arasında bağlantı kurmakta güçlük çekiyorum.
“Ağlama yüreğim”derken, telkin edici cümleler kurmaya başlar zihin…
“Benim için özel günlerin anlamı yok!” diyenler. Bu kervanın o kadar çok yolcusu var ki…
Her zamanki gibi özlemlerime, yenik düşüyorum bayram günleri. Yanımızda yoğunlukla hissettiklerimiz. Özlediklerimiz… Köz gönderirler bayramlarda.
Sevinç ve hüznün tavan yaptığı, günlerdir.
Zaman denen şey aslında bir kandırmaca,
Göz aldatmacası…
Umut fidanların yeşermediği ve susuzluktan çatlayan toprak misali.
Sevdiklerinle birlikte olmak değil mi ki bayram. Hangi şarkıyı duysak, bizim için söylenmiş sanki...
Canından çok sevdiklerin, çevrimdışı gözüküyorsa. “Aradığınız kişiye şu an erişilemiyor.” deniliyorsa.
Hangi boyutta olduklarını göremediğimiz; fakat evrenin içinde olduklarını bildiklerimiz.
Kabrindeki çiçekleri özlediklerimiz varken.
Nasıl ki bir aslan vurur göğsüne insanın,
Koparır bir parçasını ta derinden.
Nasıl ki bir kor ateş düşer içine,
Kavrulur cayır cayır…
Bir kez bin kez daha bayramı derinden yaşamaksa, başka yüzüyle. İşte o zaman bayram daha da değerlidir…
Yaşların gözbebeklerinde durmakta zorlanıyorsa, ya da gözyaşı karışıyorsa duygu seline ne yazar! Melekler kanat verir duygu selimize.
Hem başı dumansız Dağ mı olur?
Her gün bu bedenden doğ diye veya her günüm ol diye aşk acısıyla kavrulanlar...
Gazetelerde ki fotoğraflarda “Cezaevinde Bayram Görüşmesi Var. “ başlıkları.
Analar, babalar çocuklar sarmaş dolaş ziyaretlerinde
Ağlarken gülen insanlar.
Ilık rüzgârlar ve mezarlıklar. Sessiz kalabalıklar, sessiz ziyaretlerde.
Yaşamaya mecbur olduğumuz bu dünayada; her gece düşünerek, ay ışığında uyku girmeyen gözlerle.
Kırılan, incinen gönüller alınmıyorsa,
Barışmalar, sözde kalıyorsa,
Bir sevgili organ nakli bekliyorsa,
Çocuklar aç, gözleri boncuk boncuk gözyaşını konuk ediyorsa,
Çaresizlik kol geziyorsa,
Çok uzaklarda hasretlik yürekleri yakıyorsa,
Ne tarafa dönsek, bir yara kanıyorsa bayram bayram mıdır?
“Bu senin öykün, yüreğinin diliyle konuşarak yaşa!” Sesleri uğultu halinde beynimizde yankılanıyorsa.
Kokusu için boynundaysa atkısı, sevdiği yemeği yapmak ayrı bir hazsa, zaman geçirilmiş yerler yeni anlamlar kazanmışsa,
Çocuk yuvasında annesini babasını özleyen, bekleyen, hayatı boyunca hiç göremeyeceği bu varlıkları hayal eden çocuklar için,
Hayat bir tuzak değil mi?
Ve bundan sonra kurusun gözyaşları demeyeceğim. Ağlamak için yaratılmış gözyaşları.
Nerede çocukluğumun, şen bayramları? Nakaratları yankılanıyorsa da…
Bayram barışmadır. Hediyeleşmenin, gönüllerin doruklara taşındığı gündür.
Bayram kutlu olsun herkese, damakta şeker tadıyla…
Dostluk ve kardeşliğin arttığı güzel bir bayram dileğiyle… Ramazan bayramınız kutlu olsun.
Nice mutlu bayramlara…
07 Ağu
Her Evde Bayram Olur mu?
İnsanın sıcacık yüreğinden kaskatı kopartılan sevgiler, acısını bizden başkasının göremediği...
