25 Ağustos 2013 Pazar
Ya Dört Kolluyla, Ya Dört Cengiyle
Ya dört kolluyla, ya dört çengiyle
Böyle dedi Tuncay Özkan. Yüreğime oturmadı değil. Bu sözüm dört kollu içindi. Ben içimden, karım yüksek sesle “Allah korusun" diye mırıldandı. 'Dört çengiyle' deyince, 'inşallah' dedim içimden. İnşallah davullarla, zurnalarla, on binlerle...
Dört yıldır gelip gittiğim Silivri Cezaevi'ne eşim Ziynet Sertel ilk kez giriyor.
Heyecanlı..
Cezaevi'nin ana kapısından girerken, "Bana da nasip oldu arkadaşlarımızı ziyaret etmek" dedi ve ardından konuşmasını tamamladı:
- İnşallah en kısa sürede dışarı çıkarlar. Suçsuz yere yıllardır işkence çekiyorlar.
Ziynet Sertel, 12 Eylül döneminden bilir cezaevi ziyaretlerini. Buca Kapalı Cezaevi'nin önünde uzanan kuyruklarda elinde bir torba kitap ile beklediği günleri anımsadı. Saatlerce süren bekleyişin ardından cam ardından, yoğun bir görüşme gürültüsü arasında sesimizi birbirimize duyurmaya çalışırdık. Benim sesim gür çıktığı için sorun olmazdı, ben duymadığım zaman, "bağır biraz" diye bağırırdım...
En sonunda gardiyanlar bir yandan ellerinde ki anahtarlarla demir parmaklıklara vurur, öte yandan “görüş bitti" diye bağırırlardı. Çıkmak istemeyenler için de ağızlarına aldıkları düdükleri var güçleri ile çalarlardı.
O koşullarda bir ihbarcının, "Bu solcudan, devrimcidir" dediği eşi, yani ben 65 günlük işkence ve askeri karargahda 15 günlük gözaltının ardından tedbiren Buca Cezaevi'ne konulmuştuk.
İlk mahkemeye çıkıncaya kadar aradan altı ay üç gün geçti. 12 Eylül koşullarında Basmane'de bulunan Emniyet Müdürlüğü'nün en üst katında az dayak yememiştik. O zamanlar falaka modası vardı. Değişik kalınlıklarda sopalarla ayaklarınızın altına su toplayıp patlayıncaya kadar vururlardı.
Elektrik işkencesi de sıklıkla uygulanırdı.
En kötüsü de Filistin askısıydı. Sizi asarlardı ve saatlerce asılı kalırdınız. Gözleriniz sürekli bağlı ve İsa gibi çarmıha gerilisiniz. Kollarınızı hissetmezdiniz bir süre sonra. Uyuşurdu. Benim boyum uzun olduğu için Filistin askısını çok uygulayamadılar. Boyumun uzunluğuna da kızdılar.Tavanlar alçak, boy uzun olunca ayaklarım yere değiyordu ve basıyordum.
Bastıkça da polisler ellerinde ki sopalarla ayaklarıma vuruyordu. Bir yandan da bağırıyorlardı, "Basma ulan" diye. İnsan ister istemez basıyordu ve sopalar da ayaklarıma iniyordu.
Neyse konu ben değilim ve o günlerin üzerinden neredeyse 32 koca yıl geçti. O acılar da çok geride kaldı.
Eşim Ziynet Sertel, 32 yıl sonra yeniden cezaevine ziyarete geliyordu. Asıl anlatmak istediğim bu. Neler hissediyordu onu sordum, yanıtladı:
"Çok ürperdim yine. O kapıdan gözümü okutup girdim ya. Dışarı çıkamazsam diye düşündüm bir ara. Sonra ben onlarla kendimi tutuklu hissettim, sonra onları bizimle özgürleşmiş gördüm. Bir an önce çıkmak istedim dışarı. Ancak onları da alıp götürmek istedim o an. Üzüldüm, sıkıldım. Sokaklarda özgürce dolaşmak, Park'ta bir kanepeye oturmak ne kadar güzel bir duyguymuş."