Bir daha uyanmamak üzere uyuyanlar.
Hayatımda kabul ettiğim gerçekler arasında yer alan kayıplarla, bayram arasında bağlantı kurmakta güçlük çekiyorum.
“Ağlama yüreğim”derken, telkin edici cümleler kurmaya başlar zihin…
“Benim için özel günlerin anlamı yok!” diyenler. Bu kervanın o kadar çok yolcusu var ki…
Her zamanki gibi özlemlerime, yenik düşüyorum bayram günleri. Yanımızda yoğunlukla hissettiklerimiz. Özlediklerimiz… Köz gönderirler bayramlarda.
Sevinç ve hüznün tavan yaptığı, günlerdir.
Zaman denen şey aslında bir kandırmaca,
Göz aldatmacası…
Umut fidanların yeşermediği ve susuzluktan çatlayan toprak misali.
Sevdiklerinle birlikte olmak değil mi ki bayram. Hangi şarkıyı duysak, bizim için söylenmiş sanki...
Canından çok sevdiklerin, çevrimdışı gözüküyorsa. “Aradığınız kişiye şu an erişilemiyor.” deniliyorsa.
Hangi boyutta olduklarını göremediğimiz; fakat evrenin içinde olduklarını bildiklerimiz.
Kabrindeki çiçekleri özlediklerimiz varken.
Nasıl ki bir aslan vurur göğsüne insanın,
Koparır bir parçasını ta derinden.
Nasıl ki bir kor ateş düşer içine,
Kavrulur cayır cayır…
Bir kez bin kez daha bayramı derinden yaşamaksa, başka yüzüyle. İşte o zaman bayram daha da değerlidir…
Yaşların gözbebeklerinde durmakta zorlanıyorsa, ya da gözyaşı karışıyorsa duygu seline ne yazar! Melekler kanat verir duygu selimize.
Hem başı dumansız Dağ mı olur?
Her gün bu bedenden doğ diye veya her günüm ol diye aşk acısıyla kavrulanlar...
Gazetelerde ki fotoğraflarda “Cezaevinde Bayram Görüşmesi Var. “ başlıkları.
Analar, babalar çocuklar sarmaş dolaş ziyaretlerinde
Ağlarken gülen insanlar.
Ilık rüzgârlar ve mezarlıklar. Sessiz kalabalıklar, sessiz ziyaretlerde.
Yaşamaya mecbur olduğumuz bu dünayada; her gece düşünerek, ay ışığında uyku girmeyen gözlerle.
Kırılan, incinen gönüller alınmıyorsa,
Barışmalar, sözde kalıyorsa,
Bir sevgili organ nakli bekliyorsa,
Çocuklar aç, gözleri boncuk boncuk gözyaşını konuk ediyorsa,
Çaresizlik kol geziyorsa,
Çok uzaklarda hasretlik yürekleri yakıyorsa,
Ne tarafa dönsek, bir yara kanıyorsa bayram bayram mıdır?
“Bu senin öykün, yüreğinin diliyle konuşarak yaşa!” Sesleri uğultu halinde beynimizde yankılanıyorsa.
Kokusu için boynundaysa atkısı, sevdiği yemeği yapmak ayrı bir hazsa, zaman geçirilmiş yerler yeni anlamlar kazanmışsa,
Çocuk yuvasında annesini babasını özleyen, bekleyen, hayatı boyunca hiç göremeyeceği bu varlıkları hayal eden çocuklar için,
Hayat bir tuzak değil mi?
Ve bundan sonra kurusun gözyaşları demeyeceğim. Ağlamak için yaratılmış gözyaşları.
Nerede çocukluğumun, şen bayramları? Nakaratları yankılanıyorsa da…
Bayram barışmadır. Hediyeleşmenin, gönüllerin doruklara taşındığı gündür.
Bayram kutlu olsun herkese, damakta şeker tadıyla…
Dostluk ve kardeşliğin arttığı güzel bir bayram dileğiyle… Ramazan bayramınız kutlu olsun.
Nice mutlu bayramlara…
5 Ağustos 2013 Pazartesi
NAZLICAN´A
Nazlican,
Tuncay Özkan´in biricik kizi.
Tuncay Özkan 5 Agustos günü Ergenekon teatrosu tarafindan "Agirlastirilmis müebbet" ile cezalandirildi. Ben ve benim gibi düsünen milyonlar Tuncay Özkan ve diger saniklara verilen cezalari TANIMIYORUZ! Tanimadigimiz gibi, bu kararlara karsi mücadele edecegimizi de ilan ediyoruz.
Nazlican, bizim kizimizdir. Babasinin emanetidir. Babasini en kisa sürede özgürlügüne kavusturmak icin mücadele edecegiz.
Tuncay Özkan´a söz veriyoruz!
4 Ağustos 2013 Pazar
Silivri Taksim Ekseninde Demokrasi ve Tam Bagimsizlik Mücadelesi
Silivri´de yürütülen McCarthyvari tertibin sonuna gelindi. Sonucu hepimiz az cok bilebiliyoruz. 5 Agustos´ta önceden verilmis hüküm okunacak. Tüm vatansever aydinlar, gazeteciler, bilim adamlari ve subaylar mahkum edilecek. Aslinda Atatürk Cumhuriyeti ve onun kazanimlari mahkum edilecek. Bunu hepimiz biliyoruz.
Gezi Parki direnisi ile baslayan ve neredeyse tüm yurda yayinlar protesto eylemlerinin, Silivri´de yürütülen dava ile bir iliskisi olmadigi kulaklara fisildaniyor. Hatta Gezi Parki eylem gruplarindan bazilarinin Ergenekon ve Balyoz davalari ile birlikte anilmasi kendilerince reddediliyor. "Ulusalcilar ve darbeciler ile isimiz olmaz" tarzinda aciklamalar yapiliyor.
Bazilari desifre oldular...
Gezi Parki kaynakli eylemcilerinin farkina varmalari gereken bir ayrinti var. Farkindalar mi bilmem ama, dogayi, yesili, demokrasiyi savunup; bu iktidarin kötü uygulamalarini protesto ettiklerinde aslinda Cumhuriyetin bize kazandirdigi degerleri savunuyorlar. Iyisi ve kötüsüyle bizleri bu günlere getiren Cumhuriyet nesilleri ve Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk´e olan minnet borcumuzu ödeme ve AHDE VEFA vakti geldi.
Atatürk Türkiye´si tasfiye ediliyor. Cumhuriyeti olusturan tüm toplum katmanlarinin bu asgari müsterekte birleserek bunu önlemek icin harekete gecmesi, Silivri´de yasanan Cumhuriyet´i tasfiye ve bu topraklari "Ortadogu´lulastirma" denemelerinin topyekün önlenmesi icin Silivri´ye sahip cikmaya Türk milletini cagiriyorum.
Yasasin Tam Bagimsiz Türkiye Cumhuriyeti
KORKTUNUZ!! -- MUSTAFA BALBAY
KORKTUNUZ !!
CUMHURİYETTEN korktunuz!.. .
Kurtuluş Savaşından korktunuz...
Kurtuluş Savaşını kazandıran Kuvayi
Milliye ruhundan korktunuz...
Türk Bayrağından korktunuz...
İstiklal Marşından korktunuz...
Bandırma vapurundan korktunuz...
Samsundan korktunuz...
1919 dan korktunuz...
19 Mayıstan korktunuz...
Erzurum Kongresinden korktunuz...
Sivas Kongresinden korktunuz...
Kadın ve Erkeğin eşit olmasından
korktunuz... Devrim şehidi Kubilaydan
korktunuz...
Türkçe Kuran-ı Kerimden korktunuz...
GERÇEK İslamiyetten korktunuz...
İslam dinini öğrenmekten korktunuz... .
Gerçek İslamı anlamaktan korktunuz...
Türkçe ezandan korktunuz... .
Nutuk dan korktunuz...
Laik, çağdaş ve özgür TÜRK KADININDAN
korktunuz...
Sormaktan korktunuz...
Sorgulamaktan korktunuz...
Hesap sormaktan korktunuz...
Hakkınızı aramaktan korktunuz...
GÖRMEKTEN korktunuz...
DUYMAKTAN korktunuz...
KONUŞMAKTAN korktunuz...
23 Nisandan korktunuz...
30 Ağustostan korktunuz...
29 Ekimden korktunuz...
Bağımsız ve şerefli TÜRK YARGISINDAN
korktunuz...
ANAYASA MAHKEMESİNDEN korktunuz...
Yargıtaydan korktunuz...
Danıştaydan korktunuz...
Cumhuriyetçilikten korktunuz...
Milliyetçilikten korktunuz... .
ULUS devlet olmaktan korktunuz...
ÜNİTER devlet yapısından korktunuz...
Halkçılıktan korktunuz...
Devletçilikten korktunuz...
LAİKLİKTEN korktunuz...
İnkılapçılıktan korktunuz...
CUMHURİYET gazetesinden korktunuz...
MİLLİYETTEN,HÜRRİ YETTEN,SÖZCÜ
DEN,AKŞAMDAN, KANAL D den,STAR TV
den, ULUSAL KANAL dan, Kanal B
den,Avrasya Televizyonundan( art)
korktunuz...
Anıtkabirden korktunuz...
Gazilerden korktunuz...
Şehitlerden korktunuz...
Hukuk devletinden korktunuz...
İstiklal Madalyasından korktunuz...
NECİP HABLEMİTOĞLUNDAN korktunuz...
UĞUR MUMCUDAN korktunuz...
Ahmet Taner Kışlalıdan korktunuz...
Milli Egemenlikten korktunuz...
Tam bağımsızlıktan korktunuz...
Atatürkçü Düşünceden korktunuz...
Atatürkçü Düşünce Derneğinden
korktunuz...
Türk Silahlı Kuvvetlerinden korktunuz...
10 KASIMDAN korktunuz...
Şerefli savcılardan korktunuz...
"Şu Çılgın Türkler"den korktunuz...
CHP den,DSP den,MHP den,Kamer
Gençten korktunuz... 1 MAYISTAN
korktunuz...
Hakkını arayan İŞÇİDEN korktunuz...
Hesap soran ÇİFTÇİDEN korktunuz...
Yılbaşı kutlamasından korktunuz...
1881 den korktunuz...
Zübeyde Hanımdan korktunuz...
Emin Çölaşan'dan korktunuz...
Bekir Coşkun'dan korktunuz...
Şehit çocuğunun gözyaşından,Gazimin
kopan kolundan korktunuz...
Çağdaş ve dinamik TÜRK GENÇLERİNDEN
korktunuz...
Alevilerden korktunuz...
Oktay EKŞİden,Yılmaz ÖZDİLden,Uğur
Dündardan korktunuz... Hayrettin Karaca
ve Muazzez İlmiye Çığdan korktunuz...
YARSAVdan,BAROlarda n korktunuz...
Doğrulardan, gerçeklerden korktunuz...
Monşerlerden korktunuz... .
ÖZGÜR İRADEDEN korktunuz...
14 Nisandan korktunuz...
İLHAN Selçuktan korktunuz...
Engellilerden korktunuz...
CUMHURİYET mitinglerinde güneş altında
saatlerce dim dik duran 80 yaşındaki
analardan korktunuz...
Necati Doğrudan korktunuz...
Şapka ve Kıyafet Devriminden
korktunuz...
"Atatürk Öldü Biliyor musun?" diye
ağlayan minik kız çocuğundan
korktunuz...
Atamın içtiği bir kadeh rakıdan
korktunuz...
10.YIL MARŞINDAN korktunuz...
"Ne Mutlu Türküm Diyene" demekten
korktunuz... Köy Enstitülerinden
korktunuz...
Kemal Kılıçdaroğlundan, Murat
Karayalçından korktunuz...
Harf Devriminden korktunuz... .
ULUS gazetesinden korktunuz...
ULUSALCI olmaktan korktunuz...
Mustafa MUTLUdan,Ceviz
Kabuğundan,Arenadan, 32.günden
korktunuz...
Ormanlardan, ağaçlardan, akarsulardan,
meralardan korktunuz...
Mimar ve Mühendis odalarından
korktunuz...
TÜSİAD dan korktunuz...
Atatürk Kültür Merkezinden korktunuz...
Şerefli gazetecilerden korktunuz...
Vatanın bölünmez bütünlüğünü dile
getiren Paşalardan,hakkı nı arayan subay
ve astsubaylardan korktunuz...
Hainleri karın tokluğuna kovalayan
uzman çavuşlardan korktunuz...
Başı açık ve namuslu Cumhuriyet
kızlarından korktunuz...
"Türkiye Laiktir Laik Kalacak" diye
haykıran emeklilerden korktunuz...
Namazını,orucunu ve yardımını GİZLİ
yapan Gerçek müslümanlardan
korktunuz...
Kul hakkına saygı gösterenlerden
korktunuz...
"ATATÜYK" diye gülümseyen 1,5
yaşındaki bebekten korktunuz...
ÇANAKKALE Savaşından korktunuz...
Bahriye Üçoktan korktunuz...
Mustafa Balbaydan,Ümit Zileliden,Sesli
Gazeteden korktunuz...
Atatürk resimlerinden, rozetlerinden
korktunuz... .
Karga kovalayan sarışın çocuktan
korktunuz...
Birlik olup,küsmeden, yılmadan ve
boşvermeden 30 dakikasını geleceğine
verip SANDIĞA GİDECEK milyonlardan
korktunuz...
Sabih KANADOĞLUNDAN, VURAL
Savaştan,YEKTA Güngör Özdenden
korktunuz... .
Tüm ihanetlerinizi yaşlı ve yorgun
gözlerle izleyen dedelerimizden,
ninelerimizden korktunuz...
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet SEZERden korktunuz...
Tarafsız ve onurlu vatandaşlardan
korktunuz...
Oyunu yani namusunu SATMAYAN
yurttaşlardan korktunuz...
Rüşvet yemeden,adam kayırmadan
evine EKMEK götüren namuslu
memurlardan korktunuz...
Bölücü HOCAEFENDİLERİ N
ellerini,eteklerini öpmeden sadece YÜCE
ALLAHA kulluk eden milyonlardan
korktunuz...
Gaziden korktunuz...
Gazi Mustafadan korktunuz...
Gazi Mustafa Kemalden korktunuz...
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRKten
korktunuz...
KORKULARINIZDAN KORKTUNUZ!..
Ama ne acı ki daha fazla OY,daha fazla
PARA,daha fazla İKTİDAR, daha fazla GÜÇ
için YÜCE ALLAHI sömürmekten,kullanma
k tan ve onun adına konuşmaktan
KORKMADINIZ! .....Unutmayı n ki
KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK! bu yazıyı
okuyan, arkadaşım,anam,
babam,teyzem, kardeşim,dostum,
büyüğüm,küçüğüm;LÜTFEN yaklaşan
seçimler ve bundan sonraki TÜM
SEÇİMLERDE sandığa git ve OYUNU
KULLAN...Yağmur, çamur deme...Al eline
bir şemsiye, giy botunu ve ailen ile
birlikte koş sandığa...Sende biliyorsun en
fazla 30 dakikanı alır.. 4-5 yılda bir
yapılan seçimler için 30 dakika nedir ki?
Bundan önceki seçim sonuçlarını
incelediğinde seninde farkedeceğin gibi
HER SEÇİMDE 7-8 MİLYON VATANDAŞ oy
kullanmıyor.. .Tekrar ediyorum 7-8
MİLYON Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı..Yani nerede ise TEK BAŞINA
bir İKTİDAR daha...Belki sende dönem
dönem bu milyonların içinde
idin...UNUTMA ki sandığa atılmayan HER
OY "KORKAKLARIN" hanesine
gidiyor..Tepki için sandığa gitmiyorum ya
da boş atacağım diye bir olay yok..Çünkü
tüm bunlar KORKAKLARIN ekmeğine yağ
sürüyor...Bu mesajı yazdım çünkü sana
İHTİYACIM VAR...İster SAĞ parti,ister SOL
parti ya da MERKEZ...görüşün her ne
ise..Ama lütfen TÜM SEÇİMLERDE
SANDIĞA GİT...Rica ediyorum..KORKAKLAR
bunu çok iyi biliyor...bir önceki seçimi
hatırla...neden bazı kesimlerin TATİLE ya
da MEMLEKETE gittiği Temmuz ayında
oldu seçimler?..Çünkü o malum 7-8
milyonun rahatını bozmayacağını,sandığ
a gitmeyeceğini biliyorlardı. ..ve haklıda
çıktılar...işte aslında EN BÜYÜK
DESTEKÇİLERİ biziz...ve tüm bunlar bizim
SUÇUMUZ...
Basit ve küçük bir örnekle seninde
tahmin ettiğin gerçeği dile getirmek
isterim...Diyelim ki 100 kişi oy
kullanacak.. Ve u 100 kişinin tamamının
sandığa gittiğini varsayalım... sonuçlar
açıklandı...A partisi: 30 oy (%30)...B
partisi: 20 oy (%20)...olsun. .ancak bu
100 kişiden 20 kişinin sandığa
gitmediğini varsayalım... .(Türkiyede her
seçim olduğu gibi)...Yani seçmen sayısı 0
olsun...A ve B partisine yine aynı sayıda
oy geldiğini varsayalım... bu sefer herşey
aynı olduğu halde yeni seçim sonuçları
şöyle oluyor; A partisi:( %37.5)...... B
partisi: (%25)....yani fark giderek
açılıyor...Milletvekil i seçimlerinde ise bu
fark dahada acı bir boyuta geliyor...%10
barajının etkisi ve sandığa atlmayan ya
da boş atılan oylar yüzünden 1
milletvekili çıkarabilen malum zihniyet
AYNI OY SAYISI İLE 2-3 milletvekili
çıkarıyor...sence bu adil mi?...
.Ankara Belediyesinde yaşanan
skandallar malum..Tüm ülke izliyor..Ama
şunuda unutma; Gökçeğin seçildiği
dönemlerde yaklaşık 300 bin (300.000)
kişi oy kullanmadı..Tahmin ettiğin gibi bu
300 bin seçmen oy kullansa idi Gökçek
ve dolayısıyla skandallar
olmayacaktı.. .Bu durum diğer iller içinde
geçerli...Ve bu bir seçim başarısı
olmadığı halde şenlik yapıp kutluyorlar. ..
%10 Seçim barajı olduğu sürecede
sandığa atılmayan her oy KORKAKLARA
gidecek....Hal böyle iken gerçekten SANA
İHTİYACIM VAR...
Bütün hayatımız boyunca Demokrasiye
katkımız bütün seçimlerde bir kağıda
bastığımız toplam yarım fincan
mürekkep...hepsi bu işte...O tahta
sandığa gitmek zorundayız... Eğer
gitmezsek iş için, zamlar için,maaşlar
için,özgürlük için,haklar için sesimizi
çıkarmaya ya da meydanlara dökülmeye
hakkımız bile yok...Çünkü oy
kullanmayarak biz SİSTEMİN DIŞINDA
kalmis oluyoruz...Hal böyle olunca tüm
yapılanlara ses çıkarmayada hakkımız
olmaz....Unutma! demokrasilerde OY
SENİN NAMUSUNDUR.. .Biliyorum, biraz
uzun bir yazı oldu ama dedim ya SANA
İHTİYACIM VAR....
Senden bir ricam daha olacak...Bu mesajı
e-mail ile dostlarınada göndermeni
isterim....Çünkü 1 OY bile ÇOK
önemli...Belki senin fikrini değiştiremem
ama son sözüm şudur; artık ağırlığını
KOY! sevgi ve saygı ile arz ederim.
Mustafa Balbay
1 Ağustos 2013 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)