Tuncay Özkan İzmirli ve İzmir'e aşkını anlatırken gözlerinden yaşlar süzüldü Ziynet'in. Deniz Yıldırım'a "Ne kadar gençsin. Büyük oğlum gibisin" dedi.
Yaşadıklarımızı anlatırken, bu satırları yazarken onlar şimdi içeride ne yapıyor diye merak ediyorum. Onların beyinleri özgür, bedenleri tutsak... Onlarla birlikte olunca bunu hissediyorsunuz. Dışarı çıkarken de içinizi bir hüzün kaplıyor ki tarifi imkansız.
MUSTAFA ANKARA'YA GİTTİ
İzin kağıdımızı getirdi infaz memurları. Baktım, Mustafa Balbay'ın adı yok listede. "Mustafa" dedim. "O Ankara'ya gitti, Sincan'da artık" dedi.
Yeniden hasret giderecektik, apar topar götürmüşler.
Demir parmaklıklı elektronik kapıdan gözbebeklerimizi okutarak geçtik. Görüş salonuna geldiğimizde Tuncay Özkan bizi bekliyordu.
Sarıldık, yanaklarından öptüm doya doya. Bir daha sarıldık, bir daha. Onu özleyenler, onun özledikleri adına da bir daha sarıldık.
Tuncay öyle Mustafa Balbay gibi güm güm vurmuyor insanın sırtına, onun kadar kuvvetli de sıkmıyor ama sağlam sarılıyor o da. Kuvveti yerinde yani.
Tuncay anlatıyor:
"Mustafa gitti Ankara'ya. Maçı seyrettik, biraz konuştuk, yattık. Balbay üzüldü Fenerbahçe'nin mağlubiyetine. Aslında ben de üzüldüm. Ama 34'üncü dakikada 'Her yer Taksim, her yer direniş' sloganları neşelendirdi bizi. Biz de hücremizden katıldık, bağırdık Mustafa'yla.
Gece saat 02.00 idi, kapı çaldı ve açıldı. 'Sayın Balbay Ankara'ya uğurluyoruz sizi' dediler. Mustafa'nın yüzünün ışıltısını gördüm, bana baktı. Hızla kalktık, bir yandan konuştuk ve kitaplarını toplamaya başladık.
Dün eşi ve çocukları geldi, görüş yaptılar. Gece de uyandırıldık. Mustafa'dan ayrıldığım için çok üzüldüm ama eşine ve çocuklarına daha yakın olacağı için sevindim. Kolay değil çok uzun bir süre aynı koğuşu paylaştık. Acı günde, güzel günde birbirimize omuz verdik. Tek üzüldüğüm Mustafa'yı daha önce tanımamaktı. Keşke daha önce de dostluğumuzu sağlam kursaydık.
'Bir kahve içmeden bırakmam', dedim. Sade bir kahve yaptım. Büyük bardaklarda içtik, vedalaştık. Üç kere sıkı sıkı kucaklaştık. İkimizin de gözleri doldu ama ağlayamadık. Ben o gittikten sonra gözyaşlarıma hakim olamadım. Vedalaşma cümlemizi de söyleyeyim:
"Gelmekte olan şafağı özgürlükte kucaklamak üzere...”
Sonra sarıldık sıkı sıkı... El salladı Mustafa giderken. Uzandım yatağıma ve birlikte aynı koğuşta süren kardeşliğimizi, dayanışmamızı düşündüm. Sanırım sonra uyuyakalmışım..."
Tuncay Özkan, arkadaşı Mustafa Balbay adına seviniyor:
"Mustafa ve ailesi için daha iyi olacak. Aynı hava, aynı iklim daha iyi olacak. Sulanmaz bir inanç ile ayrıldık. Bundan sonra yeni bir TÜRKİYE kuracağız ve orada yerimizi alacağız, diye sözleştik. Balbay'a onu çok geç tanıdığım ve onunla tutuklanana kadar arkadaşlık yapmadığım için üzüntümü belirttim."
Balbay gitmiş biz gelmiştik... Sonuçta konuşmalarımızın hemen her satırında o vardı. Tuncay Özkan Cezaevi İdaresi tarafından Deniz Yıldırım ve Hikmet Çiçek'in koğuşuna verilecekti. Tuncay ilk kez koğuşlara geçecek olmanın heyecanını da yaşıyordu. Arkadaşlarından duymuştu, geniş bir salon, yedi ayrı odanın bulunduğu ve ranzadan bakıldığı zaman gökyüzünün görüldüğü bir koğuşa geçiyordu.
Kendi koğuşlarından göremedikleri gökyüzünü görmek, yıldızları saymak hayaldi onun için... Şimdi onun heyecanını yaşıyordu.
Bir ara duruldu, sustu. Sonra sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bizi yalnızlaştırmak istiyorlar. Bizi unutturmak istiyorlar. Unutturma politikası var. Bunu aşmak lazım. 23 Eylül'de beş yıl bitiyor, altıncı yıla giriyorum cezaevinde. Kendi adıma dayanıyorum, dayanırım her türlü acıya. Ama şunu bilmelisiniz. Kızım üzerine. aşkım üzerine, halkımın üzerine yemin ederim ki böyle bir örgüt yok. Buradan bir gün çıkacağız. İster dört kolluyla, ister dört çengiyle... Ve şunu bilmelisiniz bizim gideceğimiz yer milletimizin sinesidir. Ve şunu da iyi bilmenizi isterim ki bende de, Mustafa'da da bulunan tüm belgeler gazetecilikle ilgilidir. Bunları kanıtladık ama dikkate değer bulmadılar. Kurt ile kuzu hikayesi gibi. Bilirsiniz ama anlatayım:
Kurt ırmağın üst kısmında su içiyor, bakıyor aşağıda kuzu da su içiyor. Kurt sesleniyor:
- Dikkat et suyu bulandırıyorsun. Seni yerim sonra.
- Aman efendim nasıl olur siz derenin üst kısmındasınız. Ben nasıl bulandırırım suyu?
- Ben seni yemeyi kafaya koydum.
Bizde belge bulunması şoförde ehliyet bulunması ile eşdeğerdir. Şoföre, "Neden ehliyetin var?" diye sorar mısınız? Bundan doğal ne var? Poliste jop olur, çobanda kaval, gazetecide belge olur. Bu kadar doğal ama bizi yemeyi kafalarına koymuşlar."
Bu arada bir yaşam öyküsü yazıyor Tuncay. Yakında Cumhuriyet yayınlarından çıkacak. Devrimci bir gencin daha sonra PKK örgütüne katılmasını, ardından itirafçı olmasını anlatan bir öykü. Gerçek bir yaşam öyküsü. Dava dosyasının içinden bulup çıkarmış ve sonra o çocukla konuşmuş. Bu kitap çok yakında raflarda olacak.
Tuncay'la vedalaşma vakti geldi. Sıkı sıkı sarıldık. Selamlarını, sevgilerini, saygılarını iletti soran herkese.
ÇİÇEK: CEZA BEKLEMİYORDUM
Hikmet Çiçek geliyor bilgisayar odasından. Memnun. Eskiden daha az çıktıklarını ama cezalar kesildikten sonra iki koğuşu birden yedi bilgisayarın da dolu olabileceği bir çalışma ortamında buluşturduklarını söylüyor.
Bu davanın Yargıtay'da bozulacağından kesinlikle emin. Tutuklu gazetecilerin sorununun iktidar tarafından bitirilmeye niyetli olunmadığını da söylüyor. Hikmet Çiçek'in özetle söyledikleri şöyle:
"Ben kendi adıma şahsen ceza beklemiyordum. Ama örgüt üyesi olarak 15 yıl ceza aldım. Silahlı terör örgütlerinde bile PKK'da, Dev-Sol'da örgüt üyeliğinin sınır noktası 7.5 - 8 yıldır. Bize örgüt üyeliğinden 15 yıl ceza veriyorlar. Şimdi örgüt üyesi olmakla ilgili şiddetle ilgili kriter getiriyorlar. Şiddete bulaşmış mı, eline silah almış mı, kullanmış mı? Bir kişi bile yok bu davada bizim arkadaşlarımızdan. Öyleyse yeni düzenleme sonucu bizi hemen bırakmak zorundalar."
Hikmet Çiçek ilginç bir kitapla geliyor. Kaynak yayınlarından yakında çıkacak olan kitabında Veli Küçük'ün yaşam öyküsünü anlatıyor. Adı en çok lekelenen, en çok suçlanan Veli Küçük ile ilgili konuşurken, "Veli Küçük bizimle aynı durumda. Küçük bu davada faili meçhullerden, JİTEM'den, Susurluk'tan yargılanmadı ki, biz neden yargılandıysak o da aynı suçtan yargılandı" diyor.
DENİZ YILDIRIM'IN HESABI
Deniz Yıldırım ile geçmişten söz ediyoruz; 12 Eylül döneminden. O dönemde işkencenin çok yaygın olduğunu ve insanların işkencede öldürüldüğünü, sakat bırakıldığını anlatıyorum.
Deniz ne bilsin 12 Eylül'ü. O iki yaşındayken darbe olmuş. Okuduklarından biliyor, dinliyor ve sonunda şu yorumu yapıyor:
"Ağabey ben razıyım işkenceye. İşkenceye evet, ileri demokrasiye hayır. Eskiden işkence vardı süresi belliydi. Dayanırsan ve hayatta kalırsan kurtulursun. Şimdi biz süresiz ve belirsiz bir işkence altındayız."
Verilen cezaların bile kişi kişi hesaplamalar sonucunda verildiğini söylüyor Deniz. "Şimdi benim durumuma bakalım" diyor ve anlatıyor:
"Dördüncü yılın içindeyim ve hemen çıkmam gerekirken verilen cezanın en üst sınırını veriyorlar. Bakıyor ki olmuyor devletin bir takım belgeleri diyor oradan da veriyor. Beni tahliye olmayacak noktaya getiriyor. Turhan abinin dosyasını alıyor. Bakıyor o az yatmış öyleyse 10 yıl verelim yatıralım, diyor. Aynı suça çok değişik cezalar var. Ellerinde hesap makinası bizlere ceza kestiler."
TURHAN ÖZLÜ: ÖZGÜRLÜK YAKINDA
Turhan Özlü yasa düzenlemeleri sonucunda yakında özgürlüklerine kavuşacaklarını söylüyor. Toplumun vicdanının kabul etmediği bir cezayı yatırmanın mümkün olamayacağını söylüyor ve "Bu karar Yargıtay'da kesin bozulur. Ancak bu dava dosyalarının, delillerin incelenmesi de en az iki yıl alır. Bu dava için bir ömür yetmez ve bu dava zaten öyle planlanmış" diyor.
Turhan Özlü içeride ama aklı fikri Ulusal Kanal'ında, Aydınlık'ta. İçeriden dışarıya müjdeler veriyor, "Ulusal Kanal yakında Digitürk'e girecek. Aydınlık 20 sayfaya çıkıyor ve yeni yazarlarla güçleniyor. Bu günler de geçer. Dışarıda çok güzel günleri birlikte yaşamak dileğiyle dostlarımıza selamlar" diyor.
Vedalaşıyoruz...
İyi ve güzel günlerde kucaklaşmak dileğiyle...
Yazan : Atilla SERTEL
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder