30 Mart 2015 Pazartesi
EGE KITA SAHANLIGI VE TARTISMALI ADALAR SORUNU - MUSTAFA GENCOGLU
Önsöz
Bu kitap calismam internetteki acik kaynaklardan yararlanarak olusmustur. Yararlandigim kaynaklarin linkleri paylasilmis, emege saygi gösterilmistir. Burada özel olarak tesekkür etmek istedigim kisi sayin Bilal Simsir´dir. Kendisinin "Ege Sorunu 1 ve 2" kitaplarindan alintilar yaparak kaynak olarak yararlandim. Aslinda bu calismami kitap olarak bastirip kamuoyunun yararina sunmak istiyordum. Ancak taslagi gönderdigim bir cok yayinevinden ya yanit alamadim, ya da kitabi basmak icin benim bütceme göre fahis rakamlar talep ettiler. Dolayisi ile bu calismami kendi blogumda paylasarak kitlelere ulastirmaya karar verdim.
Kalbim Ege´de Kaldi
Cumhuriyet tarihimizin son 40 - 45 yili, bircogumuz bir sahil kasabasini hatta otel ve/veya tatil köyünü ziyaret etmisizdir. Taa Saros körfezinden, Enez´den baslayarak, Hatay Yayladagi´na kadarki Ege ve Akdeniz kiyilarinin dogal güzelligine esir olmusuzdur. Sahil kasabalarinin sade, otantik yasami, büyük kentlerin keskemesine oranla bir siginma hatta kurtulus gibi algilanir. Daglarin kekik kokusu, yemyesil ormanlarin masmavi denizle bulustugu o muhtesem koylar, halkin akin ettigi dogal plajlar, rüyalarimizi süsleyen "bük"ler...
Yurdumuzun her kösesinin ayri bir güzelligi var. Kabul, ancak Ege ve Akdeniz kiyilarimizin güzelligi bambaska! Binyillar önce büyük filozoflarin bu Anadolu kiyilarindan cikmasi sasirtici olmasa gerek. Yakin gecmisimizin Halikarnas Balikcisi´nin Bodrum´dan, Can Yücel´in Datca´dan, Bedri Rahmi´nin Fethiye koylarindan ilham aldigini kim inkar edebilir ki?
Tatilin kum, deniz, günes ve ultra modern tesislerde (her sey dahil) tika basa tikinarak yapilmasina karsi oldugum icin, bölgenin dogasiyla kucaklasmadan, tarihi ve kültürel zenginliklerini görmeden yapilacak bir tatilin, sadece eglenceye ve bosa harcanmis zamana karsilik gelecegini ifade edebilirim. Bizler, Anadolu topraklari üzerinde yasayan sansli insanlar olarak, o kadar büyük bir tarihi ve kültürel hazinenin üzerinde yasiyoruz ki, bunun farkinda ve bilincinde olabilmek icin yapilan tanitim ve etkinliklerin ve hatta kültür turlarinin yetersiz kaldigi kanisindayim. Bilmiyoruz, ilgilenmiyoruz, deger vermiyoruz! Günlük yasam kosusturmalari, gecim derdi, günümüz insaninin degisen öncelikleri bizleri bazi güzellikleri farketmemize engel oluyor. Onun icindir ki, bir Alman turist, cogumuzdan daha fazla bilgiye sahip kendi yurdumuzun tarihsel kalintilari ve kültürel mirasi hakkinda. Onun icindir ki, Alanya´da 20 bini askin yabanci burayi ikinci vatan bilip yerlesmis, Urla´ya, Bodrum´a, Seferihisar´a vs.
Farkindaysaniz sürekli anakaradan bahsettim. Dünyanin en güzel denizlerinden birisinin kiyisinda yasiyoruz ve o denizin binlerce adasindan sadece birkaci bizlerin egemenligine birakilmis. Kuzeydeki Gökce ve Bozcaada ile Cunda adasi ve daha güneylerdeki birkac Esek ve Tavsan adaciklarindan ve kayaliklardan baska bir sey yok! Neden? Bizim adada yasam kültürümüz mü yok? Yoksa ayagimizin anakaraya saglam basmasini mi yegliyoruz?
Mustafa Kemal Atatürk’ün 26 Ağustos 1922 tarihinde “İlk hedefiniz Akdeniz’dir.” diyerek işaret ettiği yer Adalar Denizi ile birlikte bugün Anadolu’yu sarmalayan bütün denizleri de kapsar. Akdeniz esasında medeniyettir, uygarlıktır, çağdaşlıktır, estetiktir, güzelliktir, Doğu ile Batı’nın, karanlıkla aydınlığın mücadelesinde kırılma noktasıdır, nirengidir, olmazsa olmazdır.
Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı'ya göre de Akdeniz uygarlıkların şafağıdır ve uygarlık ışıktır, aydınlıktır ve bu ışığın şafağı da Akdeniz’de doğduktan sonra bütün dünyayı aydınlatmaktadır.
Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeopolitik Ortam
Dünyada meydana gelen büyük sosyal olaylar; siyasi, askeri, sosyo-kültürel ve ekonomik alanlara yansır, siyasi coğrafyada değişiklikler yaratır ve mevcut dengelerin bozulmalarına sebep olur. Bozulan dengelerin yeniden tesisi için yeniden şekillenme ve düzenleme arayışları başlar. Bu arayışlar uzun zaman alır, hatta devamlı olduğunu söyleyebiliriz. Her seferinde güçlü ülkelerin/galiplerin öngördüğü şekilde bir düzen oluşturulur ve bu düzen de “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılır.
Her “yeni dünya düzeni”, oluşumunu sağlayan güçlerin milli menfaatlerini gerçekleştirecek düzendir. Düzen, güç dengelerini sağlayamamışsa, adil değilse (güç odakları açısından) yeni bir düzeni aratacak büyük olaylar yola çıkıyor demektir.
Soğuk Savaş sonrası kurulan yeni dünya düzeninin geldiği aşamaya bugün “Küreselleşme” deniyor. Küreselleşmenin temelleri; aslında, İkinci Dünya Harbini müteakip atılmaya başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası gibi dünya ekonomisinin kontrolünü elinde tutacak oluşumlardan sonra kurulan uluslararası örgütler günümüze kadar küreselleşmenin örgüsünü ve ağını tamamladılar, 1980’den itibaren de ekonominin küresel çapta tam kontrolünü sağlayacak enstrümanların (özelleştirme... gibi) düğmesine basılmaya başlandı.
Ekonomide, kültürel alanda ve politikada küreselleşme / küreselleştirme devam ederken Soğuk Savaşı sona erdiren Sovyetlerin çöküşü, Varşova Paktı’nın dağılması ve komünizmin iflası ile Avrasya’da, daha doğrusu Türkiye’yi çevreleyen jeopolitik koşullarda önemli ve bazı alanlarda köklü değişiklikler oldu.
Bu değişiklik ve gelişmelerin başlıcaları; küresel ve bölgesel boyutlarda yeni kuvvet dengeleri, Rusya'nın toprak kayıpları ve siyasal, ekonomik ve askeri gücünün küçülmesi, Avrupa'da yeni siyasal oluşumlar, Orta Asya ve Kafkaslarda Türkiye ile etnik, tarihi ve kültürel bağları bulunan ülkelerin bağımsızlıklarına kavuşmaları, Balkanlar ve Kafkaslar’daki etnik gerilim ve savaşlar ve Körfez Savaşından beri daha da karmaşık hale gelen Ortadoğu’nun istikrarsız ve belirsiz durumudur.
Diğer bir boyutta ise; küresel alanda mevcut iki kutuplu güç dengesi dengesizliğe dönüştü, ABD’nin müttefiki olan ülkeler Avrasya’da stratejik konumlara sahip ülkeler olarak ABD’nin gücünü artıran faktörler oldu; dünya GSMH’dan %30 pay sahibi olan, özellikle askeri amaçlara uygulanan teknoloji, araştırma ve enformasyon teknolojisi alanlarında ön safta bulunan, iyi ve kötü tarafları ile bütün dünyaya yayılan kültürü ve askeri gücü ile ABD küresel güce ve etkinliğe sahip tek devlet konumuna geldi.
Bir diğer olgu ise; küreselleşmenin temel ögesi olan mal, sermaye hizmetlerin uluslararası dolaşımının serbestleşmesi ve teknolojik ilerlemelerin etkisi ile dünyanın gittikçe daha fazla entegre olmasıdır. Bu gelişmenin Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için avantajları olduğu kadar riskleri de vardır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, Rusya’nın oluşturduğu askeri tehdit uzun bir süre için ortadan kalkmıştır. Rusya’nın içinde bulunduğu bugünkü koşullarda eski SSCB hudutları dışında kuvvete başvurması düşünülemez. Avrupa’da eylem imkanları, NATO’nun genişlemesi ile büsbütün kısıtlanmaktadır. Ancak Kafkasya’da durum farklıdır. Burada Ruslar daha fazla askeri hareket imkanına sahiptir ve bu da yaşanmaktadır. Orta Asya’da ise Rusları engelleyecek bir güvenlik sistemi mevcut değildir.
Balkanlar ve Kafkasya’daki gerginlik ve çatışmalar, Orta Asya’daki istikrarsızlık, Ortadoğu’daki kronik bunalım ve çatışmalar, Türk-Yunan ilişkilerindeki sorunlara iç istikrarsızlıkları ve Batının içinde tortulaşan kinini, hor görmesini ve Haçlı zihniyetiyle oluşturduğu hâlâ bitmeyen “Doğu Sorunu”nu da eklersek Türkiye’nin içeride, batıda, güneyde ve doğuda potansiyel tehlikelerle karşı karşıya olduğu gerçeği kaçınılmazdır.
Türkiye Cumhuriyeti, zor bir coğrafyada yer almaktadır ve uzun vadeli politikalar üretmesi kolay değildir. Çünkü bu politikalar çok yönlü, çok seçenekli ve bağımsız politikalar olmayı gerektirir. Türkiye’nin politika üretiminde yakın çevresi, Avrasya’daki güç odakları ve küresel güç ve aday güçler etkin faktörlerdir. Bu nedenle, Türkiye için seçenekler sunmadan önce, Türkiye’yi çevreleyen coğrafyadaki jeopolitik gelişmeleri ve Avrasya’dan başlayarak ABD, AB Rusya Federasyonu, Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Çin’in bölgesel ve Avrasya çapındaki muhtemel politikaları ve stratejileri ile Türkiye’ye bakış açılarına özetle yer verilecektir.
Avrasya
Brzezinski, “Avrasya’ya egemen olan dünyaya egemen olur” demektedir.
Avrasya neden önemlidir ve neden bu ölçüde ilgi alanıdır?
Avrasya, dünya tarihini yazan coğrafyadır.
Avrasya, eski ve yeni medeniyetlerin çok büyük kısmına beşiklik yapan topraklardır.
Avrasya, dünya nüfusunun yaklaşık %75’ine sahiptir.
Avrasya, dünya kara kütlesinin %37’sini teşkil eder.
Avrasya, dünya GSMH’nın %60’ına sahiptir.
Avrasya, bilinen dünya enerji kaynaklarının ¾’üne sahiptir.
Avrasya, ekonomik girişimler ve yer altı zenginlikleri bakımından, fiziksel zenginliklerin çoğuna sahiptir.
Avrasya, ABD’den sonra dünyanın 6 büyük ekonomisine sahiptir.
Dünyanın en büyük 6 silah alıcısı Avrasya’dadır.
ABD hariç, dünyanın resmi olarak bilinen tüm nükleer ve gizli nükleer güçleri Avrasya’dadır.
Avrasya, tarihinde bütünüyle barışı hemen hemen, yaşamamış bir coğrafyadır.
Avrasya demek savaş demektir.
Avrasya Jeopolitiği dünya jeopolitiğinin esasıdır.
Avrasya, üzerinde küresel öncelik mücadelesinin sürdürüleceği bir satranç tahtasıdır.
Avrasya’sız politika ve strateji düşünülemez.
ABD’nin Avrasya’da Jeopolitik Hedefleri ve Araçları
Soğuk Savaş döneminin süper güçlerinden biri olan SSCB’nin dağılması ve bu özelliğini kaybetmesi ile dünyada meydana gelen ani güç değişimi, yeni yapılanmaları zorunlu hale getirdi. ABD, beş kıta üzerinde siyasi, askeri, ekonomik yeni dengeler arayışına önderlik edebilecek tek güç olarak kendini kabul ettirdi.
ABD’nin bu misyonu yerine getirebilecek imkan ve kabiliyetleri nedir?
ABD’nin iç siyasi istikrarı, ekonomik durumu, askeri gücü, yüksek teknolojiye dayalı sınai ve üretim potansiyeli, kaynakları ve müttefiklerinin desteği ile bu misyonu yerine getirebilecek güce sahip olduğunu göstermektedir.
ABD’nin 1999 yılı GSYİH’sı 9 trilyon dolar ve son beş yıllık büyüme hızı ortalama %3 dolaylarındadır. 1987 – 1991 yılları arasında, yılda 300 milyar dolar olan savunma harcamaları, 1992 yılından itibaren kuvvet indirimine paralel olarak ortalama 265 milyar dolar düzeyine inmiştir.
Bu dönemde ABD’nin savunma harcamaları GSYİH’nın %6.3 ile %6.5 arasında değişmiştir.
ABD’nin görünebilir gelecekte 2010 yılına kadar mevcut ekonomik ve askeri gücünü devam ettireceği değerlendirilmektedir.
ABD’nin Milli Güvenlik Stratejisinin üç ana hedefi vardır. Bunlar ;
* ABD’nin güvenliğini güvence altına almak,
* ABD’nin ekonomik refahını sağlamak,
* Dışarıda demokrasinin ve kurumlarının yerleşmesini teşvik etmek.
ABD, Soğuk Savaş sonrasında muhtemel bunalım ve tehditleri şöyle değerlendirmektedir :
* Bölgesel etnik bunalımlar,
* Terörizm,
* Kitle tahrip silahlarının saldırgan eğilimli devletlerin veya terör gruplarının, suç örgütlerinin eline geçme tehlikesi,
* Uyuşturucu trafiği,
* Uluslararası organize suç faaliyetleri
ABD, silahlı kuvvetlerini görünür gelecekte, tercihan müttefikleri ile uyum içinde, birbirinden uzak iki deniz aşırı alanda aynı zamanda vukua gelecek büyük çaplı askeri tecavüzleri caydıracak veya bertaraf edecek büyüklük ve güçte idameye kararlıdır.
ABD’nin Avrasya Politikasında Beş Temel Husus Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası’nda, ABD’nin Avrasya kıtasındaki politikalarının tayininde şu beş sorunun cevabını bulmaya çalışmaktadır.
* Amerika nasıl bir Avrupa’yı tercih etmelidir ve dolayısıyla desteklemelidir?
* Nasıl bir Rusya ABD’nin çıkarına uygundur ve ABD bu konuda neyi ne kadar yapabilir?
* Orta Avrasya’da yeni bir “Balkanlar”ın ortaya çıkma ihtimali nedir ve ABD bunun doğuracağı risklerin en aza indirilmesi için ne yapmalıdır?
* Çin, Uzakdoğu’da hangi rolü üstlenmeye cesaretlendirilmelidir ve bunun sonuçları yalnızca ABD için değil, Japonya için de ne olabilir?
* Hangi yeni Avrasya koalisyonları olasıdır, hangileri ABD çıkarları için en tehlikeli olabilir ve bunların önüne geçmek için ne yapılabilir?
ABD’nin Küresel Strateji ve Hedeflerinde Türkiye’nin Yeri
Brzesinki, aynı eserinde Türkiye’nin önemini aşağıdaki gibi değerlendirmektedir.
“Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, Rusya’yı Kafkaslarda dengelemekte, hala İslâmi kökten dinciliğe karşı bir panzehir oluşturmakta ve güneydeki dayanak noktası olarak NATO’ya hizmet etmektedir.
İstikrarsız bir Türkiye, olasılıkla Güney balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına sebep olur. Diğer taraftan Kafkasya’da bağımsızlıklarını yeni kazanmış devletler üzerinde Rus kontrolünün yeniden sağlanmasına yol açar.”
“ABD, istikrarlı bir Güney Kafkasya ile Orta Asya’yı teşvik bakımından Türkiye’yi yabancılaştırmamak konusunda dikkatli olmalı ve Amerikan-İran ilişkilerinde bir düzenlenmenin yapılabilirliğini araştırmalıdır.”
“Katılmak istediği Avrupa Birliği’nden dışlandığını hisseden bir Türkiye daha İslamcı olacak, daha büyük bir olasılıkla inadına NATO’nun genişlemesini veto eğilimi gösterecek ve laik bir Orta Asya’yı dünya ile bütünleştirmekte ve istikrarını sağlamakta Batı ile daha az işbirliği yapacaktır. Bu sebeple ABD, Türkiye’nin AB’ne kabulünü cesaretlendirmek için Avrupa’da etkisini kullanmalı ve Türkiye’ye Avrupa’lı bir devlet gibi davranmaya özen göstermelidir.”
Bu görüşler gerçekte ABD yönetimi tarafından uygulanır durumdadır. Ancak, Hazar havzasının petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına ulaştırılmasında kullanılacak boru hatlarının güzergahı konusunda yeni hükümetin tutumu henüz net olarak bilinmemektedir.
Bununla beraber, 1964’den itibaren Kıbrıs olaylarıyla başlayan süreç içinde inişli çıkışlı dönemler yaşanmıştır. 1980’li yıllar ve SSCB’nin dağılmasını müteakip dönemde ise bu ilişkilerin daha uyumlu bir seyir takip etmesine rağmen özellikle ABD’nin İran ve Irak’a karşı yaptırımlarına verdiği destek Türkiye’nin maddi kayıplarına sebep olmuştur.
Avrupa Birliği (AB)
Üç yanı denizlerle çevrili ve kara sınırları Kafkas Dağları, Ural Dağları gibi engellere dayanan Avrupa, güçlü bir coğrafi bütünlüğe sahiptir. Coğrafi bütünlük güvenlik ve beşeri değerler açısından önemlidir. Avrupa kültürü bu coğrafya ile şekillenmiştir.
Avrupa’ya dış tehdit, İspanya’nın Araplar tarafından işgali hariç, daima doğudan gelmiştir. Avrupa’yı doğudan zorlayan güçler hemen hemen sadece Türkler olmuştur.
Avrupa yeterince geniş alana, uygun iklim koşullarına sahiptir. Avrupa daha önce sahip olduğu kömür-demir stratejik kaynakları ve sömürgelerinden sağladığı kaynaklar ile güçlenmiştir. Bugün ise Kuzey Deniz Petrolleri hariç stratejik kaynağa sahip değildir. Önemli diğer kaynağı ise vasıflı insan ve bunun yarattığı değerler ile bilgi ve deney birikimi, teknolojik üstünlük, sahip olunan sermaye ve dış yatırımlardır.
Türkiye’nin AB’ne katılması ile AB coğrafyasının hudutları Asya’ya, Ortadoğu’ya doğru uzanacak; Ortadoğu, Kafkasya güneyi ve Doğu Akdeniz AB’nin hudutlarını teşkil edecektir.
Türkiye’nin AB üyesi olması halinde AB; Kafkaslarda, Ortadoğu’da, İranlılarla, Araplarla kısaca İslam dünyası ile karşı karşıya gelmiş olacak ve bu bölgedeki bütün sorunlarla ve sorunların Türkiye’ye yansıyan şekilleri ile ilgili politikalar üretmek zorunda kalacaktır.
AB aynı zamanda bu bölgenin olanaklarına Türkiye üzerinden ulaşabilecek, sayılan bölgeler üzerindeki etkinliği artacak, siyasi ufku genişleyecektir. Türkiye-AB entegrasyonunun, Türkiye’nin politik ufku üzerindeki etkisi ise AB’nin aksine sınırlayıcı ve kısıtlayıcıdır .
Türkiye’nin jeostratejik ufku ve stratejik ilgi alanları içinde bulunan Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya; AB’nin stratejik ilgi alanları içerisine bugünkünden daha büyük ağırlıkla girecektir.
Avrupa kıt’asının sahip olduğu coğrafi bütünlüğe Avrupa Birliği tam olarak sahip değildir. Bu coğrafyada, AB ve NATO üyelikleri söz konusu olan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri dışında Beyaz Rusya, Ukrayna ve Avrupa Rusyası da yer almaktadır. Avrupa Birliğinin güneydoğusu Türkiye tarafından örtülmektedir. Avrupa Birliğinin Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu ile ilişkilerinde Türkiye ve Rusya ya engeldir ya da yardımcıdır. Bu istikametlerdeki güvenliği de aynı çerçevede görülmelidir.
Fransız yazar Pierre Behar, “Yeni Bir Avrasya’ya Doğru, Avrupa İçin Yeni Bir Jeopolitik” adlı eserinde, Avrupa için Asya’nın önemini vurgulamakta ve bir güç olabilmesi için şu değerlendirmeyi yapmaktadır.
“Avrupa kendi coğrafyasının tahditlerini değerlendirerek yeni bir politika üretmelidir. Önce kendi iç dengelerini kurmalıdır. İkincisi kuzeydoğusundaki Slav Dünyası (Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna) ve güneydoğusundaki Türk dünyası (Türkiye ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri) ile ilişkilerini yeniden belirlemek, belirlemenin ötesinde bu bölgelerle çok sıkı bir ilişkiye girmek zorundadır. Bunun amacı, kendi çevresindeki istikrar kuşağını yaratabilmek ve ABD’ye bağımlı olmaktan kurtulabilmektir. Çünkü Avrupa coğrafi, ekonomik ve kültürel açıdan bir bütünlüğe ulaştığı takdirde bir güç olabilecektir.”
Avrupa Birliği Türkiye’yi Nasıl Görmektedir?
İhtilaflı veya ihtilafa gebe bölgelerle çevrili bir Türkiye... Kuzeydoğuda Azerbaycan–Ermenistan sorununa ilaveten SSCB’nin dağılmasının ortaya çıkardığı sorunlar, doğuda İran ve Afganistan olayları, güneyde Kuzey Irak meselesi ve Arap-İsrail ihtilafı, Arap ülkelerindeki istikrarsızlıklar, Kıbrıs sorunu, Bosna Hersek ve Kosova olaylarının bölgedeki etkileri ve kitle imha silahlarının yarattığı tehlikeler ile karmaşık bir ortam içinde olan Türkiye...
Mevcut ve muhtemel tehdidin kaynağı salt askeri olmaktan çıkmış, ekonomik ve sosyal istikrarsızlıkları, sınır anlaşmazlıkları, etnik çatışmaları, dini aşırılığı ve terörizmi de içine alan ve güvenlik ihtiyacı eskisine oranla daha da artmış olan bir Türkiye....
Demokrasi ve insan hakları alanlarında aşama sıkıntıları, Güneydoğu sorunu, ekonomik güçlükler, yüksek enflasyon, işsizlik gibi sorunları yaşayan bir Türkiye.....
Bunların yanı sıra büyük olduğu kadar genç ve dinamik bir nüfusa sahip Müslüman bir ülke olan Türkiye...
Başta Almanya olmak üzere Avrupa’da Türkiye’nin eskisi kadar önemsenmediği kanaati yayılıyor ve Almanya eski Başbakanı Kohl, Türkiye’nin ayrı bir kültüre ve dine sahip olması nedeniyle AB üyesi olamayacağını açıkça söylüyordu.
Türkiye’ye yönelik genel tutum böyle iken 1997’de Lüksemburg zirvesinde reddedilen, ancak 1999’da Helsinki’de kabul edilen Türkiye’nin AB üyeliği ve iki yıl içinde meydana gelen bu ilginç değişimin nedenleri üzerinde durmak gerekir.
* AB dışında olan bir Türkiye’nin, AB içindeki Türkiye’den Yunanistan için daha büyük tehlike taşıyabileceği görüşünün Yunanistan’da ağırlık kazanması,
* Balkanlar’daki gelişmeler ve Balkanları AB’ye dahil etme kararının yanında Türkiye’nin dışarıda bırakılamayacağı,
* Almanya’da Sosyal Demokrat bir hükümetin iş başına gelmesi,
* ABD’nin Türkiye’nin adaylığını yıllardır desteklemesi,
* Türkiye’nin içeri alınabileceği intibaı ve beklentisinin yaratılmasının dışarıda bırakmaktan daha yararlı olacağı fikri, adaylık kararının alınmasında etkin rol oynadığı düşünülebilir .
Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesi ile istenen kriterleri ve çözümleri yerine getirmekle sosyal ve ekonomik alanlardaki eksikliklerini gidermiş olacak ve Kıbrıs Sorununu çözmede daha azimli ve kararlı olabilecektir.
AB üyesi olacak Türkiye, AB çerçevesinde savunma ve güvenlik alanında karşılaştığı güçlüklerin de üstesinden gelmiş olacak, ekonomisine çeki düzen vererek halkının refah seviyesini yükseltecektir.
Türkiye’nin AB üyeliğinden beklentileri bunlardır. Ancak Helsinki kararları ile ilgili yukarıdaki yorumlar yazılırken bu kararın bir oyalama siyaseti olabileceği bu süreçte öncelikle Kıbrıs ve Ege sorunlarının Yunanistan’ın istekleri doğrultusunda çözüme ulaştırılmasını müteakip, Türkiye’yi daha büyük açmazlara sürükleyebilecek dayatmalarla karşı karşıya bırakacak gelişmelerden duyulan endişeler de seslendirilen düşüncelerdir.
Hiçbir ülke diğerinin refahını yükseltmek ve güvenliğini sağlamak yükümlülüğünü üstlenmez. Eğer üstlenirse bunun faturası çok yüksek olur.
Avrupa Birliği üyeliği; ticari yolsuzluklara, adam kayırmaya, toplumsal çürümeye, işsizliğe, doğal kaynakların israf edilmesine, banka soygunlarına, hayat pahalığına, bölgesel dengesizliklere, gelir dağılımının düzeltilmesine, insanın insan sayılmasına, eğitimde fırsat eşitliğine, sağlık sorunlarına, birliği korumaya, vergi gelirlerinin artırılmasına, düşünce özgürlüğüne, çağdaşlaşmaya ve demokratikleşmeye çözümler getirecek mi?
Bu çözümleri Türkiye üretecektir. Uygun çözümleri bulup uygulamaya koyduğumuz zaman ülke bütünüyle kalkınmaya ve gelişmeye başlayacaktır. AB Türkiye’ye bunu söylüyor. Eğer Türkiye bu beceriyi gösteremiyorsa, karar verme iradesine sahip değilse şikayetçi olunan sorunları kimse Türkiye için çözmeye çalışmaz.
Rusya
1991 sonlarında dünyanın toprak bakımından en büyük devleti olan Sovyetler Birliği’nin dağılması, Avrasya’nın tam ortasında muazzam bir jeopolitik karışıklık ve boşluk yarattı. Bu dağılma ile Rusya Sovyetler dönemindeki topraklarının önemli bir kısmını, nüfusunun hemen hemen yarısını ve en önemlisi de dünyanın iki süper gücünden birisi olma özelliğini kaybetti. 15 Cumhuriyetten oluşan SSCB, 14 Cumhuriyetinin bağımsızlıklarını ilanını müteakip geriye sadece Rusya Federasyonu olarak kaldı.
SSCB’nin dağılması Rusya için ;
* Kafkasya’nın kaybı, yeniden dirilen Türk etkisi hakkındaki stratejik korkuyu canlandırdı,
* Orta Asya’nın (Türkistan) kaybı, bölgenin anormal enerjisi ve maden kaynaklarıyla ilgili eksiklik duygusunu yaratırken bir yandan da potansiyel bir islami meydan okuma hakkında endişe yarattı,
* Ukrayna’nın bağımsızlığı, Rusya’nın kendini vakfettiği Pan-slavik bir kimliğin özüne meydan okudu ve Rus Devleti için yaşamsal bir jeopolitik gerilemeyi temsil etti,
* Baltık’ta ve Karadeniz’de belirleyici konumunun kaybına neden oldu,
* Türkiye’nin bir zamanlar kaybettiği etkisinin Kafkaslar ve Karadeniz’de tekrar sağlanmasına neden oldu,
* Hazar Denizi’nde belirleyici konumda iken şimdi hak iddia eden beş ülkeden yalnızca birisi durumuna indirgendi,
* Güneydoğu sınırlarında bazı yerlerde 1000 milden fazla kuzeye itilmesine neden oldu.
SSCB dağıldıktan sonra Rusya Federasyonu (RF) yeniden yapılanma sürecini devam ettirmektedir. Bugünkü Rusya Federasyonu, Avrasya’nın doğusundaki güç (Japonya, Güney Kore, Çin) ile batısındaki (AB) güç arasında denge sağlayabilecek güçte görünmüyor. SSCB döneminde sahip olduğu bu bölgedeki kaynaklara tekrar sahip olma şansını kaybetmiştir. Rusya ne arka bahçesinde ne de ön bahçesindeki toplulukların kırbaçlı kâhyası olma şansını da kaybetmiştir. Baskı tedbirleri ve yönetimi ile sağlayacağı sınırlı başarılar Rus Federasyonu’nun da dağılmasına sebep olabilir.
Bugün Rusya, ülkesindeki tüm dinamikleri kapsayan yeniden yapılanma sürecini yaşamaktadır. Gerilediği bölgesel güç kimliğini, belirsizliğin ve istikrarsızlığın süre geldiği bir ortamda yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır. Rusya, hiçbir zaman eski SSCB olamaz ancak bugünkü gibi bir Rusya olarak da kalmayacaktır.
RF, sahip olduğu geniş coğrafyasında zengin doğal kaynaklara sahiptir ve 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Avrasya’nın önemli güç merkezlerinden birisi olarak yer alması uzak ihtimal değildir.
Rusya’nın jeopolitik yönelimlerine ilişkin bazı esaslar şöyle özetlenebilir .
* Ülkenin demokrasi kapsamında yeniden yapılanmasına devam edilmesi,
* Batı’nın endüstriyel ülkeleri ve güçleri arasında yer almak için gerekli düzenlemelerin yapılması, * Rusya’yı çevreleyen devletler ile güvenlik amaçlı tampon ülkeler kuşağının oluşturulması,
* Ulusal çıkarlarının gerektirdiği yönde Batı ile ortaklık düzeyinde ilişkilerin sağlanması,
* BDT ülkeleri ile ilişkilere birinci derecede önem verilmesi ve her alanda geliştirilmesi,
* Diğer Asya devletleri ile yakın ilişkilerin oluşturulması ve güç dengelerinin korunması,
* Ortadoğu ülkeleri ile yakın ilişkilerin sürdürülmesi ve geliştirilmesidir.
Rusya’nın Türkiye’ye yönelik jeopolitik yönelimlerinde öngördüğü yaklaşımlarını şöyle belirlemek mümkündür.
Rus-Türk ilişkileri, 1525’de bugünkü Tataristan’ın başkenti olan Kazan’ın ele geçirilmesiyle başlamış ve İdil-Ural bölgesi ve Kuzey Kafkasya’da devam etmiştir. Doğrudan Osmanlı İmparatorluğuna yönelik girişimleri ise 17. yüzyıl sonlarında başlamış ve iki yüzyılı aşan bir dönemde 1917’ye kadar çok sıcak ve kanlı bir şekilde sürdürülmüştür. Bu dönemde bilhassa 19. yüzyılda tüm Kafkasya’da ve Orta Asya’da da Türk Dünyasına karşı bu kanlı mücadeleyi devam ettirmiştir. Hiç vazgeçmediği “sıcak denizlere inme” amacını Balkanlar ve Kafkaslarda Türkler, Afganistan’da ise İngilizler engellemiştir.
Türkiye’nin NATO içindeki rolü, aday olduğu AB sürecindeki yeri ve geleceği ve de etkinliği, ABD ile ikili ilişkileri, Türk dünyasındaki yeri ve etkinliği Rusya’yı ciddi şekilde düşündürmektedir. NATO’nun hudutları dışında kuvvet kullanmasına, İncirlik Üssünün NATO ve BM’lerin amacı ve kararları dışında kullanılmasına Rusya sürekli tepki göstermektedir.
Rusya, Türkiye’yi ABD’nin çıkarlarını koruyan ve onun aracı niteliğini taşıyan politikalar yürütmekle itham etmektedir.
Eski Cumhurbaşkanı Demirel’in, Orta Asya’da, Azerbaycan’ın da katılımı ile “Türk Devletler Birliği”nin kurulmasına ait önerisi, Türkiye’nin Moskova’yı dışladığı izlenimi yaratmıştır.
Rusya, Türkiye’nin Azerbaycan ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ile toplumsal, siyasal ve ekonomik içerikli laik ve demokratik devlet anlayışına göre ilişkiler kurmasına ilke olarak karşı olmadığı görünümünü vermektedir. Ancak Türkiye, Pan-Türkizm amaçlı milliyetçilik çizgisinde politika güderse, İran’ın da buna İslam ağırlıklı yaklaşımları ile cevap vermeye kalkışması halinde, Türkiye-İran rekabeti ile nüfuz kazanma yarışı başlayabilecektir. Bu durum, bölgede istikrarsızlığa ve çeşitli risklerin oluşumlarına neden olabilecek ve Rusya’nın daha ağırlıklı olarak bölgeye müdahalelerine yol açabilecektir .
Rusya, Türkiye’nin Azerbaycan-Ermenistan anlaşmazlığında ve başta Çeçenistan olmak üzere Rusya Federasyonu’ndaki Türk ve Müslüman toplumlarının Rusya’dan ayrılma isteklerinde ağırlığını tarafları uzlaştırmadan yana kullanmasını istemekte ve bunun bölgede istikrarı sağlamaya hizmet edeceğini ileri sürmektedir. Eğer Türkiye, Ermenistan’a karşı kurulacak sürekli bir ittifakın içerisine girerse, karşısında Rusya’yı bulacak, uluslararasında olumsuz etki yaratacak, İran’ı da içine çekebilecek sorun, bölgede ciddi gelişmeleri birlikte getirebilecektir. Bununla bağlantılı olarak, RF’daki Türk ve Müslüman toplumların Rusya’dan ayrılma isteklerine Türkiye’nin destek vermesi halinde, Rusya Türkiye’deki bölücü gruplara destek vereceğini ima etmekte ve zaman zaman bu desteği vermektedir. Rusya örtülü hareketlerin ustasıdır. Türkiye’ye karşı bu politikayı 1867’den beri benimsemiş ve takip etmektedir.
Balkanlarda Türkiye ile Rusya’nın politikaları uyum içinde değildir. Türkiye’nin Balkanlarda önemli rol oynamasını Rusya’nın istemediği de bir gerçektir. Bununla beraber, Rusya, Türkiye’nin Balkanlarda jeopolitik ve tarihsel bağlantılı olarak önemli rol sahibi olduğunu görmezlikten de gelemez. Türkiye’nin bölgede ağırlığının artması olasılığı karşısında, Rusya-Sırbistan-Yunanistan Ortodoks dayanışmasına ivme kazandırması muhtemeldir.
Rusya, Türkiye’de “Dış Türkler” konusundaki gelişmeleri ve görüşleri dikkatle izlemektedir. Özellikle aşırı milliyetçi liderlerin ortaya çıkmasını ve bu yönde kamuoyunun tutumunu ve radikal grupların faaliyetlerini yakînen takip etmektedir .
Rusya ile ilgili iyimser tahminler yanıltıcı olabilir. Rusların genlerinde yayılmacılık vardır. Bu amaçlı hedef ve politikaları 18. yüzyıldan beri değişmemiştir. 21. yüzyılın ilk çeyreğini takibeden dönemdeki gelişmeleri tahmin etmek zordur fakat Ruslar için bu bağlamda yanılma payı fazla olmayabilir.
Balkanlar
Avrupa’nın beş büyük yarımadasından biri olan Balkan Yarımadası, Orta Avrupa’ya ve Akdeniz’e uzanan Jeostratejik konumu ile önemli özelliklere sahiptir. Eski çağlar bir yana, Balkanların tarihinde büyük bir yeri olan Osmanlılar zamanında, Balkan Yarımadasının ve Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi konumu, bu kritik coğrafi bölgeyi, İngiltere, Rusya, Habsburg İmparatorluğu, Fransa, İtalya ve Almanya’nın çıkarlarının çakıştığı bir bölge durumuna getirmiş ve sayısız müdahale, isyan ve savaşlara yol açmıştır.
Balkan Yarımadasının coğrafi konumu, Avrupa’nın diğer bölgelerine geçit veren, Asya’nın bitişiğinde ve Afrika’ya yakın olması, bu bölgenin, daima imparatorluklar arasında bir buluşma ve mücadele alanı ve çekici bir fütuhat hedefi olmasına yol açmıştır.
Fiziki coğrafya açısından Balkanların sınırları kuzeyde Tuna Nehri ve Sava Irmağı, doğuda Karadeniz, güneydoğuda Ege Denizi, güneyde Akdeniz, güneybatıda İon Denizi ve Adriyatik ile çevrilidir. Siyasi coğrafya açısından ise Balkanlar; Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan, Türkiye’nin Avrupa’daki toprakları ve eski Yugoslavya ile Romanya’nın tümünü içine alır.
Balkan Yarımadasının kıyıları, Akdeniz sistemine dahil olan 6 denize açılmaktadır. Bu durum, Balkanların, Akdeniz stratejisindeki çok boyutlu yerini vurguladığı gibi; Balkan ülkelerinin çoğunun deniz ulaştırması ve denizcilik alanlarındaki gelişmelerine de ışık tutmaktadır.Stratejik konum, fiziki coğrafya ve etnik ve dinsel yapı açılarından, bölgenin stratejik ve jeopolitik çekirdeği eski Yugoslavya’dır. Rusya’nın emperyalist dürtülerle Güney Slavlarını kendi nüfuzu ve Sırpların egemenliği altında bir Güney Slavları birliği halinde toplamak için kurulmasına çaba gösterdiği “Sırp, Hırvat, Sloven Krallığı” ve daha sonraki Yugoslavya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nin iç ve dış sınırlarının jeopolitik faktörler gözetilmeksizin çizilmesi, diğer bir deyişle, Yugoslavya Federasyonunun, etnik grupların amaç ve iradeleri gözetilmek suretiyle değil, Lenin ve Stalin’in yaptıkları gibi, yukarıdan empoze edilmek suretiyle kurulması, bölgenin kararsız ve karmaşık doğasının önemli nedenlerinden biri olmuştur.
Balkanlar, İslam ve Hristiyan dünyalarının birleştiği başlıca yerlerden biridir. Büyük İskender Balkanlardan yola çıkarak Anadolu üzerinden Afrika ve Asya’ya geçmiştir. Romalılar, Akdeniz’den ve Balkanlardan Anadolu’ya geçerek Avrupa’da sağladıkları büyük güç birikimini aynı yoldan Asya topraklarına aktarmışlardır. Daha sonraki çağlarda Hristiyanlık, Boğazlar üzerinden Balkanlara ve oradan da Avrupa kıt’asına yayıldığı gibi; İslamiyet de Anadolu’dan Boğazlar üzerinden balkanlara yayılmıştır.
Balkanlar makro düzeyde, Orta ve Doğu Avrupa’da başlayan ve Boğazlar ve Süveyş bölgeleriyle ana petrol alanlarını hedef alan askeri operasyonların üs ve destek bölgesi olma özelliğini de taşımaktadır. Diğer taraftan Orta ve Doğu Avrupa’da cereyan eden bütün savaşlarda, Balkanlar, savunan ve taarruz eden taraflar için daima büyük önem taşımıştır. Bu bakımdan, Balkanların Avrupa’nın bütünleşmesi ve güvenliği olayında da önemli bir stratejik işlevi vardır. Balkan Yarımadasının stratejik konumu, Avrupa Kıt’asına, Akdeniz ve Ortadoğu politika ve stratejisinde etkili olma imkânı sağlamaktadır.
Balkan ve Anadolu Yarımadalarını birbirinden ayıran, fakat aynı zamanda bu iki yarımadayı birbirine bağlayan Türk Boğazları, Trakya ile birlikte bütün Balkan Yarımadasını, Türkiye için kritik bir ileri savunma bölgesi durumuna getirmiştir. Türklerle ortak tarih ve kültür değerlerini paylaşan ve kuzeyde Moldova’dan güneyde Yunanistan’a kadar bütün Balkan ülkelerinde yaşayan Türk azınlıklar olduğu gibi, Müslüman dünyasında sadece Türkiye’ye ilgi ve bağlılık duyan 8.500.000 nüfusa sahip Balkan Müslümanları da, Balkanların Türkiye için taşıdğı önemin bir başka boyutunu sergilemektedir.
Balkanlar, tarih boyunca birçok kavimlerin ve orduların istilasına hedef olmuştur. İstilacılar, genellikle Boğazlar ve Trakya’dan; Güney Rusya ve Aşağı Tuna vadisinden ve Avusturya ve Macaristan’dan Balkanlara girmişlerdir. Bu istila ve göçlerin bıraktığı izler ve kültür mirası bugün de yer yer Balkanlarda yaşamaktadır. Bu bakımdan gerek Balkanlar siyasi coğrafyasının bugünkü karmaşık durumunu yansıtan jeopolitik bölünmeler, gerekse bunlara paralel ulusal nitelikler ve demografik özelliklerin çeşitliliği Balkanların tarih boyunca ve topoğrafyasının belirtilen ayırıcı ve bölücü karakterinin doğal sonucu olarak, balkan toplumları arasındaki ilişkiler, daima rekabet ve mücadele karakteri taşımış; yerel gerginlik ve sürtüşmeler, Balkanlar’daki iç kararsızlık ve Balkan devletlerinin kendi güvenlik ve bekalarını sağlamak için bölge dışından müttefik edinmeleri dış müdahaleleri davet etmiştir. Bugün Yugoslavya’nın parçalanması ile Balkanlar’da sayıları 10’a kadar çıkan siyasal birimde, en az 9-10 ayrı konuşma dili ve 3 tek Tanrılı (Semavi) dine bağlı 75 milyondan fazla insan yaşamaktadır.
Bütün bu ve diğer nedenlerle, iç sürtüşmeler ve dış müdahaleler ile bunların yarattığı kararsızlık, Balkan siyasetinin ve stratejisinin egemen niteliğini teşkil etmektedir. Bu nedenle, bugünde, dün olduğu gibi, istikrarsız bütün Balkan devletleri arasında, ikili ya da çok yanlı, toprak, sınır ve azınlık sorunları vardır.
Balkan yarımadasında başlıca beş etnik grup vardır. Bunlar; Arnavutlar, Yunanlılar, Bulgarlar, Güney Slavları (Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Karadağlılar) ve Türklerdir.
Eski Yugoslavya Federasyonu’nun kendine özgü karmaşık yapısı ve bundan kaynaklanan iç sorunları 1989-1990 döneminin getirdiği bağımsızlık istekleri ve Balkanlar’da da kuvvetle estirilen rüzgarların etkisiyle, bu devletin parçalanmasına kadar varan yeni şartlar yaratmıştır. Balkanlarda birbirine muhalif hatta düşman toplumlar meydana getirmesi, herhangi bir ülkenin kontrolünü ele geçirme ya da nüfuz altına almak amacıyla birbirine düşman parçalara bölmeyi hedef tutan ve Romalıların “Böl ve Yönet” ilkesiyle ifade edilen stratejilere, 20. yüzyılın başlarından beri “Balkanlaştırma” adının verilmesine yol açmıştır .
Bölgesel Jeopolitik Yönelimlerin Değerlendirilmesi
Soğuk Savaş sonrasının siyasi coğrafyasının ihtilafları körükleyecek biçimde en fazla değişiklik gösterdiği bölge Balkanlardır.
Yugoslavya’nın parçalanması ve Slovenya, Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek’in bağımsız devletler olarak ortaya çıkmaları sonucunda en yaygın ve kanlı çatışmalar bu bölgede cereyan etmiştir.
Yugoslavya daha önce Sovyetler Birliğine mesafeli duran bir Federasyon iken parçalanma ile birlikte Sırbistan ile Rusya arasındaki tarihi bağlar yeniden canlanmıştır.
Balkanlardaki sorunlara, ABD, başlangıçta uzak durmasına rağmen, Bosna-Hersek’teki Sırp katliamına karşı müdahalede başarılı olamayan ve hatta bilinçli olarak seyirci kalan Avrupa’nın tutumu ABD müdahalesini zorunlu kılmış ve Dayton Anlaşması ile savaş durdurulmuş ve Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğü şimdilik korunabilmiştir.
Kosova’da ise ABD daha belirgin ve doğrudan bir rol almıştır.
AB, askeri sorumluluğu üstlenecek vurucu güce, güç aktarma yeteneğine, uydu istihbarat olanaklarına ve gereken siyasi iradeye sahip olamadığı için ABD’nin müdahalesi kaçınılmaz olmuştur. Buna mukabil AB, ekonomik alanda öncülüğü almış durumdadır. Uzun süreli ve kapsamlı bir Avrupa vizyonu içinde Balkanlarda devamlı barışın sağlanması girişiminde, AB yine ön planda görülmektedir. Balkanlar, bölgede barış ve istikrarın tesisi amacıyla bir dizi insiyatifin odak noktası haline gelmiş bulunmaktadır .
Kosova’da Sırpların giriştiği geniş çaplı etnik temizlik hareketine oluşan tepkinin sonucu olan NATO hava harekatı Sırpları çekilmeye mecbur bırakmıştır. Kosova uluslararası gücün kontrolünde bulunmaktadır ancak, Kosova’nın gelecekteki statüsü halen belirsizdir. Kosova’ya bağımsızlık verilmesi daha başka bağımsızlık isteklerine davetiye çıkarabileceği endişesiyle bundan şimdilik kaçınılmaktadır.
Marksizmin en doğmatik uygulamasına maruz kalan Arnavutluk’ta modern ve demokratik bir devlet yapısını kurmak kolay olmamaktadır. Makedonya’daki hassas dengeler Balkanlardaki oluşumların sürekli tehdidi altındadır. Romanya ve özellikle Bulgaristan AB ile üyelik müzakerelerine başlamış olmanın avantajlarından yararlanmaktadırlar.
Balkanların geleceği bakımından en umut verici gelişme, AB’nin desteklediği ve öncülüğünü yaptığı istikrar paktıdır. Avrupa entegrasyonu kapsamı altına alınmadıkça Balkanlarda sürekli bir barışın olmayacağı görüşü hakimdir.
Türkiye, Balkanlar bölgesinde önemli bir mevkide olup bölge ile çeşitli bağları bulunmaktadır. Türkler dışında bölgede Boşnak, Arnavut, Pomak ve Çerkez olmak üzere 8.500.000 Müslüman yaşamaktadır. Aralarındaki ortak nokta da Osmanlı tarihi ve kültürüdür. Balkanların barış ve istikrarı Türkiye’nin güvenliğini yakından ilgilendirir.
Balkanlar denkleminde Türk-Yunan dengesi temel ögelerden birisidir. Türkiye ve Yunanistan 1999 yılı içinde ikili ve çok yönlü bir işbirliği sürecini başlatmışlardır.
Balkanlar bölgesinin kaderi, kendi dinamiğine, uluslararası toplumun müdahalesine ve özellikle Avrupa Birliğinin politikalarına göre şekillenme yolundadır.
Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, başta Bosna-Hersek olmak üzere Voyvodina, Kosova, Sancak ve Karadağ sorunlarına bitmiş gözüyle bakılamaz. Bu bölgelerde sıcak gelişmeler beklenebilir.
Balkanlar, konumu ve yapısı itibariyle, asırlardır irili ufaklı devletlerin ilgi odağı haline gelerek sayısız entrika, çatışma, isyan ve savaşlara sahne olmuştur. Bugün de insanoğlu ulaştığı medeniyet seviyesini göz ardı ederek, aynı sahnelerin oluşmasına zemin hazırlamakta ve bölgeyi barut fıçısına kolayca dönüştürebilmektedir. Bunu yapanlar, yapanlara cesaret verenler ne yazık ki demokrasi ve insan haklarının en ateşli savunucuları ve sahip oldukları medeniyetle övünen Batılı ülkelerdir. Bu ülkeler ki, Balkanlarda bir Müslüman toplumu kabul edemeyen ve onların maruz kaldığı Sırp soykırımını görmezden gelen Avrupa’nın başta İngiltere olmak üzere Fransa ve Almanya gibi devletleridir.
Bosna-Hersek’te işlenen korkunç soykırımı ve onur kırıcı olayları yerinde incelemek üzere BM İnsan Hakları Komisyonu tarafından bölgeye gönderilen Polonya eski başbakanlarından Tadeusz Mazowiecki’nin 30 Kasım 1992 tarihli “International Herald Tribune” gazetesine yazdığı yazıdan alınan iki cümle herhangi bir açıklamayı gerektirmeyecek kadar açık ve ilerideki kuşaklara aktarılması gereken bir ibret dersidir.
“BM İnsan Hakları Komisyonunun bir özel raportörü olarak, Bosna-Hersek’te kitle halindeki insan hakkı ihlallerini dehşet duyguları içinde gördüm. Uluslararası memurlar ve BM askerlerine karşın kan dökümü sürmektedir. Toplanan deliller, bu korkunç terörün sorumlusu hakkında herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek kadar açıktır. Sorumlusu, Sırbistan makamları tarafından desteklenen Bosna-Hersek’teki Sırp politik ve askeri liderleridir .”Eğer bu kan içici canavarlaşmış yaratıklara “lider” denirse...
Orta Asya (Türkistan)
Soğuk savaş sonrası SSCB’nin dağılması ile 1991’de Orta Asya (Türkistan) Cumhuriyetleri (Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan) bağımsızlıklarına kavuştular. Bu Cumhuriyetlerin her biri ayrı ayrı coğrafi bütünlükten yoksundurlar. Bağımsızlıklarını pekiştirme çabası içindedirler ve bölgenin bütününde istikrarsızlık vardır.
Bölgedeki zengin enerji kaynaklarını pazarlara ulaştıracak boru hatlarının güzergah ve inşaası petrol şirketleri ve güç odakları arasında büyük bir mücadeleye sahne olmaktadır. Hazar havzasının petrol ve doğal gaz güzergahları, 21. asrın jeopolitiğini belirleyecektir.
Orta Asya, Rusya ve Batı için Çin’den gelecek tehdide karşı, Çin için batıdan (Rusya) gelecek tehdide karşı bir güvenlik alanıdır. Aynı ülkelerin etkinliklerini artırmak için bir hedef, daha fazla etkinliklerini yaygınlaştırabilmeleri için bir üs olma değerindedir . Orta Asya için en büyük tehdit ise, çok uzak bir ihtimal olmakla beraber olası bir Rusya-Çin-İran ittifakı olabilir. Böyle bir ihtimal, batı için yıkıcı bir olay olur. Orta Asya, çevresine tehdit yaratan bir odak değil, çevresinin tehdidi altında olan bir bölgedir.
İşletilmemiş zengin doğal kaynaklara ve geniş topraklara sahip olan Orta Asya, bu yönüyle çok taraflı rekabete konu olmuştur. Bu rekabete yakın komşuları Rusya, Türkiye ve İran doğrudan katılmakta, Çin katılma potansiyeline sahip bulunmaktadır.
ABD, bölgeye çok uzaktır, ancak katılmaktan uzak duramayacak kadar güçlüdür ve Avrasya’da statünün muhafazasında önemli çıkarları vardır ve jeopolitik algılamaları ve enerji stratejisi dolayısıyla bölgede önemli bir rol üstlenmiştir. Orta Asya’yı, Çin ve Rusya arasında, bağımsızlığına sahip ülkelerden oluşan bir tampon bölge olarak muhafaza etmek yararınadır. Hiçbir gücün tek başına bu jeopolitik alanı ele geçirmesini kollamak ve bu bölgeyi küresel ekonomiye açmaya yardım etmekte görmekte ve arka planda kalmakla birlikte giderek artan biçimde ön plana çıkan bir profil çizmektedir.
Rusya, Orta Asya coğrafyasında ağırlıklı bir yer işgal etmektedir. Rusya, aynı zamanda bu ülkeler için bir pazardır. Bölgedeki ülkeler Rusya’dan çekinmekle beraber Batı ile yakınlaşmayı da sürdürmektedirler.
Rusya, Sovyet döneminin kalıntılarını ve 8 milyonluk Rus soydaşını kullanmak suretiyle BDT’nu geliştirmeye çalışmaktadır. Etkili bir oyuncu olduğunu bugüne kadar göstermiş olmakla beraber, topluluk bugün üyeleri tarafından tartışılan bir döneme girmiştir.
Ekim 1997 Moldova toplantısı karşılıklı sert açıklamalarla sona ermiş, Özbekistan Cumhurbaşkanı Kerimov “BDT eğer bazen karar alabiliyorsa bu, hiçbir zaman uygulamaya konulamayacağının bilinmesindendir” diyerek BDT’yi ağır bir dille tanımlamıştır .
Ukrayna, Azerbaycan, Moldova ve Gürcistan aralarında GUAM adını verdikleri gayri resmi bir grup oluşturarak ortak menfaatlerini dile getirmeye başlamışlar, zaman zaman Kazakistan ve Türkmenistan’ın da bu harekete katıldıkları görülmüştür. Ayrıca Özbekistan’da Timur İmparatorluğunun varisliği ile Orta Asya’da ulusal bilincin yüceltilmesi misyonu boy vermeye başlamıştır. Enerji zengini Orta Asya ülkeleri Ocak 1998’de petrol ve doğal gaz ihracı için Rusya’dan geçmeyen güzergahları görüşmek üzere Türkmenistan’da toplanmışlar, Moskova’nın sert tepki göstermesine rağmen 29 Ekim 1998’de Türkiye’de toplanarak Bakü-Ceyhan boru hattını benimsediklerini içeren bir siyasi irade beyanında bulunmuşlardır. Yeni bağımsız Cumhuriyetler artık Rusya’nın kimliğinde büyük hami niteliği bulamadıklarını sergilemeye başlamışlardır .
5 Şubat 1999 BDT müşterek güvenlik anlaşması toplantısında üye 9 ülkeden sadece 5’i (Ermenistan, Beyaz Rusya, Kırgızistan, Tacikistan ve Rusya) üyeliklerini yenileyeceklerini teyit etmişlerdir .
NATO’nun 50. yıl dönümü münasebetiyle Washington’da yapılan toplantı sırasında GUAM grubu ayrı bir toplantı yaparak varlıklarını belli etmişlerdir.
Çin Halk Cumhuriyeti’de orta Asya’da önemli bir aktördür ve bölgedeki siyasi oluşumlara ve enerji kaynaklarına ilgi duymaktadır.
İran’ın bölge ile komşuluğu ve buradaki ülkelerle tarihi ve kültürel bağları vardır. Bölgenin petrol ve doğal gazını dünya piyasalarına ulaştıracak konumda bulunduğu için Orta Asya denkleminde yer almaktadır. Orta Asya ülkelerinin çoğunun Kiril alfabesinin yerine Latin alfabesini kabul etmeleri İran’ın kültürel nüfuzunu yayma gayretlerini zorlaştıracak bir unsurdur.
Orta Asya’da ulaşım yolları başta olmak üzere tarihsel ve duygusal yaklaşımlarla etkin olmaya çalışan Pakistan ve Hindistan’da birer oyuncudurlar.
Ayrıca bölgeden uzak olmasına rağmen Japonya’nın da bölgeye duyduğu ilgiyi ve ekonomik alanda yatırım yapabilecek bir ülke olduğunu belirtmek gerekir.
Bölgenin stratejik konumu ve enerji kaynaklarının zenginliği uluslararası rekabeti körüklemektedir. Bölgedeki başlıca aktörler Rusya, Çin, Türkiye, İran ve ABD’dir.
Bölgenin bir bilmeceyi andıran bu çok taraflı dinamik etkileşimi içinde sağlanılacak kazanç jeopolitik güçtür, milli ve/veya dini etkinliktir, güvenliktir, ekonomik olanaklardır. Mücadele, bölgenin dış dünya ile ulaşımı konusunda (yollar, boru hatları ve zengin doğal kaynaklarını işletilmesi) odaklanmıştı. Bölgede ulaşımı kontrol eden taraf jeopolitik ve ekonomik açıdan kazanan taraf olacaktır.
Ulaşım hatları ve boru hatları Rus topraklarından geçmeye devam ederse bölge Moskova’ya bağımlı kalacaktır. Aksine bu tekel kırılarak yeni güzergahlar devreye sokulabilirse (Bakü-Ceyhan ve diğerleri) bu ülkeler bağımsızlık ve gelişme yolunda uygun ortamı yakalayabileceklerdir.
Rusya, bölge üzerinde yeniden hakimiyet kuramayacak ve diğer oyuncuları da dışlayamayacak kadar zayıftır.
Çin, Rusya’nın karşı koyamayacağı kadar güçlü ve ekonomisi Orta Asya’nın küresel açılımına fazlasıyla cevap verecek kadar dinamiktir.
ABD’nin öncelikli çıkarı, bu alanı tek gücün kontrol altına almamasını kollamaktır. Ancak bunun da bir sınırı vardır.
ABD için Rusya, uluslararası topluluğa kazandırılmak istendiğinde, önüne dik bir duvar örülmemesi gereken bir ülkedir. Bu itibarla Rusya bölgede “arzu edilen” bir ülkedir. Çin ise, bölgesel açılımlarının önüne ABD tarafından set çekilemeyecek kadar güçlü bir ülkedir, istenilse de mümkün değildir. Bu itibarla Çin bölgede “mevcudiyetine razı olunan” bir ülkedir .
Türkiye ve İran, bölgede ağırlıklı rol oynama için gerekli potansiyele sahipse de, bugün mevcut problemleri ve zaafları bu rolü oynamalarına el vermemektedir. Bununla beraber Türkiye diğer oyunculardan farklı avantajlara sahip olduğundan daha etkin olma imkanlarını elde edebilir.
Orta Asya ülkelerinin kaderini ve oyuncuların kazançlarını bu karşılıklı “4 + 1” li (Türkiye-İran-Rusya-Çin+ABD) etkileşim belirleyecektir. Bu etkileşim katılımcılara bölgede kontrol ya da tekel kurma imkanının önünü kapamakta, buna karşın, nazik bir dengenin kurulmasına yol açmaktadır .
Böyle bir gelişim, bölge ülkelerine iç istikrarlarını devam ettirmeleri, küresel ekonomiye katılma ve devlet olarak varlıklarını pekiştirme imkanını verecektir.
Türkiye’nin hem hendikapları ve hem de kuvvetli kozları vardır. Tarihi ve kültürel bağları, Türk özel sektörünün dinamizmi ve eğitim alanındaki girişimler Türkiye’ye özel bir mevki sağlamaktadır. Türkiye, Orta Asya petrol ve doğal gazının önemli bir kısmının dünya piyasalarına ulaştırılmasını üstlenebilirse daha ağırlıklı bir rol oynayabilecektir. AB üyesi olması halinde ise Orta Asya ile ilişkileri daha geniş boyutlara varacaktır.
Bu itibarla Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarının, genel olarak, ABD’ninkilerle uyum içinde olduğu görülmektedir. Ne var ki bu uyum, ABD’nin parametrelerini taşmadığı sürece kalıcıdır.
Orta Asya ülkeleri, Rusya Federasyonu yeniden güç kazanarak kontrolü tekrar tesis etmeye fırsat bulamadan zengin doğal kaynaklarını süratle dış olanaklarla işletmeyi, Rusya’ya bağımlı olmayan ticaret yollarıyla ihraç gelirlerine dönüştürmeyi ve böylece ulus-devlet yaratma yolundaki gayretlerini güvence altına almayı gaye edinmişler, küresel açılma ve jeopolitik çoğulculuğa yönelmişlerdir .
Türk Cumhuriyetleri arasında oluşacak yakınlaşmalar, coğrafi güçlerini; coğrafi konum, coğrafi bütünlük, saha ve coğrafi özellik bakımından güçlendirecektir. Varlıklarını korumaları büyük ölçüde geniş bir yelpazede bütünleşmelerine, birleşmelerine bağlı bulunmaktadır . Azerbaycan’ın bağımsızlığı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye için hayatidir, enerji kaynakları açısından Batı için de hayatidir.
Azerbaycan ve Türkistan, Türkiye dış politikasının ve hatta iç politikasının bir parçası halini almıştır.
Ortadoğu
Ortadoğu; çeşitli uygarlıkların boy attığı, farklı kültürlerin kaynaştığı, Doğu ve Batı, Kuzey ve Güney, gelişmiş veya az gelişmiş ulusların az veya çok buluştuğu, fakat çatışmaların ve uyuşmazlıkların hiç eksik olmadığı Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının birleştiği, Boğazlar vasıtasıyla Karadeniz’i Akdeniz’e, Süveyş Kanalı ile de her iki denizi Hint Okyanusu’na bağlayan stratejik konumda bir bölgedir.
Ortadoğu’nun kapsadığı coğrafya tarih boyunca değişik bölgeleri içeren bir coğrafya olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlamalarda her emperyalist güç kendi çıkarına göre sınırlar getirmiştir.
İkinci Dünya Savaşından sonra geliştirilen Amerikan Jeopolitiği açısından Ortadoğu, batıda Atlantik Okyanusu’ndan doğuda Orta Asya’ya kadar uzanmakta, Pakistan ve Afganistan’ı kapsayarak, kuzeyde Transkafkaslara dayanmakta, güneyde Kızıldeniz ve Basra Körfezini içine alarak Hint Okyanusu’na kadar uzanmaktadır. Daha sonra Bernard Lewis’e göre Ortadoğu sınırlar kuzeye doğru yer değiştirerek Rusya’ya uzanmıştır.
Bölgesel bir sınırlama yaparken, söz konusu coğrafyada öncelikle coğrafi bütünlük, kültür birliği veya kültürel yakınlık ve bu coğrafi bütünlüğün değer taşıyan bir stratejik konuma sahip olması gerekir. Günümüz koşullarında Ortadoğu’nun sınırları Türkiye, İran, Basra Körfezi, Arap Yarımadası, Mısır ve Kıbrıs’ı ihtiva eden coğrafya olarak tanımlanması uygun bir tespit olabilir.
Ortadoğu, Dünya Adası’nın tam merkezinde her üç kıtanın bağlantı bölgesi ve her üç kıtaya açılımı olan bir konuma sahiptir. Yukarıda tanımlanan bölge; Karadeniz, Türkiye’nin doğusu ve İran ile yüksek bir arazi kesimi, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Akdeniz ile çevrilmiştir. Asya ile Avrupanın, Asya ile Afrika’nın Karadeniz ile Akdeniz ve Hint Okyanusu’nun bağlantıları bu bölgededir. Geçmişte ve günümüzde mevcut güç odaklarının ilgi ve menfaat alanıdır. Bölgede İsrail dışındaki nüfusun ezici çoğunluğu Müslüman’dır.
Ortadoğu’nun stratejik değerleri;
• Dünya’da bilinen petrol rezervlerinin %65’i bu bölgededir.
• Üç kıtayı birleştiren kara ve demiryolları’nın düğüm noktasıdır.
• Deniz ticaret yolları ve geçitlerinin büyük kısmını kontrol eder.
• Tarihin en zengin kültür hazinelerine sahiptir.
• Tek Tanrı’ya inanan dinlerin doğduğu bölgedir.
General Eisenhower bölgeyle ilgili şunları söylüyor. “Yalnız coğrafya bakımından bile bütün dünyada, stratejik yönden Ortadoğu’dan daha önemli bir bölge yoktur. Bütün gücümüz ve araçlarımızla örgütlenme yeteneğimizden, sevk ve idaremizden faydalanarak, Ortadoğu’yu kazanmak zorundayız.”
Ortadoğu çok kaygan bir siyasi zemine sahip olup mevcut potansiyel güce lokomotif görevi yapacak lider güç ve liderler yoktur. Lider rolü oynamaya hevesli ülkeler çok, ancak bölgedeki ülkelerin yönetim tarzı birlik oluşturulmasına imkan vermediği gibi küresel ve bölgesel güçler buna izin vermezler. Ne Ortadoğu’nun bütünü ne de liderliğe aday ülkelerden herhangi birisi, Ortadoğu için Batılı güçlerce tayin edilen çıtanın üstüne çıkamaz, engellenir.
Türkiye, Birinci Dünya Savaşından sonra sorunlar yumağı haline getirilen bu bölgede yaşamak zorunda, yaşarken de kendi bekası için bölge istikrarına katkıda bulunmak durumundadır. Ortadoğu önemlidir, kaynaklık ettiği doğrudan ve dolaylı sorunlar ile güvenlik ve ekonomik kazanımlar nedeniyle önemli bir bölgedir.
Türkiye’nin Suriye ile su, Hatay ve teröre verdiği destek; Irak ile su, Kuzey Irak’taki otorite boşluğu ve Türk azınlığı ile teröre verdiği destek; İran ile siyasal İslam ihracı ve teröre destek ile örtülü bir bölgesel rekabet; Kıbrıs ve Ege sorunları nedeniyle Yunanistan ile anlaşmazlık ve sorunları vardır. Kafkasya’da Azerbaycan ile sorunları, teröre desteği ve sözde Ermeni soykırım iddiaları nedenleriyle Ermenistan ile problemleri vardır.
Ortadoğu’da İkinci Dünya Savaşını takiben günümüze kadar geniş çapta Arap-İsrail savaşları yaşanmış halende düşük yoğunlukta devam etmektedir. Ortadoğu’nun dünya tarihine sunduğu tek istikrar, istikrarsızlıktır.
Türkiye’nin jeopolitiğinin ve jeostratejisinin şekillenmesinde Ortadoğu’nun payı önemlidir.
Avrasya’daki Yeni Jeopolitik Koşullarda Türkiye’nin Konumu ve Seçenekleri
Türkiye, üç kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) teşkil ettiği “Dünya Adası”nın menteşesi durumundadır. Aynı zamanda bu menteşeyi açan ve kapatan bir kilit ve anahtar değerindedir. Bu üç kıtanın iç denizleri olan Akdeniz ve Karadeniz’i birbirine bağlar. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’yu birleştirir ve ayırır. Bu coğrafi konum dünyada ve bölgede oluşabilecek her türlü güç yapısına göre büyük bir değer taşır .
Bu coğrafi konum ve beşeri değerlerle oluşan ülke jeopolitik gücü dünya ve bölge güçleri ile birlikte değerlendirildiği ve yorumlandığı zaman Türkiye’nin Jeopolitik konumu belirlenmiş olur .
Büyük ölçüde coğrafi bütünlüğe sahip Anadolu Yarımadası; Balkan Yarımadası, Kafkaslar, İran, Arap Yarımadası ile çevrelenmiştir. Anadolu Yarımadası bu konumu ile bu coğrafyanın kalesi ve Dünya Adasının merkezi görünümündedir. Doğu-Batı ve Güney-Kuzey istikametlerindeki her türlü girişimi bloke eder veya yolunu açar.
Türkiye; ABD, Rusya ve AB gibi güç odaklarının çıkarlarının yol kavşağında, politikalarının güzergahı üzerindedir. Hatta zaman zaman bu politikaların hedefi veya hareket noktası olabilmektedir .
Türkiye coğrafyası, NATO sorumluluk alanı dışında kalan Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerinde Batı çıkarlarına vaki olabilecek tehditlere, istenmeyen değişimlere müdahale için en yakın ve en uygun bir harekat platformu teşkil eder.
Türkiye coğrafyası üzerinde her anlamda ve her alanda zayıf toplumlarını yaşama şansı yoktur. Bir bölge devleti durumunda olan ve evrensel genişlikte etkinlik arayan Türkiye çok duyarlı bir konumdadır .
Türkiye coğrafyasında ancak güçlü, üniter, ulus devletler yaşayabilir.
Türkiye çok zaman gücü ve dünyadaki, bölgesindeki yerinin önemi konusunda gerçeğe uygun bir değerlendirme içinde olmamış, sahip olduğu değerlerin ve gücün idrakine ulaşamamıştır.
Yüzyıllardır üstü örtülen bir Türk Dünyası, kültürünün bütün özellikleriyle gün ışığına çıkıyor. Bu kültürü küller arasında, baskılar altında uzun süre koruyanlara, yaratıcılarına bugünkü ve bütün dünyadaki Türk kuşaklarının borçları, sorumlulukları vardır .
“Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek demek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür.... İnanç bir köprüdür.... Tarih bir köprüdür.... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz.”
Büyük Atatürk’ün yukarıdaki vasiyeti; yerine getirilecek bir borçtur. Mevcut şartlar, bu borcun ödenmesi için eşsiz tarihi bir fırsat sunmaktadır Türk Dünyasına....
Atatürk, “kültürümüzü çağdaş uygarlığın üstüne çıkaracağız” derken kökümüzle bağlarımızı keserek başka diyarlarda kültür arayışını öngörmüyor.
Atatürk, “egemenlik hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez” ve yine “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken, önemli gelişmelerin millete sorulması gerektiğine inanmak yanlış olmaz.
Türkiye bugünkü jeopolitik olguyu dışlayamaz. Jeopolitik verileri dikkate almadan, günlük heves, günlük çıkar ve günlük politikalarla ulusal, bölgesel ve evrensel politikalar şekillendirilemez .
Türkiye’nin çevresinde ve Avrasya’da oluşan yeni jeopolitik ortam, bölgesel boyutta Türkiye’nin güvenliği bakımından daha elverişsiz koşullar getirdiği gibi özellikle Kafkasya’da ve Orta Asya’da bir dereceye kadar da Ortadoğu ve Balkanlar’da Türkiye’nin rolünün artırmasına ve milli çıkarların geliştirilmesine olanak sağlayan yeni imkanlar ortaya çıkarmıştır.
Türkiye’nin bu yeni duruma adapte olması için harcadığı çabaların geniş ölçüde kösteklendiğini söyleyebiliriz. Kıbrıs sorunu, Türk-Yunan sorunları ve anlaşmazlığı, bölücü terör, diğer komşularla zaman zaman abartılan sorunlar, içeride son yıllarda hükümetlerin enerjisini tüketen siyasi açmazlar, tutarlı ve etkin bir dış politika ve kapsamlı bir strateji geliştirilmesini engellemiştir.
21. yüzyıl, küresel düşlerin kurulacağı bir yüzyıldır. Gelecek yeniden düşünülmek zorundadır; politika, uluslararası ilişkiler, iş yönetimi, rekabet, kontrol, liderlik, pazarlama, güvenlik stratejileri ve gereken alanlarda yeniden yapılanmalar....
Kürselleşmeyi, sayıları üçyüz civarında olan ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda ve İsviçre merkezli dev şirketler gerçekleştirmektedirler. Uluslararası bu dev şirketler, şirket evlilikleriyle sürekli büyümekte ve bunun doğal sonucu olarak da siyasi iktidarların yerini alma veya en azından isteklerini dikte ettirme stratejilerini geliştirmektedirler.
Bazı liberal düşünürler ulus devletin ortadan kalkacağını öne sürerken; daha ciddi stratejistler ise ulus devletin yok olmayacağını, tam tersine daha da güçlü olarak milliyetçi bir kurum olacaklardır tezini ortaya koymaktadırlar.
20. yüzyılın en belirgin özelliği, demokrasinin; endüstrileşmiş, bilimde gelişmiş, eğitim ve sağlık sorunlarını çözmüş ve zenginleşmiş sosyal devleti kuran ülkelerde yerleşmiş olmasıdır. Eğer bu bir şablonsa ve doğruluğu kabul edilirse gelişmekte olan ülkelerin fazla şansları yok demektir .
21. yüzyılda da en önemli sermaye nitelikli insan olacaktır. Bilgi çağının lideri, liderlerin lideri olabilecek yetenek ve donamındaki insandır. Eğer bu lideri yaratacak sistemi kuramazsak, 2025 yılı sonrasını da unutmak zorundayız.
Soğuk Savaş döneminde uluslararası ilişkilerin basit şeması; dış politika hedeflerinin seçilmesi ve geçerli bir politika üretilmesi belki derin araştırmalar ve entelektüel gayret gerektirmiyordu. Bugün durum tamamen farklıdır ve bu yönde çalışmalar ve etüdler yeterli değildir. Özel sektör zaman zaman bazı değerli araştırmalar yaptırmaktadır, fakat bunların odak noktası daha çok ekonomiktir. Siyasi, sosyo-kültürel ve teknolojik çalışmalarla desteklenmesi önemlidir. Daha doğrusu milli gücü oluşturan bütün alanlarda, uzun vadeli, stratejik seviyede ve mümkün oldukça bağımsız araştırmalar yapılması zorunludur. Yetkili makamlara sunulacak dış politika ile ilgili önerilerin tutarlı olmasını sağlayacak bir mekanizma, özellikle zamanımızda daha da gereklidir. Kendi bireysel ve günlük algılamalarına göre karar veren ve bu kararları uygulamaya koyan kurumların varlığı ve yapılan hatalarla yetersizlikler sık sık görülmektedir.
Soğuk Savaş sonrası gelişmeler ve coğrafi konumu, Türkiye’nin çok yönlü, çok seçenekli, uzun vadeli, aşamalı ve özellikle bağımsız politikalar üretmesini ve uygulamasını dikte ettirmektedir.
Köklü bir devlet anlayışı, girişimci ve seçkin kadrolu bir özel sektör, dinamik ve genç bir nüfus, bölgesel ve evrensel ufku olan Türk toplumu daha cesur ve daha bağımsız politikalar bekliyor.
Türkiye’nin ilişkilerinin yoğunluğu, coğrafi konumu ve tarihi gelişim bakımından Avrupa Birliği ile entegrasyonu amacı doğal karşılanmalıdır. Avrupa Birliği üyeliği Türkiye’nin KEİB, D-8, ECO ve Ortadoğuda meydana gelebilecek oluşumlarda ilişkilerine ve aktivitesine engel teşkil etmemelidir.
AB’ne tam üyelik için Kıbrıs sorunu, insan hakları veya Güneydoğu sorunu gerçekçi engeller değildir. Bu itirazlar tamamen bahanedir. İngiltere için İRA, İspanya için BASK, Yunanistan için KIBRIS sorunları engel olmamıştır.
Ancak, Türkiye’de mevcut enflasyon, mali disiplin noksanlığı ve Türkiye’nin nüfus büyüklüğü özlü birer engeldir .
Öte yandan AB’nin üniter bir Türk devletine ne içinde ne de dışında sıcak bakmadığı da bilinmektedir.
Demokratikleşme, insan hakları ile ilgili noksanlarımız, ekonomideki sıkıntılarımız; AB istediği için değil, kendi halkımızın ve insanımızın onuru için, refahı için çözümleyeceğimiz sorunlarımızdır. Ve çözümlemek zorundayız.
Sorunlarımız var diye bize “sömürge valisi” gibi davranılmasına, tepeden bakılmasına, hakir görülmemize tahammül edemeyeceğimiz de bilinmelidir.
Avrupa Birliğine eşit şartlarda, başımız dik olarak girmeliyiz, ancak biz gerekli hazırlığı yapmadık.
38 yıllık bir proje olarak uzun yıllar verilen bir mücadeleye rağmen eşit şartlarda AB üyeliğinin gerçekleşeceğini beklemek ve bunu umut etmek Türkiye’yi yoracaktır.
Avrupa Birliğinin Türkiye’den başlıca iki beklentisi vardır. Birincisi Türkiye’yi sürekli bir pazar olarak kullanmaktı. Bunu da, bayram yaparcasına, hiç bir şey almadan, altın tepsi içinde, Gümrük Birliği Anlaşması ile, kendi ellerimizle güle oynaya sunduk. İkincisi de Güneydoğu Avrupa bölgesine yönelik, muhtemel tehdide karşı güvenlik endişesidir ki, bu da nasıl olsa NATO üyesi olan Türkiye tarafından karşılanmaktadır. Bu Avrupa’nın bilinen bencilliğidir. En büyük yanılgısı ise doğusundadır ve yanıldığını görmek için çeyrek yüzyıl beklenmesine gerek kalmayacaktır.
Bir AB üyeliği gerçekleşecektir, ancak bu üyelik eşit şartlarla beklediğimiz üyelik değil, AB dışında fakat ilişkilerimize standart getirecek AB-Türkiye İttifakı şeklinde bir uzlaşma olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Hatta bu düzenlemeye bir nevi “Konfederasyon” da denilebilir.
Türkiye oyalanmak suretiyle zaman kaybetmemelidir. Kendi ev ödevine iyi çalışmalı, “AB olmazsa olmaz” şartlanmasından kurtulmalıdır. Bu şartlanma bizi körleştiriyor, çevremizi görmeyi engelliyor. Avrupa ile iyi ilişkiler sürdürülürken, paralelinde Türk Dünyası ve komşularımızla ilişkilerimizi geliştirecek politika ve stratejiler üretmeliyiz.
Kafkasya, Orta Asya ve hatta Balkanlardaki gelişmeler nedeniyle Türk-Rus ilişkilerinin idaresi daha zor ve daha duyarlı olmuştur. İlişkilerde ekonomik alanda önemli aşama kaydederken, siyasal alanda zaman zaman ciddi gerginlikler olmaktadır. Bugün Rusya ile ilişkiler sadece güvenlik ve ekonomik çıkarlar açısından değil, fakat Kafkasya ve Orta Asya politikalarımızın gerçekten verimli olması açısından önem taşımaktadır .
Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerde öncelik kültürel ve ekonomik alanlarda olmalı aşırı milliyetçi tavırlardan kaçınılmalıdır. Bu Cumhuriyetlerin Rusya, Çin veya İran’ın nüfuzu altına girmemeleri Türkiye için hayatidir.
İran ile ilişkilerimiz sadece Orta Asya nedeni ile değil, Ortadoğu’daki denge ve olası gelişmeler nedeni ile önemlidir. İran’ın bugün içinde bulunduğu ve uzun sürmeyecek olan nisbi yalnızlığından istifade ederek ilişkilerimizi ortak çıkarlarımıza uygun bir düzeye çıkartmakta yarar vardır .
İsrail ile ortak siyasal çıkarlarımız ve güvenlik kaygılarımız şüphesiz vardır. Dostluk ve işbirliği ilişkileri kurmamız ve bunları geliştirmemiz doğal karşılanmalıdır. Bununla beraber İsrail ile ilişkilerimizde ihtiyatlı davranmakta, yanlış anlaşılabilecek veya yorumlanabilecek hareketlerden kaçınmakta yarar vardır .
Uzun vadede Ortadoğu’daki Arap ülkeleri ile ilişkilerimizin daha ağırlıklı olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
Ortadoğu’daki en çetin sorun Suriye ile ilişkilerdir. Bölücü teröre verdiği destek iki ülke arasındaki ilişkileri azami derecede gerginleştirmiştir. Ekim 1998’de Şam’daki PKK örgütü elebaşısını nihayet Suriye dışına çıkarmakla olumlu bir tavır sergileyen Suriye yönetimi tansiyonun düşmesini sağlamıştır. Ancak Suriye’nin Türkiye’den toprak talebi, su sorunu, Büyük Suriye hayali, iki ülke arasındaki ilişkileri olumlu bir noktaya getirmeyi daha uzun bir süre geciktirebilecektir.
Yunanistan’la olan sorunlar; Kıbrıs, Ege sorunları (Kıta Sahanlığı, Kara Suları, Hava Sahası, Ege adalarının silahlandırılması aidiyeti belli olmayan adalar) ve Batı Trakya Türk azınlığı olmak üzere birbiri içine girmiş sorunlardır. Ayrıca Yunanistan’ın PKK terör örgütüne verdiği destek, Ermenistan ve Suriye’yi Türkiye’ye karşı kullanma girişimleri, AB üyeliği sürecinde Türkiye’ye karşı olumsuz tavır ve mali yardımları engellemesi iki ülke arasında diyalog kapılarının açılamamasına neden olan tavırlardır. Yunanistan, çözüm istediği takdirde bunlar kolay çözülebilirler ve Ege Denizi bir barış denizi haline getirilebilir. Çözüme giderken iki koşul önemlidir. Güçlü olma ve Avrupa’nın tek taraflı ve haksız destekten vazgeçmesi.
JEOPOLITIK
Uluslararasi iliskilerde tüm güclerin kullanilmasi düsüncesi zamanla cografya olaylarinin da kullanilmasina ve dis politikaya uygulanmasi olanaklarinin arastirilmasina yönelmistir. Bunun sonucunda da "jeopolitik" adi verilen yeni bir alan dogmustur.
Jeopoltik, cografyanin politika ile ilgisinin bilimidir. Jeopolitik, mevcut güc yapilarini veri olarak kabul eder ve dis politikada karar veren görevlilere kavramlar ve tavsiyeler sunmak amaciyla bu yapilar icinde calisir.
Jeopolitik´in görevi, bir görüse göre cografi bilgileri toplamak, bu bilgileri hükümetin amaclari dogrultusunda kullanmak ve bazi bilgileri propaganda seklinde halka aktarmaktir. Türkiye´nin yetistirdigi en iyi stratejistler biri olan em. general Suat Ilhan´a göre ise : "Jeopolitik, dünya cografyasini, cografi yapi ve evrensel degerleri inceleyerek, dünya, bölge ve ülke capinda güc ve politik düzeyde hareket tarzi arastirmasi yapar. Jeopolitik, politika belirlenmesi amaciyla, bir ulusun, uluslar toplulugunun ya da bölgenin jeopolitiginin degismeyen ve degisen unsurlarini dikkate alarak güc degerlendirmesi yapan, etkisi altinda kaldigi o günkü güc merkezlerini, bölgedeki gücleri inceleyen, degerlendiren bir bilimdir."
"Jeopolitik, bugünkü ve gelecekteki politik güc ve hedef iliskisini cografi gücü esas alarak inceler, hedefleri ve hedeflere ulasma kosul ve arastirmalarini belirler."
Jeopolitik Kuramlar
1- Amiral Mahan ve Deniz Egemenligi Kurami
Deniz egemenligi kurami, Barbaros Hayreddin Pasa´nin "Denizlere egemen olan, dünyaya egemen olur" özdeyisi ile acikladigi tezin bilimsel yapisini ve yorumunu yapan bir jeopolitik ve jeostratejik görüs alanini olusturur.
Mahan´a göre denizler, kiyilari disinda engebesiz, ucsuz bucaksiz ovalardir ve jeostratejik önemine göre bir egemenlik olusturur. Yollarin birlestigi ya da birbirini kestigi noktalari kontrol, yollarin sayi ya da önemi oraninda bir egemenlik saglar. Denizlerde de aynen böyledir. Her ne kadar, denizde iki nokta arasinda belirli bir yolun izlenmesi gerekli degilmis gibi görünse de, gercekte rüzgar, akinti, derinlik, zaman, mesafe gibi nedenler denizlerde de bir ölcüde belirli rotalarin izlenmesini zorunlu kilar. Bu yollar, kiyidaki bir noktadan gectigi ve deniz araclari bu kiyi noktasini degisik amaclarla kullanmak zorunlulugunda bulunduklari durumda, bu kiyi noktalarinin kontrolü de onlarla iliskin yollarin ve bu yollardaki hareketlerin kontrolü icin gerekli olur. Bir dünya egemenligi icinse, karadaki benzerlerine oranla üstün sayi ve önemdeki bu noktalara sahip olmak esastir. Bu da güclü bir donanma ile saglanip sürdürülebilir.
Mahan´in üc önermesiinde birincisi:" Cok büyük bir gücün ekonomik basarisi icin deniz ticaretinin gerekli oldugu" . Ikinci önermesi "Kendi ticaretini koruyup düsmaninkini (ya da rakip) engellemenin en iyi yolu deniz hakimiyetini sürdürebilecek kapasitede savas gemilerinden olusan bir filo konuslandirmak" Ücüncü önermesi ise, "Deniz hakmiyetine sahip bir ülkenin, karada askeri olarak üstün olan bir ülkeyi yenebilecegi" idi.
Denizcilik Gücü: Bir ulusun, denize ve denizcilige dair olanak ve yetenekleri ulus yararina kullanilmasi, degerlendirilmesi, korunmasi ve evrimlestirilmesi amaciyla harcanan düsünsel, duygusal, bilimsel, fiziksel, ekonomik, askeri ve politik cabalarin toplam verimliligidir.
Deniz Gücü: Denizcilik gücünün, denizde bulunan dinamik bölümü ve onunla baglantisi bulunan kiyi kurum ve kuruluslarini kapsar. (Ticaret denizciligi, tersaneler vs.)
Deniz Kuvveti: Denizcilik gücünün koruyucu ve denizcilik politikasinin destekleyici ve stratejisinin caydirici sistemi.
Deniz Iliski ve Cikarlari: Bir devletin denizlerle, denizciligi ilgilendiren ya da denizcilige dolayli dolaysiz katkida bulunan alanlarla iliskileri ve bunlardan sagladigi cikarlardir. Bu iliski ve cikarlarin ulusal güce, ulusal amaclara uygun ve onlarin gereklerini karsilayacak bir dogrultuda katkida bulunmasi icin gerekli yöntemlerin ve politikalarin saptanmasiyla ilgili calismalari da kapsayan bir islevdir.
2- Mackinder ve Kara Egemenligi Kurami
Mackinder, devletleri kara ve deniz devletleri olarak siniflandirir, kara devletleri icin kara kuvvetlerinin, deniz devletleri icin deniz kuvvetlerini esas alir. Ancak, dünya egemenligini kara güclerinin saglayacagini savunur. Ona göre Asya, Avrupa ve Afrika bir bütün olarak "dünya adasini" olusturur. Asya ve Avrupa ise bir bütündür ve Avrasya adi ile anilir. Akdeniz, Atlas Okyanusu´nun bir girintisidir ve "Atlantik Körfezi" diye anilir. Ayrica Mackinder "heartland - kalpgäh - merkez bölgesi" tanimi yapmistir. Buna göre, "Dünya adasinda dünya capinda bir güc merkezi olusturacak sekilde kendi kendine yeterli bir bölge vardir ve burasi ´merkezbölgesi - heartland´olarak adlandirilir."
1919 yilinda Mackinder kalpgäh´i söyle tanimlar: "... cagin kosullarinda deniz gücüyle ulasima olanak tanimayan bölgedir."
Mackinder´e göre Merkez bölgesisinirlari, batida Volga, doguda Sibirya, güneyde Himalayalar, Kuzeyde Buz Denizi arasinda kabul etmis, daha sonra bu sinirlari genisleterek Avrupa Rusya´sinin tamamini merkez bölgesi icine dahil etmistir. Ardindan da su tanimlamayi yapmistir: "Merkez bölgesine egemen olan dünya adasina egemen olur. Dünya adasina egemen olan, dünyaya egemen olur."
Kitabin konusu geregi biz Deniz Egemenligi Kurami cercevesinde alt konulari isleyecegemizden, Kara Egemenligi Kurami´nin sadece tanimini yapmakla yetiniyoruz.
Jeopilitik ve Topyekün Savunma
Gazi Mustafa Kemal 28 Eylül 1932 tarihinde ABD´li General MacArthur ile bir görüsme yapmistir. Bu konusma sirasinda, yedi yil sonra baslayacak olan Ikinci Dünya Savasi´nin baslama zamanini, karsilikli taraflarin gücünü, genel olusumu hatasiz söyleyebilen Atatürk, savas sonunda da dünyanin alacagi jeostratejik ve jeopolitik görünüm konusunda da son derece dogru öngörüde bulunmustur. Tüm bunlarin temel nedeni, Atatürk´ün tarihi, cografyayi ve stratejiyi bilim olarak benimseyip üzerinde arastirma yapmasidir. Bu üc bilim dali, siyasiler tarafindan disiplin icinde degerlendirilebilirse, ülkenin gelecegini tahmin etmek kehanet degil, "stratejik öngörü" cercevesinde olacaktir.
Strateji, genel anlamda, bir ulusun ya da uluslar toplulugunun, olaganüstü hallerde hedefe ulasmak icin ekonomik, siyasal, askeri ve moral güclerini birbiryle uyumlu olarak düzenlemesi ve kullanmasi iceriginde anlasilmaktadir. Bu durumda "Büyük ya da Yüksek Strateji" , bir devletin benimsedigi politikaya uygun olarak saptamis oldugu hedeflere ulasmada her türlü olanak ve araclari bilimsel kullanma sanati olarak anlasilmalidir.
"Milli Strateji", bir ulusun barista ve savasta ulusal cikarlarini gelistirmek ve milli hedeflerine ulasmak icin ulusal gücünü gelistirme ve kullanma bilim ve sanatidir. Bu tanimlama icinde yer alan "ulusal güc" ise, ekonomik, politik, sosyal, askeri ve teknolojik yönleriyle bilimsel ve teknik bir nitelik gösterir. Devlet yönetimini üstlenen siyasal aygitin baslica ödevlerinden biri, ulusu saptanmis olan hedeflerine ulastirmaktir. Günümüzde milli strateji olarak nitelenen bir amac, cogunlukla uzun vadeli hazirlik ve hareket yöntemlerinin uygulanmasiyla gerceklestirilebilir. Bu uygulamada bir gücün kullanilmasi kosulundan vazgecilemez. Bu güc, ulusun özünden dogan ve bu nedenle ulusal nitelik tasiyan "Milli Güc"tür. Milli gücü olusturanlar ise, "ekonomik, askeri, siyasal, sosyo-kültürel gücler"dir.Bu güclerin tümü birbirleriyle ilintilidir. Ulusal strateji, bir ulusun kendine özgü amaclara ulasmak icin benimsedigi hareket tarzlarini ve tutumunu belirleyen bir kavramdir.
JEOSTRATEJI
Jeostrateji, stratejik acidan cografi unsurlarin incelenmesini ve stratejik sonuclar cikarilmasini kapsar. Sözkonusu cografi unsurlar ekonomik, sosyal, politik ve fizikidir. Bu unsurlari kapsayan strateji, genel strateji olarak tanimlandigina göre, bu konularda strateji ile cografya arasindaki bagi Jeostrateji kurar.
Jeostratejik degerlendirmede, bir ülkenin öteki ülkelerle karsilastirilmasinda askeri yönden güc unsurlari ortaya konarak degerlendirme yapilir. Jeopolitik degerlendirmede ise, ülkenin öbür ülkelere göre politik önemi ortaya konarak degerlendirilir. Jeopolitik politika, jeostrateji ise, strateji araciligiyla uygulamaya konur. Jeostrateji, daha cok güvenlik ve savunma problemleri ile ilgili olarak kullanilirken, jeopolitik ile uluslararasi iliskilerde, taraflarin genel yaklasimlari ortaya konur, ilgili ülkelerin satranc hamleleri analiz edilmeye calisilir.
Türkiye´yi örnek vermek gerekirse, Türkiye bölgesel bir güc odagidir. Ancak, Türk Dünyasi ile birlikte evrensel etkinlik kazanir. Bu nedenle, Türkiye´nin jeopolitik ufku ve politik ilgi alani Avrupa, Asya ve Afrika´yi iceren Dünya Adasi´dir.
Türkiye´nin jeostratejik ufku ve stratejik ilgi alani ise, Balkanlar, Ortadogu, Kafkaslar ve Orta Asya´dir. Bu bölgelerde sadece politik degil, stratejik düzeydeki ve kapsamdaki her olay Türkiye´yi etkiler, ilgilendirir.
Türk jeopolitigi ise, Türk Dünyasi´nin jeopolitik ufku olan Avrasya´ yi ve etkinligi nedeniyle ABD´yi kapsar. Türk jeostratejisi Cin, Afganistan, Pakistan, Ortadogu, Rusya ve Balkanlar cografyasi tabanina dayanir.
Ulusal Cikar Kavrami ve Ulusal Cikardan Ulusal Strateji Olusturma
Ulusal cikar kavrami tüm dis politika kararlarinin altinda yatan temel itici güctür. Hic bir dis politika karari ya da eylemi, uygulayicilari tarafindan ulusal cikara aykiri olarak sunulamaz. Ulusal cikar, realist kuramin merkezi ve anahtar kavramlarindan biridir. Charles Beard (The Idea of National Interest) calismasinda, "Ulus devletlerin olusmasiyla birlikte, halkin siyasal sürece katilmasinda bir artis meydana gelmistir. Dolayisiyla, ulusal cikar bir kesimi degil, tüm ulusu kapsar" demektedir. Hans Morgenthau´ya (In Defence of National Interest) göre, ulusal cikar güc ile tanimlanmaktadir. Yani, bir devletin ulusal cikarinin en önemli ögesi gücünü arttirmasidir. Günümüzde toplumlar ve uluslararasi politikanin özünü de ulusal cikar olusturmaktadir. Devletlerin hepsi varliklarini sürdürmek, genislemek, büyümek ve güclü olmak isterler. Tüm devletler ulusal cikarlarini güclü olmak biciminde tanimladiklari icin digerleri de bu güc mücadelesinde geri kalmak istemeyecekler ve sonucta birbirleriyle catisacaklardir. (Bugün Ege´de Yunanistan ile yasanan tam da budur.) Uluslararasi iliskilerde idealist bir acidan yaklasanlar ise uluslararasi örgütlerin güclendirilmesini ve catismalari önleyecek yöntemlerin gelistirilmesini, uluslararasi baris ve güvenligi saglayacagi icin ulusal cikara uygun bulmaktadirlar. Liberal kurama göre, halkin cikari yalnizca liberal demokrasi ile saglanabilir, bunun ögeleri de oy kullanma, gücler ayirimi ve basin özgürlügüdür. Devletin, bireylerin kendi cikarlarini gerceklestirmede engel olabilecek müdahalelerden kacinmasi, aksine uygun kosullari yaratmasini öngörmektedir.
Her devlet gibi Türkiye´nin de bir ulusal stratejisinin olmasi, bu stratejiyi formüle ederken izleyecegi sistematik evreleri mutlaka gözönünde bulundurmasi gerekmektedir. Bunlar:
- Ulusal ilgi ve menfaatler
- Ulusal stratejik degerlendirme
- Ulusal stratejik konsept
- Ulusal hedefler
- Ulusal politikalar ve
- Ulusal yükümlülüklerdir.
Ulusal ilgi ve menfaat, bir devletin ana faaliyet ve gayretlerinin temeli sayilan genel ve devamli hedeflerdir.
Ulusal cikarlar, karar organlarinin devletin devami icin önemli kabul ettigi amaclardir.
Ilkeler, bir ulusa karakterini veren devamli davranis kaliplari ve hareket tarzlaridir.
Hedefler, devletin ilkeleri ve ulusal cikarlari desteklemek, güvenceye almak icin belirlenmis özel ve seckin amaclardir.
Politikalar, bir hedefi elde etmek üzere belirlenmis hareket yollaridir.
Taahhütler ve baglantilar, belirli politikalarin desteklenmesinde basvurulan hareket asamasi temel yükümlülüklerdir.
________ ________ _______
BÖLÜM 2
EGE SORUNUN TARIHSEL KÖKLERI
Bugünkü Ege sorununun kökleri, Yunan ulusal devletinin dogus yillarina kadar uzanir. Eski caglarda "dünyanin merkezi" sayilan Akdeniz´in bir parcasi olan Ege, 1820´lere kadar bir Osmanli gölü durumundaydi. Bu denizin bütün kiyilari ve adalari Osmanli egemenligi altindaydi. Ilk kez Yunan kurtulus savasi döneminde Osmanli´nin Ege´deki egemenligi tartismaya acildi.
Yunanistan´in bagimsizligina varan ayaklanma, Ege kiyilarinda, Mora (Peloponez) yarimadasinda patlak verdi (6 Nisan 1821) ve hizla adalara sicradi. 15 Nisan´da Spetsai (Suluca), üc gün sonra Psara (Ipsara) ve 28 Nisan günü de Hidra (Camlica) adalari Mora ihtilalcilerine katildilar. Mora yöresindeki bu üc ada, Yunan ihtilaline en cok gemi saglayan adalar oldu. Hidrali kaptan Yakoumakis Tombazis komutasinda bir ihtilal filosu kuruldu. Irili ufakli 180 kadar gemiden olusan bu filonun kurulmasiyla, Ege denizinde Osmanli-Yunan egemenlik savasi baslamis oluyordu.
Osmanli´ya baskaldiran, Ege´de egemenlik iddiasina kalkisan bu filo, Rum ticaret filosunun bir parcasiydi ve bir bakima Osmanli´nin eseriydi. Osmanli devleti, Fatih Sultan Mehmet zamanindan baslayarak dogu Akdeniz´deki Ceneviz ve Venedik deniz ticaretine ezici darbeler indirmis, bunlardan bosalan yerin öncelikle Osmanli Rumlarinca doldurulmasi yolunu acmisti. Osmanlilar, Rumlar icin kurtarici olarak Ege´ye ciktilar ve bir cok yerlerde Rumlarin cagrisi üzerine adalari Venedik´ten aldilar. Osmanli yönetimi, savaslarda Türk-Müslüman halki kullaniyor, ticaret islerini ise daha cok Rumlara birakiyordu. Yalniz Girit adasinin Venedik´ten alinmasinda Türk-Müslüman halk yüzbin can verdi. Ada alindi ve Rumlar icin bir ticaret kapisi daha acildi.
Fransiz Ihtilal Savaslari Rum ticaretine yeni kapilar acti. Napoyon´un Misir seferi üzerine Osmanli-Ingiliz isbirligiyle Fransizlar Dogu Akdeniz´den atildilar. Boslugu kismen Rumlar doldurdu. Yine Türkler savasti, Rumlar ticaret yapti. Osmanli yönetiminin eseri olan bu Rum deniz ticaret filosu, silahlandirilarak 1821´de Osmanli yönetimine baskaldirdi.
Osmanli devleti, Yunan ayaklanmasinin daha ilk haftalarinda, birdenbire Ege´de asi bir filoyla karsi karsiya kaldi. Bu asi filo Ege´de korsanlik yapiyor ve Ege´nin güvenligini bozuyordu. Yolcu gemilerine, ticaret gemilerine haci tasiyan gemilere saldiriyorlar ve soygunlar yapiyorlardi. Mora´daki yerli Türkleri kesip bicmede Klept (= Kleftes/Hirsizlar) enen Rum eskiyalarinin büyük rolü oldugu gibi, denizde de korsan tipli vurguncular önde gidiyordu. Gemilerini silahlandirip, Türk bayrakli ticaret gemilerine saldirmaya basladilar. Bütün Ege´ye yayildilar. Ticaret gemileri yakalandi, tayfalari öldürüldü, Müslüman hacilari Mekke´ye tasiyan gemiler yakalandi. Iskenderiye´ye gitmekte olan hazine gemilerinden bol mücevher ve degerli tas ele gecirildi. Bir Türk korvetinin elli tayfasi, zafer tantanasiyla Hidra adasina getirildi ve bunlar plajda yakilan ateslerde teker teker kizartilarak öldürüldüler... Mavi Ege kizila boyanmisti. Osmanli Devleti, Yunan ihilalcileriyle basa cikamiyor, Ege´de güvenligi saglayamiyordu. Denizde bir cesit gerilla savasi yapiyorlardi. Ege denizi korsan gölüne dönmüstü.
Korsanlik gibi olsa bile Rumlarin Ege savasi basariliydi. Yabanci devletlerin dikkatleri Yunan sorununa ve Ege denizine cekilmisti. Rum gemileri ihtilal bayragini Girit´e ve Sisam´a kadar götürmüslerdi. Osmanli Hükümeti sonunda Misir Valisi Mehmet Ali Pasa´dan yardim istemek zorunda kaldi. Misir Valisi´nin yardim göndermesi üzerine Rusya, Ingiltere ve sonralari Fransa ise karistilar. Yunan sorunu uluslararasi düzeye cikti. Üc büyük devlet baskilarini gittikce arttirdilar, 20 Ekim 1827 günü Osmanli donanmasini bir baskinla Navarin´de yaktilar. Ertesi yil Rusya, Osmanli Imparatorluguna savas acti. 14 Eylül 1829 tarihli Edirne baris andlasmasiyla Osmanli Hükümeti, bagimsiz bir Yunan devleti kurulmasini kabul etti.
Yeni Yunanistan bir Ege devleti olarak dogdu. Karada Arta - Volos siniri cizildi. Attika ve Mora Yunanistan´a birakildi. Denizde ise irili ufakli yüzlerce ada yeni Yunan devletine katildi. Kuzey Sporadlar, Skiathos, Skopellos, Allonisos, Yioura, Pipperi vb. gibi toplam 80 adadan olusan kuzey Sporadlar uzaktan Selanik körfezine bakiyordu. Kuzey Ege´ye, Limni ve Midilli´ye dogru bir sicrama tahtasi gibiydi.
Kuzey Sporadlardan ve Mora cevresindeki adalardan baska, güneyde Kiklad takimadalari da Yunanistan sinirlari icinde birakildi. 21 büyük, 220 adadan olusan Kiklad takimadalariyla Yunanistan, güney Ege´nin ortalarina kadar uzanmis oluyordu. Bu adalar. kuzey- güney yönündeki Ege deniz yollarini kontrol altina aliyordu. Canakkale bogazindan Bati Akdeniz´e acilan gemiler bu adalardan geciyorlardi. Bu adalari almakla Yunanistan, Istanbul-Avrupa deniz yolunun kontrolünü ele gecirmis oluyordu.
1829-1832 yillarinda Ege denizi böyle paylasildi, daha dogrusu paylastirildi. Cünkü sinirlari cizip dikte eden, Yunanistan´in kuruculari ve koruyuculari durumundaki üc büyük devletti. Özgürlük kazanan Yunanistan, Osmanli devletine oranla bir nokta teskil ediyordu; ama bu nokta Osmanli devletini besleyen deniz yolunun tam da üzerindeydi. Artik Yunanistan cografi olarak Osmanli ekonomisine egemendi. Kuvvetli bir donanma kurarak bu cografyayi degerlendirirse Osmanli devletini tekrardan kurulusundaki ada ablukasina alabilir; bu devleti cökmeye mehkum edebilirdi.
Yeni Yunan devletinin bu sinirlarini cizen andlasma metniyle uzun sürede, Osmanli Imparatorlugunun idam fermani imzalanmis oluyordu.
Biraz geriye dönersek, Yunan ihtilalcilerinin baslattiklarini büyük devletler tamamliyorlardi. Rusya ile Ingiltere, 4 Nisan 1826 günü Petersburg´da imzaladiklari protokolle, Türklerle Yunanlilarin artik bir arada yasayamayacaklarini ve kesinlikle birbirlerinden ayrilmalari gerektigine karar verdiler. Protokolde, "Iki ulus bireylerinin birbirlerinden kesin olarak ayrilmalarini saglamak ve birbirleriyle bogusmalarini önlemek icin... Yunanlilar kita Yunanistan ve adalardaki Türk mallarini satin alacaklardir" deniyordu. Cok gecmeden Fransa da Ingiltere ve Rusya´ya katildi. Yunanistan´a bagimsizlik verdirmek amaciyla, üc büyük devletin 6 Temmuz 1827 günü Londra´da imzaladiklari andlasmada, Rumlarla Türklerin birbirlerinden kesinlikle ayrilmalari görüsünü madde halinde kabul ettirdi.
Iki toplumun bogusmasina son vermek icin birbirlerinden kesinlikle ayrilmalari karari, tek yanli olarak Türklerin Yunanistan´dan atilmasi ve mallarinin Yunanlilara birakilmasi demekti. Yerli Türklerin kovulmasina karsilik, hicbir Rum yerinden, yurdundanmal ve mülkünden edilmeyecekti. Bir nüfus veya mal degis-tokusu söz konusu degildi. Yalnizca Türkler kovuluyordu.
Üc büyük devlet, Londra´da kararlastirdiklari bagimsiz Yunanistan önerisini Babiali´ye sununca, cetin bir direnisle karsilastilar. Osmanli Hükümeti, icislerine karisilmasini kesinlikle reddetti. Reisülküttap Mehmet Said Pertev Efendi 9 Eylül 1827 günü, Istanbul´daki Rus, Ingiliz ve Fransiz Elcileriyle söyle konusur:
"Toprak bizimdir, Yurttas (tebaa) bizimdir. Bizim hukukumuz kesindir. Bizim bu üc ülkeyle de andlasmalarimiz var. Bu andlasmalarin bir tek maddesi ortaya attiginiz iddialara hak veriyor mu? Arabuluculuk, mütareke, yatistirma önerileri de nereden cikti? Sagduyu ve mantik bunlarin hepsini reddeder. Babiali tekrar ediyor: Bunlari dinlemeyi kiyamete kadar reddedecektir!".
Üc büyük develet bu cevap üzerine baskilarini arttirirlar. Ama sadece diplomatik baskilarla yetinmezler. 20 Ekim 1827 günü, Ingiliz, Fransiz ve Rus donanmalari, Navarin koyunda yatmakta olan Osmanli - Misir donanmasini bir baskinla batirirlar. Tipki 2. Dünya savasinda Japonlarin Pearl Harbour´da ABD Pasifik donanmasini batirmalari gibi. Osmanli donanmasindan altmis kadar gemi bir kac saat icinde yokedilir. Ancak Osmanli fazla bir reaksiyon göstermez ve zamanla bu faciayi kabullenir. Ancak bu arada adi gecen üc ülkenin diplomatik baskilari devam eder. Osmanli yine sert bir bicimde reddeder.
Imparatorluk düzenine ters düsen ulusal devlet ilkesine karsi Babiali direnir. Ama büyük devletler de kararlidirlar. Elciler Reisülküttab´i ikna etmek icin (daha sonra tutulmayacak olan) bir sürü garantiler de verirler. Verilen güvencelerde kurulacak Yunanistan devletinin sinirlarinin "Klasik Yunanistan" sinirlari olacagi ve bunun da Mora yarimadasi ve Attika bölgesi ile sinirli olacagi söylenir.
Said Pertev Efendi (Rus elcisine): "Demek ki kesin bir sinir cizerek bunun bir yanina bütün Hristiyanlari, öte yanina da bütün Müslümanlari yerlestirmek istiyorsunuz. Yunanistan Rumlarina bagimsizlik verdirmekle bütün Imparatorlugu tehlikeye sokuyorsunuz!".
Yunan sorunu yüzünden hizla Osmanli-Rus savasina dogru gidildigi bir sirada, 20 Aralik 1827 günü, Babiali uzun bir bildiri yayinlar. Bildiride, Yunan ayaklanmasinin basindan beri Müslümanlara karsi bir din savasina dönüstügü, Mora´da ve adalarda yasayan Müslümanlarin toptan sehit edildikleri, Rusya, Ingiltere ve Fransa´ni ise karismalari yüzünden ayaklanmanin bastirilamadigi, bu devletlerin simdi de Yunanistan´a bagimsizlik verdirmek icin birleserek Osmanli devletine agir baskilarda bulunduklari anlatildiktan sonra, Imparatorlugun gelecegi konusundaki kaygilar söyle dile getiriliyordu:
"Gün gibi apaciktir ki, bu bagimsizlik sonucunda käfirler, Rumlarin yasadiklari bütün Rumeli ve Anadolu eyaletlerini ele gecirecekler,... camilerimizi ve mescitlerimizi kiliseye cevirecekler, buralarda canlar calacaklar ve yavas yavas bütün müslümanlari yeryüzünden yokedeceklerdir... Bugün, savastan kacinmak kaygisiyla Yunan bagimsizligina razi olursak (Allah saklasin) bunun baska taraflara da bulasmasinin bir daha önüne gecemeyiz ve Rumeli ve Anadolu´daki bütün Rumlar kisa sürede bagimsizlik ilan ederler, vergi veren tebaa olmaktan cikarak bir iki yil icinde cömert müslüman milletini boyunduruk altina alirlar ve ´günün birinde bogazimiza sarilirlar´. Bunun sonucunda dinimizin ve devletimizin yokolacagi, heyhat, apaciktir... Bu savas, bundan önceki savaslarin hic birine benzemez. Bu savas, toprak kazanmak icin yapilan bir devletlerarasi savas degildir, bu savas bir din ve milliyet savasidir!"
1828-29 Osmanli-Rus savasi arefesinde kaleme alinan bildiride, Babiali´nin gercek kaygisi su tek cümlede dügümleniyordu: "Yunanistan bir gün bogazimiza sarilacak!" Bu sözler, Yunan saldirganlarinin Türk ulusunu Ankara önlerinde, Sakarya´da bogazlamaya kalkismalarindan asagi yukari yüz yil önce söylenmistir. Tarih, Osmanli´nin bu kehanetini fazlasiyla dogrulamistir. Babiali, kurulacak yeni Yunan devletinin Klasik Yunanistan topraklariyla yetinmeyecegini, uzun soluklu bir genisleme politikasi güdecegini, Ege denizini bir Yunan gölü yapmaya calisacagini ve günün birinde Türk´ü bogazlamaya kalkisacagini ta 1820´lerde görebilmistir; ama icine düstügü kisir döngüden kendini kurtaramamistir.
Yunan sorunu yüzünden Osmanli Imparatorlugu Rusya ile savasi göze aldi. O zaman Rusya´nin müttefikleri olan Ingiltere ve Fransa büyükelcileri de Istanbul´dan ayrildilar. Ruslarla savas halinde iken ve Ruslar Tuna nehrini gecip zaferler kazanirken bile Babiali Yunan devleti konusunda hala direniyordu. Ancak, bir süre sonra, Rusya karsisinda savasi kaybettigini anlayan Osmanli Hükümeti, Agustos 1829´da Yunan bagimsizligina boyun eger.
Osmanli devlet adamlarinin 1820´lerde Yunan bagimsizligina karsi direnisleri, Imparatorluk zihniyetinin sonucuydu. Bugün artik anlamsizdir. Osmanli toplumunu olusturan bütün uluslar artik bagimsizdir. Ancak, Yunanistan´in bagimsizlik hakki ile yayilma politikasini birbirinden ayirmak gerekir. Yunanistan´in Türkiye´ye karsi yayilma ve genisleme politikasi izlemesi son derece haksizdir. Ege sorununun kökenlerini olusturan yayilma politikasi üzerinde durmakta fayda var...
Yeni Yunanistan daha ilk kuruldugu günlerde, büyük yayilma emelleri besliyordu. Cevresindeki bütün topraklarda, denizlerde ve adalarda gözü vardi. Eski Osmanli topraklari üzerinde kurulan öteki ulusal devletlerin hicbirinde Yunanlilarinki kadar asiri, sürekli ve inatci bir yayilma emeli görülmemistir. Yunanistan, ulusal devletler caginda Imparatorluk olmaya ciddiyetle özenmis ve bu büyük yayilma emelini devlet politikasi yapmis bir ülkedir. Yunanistan´in bu genisleme politikasina genel olarak Megali Idea (Büyük Fikir) deniyor. Yunanli profesör Psomiadis bu konuda söyle yaziyor: "Gercekten, hemen hemen yüz yil boyunca Yunan halki Megali Idea´ya, yani bütün Helllenlerin bagimsizligi ve birlestirilmesi dis politikasina hararetle bagli kaldi. Ta basindan beri Genc Krallik (Yunanistan) bu emeli gerceklestirmek icin yogun bir diplomatik calismaya giristi. Yunanistan disisleri bakanligi, Osmanli´dan kurtarilacak eyaletlere göre dairelere ayrilmisti: Makedonya, Tesalya, Epir, Girit daireleri gibi."
Megali Idea veya Hellen emperyalizmi, öncelikle Ege denizini yutmak amaci güdüyordu. Kuzeye dogru Tesalya, Epir, Makedonya ve Trakya ele gecirilerek Ege denizi cevrilecekti. Güneyde de Girit ve öteki adalar alinarak Ege bir Hellen gölü yapilacakti. En son dogu Ege adalari ve hatta bati Anadolu kiyilari da zaptedilerek bütün Ege denizi Hellen tekeline alinacakti. Ege´yi yutma politikasi yüz yil boyunca basariyla yürütülmüs ve ancak Yunanistan´in "Anadolu Macerasi" ( bana göre de "Kücük Asya Felaketi=Μικρασιατική καταστροφή" ) sonunda gecici olarak duraklamistir.
Hellen emperyalizmini besleyen belli basli etkenler, cografya, nüfus, tarih, kilise ve Bati´nin Hellen hayranligi olmustur, denilebilir.
Yeni Yunanistan´in kurulusundan sonraki dönemde Ingiltere´nin, Yunanistan´in yayilma politikasini aktif olarak destekledigi görülür. 1864 yilinda Ingiltere Yedi Ada (Kerkyra-Corfu, Kefallonia, Zakynthos, Paksi, Lefkada, Ithaki ve Kythira)´yi Yunanistan´a bagislamistir. 1868 yilinda Girit adasina özerklik verdirilmesini basta Ingiltere olmak üzere öteki büyük devletler saglamislardir. Ingiltere ve Fransa´nin istegi üzerine 1881 yilinda Tesalya, Osmanli´dan koparilarak Yunanistan´a katilmistir. 1897 yilinda Yunanistan, Osmanli Imparatorluguna actigi savasta cabucak yenildi. Ama Batililar yine Yunanistan´i kayirdi. Girit´in özerkligi genisletildi ve Yunan kralinin ikinci oglu Girit Genel Valiligine atandi. Yani, yenildigi zaman bile Yunanistan kazancli cikarildi. Cünkü Hellen emperyalizminin arkasinda Bati emperyalizmi vardi. Ege denizi adim adim Yunanistan´a peskes cekiliyordu. Yunanistan bir yandan güneye, bir yandan da kuzeye Selanik körfezine dogru uzaniyordu.
Ege sorunu, deniz gücünden ayri düsünülemez. Bir bakima Ege sorunu, deniz gücü sorunu demektir. 1821 Yunan ayaklanmasi, ayni zamanda bir deniz ayaklanmasiydi. Yunan ihtilalcileri, Osmanli devletinin karsisina bir filoyla cikmislardi. Yeni Yunanistan´in haritasi denizde cizildi. Yunanistan bir deniz devleti olarak dogdu. Yunanistan yaratilirken ayni anda Osmanli deniz gücü yokedildi. Osmanli deniz gücü Navarin´de batirildi.
Rus ressam Ivan Konstantinovich AIVAZOVSKY (1817-1900) Navarin deniz savasini tasvir ettigi tablosu.
1827 yilinda Osmanli devleti Yunan ayaklanmasina son yumrugu indirmege hazirlaniyordu. Büyük bir Türk-Misir donanmasi Navarin koyunda toplanmisti. Kimi kaynaklara göre, yaklasik 2000 toplu 65 savas gemisinden ve 22 bin askerden olusan güclü bir donanmaydi bu. Rusya, Ingiltere ve Fransa ise Yunan ihtilalcilerini ezdirmemeye karar vermisti. 20 Ekim 1827 günü Ingiliz - Rus - Fransiz donanmasi Navarin önüne geldi. 12 Ingiliz, 8 Rus ve 7 Fransiz gemisinden kurulu, 1298 toplu ve 17.500 askerden olusan bir donanmaydi. Tam bir savas düzeni icinde Navarin koyunun agzini tutan müttefik gemiler, birdenbire Osmanli donanmasina cullandilar. Limanda demirli bulunan Osmanli donanmasi tam bir baskina ugramis, kapana kistirilmisti. Üc dört saat kadar süren bombardimanda 60 kadar Türk-Misir gemisi batirildi. Osmanlilar 6000 ölü, 4000 yarali verdiler. Müttefiklerin kaybi yalnizca 174 ölü, 475 yaraliydi. Gemi kaybi yoktu.
Türk denizcilik tarihinde önemli bir yeri olan Navarin olayi, bir deniz savasi degildi. Tam anlamiyla bir baskindi. Osmanli devleti, Ingiltere, Rusya ve Fransa ile savas halinde degildi. Binlerce Osmanli askerinin öldürülmesi de bir katliam sayilabilir. Navarin olayi, Pearl Harbour baskinina benzer. Su farkla, ABD batirilan gemilerinin yerine kisa zamanda yenilerini koyabilmistir. Osmanli devleti ise Navarin´de batirilan donanmasinin yerine yenisini koyamamistir.
Osmanli deniz gücü acisindan ise Navarin olayi bir dönüm noktasidir. Birbirine denizlerle bagli üc kitaya yayilmis bulunan ve 16 bin mil kadar kiyisi olan Osmanli devleti birdenbire donanmasiz kalivermistir. En güclü Osmanli savas gemileri, en seckin Türk denizcileri toptan Navarin sularina gömülmüstür. (Navarin bugün Yunanistan´in Mora yarimadasinin Bati kiyisindaki Pylos kentidir.) "Donanmasiz bir deniz Imparatorlugu" durumuna düsen Osmanli´da cözülme hemen basgöstermistir. 1830´da Cezayir Imparatorluktan koparilmistir. Ardindan Misir valisi ayaklanmis ve Misir eyaleti de Babiali´ye bir pamuk ipligiyle bagli kalmistir. Yunan Megali Idea´cilarinin cüretleri artmis ve Ege adalarina göz dikmege baslamislardir. Bundan böyle Osmanli devleti, kiyilarini, denizlerini kendi gücüyle yeterince koruyamayacaktir.
1839 yilinda Kaptan-i Derya Giritli Ahmet Pasa, devlete ihanet etti.Navarin felaketi sonrasi satin alinan ve kumandasi altindaki Osmanli savas gemilerini Misir´a kacirip Mehmet Ali Pasa´ya teslim etti. Böylece Osmanli deniz gücü bir darbe daha yemis oldu. Kirim savasi basinda Ruslar, Osmanli donanmasina son yumrugu indirdiler. Patrona Osman Pasa komutasindaki 12 gemilik Osmanli filosu, siddetli firtina yüzünden Sinop´ta demirli iken Rus donanmasinin baskinina ugradi (30 Kasim 1853). Üc saatlik bir bombardimanda Osmanli filosu toptan yokedildi.
Kirim savasi ile birlikte Osmanli devleti donanma bakimindan bir kisir döngü icine düser. Bir yandan dis borclarla donanma kurmaya calismakta, öte yandan Yunanistan´a karsi güclü bir Osmanli donanmasi istemeyen Batililara bagimli kalir. 1854 - 1875 yillari arasinda Osmanli sürekli borclanir ve aldigi borclarla yeni gemiler satin alir. Dis borc 250 milyon Osmanli altinina dayanmistir. Sultan Abdülaziz, devleti iflasa sürüklemek pahasina donanmayi 130 adet gemiye ulastirmisti. Ancak bu bir "deniz gücü" olmaktan uzakti. Yeni donanma plansiz, programsiz ve hazirliksiz kurulmustu. Makinali, zirhli, sofistike techizatli bu yeni gemilere Osmanli insani yabanciydi. Gerekli kadrolar, tersaneler yetistirilmeden, ön hazirliklar yapilmadan satin alinan gemiler etkin kullanilamayacakti. Deniz gücü, "denizi kendi amaclari dogrultusunda kullanip, düsmanina kullandirmama yetenegi" olduguna göre bu gemiler Osmanli´nin elinde atil kalmaya mahkumdu. Cünkü, yeni donanma Ege´de Yunan saldirganligini, Girit ayaklanmasini, Yunan gemilerinin Girit´e asker, silah ve cephane tasimalarini önleyememistir. Yani "denizi düsmana kullandirmama yetenegini" gösterememistir.
Abdülaziz´den sonra tahta gecen Abdülhamit, Osmanli-Rus savasindan sonra donanmayi Halic´e hapsetti. Gemiler yirmi yil boyunca yerlerinden kipirdamadan yattilar ve cürüdüler. Donanmanin Halic´te nasil cürütülmüs oldugu, 1897 Osmanli-Yunan savasinda aci aci ortaya cikti. Ilk kez Osmanli devleti ile Yunanistan basbasa kalmislardi. Ege´de üstünlük savasi verilecekti. Osmanli donanmasinin varlik nedeni, Ege´de Yunan saldirganligini önlemekti. Ve donanma, yirmi yil sonra Halic´ten demir aldi. Ancak donanma, sadece Unkapani köprüsünü "selametle" gecebildi. Ikinci köprüden gecilirken Mesudiye firkateyninin üc kazani patlar. Gemi derhal demirlemek zorundadir. Ancak dosta düsmana ayip olmasin diye güc bela Sarayburnu´nu dönerek Marmara´ya acilir. Hizber dubasi yolda kaybolur. Hamidiye yolda su almaya baslar. onbir torpidobottan sadece bir tanesi hareket edebilecek durumdadir. 1897 Osmanli-Yunan savasinda Osmanli donanmasinin durumu buydu. Donanmanin Ege´ye acilmaya, Yunan donanmasinin karsisina cikmaya mecali yoktu. Sonucta donanma Canakkale´nin belirli yerlerine demirletildi. Yunan donanmasi Ege´ye egemendi ve eger kara ordusu yardima yetisip ezici bir zafer kazanmasaydi Ege toptan Yunan´a kaptirilabilirdi. Ancak zaferle biten bir savasin sonunda bile Girit elden cikti.
1909. 1910, 1911 yillari Osmanli devletinin Ingiltere´den gemi satin alma ugraslari ile gecildi. Sonunda care Almanya´dan satin almakta bulundu. 1894 yapimi, 10 ar bin tonluk Barbaros ve Turgut Reis gemileri donanmaya katildi. Halktan toplanan paralarla da Muavenet-i Milliye, Yadigari-millet, Numunei-hamiyet, Gayreti-vataniye.
Son olarak 1912´de Osmanli Mebusan Meclisi bir proje kabul etti. Bu proje ile bes yil icinde donanmaya 18 milyon lira harcanarak 6 dretnot, 4 büyük muhrip, 20 destroyer, 6 denizalti, kurtarma gemisi, lagim gemisi, onarim gemisi, okul gemisi vs. alinacak ve 4 havuz yaptirilacakti. Amac, Yunan saldirganligina karsi Osmanli sinirlarini koruyabilecek bir güce erismekti.
Balkan Savasi patladiginda Yunanistan, Ingiltere´den dört, Almanya´dan iki yeni muhrip aldi. Böylece denge, Osmanli aleyhine 8 e 14 muhrip olarak bozuldu. Üstelik Yunanistan´in saatte 22 mil yapabilen büyük Averoff zirhlisi da vardi. Ege´de üstünlük kesinlik Yunanistan´indi. Osmanli, donanma yarisini bir kez daha kaybetmisti.
Donanma yarisini kaybeden Osmanlilar, deniz savasini da kaybettiler. Balkan savasinda Yunanistan, denizde bir taarruz plani hazirlamisti. Buna göre, Ege denizi Yunan egemenligi altina alinacak, Osmanli´yi besleyen yollar denizyollari tutulacak, ikmal yollari kesilecekti. Bu hedefe ulasmanin ilk kosulu Canakkale bogazini tutmak, Limni adasini isgal etmekti. Limni adasi isgal edildikten sonra Canakkale bogazi önünde sürekli bir karakl hatti kurulacak, Osmanli donanmasi bogaza hapsedilecek ve ardindan diger Ege adalari teker teker alinacakti. Bu plan basariyla uygulandi. 18 Ekim 1912 günü Yunan donanmasi Pire´den dogru Limni adasina yollandi. 21 Ekim günü Limni adasi ele gecirildi. Sonra da sirayla diger Osmanli adalari ele gecirildi. 31 Ekim´de Tasoz, 1 Kasim´da Semadirek, üc gün sonra Psara, 17 Kasim´da Nikarya, 21 Kasim´da Midilli, 24 Kasim´da Sakiz adalari zaptedildi.
Yunan donanmasi Ege adalarini birer birer ele gecirirken, Osmanli donanmasi Karadeniz´de oyalaniyordu. Nihayet 16 Aralik 1912 günü Gökceada önlerinde iki donanma karsilastilar. Yunan donanmasi büyük devletlerin son dakika yardimlariyla Osmanli donanmasindan epey üstün durumdaydi. Osmanli donanmasi Gökceada muharebesini kaybetti ve Canakkale´ye döndü. 18 Ocak 1913 günü iki düsman donanma Mondros önünde yeniden karsilastilar. Osmanli donanmasi bu muharebeyi de daha agir bir yenilgiyle kaybetti. Bundan sonra Osmanli donanmasi bir daha topluca Yunan donanmasinin karsisina cikamadi. Sadece, Hüseyin Rauf (Orbay) komutasindaki Hamidiye kruvazörü Ege, Akdeniz ve Adriyatik´te parlak zaferler kazandi. Ama bir gemiyle savas kazanilmiyordu. Osmanlilar, askeri bakimdan Ege´yi kaybettiler. Yunanistan, büyük abilerinin sinirsiz destegi sayesinde önce bagimsizligini kazanmis, sonra da yayilmaci politikalariyla Ege´yi Yunan gölüne cevirmis ve gözünü Anadolu topraklarina dikmisti. Askeri secenekler bitmisti. Bundan sonra Ege icin diplomatik savas verilecekti.
Bu arada, 1914 yilinda Yunanistan Idaho ve Missisipi adlarinda iki ABD savas gemisini satin almayi basardi. Osmanli´nin Vasington büyükelcisinin yogun cabalarina ragmen ABD Senatosu 18 e karsi 124 oyla bu gemilerin Yunanistan´a satisina onay verdi.
Türk Deniz Kuvvetleri´nin örütbag ortaminda paylastigi bir okuma parcasi :
Hamidiye Kruvazörünün 13 Ocak-28 Agustos 1913 tarihleri arasinda Akdeniz´de yaptigi seyir
ABDÜLHAMİT Kruvazörü 1903 yılında İstanbul sularına gelerek Osmanlı donanmasına katılmıştır. 31 Mart ayaklanmasının ardından geminin adı HAMİDİYE olmuştur. 13 Ocak 1913 tarihinde HAMİDİYE, Rauf Bey komutasında Nara Burnu'ndan Akdeniz'e açılmak suretiyle ilk seyrine başlar. HAMİDİYE, 15 Ocak saat 10.10'da Mökene Boğazı'ndan içeri girerek sancak tarafındaki İstendin, iskele tarafındaki Mökene adaları kalacak şekilde seyir halindeyken kıyılara üşüşen halk, kruvazörü seyrediyordu. Güvertede şapkalı adamları görünce bunun Türk gemisi olabileceğini akıllarına bile getirmediler. Kruvazörümüz, 11.25'te Mökene Boğazı'nı geçerek hızını tam yola çıkardı ve Türk sancağını direğine toka etti. Saat 12'yi geçiyordu, HAMİDİYE bütün heybetiyle Syra Adası'nın önünde gözüktü ve kent bir anda karıştı. HAMİDİYE, limanda bulunan İngiliz şilebinin acele olarak açılması için işaret verdi. Bu sırada HAMİDİYE, Fokya ile Kakamaçti burunları arasındaki bölgede yer alan barut depolarını yerle bir etti. Sonra Syra Limanı'nı topa tuttu ve ardından Akdeniz'e doğru yol verdi.
18 Ocak sabahı Beyrut limanına demirledi. Buradan hareketle 19 Ocak'ta Port Sait Limanı'na girdi; kömür alması gerekiyordu. Ancak Mısır hükümetiyle görüşmeler uzadı. Yine de aracılar vasıtasıyla gerekli 360 ton kömürü alarak Süveyş Limanına demirledi. Buradan da kömür yükleyip Cidde'ye hareket etti. Bu seyir boyunca bölgede bulunan Müslüman Araplar gemimize müthiş tezahürat yaptılar. Yeniden Akdeniz'e çıkan Rauf Bey Yunan kıyılarına doğru rota verdi. Artık Akdeniz'i bir göl olarak kullanıyordu. Önce Sicilya Adası, ardından Malta dolanıp dururken hem Yunanlılar hem de İngilizler bu geminin pervasızca seyrinden çok rahatsız oldular. HAMİDİYE'nin Malta'dan çıkışında kıstırılması için dört Yunan muhribi Malta Adası civarına sevk edildi. Bu arada geminin en önemli ihtiyacı kömürdü. Malta Adası'ndan da politik görüşmeler sonucu 480 ton kömür daha almayı başardılar.
Kruvazörümüz 17 Şubat Pazartesi gecesi, Yunan muhriplerine rağmen yeniden Akdeniz'e açıldı. Artık HAMİDİYE, Akdeniz ve Adriyatik'te efsane bir gemi olmuştu. Tekrar Gazze'ye geldi, ardından Hayfa-Beyrut limanları arasında mekik dokudu. Buradan İskenderun’a rota kırdı. Sonra yeniden Otranto Körfezi'ne seyretmeye başladı. HAMİDİYE İtalya çizmesinin topuğunu dolaştığı sıralarda IPSARA Zırhlısı ile üç Yunan muhribi hemen karşı tarafta bulunan Korfu Adasındaydılar. Ama yerlerinden kıpırdamadılar. Havanın kararmasından sonra, Otranto Boğazı'na doğru on bir mil hızla seyretmekte olan HAMİDİYE'nin baş kısmına birdenbire bir parlak yıldız indi. Mürettebatın şaşkın bakışları altında geminin burnunda parçalanan göktaşı sonra eriyip gitti. Bu olay denizcilikte çok uğurlu olarak yorumlanır. Bu seferin başarıyla biteceği anlaşılmıştı. Tam limana girerken LEROS adlı bir Yunan ticaret gemisine rastladılar ve onu mahmuzlayarak batırdılar. Sonra Singin ve Draç limanlarındaki askeri hedefler bombalandı. Ardından İskenderiye’ye rota verildi. En hayati ihtiyaç olan kömür alınacaktı. 17 Nisan'da MİHALİ adlı yardımcı Yunan kruvazörünü batırdılar. Çanakkale Boğazı'ndan çıktığından bu yana peşine takılan Yunan savaş gemileri HAMİDİYE’ yi yakalayamadılar. Artık Akdeniz'e Rauf ya da HAMİDİYE Denizi denmeye başlanmıştı.
HAMİDİYE Akdeniz seferinde durup dinlenmeden on bir bin mil yol almıştı. İyice hırpalanmış olan kazan ve makineler artık kesinlikle bakım ve onarıma muhtaçtı. HAMİDİYE'nin Kameran'dan Süveyş'e kadar yaptığı seyirde baş gösteren arızalar artık geçici onarımlarla geminin yol alamayacağını gösteriyordu. HAMİDİYE, yedi ay yirmi dört günlük ayrılıktan sonra İstanbul’a geri döndü. Tarih 28 Ağustos 1913'tü.
Birinci Dünya Savaşı'nda Yarbay Kasımpaşalı Vasıf Muhildin Bey kumandasında çok önemli görevler alan HAMİDİYE, 29 Ekim 1914'te Kırım'ın güneyindeki Kefe Limanı'nı bombardıman etmiştir. Midilli kruvazörüyle birlikte Karadeniz'de nakliyata himaye görevi yapmıştır. 20 Kasım 1914'te Tuapse'yi bombardıman ederek yağ sarnıçlarını ve telsiz istasyonunu tahrip etmiştir. Bunun ötesinde, YAVUZ ve MİDİLLİ ile birlikte Karadeniz'de defalarca seyir yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nın Türkiye aleyhine sonuçlanması ve Mondros Mütarekesinin imzalanmasının ardından HAMİDİYE Haliç'e demirletilmiştir. Bu sürede okul gemisi olarak kullanılmış ve 29 Ekim 1923'te 101 pare top atarak cumhuriyeti selamlayan Donanma gemilerinden biri gene HAMİDİYE kruvazörü olmuştur. Atatürk 12 Eylül 1924 tarihinde başlayan Karadeniz gezisini HAMİDİYE ile yapmıştır.
1925 yılında Şapka Devrimi aleyhinde Rize köylerinde meydana gelen olaylarda da emniyet görevi üstlenmiştir. Olayların büyüyerek civar ilçe ve illere yayılmasına meydan vermemek için, yakalananların İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmaları boyunca Rize'de kalmıştır. 1926 yılında Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü ARAS'ı Rus hariciye komiseri ÇİÇERİN'le görüşmek üzere Odesa'ya HAMİDİYE gemisi götürmüştür. ATATÜRK'ün cenazesinin YAVUZ güvertesinde İzmit'e nakledildiği 19 Kasım 1938 günü denizde yapılan törene HAMİDİYE de katılmıştır. Ondan sonra da uzun süre okul gemisi olarak görev almış ve nihayet 10 Eylül 1964 tarihinde ne yazık ki hurdacılara satılmıştır HAMİDİYE... HAMİDİYE yalnızca Akdeniz'de akın harekatı yapmakla kalmamış, pek çok savaş yeniliğini de ortaya koymuştur. Örneğin bir sahte baca eklemekle geminin dış görünüşünü değiştirip düşmanı aldatmak ve böylece gafil avlamak fikrini ilk düşünen bizim HAMİDİYE'miz olmuştur.
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/01/21/7392/ege-denizinde-egemenligi-tartismali-ada-adacik-kayaliklar-sorunu-ve-son-durum-kardak-kayaliklari-kiminhttp://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/01/21/7392/ege-denizinde-egemenligi-tartismali-ada-adacik-kayaliklar-sorunu-ve-son-durum-kardak-kayaliklari-kiminEGE KITA SAHANLIGI VE TARTISMALI ADALAR SORUNU
Baslica Ege Denizi Sorunlari
Ege Denizi’ndeki başlıca sorunlar esas olarak 5 kategori altında toplanmaktadır:
1. Bunlardan ilki karasuları ve kıta sahanlığı ile bu alanların sınırlandırmalarını da kapsayan deniz yetki alanlarıyla ilişkilidir.
a) Karasuları
Türkiye ve Yunanistan arasındaki deniz sınırı henüz bir anlaşmayla belirlenmemiştir.
Şu anda, hem Türkiye hem de Yunanistan karasularının Ege Denizi’ndeki genişliği 6 deniz milidir. Türkiye’nin ve Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki sahillerinin coğrafi konumu birbirine yan yana ve aynı zamanda karşı karşıyadır, bu da bir sınırlandırmayı gerekli kılmaktadır.
Deniz alanlarının kesiştiği ya da bir noktada birleştiği yerlerdeki yakın ya da karşıt konumlar arasında bulunan deniz alanları sınırlarının anlaşmayla belirlenmesi gerekliliği uluslararası hukukun temel bir kuralıdır.
Bununla birlikte, Ege Denizi örneğinde, sahillerin karşıt olduğu alanların yanı sıra sahillerin bitişik olduğu bölgelerde de karasuları çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan arasında herhangi bir deniz sınırı mevcut değildir.
Karasularının 12 deniz miline çıkarılması, Ege Denizi’ndeki çıkar dengelerini Türkiye’nin aleyhine orantısız bir şekilde değiştirecektir. Şu anda, sahip olduğu birçok ada sebebiyle, Yunanistan’ın karasuları Ege Denizi’nin %40’ını oluşturmaktadır. Karasularının 12 deniz miline çıkarılması durumunda bu oran %70’e yükselmektedir. Bu durumda açık deniz büyüklüğü %51’den %19’a düşerken, Türkiye’nin karasuları da Ege Denizi’nin %10’undan daha az kalmaktadır.
b) Kıta Sahanlığı
Ege’deki deniz yetki alanları ile ilgili bir başka temel sorun Türkiye ve Yunanistan arasındaki kıta sahanlığı sınırının belirlenmesi konusudur.
Ege’de Türkiye ve Yunanistan’a ait kıta sahanlığının sınırları henüz belirlenmemiştir. Şu anda ne Türkiye ne de Yunanistan Ege’de 6 deniz mili mesafesindeki karasularınının ötesinde, sınırlandırılmış bir deniz yetki alanına sahip değildir.
Tartışmanın esas konusu, “Ege Denizi kıta sahanlığının Türkiye ve Yunanistan arasında, iki kıyı devletinin 6 deniz mili olan karasularının ötesindeki alanların da sınırlandırılmasıdır”.
2. Ege sorunlarının bir diğeri 1923 Lozan Antlaşması, 1947 Paris Antlaşması ve konuya ilişkin diğer uluslararası belgeler çerçevesinde Doğu Ege Adaları’nın silahsızlandırılmış statüsüdür.
Doğu Ege Adaları, 1923 Lozan Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşması da dahil olmak üzere birtakım uluslararası antlaşmalarla silahsızlandırılmıştır.
Halen yürürlükte olan ve dolayısıyla Yunanistan’ı yasal olarak bağlayan bu uluslararası anlaşmalar, Doğu Ege Adalarının silahlandırılmasını yasaklamakta ve bu maksatla Yunanistan’a yasal yükümlülükler ve sorumluklar da getirmektedir.
Bununla birlikte, Yunanistan Türkiye’nin itirazlarına rağmen uluslararası hukuk çerçevesinde ahdi taahhütlerini ve antlaşmalardan doğan yükümlülüklerini ihlal ederek 1960’lardan beri adaları silahlandırarak Doğu Ege Adalarının silahsızlandırılmış statüsüne aykırı hareket etmektedir.
Diğer taraftan Yunanistan, 1993’te Uluslararası Adalet Divanının zorunlu yargı yetkisini kabul ederken, “ulusal güvenlik çıkarları” ile ilgili askeri önlemlerden kaynaklı hususlara ilişkin olarak Divanın zorunlu yargı yetkisine çekince koymuştur. Yunanistan bu şekilde adaların silahlandırılmasına ilişkin bir tartışmanın Uluslararası Adalet Divanı’na gitmesini engellemeyi hedeflemiştir. Bu durum, Yunanistan’ın anlaşma yükümlülüklerini ihlal ettiğinin Yunanistan tarafından zımnen kabul edilmesidir.
3. Ege’ye ilişkin bir başka temel sorun, bazı coğrafi formasyonların yasal statüsüne ilişkindir.
Ege’deki bazı coğrafi formasyonların hukuki statüsüyle ilgili anlaşmazlık konusu esas itibariyle, antlaşma yorumuna ilişkin bir uyuşmazlıktır.
Bu uyuşmazlık, belli coğrafi formasyonların hukuki statüsü ve Ege’deki statükoyu belirleyen antlaşma hükümleri çerçevesinde bu formasyonların üzerindeki egemenliğin aidiyeti ile ilgilidir.
Böylelikle tartışma, ilgili ve geçerli uluslararası enstrümanların egemenlik ile ilgili hükümlerinin anlamı, kapsamı ve hukuki sonucuyla ilişkili, tarafların birbirinden farklı yorumlarından doğan iddiaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Türkiye, uluslararası alanda geçerliliği olan enstrümanlarla açık bir biçimde Yunanistan’a bırakılmış olan adalar, adacıklar ya da bu tür formasyonlar üzerinde herhangi bir hak iddia etmemektedir. Ancak Ege Denizi’nde egemenliği açık olarak Yunanistan’a bırakılmayan birçok adacık ve coğrafi formasyon olduğu da tartışmasız bir gerçektir.
Bu tartışmalı coğrafi formasyonlardan bazıları Türkiye’nin Ege Denizi sahillerine çok yakındır. Aslında bu mesele, iki ülke arasındaki deniz sınırlarının belirlenmesinin önündeki engellerden biridir.
4. Ege sorunlarının dördüncüsü, Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı olarak ulusal hava sahasının 10 deniz mili genişliğinde olduğunu iddia etmesi ve Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR) sorumluluğunu istismar etmesidir.
Yunanistan’ın 10 deniz mili genişliğinde ulusal hava sahası iddiası Ege hava sahası anlaşmazlığının temelini oluşturmaktadır. Bu ihtilafın ana nedenleri Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR) sorumluluğunun Yunanistan tarafından ısrarla istismar edilmesi ve Yunanistan’ın karasuları genişliğinin 6 deniz mili olmasına karşın, ulusal hava sahası genişliğinin 10 deniz mili olduğuna yönelik Yunan iddiasıdır. Uluslararası hukuka göre, bir ülkenin karasuları genişliği aynı zamanda o ülkenin ulusal hava sahasının genişliğini de belirler. Yunanistan 1931 yılında o tarihte karasularının genişliği 3 deniz mili olmasına karşın, ulusal hava sahasını 10 deniz mili olarak deklare etmiştir. Yunanistan daha sonra 1936 yılında karasularını günümüzde uyguladığı 6 deniz miline çıkartmıştır. Bu nedenle Yunanistan’ın ulusal hava sahasının 10 deniz mili olduğu iddiası uluslararası hukuk çerçevesinde savunulabilir bir yanı bulunmamaktadır. Yunanistan’ın 6 deniz mili genişliğinde olan karasuları ile 10 deniz mili olarak deklare ettiği ulusal hava sahası arasında kalan saha uluslararası hava sahasıdır. Yunanistan’ın 10 deniz mili genişliğindeki hava sahası iddiası ne uluslararası alanda ne de Türkiye tarafından tanınmaktadır.
5. Ege Sorunlarının dördüncü kategorisi Arama Kurtarma (SAR) Faaliyetleriyle ilgilidir.
Denizde Arama Kurtarma faaliyetleri 1979 tarihli Denizde Arama Kurtarmaya ilişkin Uluslararası Sözleşme (Hamburg Sözleşmesi) ile düzenlenmiştir.
Hamburg Sözleşmesi’ne göre, ilgili taraflar arasında anlaşma yoluyla arama ve kurtarma sahaları belirlenemediği takdirde taraflar, böyle bir anlaşma yapılana kadar arama ve kurtarma hizmetlerinin kapsamlı koordinasyonu için çaba sarfedeceklerdir. Türkiye’nin bu hedefe yönelik müteaddit çağrılarına rağmen Ege’de böyle bir koordinasyon kurulamamıştır.
Ayrıca arama ve kurtarma sahalarında varılacak anlaşmanın uygulanabilir olması gerektiğinden açık denizlerdeki arama kurtarma sahalarıyla uyumlu olmalıdır. Uluslararası Sivil Havacılığa ilişkin Şikago Sözleşmesi’nin 12. Eki, deniz ve hava arama kurtarma sahalarının arasında net bir ayrım yapmakta ve açık denizlerde yürütülen arama kurtarma faaliyetleri çerçevesinde konunun deniz boyutu önceliğine vurgu yapmaktadır.
Türkiye kendi arama kurtarma sahasını (Search and Rescue Region–SRR) deklare etmiş, ilgili IMO Küresel SAR Planına kaydettirmiştir. Türkiye kendi bölgesinde, insan hayatını kurtarmaya yönelik arama ve kurtarma faaliyetlerini etkin biçimde sürdürmektedir.
Türk ve Yunan Arama Kurtarma Bölgeleri çakıştığından bu çakışan alanlarda gerçekleştirilen tüm arama kurtarma operasyonlarının 1979 Hamburg Sözleşmesi Madde 2.1.5’e uygun olarak eşgüdüm halinde düzenlenmesi gerekmektedir.
Yunanistan ile Türkiye arasında arama kurtarma bölgeleri hakkındaki uyuşmazlık temel olarak Yunanistan’ın konuya egemenlik meselesi olarak yaklaşmasından kaynaklanmaktadır. İnsan hayatını kurtarmaya yönelik olarak belirlenen arama kurtarma bölgeleri egemenlik alanları değil hizmet sahalarıdır.
Ege Sorunlarının Çözümü Konusunda Türkiye’nin Görüşleri
Türkiye komşularıyla barış, refah ve istikrar içinde yaşamaya kararlıdır. Yunanistan bu politikaya bir istisna değildir. Türkiye, Yunanistan’la mevcut iyi komşuluk ilişkilerinin idamesine büyük önem vermektedir ve bu çerçeve de diyalog sürecini desteklemektedir.
Türkiye, iki ülke arasındaki tüm farklılıkların ve sorunların, Ege Denizi ile ilgili olanlar başta olmak üzere, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşması için her yolu denemeye kararlıdır.
Ege Denizi, Türkiye ile Yunanistan arasında bir dostluk ve işbirliği denizi haline gelmelidir.
Ege sorunlarının çözümü ancak her iki ülkenin de üzerinde mutabakata vardıkları, meşru hak ve çıkarlarına karşılıklı saygı gösteren bir ortak payda üzerine inşa edildiği takdirde işlevsel ve kalıcı olacaktır.
Yunanistan Ege’de iki ülke arasında arasında Uluslararası Adalet Divanına gidilerek çözülebilecek olan 'kıta sahanlığının sınırlarının belirlenmesi” sorunundan başka bir sorun olmadığını iddia etmektedir. Yunanistan’ın bu “tek sorun-tek çözüm” tutumu gerçekleri hiçbir şekilde yansıtmamaktadır.
Bu nedenle, sadece bir sorun olduğu iddia edilerek diğerlerinin gözardı edilmesi, ayrıca tek bir çözüm yolunun varlığından sözedilmesi, bu sorunların barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturulması için geçerli bir seçenek değildir. Böylesi bir hareket tarzının uygulanması, birbiriyle bağlantılı diğer önemli konuların çözümsüz olarak kalmalarına sebep olacaktır.
Bu anlayışla, Türkiye tüm sorunların bir bütün olarak ele alınması gerektiğine inanmaktadır ve Ege sorunlarının Uluslararası Hukuka uygun olarak barışçıl yöntemlerle çözülmesi için çalışmaya devam edecektir.
Türkiye, BM Şartı’nın 33. maddesinde zikredilen hiçbir barışçıl çözüm yöntemini, eğer gerek duyulursa Uluslararası Adalet Divanı veya her iki ülkenin müştereken mutabakata varacakları üçüncü taraf çözümleri de dahil olmak üzere, dışlamamaktadır.
Bu amaçla, Türkiye somut ve yapıcı fikirlere odaklanmakta kararlıdır. Türkiye bu insiyatifler vasıtasıyla, Türk-Yunan ikili ilişkilerindeki olumlu havanın sürdürülmesine gayret etmektedir.(1)Türkiye Cumhuriyeti Disisleri Bakanligi internet sitesi.
Ege sorunlarının, esasen hukuki olmakla beraber, özellikle Ege'de coğrafi olarak dezavantajlı durumda bulunan Türkiye'nin hayati çıkarlarını etkileyen önemli siyasal sonuçları bulunmaktadır.
Yunanistan Ege'de diğer sorunları yok sayarak, sadece kıta sahanlığının sınırlandırılmasını, Türkiye ile Yunanistan arasındaki tek sorun olarak kabul etmektedir. Yunanistan, kıta sahanlığı dışındaki sorunların varlığını reddederek, başta karasularının 12 mile çıkarılması olmak üzere, kendi görüşlerinin '' uluslararası hukuk kuralı '' gibi kabul edilmesini istemektedir. Yunanistan'ın, tek taraflı olarak bu konulardaki dayatmalarının, uluslararsı hukuka uygun hiçbir yanı yoktur. Eğer Ege sorunları çözülecek ise, bunun tarafların birbirlerine kendi görüşlerini dayatmaktan ziyade, birbirlerinin haklarına karşılıklı olarak saygı göstermeleri ile mümkün olabileceği değerlendirilmektedir.
Avrupa Konseyi’nin 10–11 Aralık 1999 tarihleri arasında Helsinki’de icra ettiği Avrupa Konseyi Toplantısında; Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca anlaşmazlıkların barış yoluyla çözümlenmesi prensibi vurgulanmış, üye ülkelerin sınırlar ve ilgili diğer konularda ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözüme ulaştırmak için her türlü çabayı göstermesi, bunun gerçekleşmemesi durumunda ülkelerin makul bir zamanda aralarındaki anlaşmazlığı Uluslararası Adalet Divanı’na sunmaları yönünde tavsiye kararı alınmıştır. Helsinki’de alınan bu karar ile Yunanistan’ın sorunları görüşmeme politikası sona ermiştir.
Türkiye Ege Denizi’ndeki anlaşmazlıkların ikili görüşmaler yolu ile çözülmesini savunmaktadır. Ana hatları itibariyle bunlar;
-
Egemenliği Andlaşmalarla Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklar (EGAYDAAK),
-
Doğu Ege Adalarının Silahsızlandırılmış Statüsü,
-
Karasuları,
-
Kıta Sahanlığı Sınırlandırılması,
-
Hava Sahası,
-
Arama ve Kurtarma Sorumluluğundan
kaynaklanan sorunlardır.
EGEMENLİĞİ ANTLAŞMALARLA DEVREDİLMEMİŞ ADA, ADACIK VE KAYALIKLAR (EGAYDAAK) SORUNU
Ege Denizi’ndeki egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş ada, adacık ve kayalıkları egemenlik sorununun ortaya çıkışı, çoğunluğu Doğu Ege adaları bölgesinde ve Anadolu sahillerine yakın, 11 küçük ve ıssız adacığın iskana açılacağına ilişkin haberlerin Kasım 1995 ayından itibaren Yunan basınında yer almasıyla başlamıştır. Sorun, Figen AKAD isimli Türk ticaret gemisinin Kardak Kayalıkarında 25 Aralık 1995 tarihinde karaya oturmasıyla su yüzüne çıkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun Yunanistanın bağımsızlığını kabul etmesi üzerine, Ege’nin batısında yer alan Eğriboz Adası, Kuzey Sporat ve Kiklat Adaları Yunanistana bırakılmıştır. Diğer bütün adalar üzerindeki Osmanlı hakimiyeti Balkan Harbi öncesine kadar istisnasız devam etmiştir. Balkan Harbini takiben, 13 Şubat 1914 tarihli altı büyük devlet kararı ile, o tarihte Yunan işgalinde bulunan bütün Ege Denizi adalarının (Bozcaada, Gökçeada ve Meis hariç) egemenliklerinin ‘’ silahsızlandırılmış olmaları şartıyla ‘’ Yunanistan’a devredilmesi karalaştırılmış ancak, Ege adalarının bugünkü statüsü; Lozan Barış Antlaşması’nın 6, 12, 15, 16’ncı ve Paris Barış Antlaşması’nın 14’üncü maddeleri ile ortaya çıkmıştır. Buna göre;
- Lozan Barış Antlaşması’nın 6 ve 12’nci maddeleri de incelendiğinde, Yunanistan’a ismen sayılarak egemenlikleri antlaşmalarla devredilenler haricindeki diğer adalar üzerindeki Osmanlı / Türk hakimiyetinin devam ettiği değerlendirilmektedir.
-
Lozan Barış Antlaşması’nın 12’nci maddesi ile Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam, ve Ahikerya Adaları ismen sayılarak ; Taşoz, Bozbaba ve İpsara Adaları ise 1914 tarihli Altı Büyük Devlet Kararına atıf yapılarak Yunanistan’a devredilmiş; Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan Adaları üzerindeki Türk egemenliği teyit edilmiştir.
DOĞU EGE ADALARI'NIN SİLAHSIZLANDIRILMIŞ SORUNU
Doğu Ege Adaları’nın silahsızlandırılmış statülerini toplam 2 grup halinde tasnif etmek mümkündür. Bunlar Boğazönü Adaları 13 Şubat 1914 tarihli Altı Büyük Devlet kararına göre işgal altında olmaları sebebiyle Yunanistan’a verilen adalar Saruhan Adaları ve Menteşe Adalarıdır.
Boğazönü Adaları ile Taşoz, Bozbaba ve İpsara Adalarının Silahsızlandırılmış Statüleri
Bu adaların silahsızlandırılmış statüsünü belirleyen belgeler 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan Kraliyet Hükümeti'ne tebliğ edilen Altı Büyük Devlet Kararı, Lozan Barış Antlaşması madde 12, Lozan Boğazlar Sözleşmesi madde 6 ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi'dir.
Lozan Boğazlar Sözleşmesine göre Yunan egemenliğinde bulunan silahsızlandırılmış statüdeki Boğazönü Adaları, sözleşmenin 4'üncü maddesinde sayılan Limni ve Semadirek Adalarıdır. 13 Şubat 1914 tarihli Altı Büyük Devlet kararına göre işgal altında olmaları sebebiyle Yunanistan'a verilen bahse konu adaların silahsızlandırılmış statülerinin kapsamının da bu çerçevede ayrıca değerlendirilmesi gerekirlidir.
Saruhan Adalarının Silahsızlandırılmış Statüleri
Silahsızlandırılmış statüleri ele alınan Saruhan Adaları, Yunanistan'a Lozan Barış Antlaşması 12'nci maddede ismen sayılarak devredilen Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya adalarıdır. Bu adaların silahsızlandırılmış statüsünü belirleyen antlaşmalar; 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan Kraliyet Hükümetine tebliğ edilen Altı Büyük Devlet kararı ve Lozan Barış Antlaşmasının 12 ve 13'üncü maddeleridir. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması, 13'üncü maddesi Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya Adaları'na ilişkin olarak, herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde bu adaların askerden arındırılmasını açıkça öngörmektedir.
KARASULARININ GENİŞLETİLMESİ SORUNU
Yunanistan, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesini 31 Mayıs 1995 tarihinde 2321 sayılı kanun ile kabul etmiştir. Aynı yasanın 2'nci maddesi gereğince karasularını 12 mile genişletme hakkını saklı tuttuğunu 21 Temmuz 1995 tarihinde beyan etmiştir.
Altı mil rejimine göre Ege'deki karasuları paylaşımı; Türkiye %7.55, Yunanistan % 38.66, coğrafi formasyonların karasuları % 5.37, uluslararası sular ise % 48.42 olacak şekildedir. Her iki ülke karasularını 12 mile çıkardığı zaman Türk karasuları yaklaşık % 1 artarken, Yunan karasuları % 23, coğrafi formasyonların karasuları ise % 5 artacaktır. Bu durumda, Ege'deki, açık deniz oranı % 50 'den %20 'nin altına düşecektir. Ege Denizi'nde karasularının altı milin üzerne genişletilmesi diğer sorunlar üzerine etkisi de dikkate alındığında, Türkiye tarafından kesinlikle kabul edilemez niteliktedir.
Yunanistan'ın karasularını 12 mile çıkarması açıklamasına Türkiye'nin tepkisi sert olmuş, bu yönde bir karar alınması halinde bunun savaş sebebi " casus belli " sayılacağını belirtmiş; ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, 8 Haziran 1995 tarihinde aldığı kararla, Yunanistan'ın karasularını altı milin üzerine çıkarması durumunda, Hükümete askeri güç kullanımı da dahil olmak üzere her türlü tedbiri alma yetkisini vermiştir.
KITA SAHANLIĞI SORUNU
Yunanistan kıta sahanlığı sınırının Doğu Ege Adaları ile Türkiye arasından geçmesini savunurken, Türkiye, Yunanistan'ın Doğu Ege Adaları'nın Türkiye'nin kendi kıta sahanlığı uzantısı olduğunu, dolayısıyla Doğu Ege Adaları'nın kıta sahanlığının bulunmadığını, sadece kendilerine ait karasularının bulunduğunu ve bu doğrultuda kıta sahanlığı sınırının Asya ve Avrupa Kıtalarını birbirinden ayıran
" kıtasal ayırım bölgesinden ", yani Ege Denizi'nin en derin bölgesinden geçmesi gerektiğini savunmaktadır. Türkiye ve Yunanistan, Ege'de kıta sahanlığı ile ilgili olarak 11 Kasım 1976' da Bern Mutabakatını imzalamışlardır. Bu Mutabakat uyarınca taraflar kıta sahanlığının sınırlandırılması konusunda bir anlaşmaya varmak için görüşmelerde bulunmayı kararlaştırmış, aynı zamanda Ege kıta sahanlığını ilgilendiren herhangi bir teşebbüs veya hareketten sakınmayı da taahhüt etmişlerdir. Bern Mutabakatı halen geçerlidir ve ülkemizin kıta sahanlığı sorununun öncelikle ikili görüşmelerle çözülmesi yönündeki tezinin en güçlü kaynağıdır.
KITA SAHANLIĞI SINIRLANDIRILMASINDA TÜRKİYE'NİN TEZLERİ
Ege Denizi kıta sahanlığı uyuşmazlığının esasına ilişkin Türk tezlerinin birkaç noktada toplandığı görülmektedir.
Doğal Uzantının Esas Olması
Türkiye'nin Ege Denizi kıta sahanlığı sınırlandırmasının esasına ilişkin tezlerin temelinde doğal uzantı ilkesi yatmaktadır. Bu tez Uluslararası Adalet Divanı'nın Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığında verdiği karara dayanmaktadır. Türkiye 27 Şubat 1974'te Yunanistan'a verdiği cevabi notasında jeomorfolojik özellikler nedeniyle Anadolu yarımadasının doğal uzantısının Türk kıyıları boyunca ve Türk kıyıları ötesine uzandığı, Ege Deniz yatağının önemli bir bölümünün Anadolu yarımadasının doğal uzantısından teşekkül ettiği ve bu nedenle Türk kıta sahanlığını oluşturduğu, Türk sahillerinin önündeki Yunan Adalarının kendi başlarına bir kıta sahanlığı alanına sahip olmadıkları belirtilmiştir.
Ege Denizi'nin deniz dibi, "Ege Oluğu" denilen bir doğal kesintiyle "S" şeklinde kuzeyden güneye, nispeten Yunanistan ana kıta ülkesine daha yakın bir eksende ikiye bölünmekte ve bu kesinti her iki devletin kıta ülkelerinin deniz altındaki "doğal uzantısı" nın sınırını oluşturmaktadır.Bu doğal uzantının üzerinde bulunan ve büyük bölümüyle Yunanistan'a ait olan adalar, bu doğal uzantının su üzerine çıkmış çıkıntılarından başka birşey değildir. Bu nedenle de kıta sahanlığı hakları olamayacaktır.
Lozan Dengesi
Türkiye bu tezi ile, Lozan Barış Antlaşması'nın Ege Denizi'nde Türkiye ve Yunanistan arasında bir "denge" kurduğunu ve Ege Denizi'nin iki devlet tarafından eşit kullanımının gerektiğini belirterek, bu dengenin kıta sahanlığı sınırlandırılması açısından da gözetilmesini savunmaktadır.
Türk Hükümeti, Ege Denizi kıta sahanlığı alanlarının sınırlandırılmasının her iki ülkenin hayati çıkarlarını doğrudan etkilediğine işaret etmek ister. Bu nedenle Türk Hükümeti, Ege Denizi'nde kıta sahanlığı alanları sınırlandırılmasının karşılıklı kabul edilebilir çözümünün, 1923 Lozan Barış Antlaşması ile kurulan hassas dengenin korunması için önemli olduğuna inanmaktadır. Bu görüş, kamuoyuna 19 Haziran 1976 tarihinde II. Bern görüşmeleri sırasında Türk heyeti tarafından açıklanmıştır. Ayrıca, Türk tarafının bu görüşleri, 1-4 Aralık1978 tarihlerinde iki devlet teknik heyetlerinin Paris'te yaptıkları kıta sahanlığı görüşmeleri esnasında basına da yansımıştır.
Lozan Barış Antlaşması'nda elbette kıta sahanlığına ilişkin herhangi bir hüküm yoktur. Ayrıca, karasularına ilişkin bir hüküm de bulunmamaktadır. Bununla beraber Sözleşme'nin yapıldığı dönemde her iki ülkenin de karasuları 3 mildir. Buna bağlı olarak Ege Denizi'nde geniş bir açık deniz alnı bırakılmıştır. Daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi Ege Denizi'nde karasularının genişletilmesi Ege açık denizinin Yunanistan lehine karasularına dönüştürülmesi anlamına gelir ve Türkiye'nin aleyhinedir. Lozan Antlaşması yapılırken bırakılan bu geniş açık deniz alanları, Lozan Antlaşması yapılırken mevcut koşullarından birisidir ve Lozan Barış Antlaşması ile tesis edilen hassas dengenin Türkiye lehine sonuçlar veren bir parçasını oluşturmaktadır. Kıta sahanlığı sınırlandırması yapılırken, bu durum da dikkate alınmalıdır.
Hakçalık İlkelerinin Uygulanması
Türkiye'nin Ege Denizi kıta sahanlığı uyuşmazlığının esasına ilişkin tezlerinin sonuncusunu hakçalık ilkesi oluşturmaktadır. Türkiye, bu tezini ilk olarak Yunanistan'a verdiği 27 Şubat 1974 tarihli cevabi notasında, " eşit uzaklık " ilkesini reddederken Uluslararası Adalet Divanı'nın 1969 tarihli kararına atıf yaparak "çekingen bir şekilde" ileri sürmüştür. Türkiye iki nedenle sınırlandırmanın hakça ilkeler çerçevesinde yapılması gerektiğini ileri sürdüğü görülür:
- Ege Denizi'nde ortay hattın doğusunda ( Türk kıta sahanlığı üzerinde) bulunan Yunan Adaları, bulundukları yer, büyüklükleri ve barındırdıkları nüfus itibariyle özel koşul oluştururlar.
- Ege Denizi, içindeki adaların deniz alanlarının kıyı devlerlerince müştereken belirlenmesi gereken yarı kapalı bir denizdir.(2)Ege Sorunlarina Bakis-Ismail AKBABA - Pusula Dergisi
1923’te imzalanan Lozan Antlaşması genel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi olarak bilinir. Ancak, Lozan Antlaşması sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası arenada eşit egemen bir devlet olarak tanınmasını sağlayan bir antlaşma değil; aynı zamanda dağılan Osmanlı İmparatorluğu’ndan genç Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalan bir çok sorunun da çözüme bağlandığı kendine özgü bir belgedir.
Bu bağlamda Lozan Antlaşması, Musul – Kerkük sorunundan Ermeni meselesine; kapitülasyonların kaldırılmasından azınlıklara; Türk – Yunan ahali mübadelesinden Boğazların statüsü tartışmalarına kadar çok geniş bir yelpazede Türkiye’nin direk ve dolaylı olarak taraf olduğu sorunlara yönelik çözümlerin tanımlandığı çok taraflı bir akit konumundadır. Ancak, antlaşmanın bu geniş kapsamına rağmen ağırlıklı olarak odaklandığı sorunlar Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlardır. Bunun temel nedeni de, bağımsızlığını Yunan işgaline karşı mücadele ederek kazanmış olan yeni Türkiye’nin devletler sistemi içerisindeki varlığının, komşu Yunanistan ile mevcut ve geniş bir tarihi derinliğe sahip meseleler üzerinden meşruiyete kavuşturulmuş olmasıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında Lozan Antlaşması, dönem itibariyle Türkiye ile Yunanistan arasındaki üç temel soruna çözüm sağlayacak şekilde hazırlanmış bir metindir. Bunlardan birincisi, ki o dönem yeni kurulan Türk Ulus Devleti’nin sınırları içinde homojen nüfus yapısının sağlanması açısından elzem olan, Türk – Yunan ahali mübadelesidir. Ahali mübadelesi ile doğrudan ilişkili olan ikinci husus ise azınlıklar meselesi olmuştur. İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’daki Türkler her iki ülkenin sınırları içerisinde hukuki statüleri belirlenmiş azınlıklar olarak bırakılmışlardır. Üçüncü ve her iki ülkeye de günümüze kadar uzanacak uzun bir sorunlar mirası bırakan husus ise Ege Denizi ile ilgili tartışma olmuştur. Lozan’da yürütülen uzun müzakerelerden sonra İmroz (Gökçeada), Bozcaada ve küçük Tavşan Adaları dışındaki Kuzey Ege Adaları ve Oniki Ada Yunanistan’a bırakılmış ve o dönem sorun teşkil etmeyen ancak özellikle Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin seyrini etkileyecek olan kara suları meselesi de çözüme bağlanmıştır.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara suları sorunlarını tanımlayabilmek için öncelikli olarak kara suları kavramının uluslararası hukuktaki tanımını analiz etmek gerekmektedir. Bir çok devlet arasında sorun teşkil eden bir konu olması sebebiyle, kara suları kavramı uluslararası hukuk normlarının belirlendiği antlaşma ve sözleşmelerde tanımlanırken kavramsal açıdan bir çok zorlukla karşılaşılmıştır. Sorun, Türkiye ile Yunanistan arasında ortaya çıktığında ise daha da karmaşık bir hal almaktadır. Ege Denizi’nin coğrafi yapısından kaynaklanan kendine has özellikleri her iki ülkeyi kara suları sınırlarını belirlerken çatışma ihtimaline kadar sürüklemektedir. Bu sebeple, Türk – Yunan kara suları sorununu anlamaya çalışırken, sorunun tarihi arka planına detaylı olarak bakılmalıdır. Son olarak ise uluslararası hukuktaki mevcut tanımlamalar ışığında hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın kara suları ile ilgili tezleri derinlemesine analiz edilerek bir ölçüde de olsa haklı tarafın kim olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmakta fayda vardır. Ancak bu şekilde kara suları meselesi açık bir şekilde anlaşılır olabilir.
Kara Sularının Tarihi Gelişimi ve Kavramsal Çerçeve
Kara suları kavramının uluslararası hukukta bir sorunsal olarak ortaya çıkışı ve hukuki kodifikasyonu tam olarak II. Dünya Savaşı sonrasına rast gelse de, aslında deniz hukukunun ve kara suları kavramının oluşumu çok daha öncesine gider. İlk olarak 1855 tarihli The Schooner Washington Tahkimi’nde kara suları kavramının kullanıldığı bilinmektedir. Kanada ile ABD arasındaki Fundy Körfezi’nde 10 mil açıkta balık avlarken el konulan bir Kanada gemisi ile ilgili Amerikan mahkemeleri tarafından alınan bu kararda ABD’nin 10 millik bir alanda egemenlik haklarına sahip olduğu vurgulanmış ve bu alan “kara suları” olarak tanımlanmıştır. Bundan sonra, kıyı devletleri arasındaki sularda egemenlik haklarının çerçevesini çizen “kara suları” kavramı hukuk literatürüne girmiş ancak uluslararası hukukta yasal bir olgu haline gelmesi için bir dizi gelişmenin yaşanması ve sözleşmelerin daha yapılması gerekmiştir.
19. yüzyılın ortalarından itibaren özellikle balıkçılık yapılırken kullanımı ciddi sorun haline gelmeye başlayan Kuzey Denizi ile ilgili yürütülen müzakereler kara suları kavramının ilk kez çok taraflı olarak kabulü ile sonuçlanmıştır. 1882’de İngiltere, Almanya, Belçika, Fransa, Danimarka, Hollanda ve İsveç tarafından imzalanan Kuzey Denizi Balıkçılık Konvansiyonu, Kuzey Denizi’ne kıyısı olan devletlerin bayrağını taşıyan teknelerin ancak 3 mil açığa kadar balıkçılık yapabileceklerini belirlemiş ve buna bağlı olarak imzacı devletlerin kara sularının 3 milden fazla olamayacağı ilkesini hükme bağlamıştır. Hukuki açıdan bakıldığında bu belge, kara suları kavramının evrenselleşmesindeki ilk adım olarak görülebilir. Çünkü, kara sularının sınırlandırılması konusunda imzalanan ilk çok taraflı sözleşmedir.
Kuzey Denizi Balıkçılık Konvansiyonu’nu müteakiben, özellikle denizlerin münhasır ekonomik alanlarının kullanımı konusunda anlaşmazlıkların ortaya çıkmasıyla kara suları konusunda daha geniş mutabakatlı tanımlamalara ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda 19. yüzyıldaki en önemli adım Süveyş Kanalı’nın kullanımı ile ilgili yaşanan anlaşmazlıklar sonucu İstanbul’da imzalanan konvansiyondur. Bu belge, kara suları kavramının siyasi anlamda evrensel bir boyut kazanmasında dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Keza, 1888 İstanbul Konvansiyonu’na imza koyan devletler arasında Osmanlı Devleti’nin de bulunması sebebiyle, Türkiye’nin kara suları konusunda ilk kez hukuki bir tanımaya imza koyması açısından da önem arz etmektedir. Bu konvansiyon ile Süveyş Kanalı’nın statüsü belirlenmiş, bunun yanında bütün devletlerin kara sularının 3 mil olması gerektiği açık bir şekilde hükme bağlanmış olup, 3 milden sonraki deniz alanları da açık deniz olarak tanımlanmıştır. Bundan sonra, 1893’teki Bering Tahkimi ile Rusya ve ABD arasında Bering Boğazı bölgesindeki kara suları 3 mil olarak belirlenmiş; Milletlerarası Hukuk Cemiyeti tarafından yapılan kodifikasyon çalışmaları neticesinde 1894’te kara sularının 6 mile çıkarılması önerilmiştir. Bu noktada, 6 mil önerisinin dönemin şartları göz önüne alındığında henüz erken bir öneri olduğu açıktır ancak, 19. yüzyıl sonu itibariyle 3 millik egemenlik alanı kavramının hukuki bir norm haline geldiği aşikardır.
Uluslararası hukukun yasalaştırılması anlamında ilk meşru antlaşma olarak kabul edilen 1907 tarihli İkinci Lahey Konferansı Sözleşmesinde kıyı devletlerinin savaş hallerinde yabancı gemilere hangi şartlar altında el koyabileceğine ilişkin bazı kurallar belirlenmektedir. Açık bir kara suları tanımlaması yapılmasa da deniz muharebelerinde zapt hakkını belirleyen sözleşmenin üçüncü maddesinde kıyı devletine kendi sahiline yakın bölgelerde seyreden düşman ülke gemilerini kontrol ve düşmanlığa katıldıkları takdirde de zapt hakkı tanınmaktadır. Nitekim, Türkiye’yi ilgilendirmesi bakımından, 1911 – 1912 Trablusgarp Savaşı esnasında Osmanlı Devleti ve İtalya arasında Akdeniz’de bazı ticari gemilere el koymalar yaşanmış, her iki devlet de 1907 Lahey Sözleşmelerini referans göstererek sahillerine yakın bölgelerde seyreden ve düşmanlık sergileyen gemilere el koyma haklarının olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu aşamada, bu ilkel tanımlama ve örneklerin henüz kavramsal bir kara suları tanımı oluşturduğunu söylemek zordur. Çünkü, denizlerdeki egemenlik haklarını tanımlayan bu anlaşmalarda daha çok bölgesel yada iki devlet arasında kalan alanların statüsünün belirlenmesi söz konusudur. Bu açıdan, henüz evrensel bir norm olarak da kara sularından bahsetmek doğru değildir. Ancak bu gelişmeler, devletlerin denizlerdeki egemenlik haklarını ve bu haklarını sahillerine yakın bölgelerde, genel olarak 3 mil sınırı içinde, ne şekilde kullanacaklarını tespit etmesi bakımından “kara suları” kavramının uluslararası hukuktaki ilk ortaya çıkışı olarak kabul edilmelidir.
Bundan sonra, II. Dünya Savaşı sonrası döneme kadar geçen süre içinde kıyı devletlerinin daha çok ikili anlaşmalarla denizlerdeki egemenlik haklarını belirledikleri gözlenmektedir. Kara suları kavramı, bu erken dönemde henüz evrensel bir norm olarak kabul edilmese de bir çok devletin yaptıkları ikili sözleşmelerde, mesafe de telaffuz ederek, kıyılardaki hareket alanlarını belirledikleri görülür. Bu açıdan, Lozan Antlaşması’nda kabul edilen Türkiye ile Yunanistan arasındaki 3 millik kara suları sınırı önemli bir örnek teşkil etmektedir. O dönemde, herhangi bir sorun teşkil etmeyen bu sınırlama, daha II. Dünya Savaşı başlamadan denizlerin ticari ve askeri anlamda kullanımının öneminin anlaşılmasıyla birlikte uzun vadede karmaşık ve derin bir soruna dönüşecektir. Buna rağmen, iki savaş arası dönemde kara suları ile ilgili sorunlar üye devletler tarafından sık sık Milletler Cemiyeti gündemine getirilmiştir. Bu dönemde, uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan liberal yaklaşımlar; sorunların savaşla değil, barış ve diplomasi yoluyla çözümü anlayışı sonucunda deniz sorunları ile ilgili ilk konferans 1930’da Lahey’de yapılmıştır. 1930 Lahey Konferansı’nda kara sularında ulaşım serbestliği, kıyı devletinin hakları, esas çizgi, zararsız geçiş ve bitişik bölge konularında genel bir anlaşma sağlanmış ancak kara sularının genişliği konusunda herhangi bir görüş birliğine varılamamıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ilk olarak Truman Doktrini ile gündeme gelen kara suları meselesi bu dönemde kıta sahanlığı ile birlikte ele alınarak dar bir mesafe anlamından çıkarılmış ve kıyı devletine deniz yatağında da haklar sağlayan çok daha geniş bir kavram olarak 1950’lerde uluslararası hukukta yerleşmeye başlamıştır.
Kara suları ve kıta sahanlığı ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı Soğuk Savaş’ın ilk döneminde 1958’te Cenevre’de toplanan Birleşmiş Milletler I. Deniz Hukuku Konferansı’nda ülkelerin farklı mesafelerde kara suyu genişliği önermeleri sebebiyle anlaşma sağlanamamıştır. 1960’ta toplanan II. Deniz Hukuku Konferansı’nda da kesin bir genişlik üzerinde uzlaşma sağlanamamıştır. Bunun temel sebebi, bazı ülkelerin 12 millik kara suları sınırları oluşturma çabalarına karşın, özellikle kapalı ve yarı kapalı denizlere kıyısı olan ülkelerin egemenlik haklarının sınırlanacağı gerekçesiyle 12 mil uygulamasına karşı çıkması olmuştur.
Soğuk Savaş’ın son dönemine kadar kara suları genişliği konusunda evrensel anlamda kesin bir anlaşma sağlanamamıştır. Ancak, devletlerin ikili anlaşmalarla 6 mil ve 12 millik kara suları sınırı uygulamalarına gittikleri görülmektedir. Hatta, özellikle okyanusa kıyı devletlerin 200 mil kara suları sınırı belirledikleri görülmektedir.
Gerek 1958 ve 1960 konferanslarında kara suları sınırı üzerinde anlaşma sağlanamamış olması; gerekse de Soğuk Savaş döneminde devletlerin çok farklı mesafelerde kara suları sınırı uygulamalarına gitmesi bir takım sorunları beraberinde getirmiştir. Örneğin, 6 millik kara suları sınırı uygulayan bir devletin denizlerdeki egemenlik haklarının, 12 mil ve 200 mil kara suları sınırı uygulayan devletlere oranla daha kısıtlı olması Birleşmiş Milletler nezdinde girişimlerin artmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda, 1974’te Venezuela’nın başkenti Karakas’ta toplanan III. Deniz Hukuku Konferansı 1982’de Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin imzalanması ile sonuçlanmıştır. Türkiye gibi bazı devletler bu sözleşmeye imza koymasa da bugün geçerli olan deniz hukuku ile ilgili normlar ve kara sularının kavramsal çerçevesi bu sözleşme ile daha net olarak belirlenmiştir.
10 Aralık 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin Kara Sularının Sınırları başlıklı ikinci kısmının üçüncü maddesinde yer alan “her devlet kara sularının genişliğini bu sözleşmeye uygun olarak saptanan esas hatlardan itibaren ölçülen, 12 deniz milini aşmayacak bir sınıra kadar tespit etme hakkına haizdir” hükmü ile ilk kez kara suları sınırının genişliği ile ilgili evrensel bir ölçüt belirlenmiş olmaktadır. Aynı zamanda kara sularının kavramsal çerçevesi çizilmekte ve kara sularının nasıl belirleneceği hükme bağlanmaktadır. Buna göre, kara sularının sınırları iç, dış ve yan sınır olmak üzere üç şekilde belirlenmektedir. Çok girintili çıkıntılı olmayan kıyılarda temel iç sınır çizgisi denizin en düşük git (cezir) çizgisidir. Girintili çıkıntılı kıyılarda ise düz hatlar çizilerek iç sınır oluşturulur. Kara sularının dış sınırı, her noktası iç sınırın en yakın noktasına, kara suları genişliğine eşit uzaklıkta olan çizgidir. İki kıyı arasında kalan sularda ise orta çizgi yöntemi uygulanır. Kara sularının yan sınırı (komşu iki devletin kara suları arasındaki sınır), kara sınırının kıyıyla kesiştiği noktadan başlayarak iç sınırın her iki devlete de en yakın noktalarına eşit uzaklıkta bir çizgidir. Kara suları devlet ülkesinin bir parçası olarak kabul edildiğinden kıyı devleti bu sularda kesin egemenliğe sahiptir.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara suları sorununun temeli Lozan Antlaşması’na kadar uzansa da, 1980’lerin başına kadar iki ülke arasında derin bir sorun olmaktan uzak kalmıştır. 1982’deki Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile 12 mile kadar kara suları sınırı belirleme hakkının devletlere verilmiş olması, Ege’de egemenlik haklarını genişletmek isteyen Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarmak istemesi sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda, Türkiye için savaş nedeni (casus belli) sayılabilecek nitelikte bir kara suları sorununun ortaya çıkışı 1980’lere rastlamaktadır. Sorunun bugün gelmiş olduğu noktayı anlayabilmek için kısaca tarihi gelişimini incelemek ve Ege Denizi’ndeki egemenlik alanlarının paylaşımı konusunda yaşanan rekabetin kara suları sorunu üzerinden yürütülerek bugün hangi noktaya geldiğini anlamaya çalışmak gerekmektedir.
Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Kara Suları Sorununun Tarihi Arka Planı
Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir ulus devlet olarak uluslararası sistem içerisindeki yerini aldığı 1923’te kara suları ile ilgili evrensel bir tanım ve sınırlama yoktu. Bu nedenle, Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara suları sınırı Lozan Antlaşması’nın 12. maddesinde kısa bir tanımlama ile 3 mil olarak belirlenmiştir. Bu dönemde her iki ülke tarafından da denizlerin münhasır ekonomik alanlarının kullanılması söz konusu olmadığından; denizlerdeki egemenlik alanları genel olarak askeri ve ticari gemilerin serbest hareketi olarak anlaşıldığından ve özellikle uzun savaşlar sonucu her iki ülkenin de yeni bir çatışmadan uzak durma anlayışına sahip olmasından dolayı Ege’deki egemenlik alanı tartışması çok uzamamış; kara suları sınırının 3 mil olması yönünde mutabakat sağlanmıştır.
Yunanistan’da faşist Metaksas diktatörlüğünün iktidarı ele geçirmesinden sonra gerek artan Yunan milliyetçiliği ve yeniden canlandırılmaya çalışılan “Megali İdea” fikri, gerekse de Türkiye aleyhine genişleme çabalarının sonucu olarak 17 Eylül 1936 tarih ve 230 sayılı Yunan Bakanlar Kurulu kararı ile Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki kara sularının 6 mile çıkarıldığı ilan edilmiştir. Bu, Türkiye tarafından tanınmayan tek taraflı bir karardır. Ancak, o dönemde Atatürk – Venizelos yakınlaşmasının ortaya çıkardığı ikili ilişkilerdeki dostluk havası; Türkiye’nin Balkan Antantı ile Balkanlarda barış ve istikrara öncülük etme çabaları ve faşist İtalya’nın Akdeniz’de yayılmacı emellerle bir tehdit unsuru haline gelmesi, Yunanistan ile ittifaka önem addeden Türkiye’nin bu gelişmeye pek fazla ses çıkarmamasına neden olmuştur.
Türkiye, uzun süre Ege Denizi’ndeki kara suları genişliğinin 6 mile 3 mil olması durumuna sessiz kalmıştır. II. Dünya Savaşı’nın tehlikesi; işgal altındaki Yunanistan’ın zaten Ege’de bir hak iddia edecek durumda olmaması; savaş sonrası ortaya çıkan komünizm tehdidi ile Batı İttifakı içerisinde yer alma çabalarının sonucu olarak Yunanistan’la 1950’lerde de devam eden yakın ikili ilişkiler bu durumu yaratan başlıca sebeplerdir. Ancak, 1950’lerin sonunda ortaya çıkmaya başlayan Kıbrıs bunalımı her alanda olduğu gibi Ege’de de Türkiye ve Yunanistan’ı karşı karşıya getirmiştir. Kıbrıs nedeniyle gerilen ilişkilerdeki dostluk havası dağılmış ve Türkiye 1964’te çıkardığı Kara Suları Kanunu ile Ege Denizi’ndeki kara suları sınırını 6 mil olarak belirlemiştir. Daha sonra, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin tanıdığı hakla Yunanistan Ege’deki kara sularını 12 mile çıkarma girişiminde bulunmuş ancak Türkiye bu durumu savaş nedeni (casus belli) sayacağını açıklayınca bu girişimden vazgeçmiştir. Bu 12 mil iddiası bugünkü sorunların temelini oluşturmakla birlikte, an itibariyle her iki ülkenin de resmi kara suları sınırı 6 mildir. Buna bağlı olarak, Ege Denizi’nin %7.47’si Türk kara suları, %43.68’i Yunan kara sularıdır; %48.85’i ise açık denizdir.
Yunanistan’ın Kara Suları ile İlgili Tezleri
Yunanistan bugün, Ege Denizi’ndeki kara suları sınırını resmiyette 6 mil olarak kabul etmektedir. Ancak, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde devletlere kara sularını 12 mile çıkarma hakkı verilince 1930’larda yeniden uyanan Megali İdea fikri, 1980’lerde artan Türkiye aleyhtarlığı ile birleşince Yunanistan’ın Ege’deki genişleme arzuları tetiklenmiş oldu. Bu genişleme isteklerine hukuksal bir dayanak da oluşunca Yunanistan kara sularını 12 mile çıkarma girişiminde bulundu. Ancak, Türkiye bu durumu savaş sebebi sayınca 1980’lerde iki NATO müttefiki arasında ciddi çatışma ihtimalleri ortaya çıktı ve özellikle ABD’nin girişimleriyle Yunanistan 12 mil çabalarından vazgeçirildi.
Fakat buna rağmen, Yunanistan Ege’deki 12 mil hakkından hiçbir zaman vazgeçmemiş ve bunu hukuki gerekçelendirmelerle her zaman sıcak tutmaya çalışmıştır. Aslında, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi evrensel anlamda kara suları sınırlarını belirleyen tek sözleşme olarak kabul edilirse, imzacı devlet olarak Yunanistan’ın kara sularını 12 mile genişletme hakkının olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca, yine bu sözleşme ile 12 mil kara sularının genişliğini saptamak kıyı devletinin egemenlik yetkisine bırakılmaktadır. Bu gerekçelerle Yunanistan 12 mil hakkını her daim saklı tutmaktadır.
Yunanistan, Ege’deki adaları da anakaranın bir parçası olarak görmekte ve bu sebeple 12 mil olmasa bile 6 millik kara suları hesaplamasında dahi Anadolu anakarasına en yakın Yunan adasının baz alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu teze gerekçe olarak da, anakara topraklarının adalar ile birlikte Yunanistan’ın ülkesel bütünlüğünü oluşturduğu ve adalar ile anakara arasında başka bir ülkenin (bu durumda Türkiye) kara sularının bulunmasının hukuka aykırılığını göstermektedir.
Bu iki temel nokta üzerinden tezlerini şekillendiren Yunanistan, Türkiye’nin itirazlarını da haksız çıkarmak amacıyla Yunan egemenlik alanlarının genişlemesinden Türkiye’nin zarar görmeyeceği iddiasındadır. Türkiye’nin her zaman “zararsız geçiş” hakkına sahip olduğunu ileri sürerek, Türk ticaret ve savaş gemilerinin Ege’den geçişinin sınırlandırılmayacağı yönünde Türkiye ve Dünya kamuoyunu inandırma çabalarına girmektedir. Ayrıca, Yunan tezinde Türkiye’nin Ege’de hakkaniyet ölçülerinde bir egemenlik paylaşımına gidilmesi yönündeki görüşü eleştirilmekte; hakkaniyet arayışının söz konusu olması durumunda, öncelikli olarak Ege Denizi’ndeki adalarda yaşayan nüfusun tamamının Yunan olduğu ve bu nüfusun Yunanistan’ın toplam nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturduğu gerçeğinin göz önünde bulundurulması gerektiği ileri sürülmektedir.
Özetle, Yunanistan’ın Ege’deki kara suları ile ilgili tezleri üç ana başlık altında toplanabilir. Birincisi kara suları genişliğini 12 mile çıkarma hakkının olduğu yönündeki iddiadır. Bu görüş temel olarak 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne dayandırılmaktadır. İkincisi, kara suları sınırı 6 mil olsa dahi Yunanistan anakarasından bağımsız olarak Ege’deki adaların da kara suları sınırı olduğu yönündeki iddiadır. Bu iddiaya göre, Ege Denizi yarı kapalı deniz konumunda olduğundan dolayı adalar ve anakara bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’nin 6 millik kara suları adalar ile Yunan anakarasının arasına girdiğinden dolayı bu durum hukuka aykırılık teşkil etmektedir. Dolayısıyla, Yunan kara suları hesaplanırken Anadolu anakarasına en yakın Yunan adasından başlayarak Yunanistan’ın kara suları hesaplanmalıdır. Son olarak da, Yunan kara sularının 12 mile çıkarılmasının Türkiye’nin haklarına bir zarar getirmeyeceği iddiasıdır ki, uluslararası hukuka göre her zaman zararsız geçiş hakkı olduğundan dolayı Türkiye’nin egemenlik haklarından herhangi bir şey kaybetmeyeceği ileri sürülmektedir.
Türkiye’nin Kara Suları ile İlgili Tezleri
Türkiye’nin Ege’deki kara suları sorunu ile ilgili tezleri, kendi kara suları genişliği ile ilgili değil, daha çok Yunanistan’ın iddialarına karşı geliştirilen anti-tezler niteliğindedir. Yunanistan’ın 12 mil iddiasıyla ortaya çıkan “savaş nedeni” durumu Türkiye’yi, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni dayanak alan Yunan iddialarını çürütme çabalarına sürüklemiştir. Bu sebeple öncelikli olarak, Türkiye’nin kara sularını 6 milden daha fazlaya çıkarma gibi bir girişiminin hiçbir zaman olmadığını; aksine her iki ülkenin de 6 mil kara suları sınırına sahip olarak Ege’deki mevcut statükonun korunmasından yana tavır aldığını vurgulamak gerekir.
İlk olarak Türkiye, Yunan tezlerinde öne sürüldüğü üzere 12 mil hakkının genel olarak kabul edilen bir hukuk kuralı oluşturmadığını iddia etmektedir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne ilişkin olarak Türkiye, 24 Şubat 1983 tarihli itirazında kara suları genişliğinin 12 mil olarak belirlenmesinin herhangi bir uluslararası teamül hukuku kuralına dayanmadığını öne sürerek 12 mil sınırının dayanaksız olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Türkiye, devletlerin 3 milden 200 mile değişen genişliklerde çok farklı kara suları sınırı uygulamalarına sahip olduğunu belirterek sadece 12 mil sınırının bir uluslararası hukuk kuralı olarak uygulanmasının mantıksızlığına dikkat çekmektedir.
İkinci ve Türkiye’nin üzerinde önemle durduğu tez ise, 12 mil kuralı bir uluslararası hukuk teamülü haline gelse dahi, Türkiye bu kuralı hiçbir zaman benimsememiş olduğundan ve Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamadığından dolayı, bu kuralın Türkiye’ye karşı ileri sürülemeyeceği yönündedir. Bu kapsamda Türkiye, en başından beri Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi müzakerelerinde 12 mil kuralına sürekli itiraz etmiştir. Bu durumda Türkiye, herhangi bir uluslararası hukuk teamülünün oluşumunda bir devletin sürekli karşı tavır alması ve ilgili antlaşmayı imzalamaması durumunda o kuralın o devlet için bir bağlayıcılığı bulunmadığı ilkesini öne sürerek Yunanistan’ın 12 mil hakkını tanımamaktadır. Örnek olarak, İngiltere ile Norveç arasındaki balıkçılık bölgeleri anlaşmazlığında Norveç lehine olan 18 Aralık 1951 tarihli Uluslararası Adalet Divanı kararında şu gerekçe öne sürülmektedir: “10 millik kara suları kuralına Norveç Hükümeti en başından beri karşı olduğundan dolayı, 10 millik kara suları kuralı İngiltere tarafından Norveç’e karşı uygulanamaz”. Buradan hareketle Türkiye, 12 mil kuralına en başından beri karşı olduğu için ve sözleşmeye taraf olmadığından dolayı 12 mil kuralının kendisine karşı uygulanması konusunda hiçbir devlete hak olarak tanınamayacağını ileri sürmektedir.
Türkiye’nin üçüncü anti-tezi ise BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 300. maddesine dayanmaktadır. Bu maddede, 12 mil hakkının karşı kıyı devletinin egemenlik alanlarını suistimal etmek amacıyla kullanılamayacağı açıkça hükme bağlanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye, Ege Denizi’nin coğrafi özelliklerinin göz önünde bulundurulması gerektiğini; Ege Denizi’nin yarı kapalı konumda bir deniz olmasından dolayı söz konusu sözleşmenin 300. maddesine istinaden bir devletin kara suları sınırı saptanırken karşı kıyı devletinin açık denizle bağlantısını engellemeyecek biçimde belirlenmesinin gerektiğini; aksi halde suistimal oluşacağını ve sözleşmenin 300. maddesinin ihlal edileceğini savunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin iddiasına göre, Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarması, Türkiye’nin Ege’de açık denizle bütün bağlantısını kesmekte ve Yunanistan’ın bizzat taraf olduğu BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni ihlal ettiği anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak Türkiye’nin, Yunanistan’ın 12 mil iddiasına karşı anti-tezleri de üç ana başlık altında toplanmaktadır. 12 milin genel olarak kabul edilen bir teamül olmadığı iddiası, Türkiye’nin en başından bu yana 12 mil kuralına kararlı ve istikrarlı bir şekilde karşı çıkmasına dayanmaktadır. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamamış olması ve bu sözleşmeye taraf olmadığından dolayı 12 mil konusunda kendisini bağlayıcı bir durumun söz konusu olamayacağı iddiası da uluslararası hukukun bağlayıcılığı ile ilgili genel boşluktan kaynaklanan bir tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Son olarak, sözleşmenin 300. maddesinin dayanak gösterildiği 12 mil kuralının karşı kıyı devlet aleyhine suistimal olarak kullanılamayacağı iddiası ise genel bir hakkaniyet ölçüsü çerçevesinde bir itiraz olarak geliştirilmiştir.
Türkiye’nin Tezleri Üzerine Bir Değerlendirme
Türkiye’nin ilk olarak öne sürdüğü 12 mil kuralının bir uluslararası hukuk teamülü olamayacağı iddiası bir takım dayanakları olan geçerli bir iddiadır. Her ne kadar Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi 12 mili devletlere bir hak olarak tanısa bile bunun Ege Denizi gibi yarı kapalı ve özel konumdaki bir deniz alanı söz konusu olduğunda bir uluslararası hukuk teamülü olarak kabul edilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü, hem farklı uygulamalara giden devletler mevcut olduğu gibi, hem de bir uluslararası hukuk kuralı oluşturulurken bunun asgari ölçekte bir takım teamüllere dayanması gerekmektedir. Dolayısıyla, uluslararası hukukun temellerinden birini oluşturan teamüllere dayanmayan kurallar, genel kural haline getirilmeye çalışılsa dahi bu kurala taraf olmayan bir devlet açısından bağlayıcılığı yoktur. 12 mil kuralı da herhangi bir teamüle dayanmadığından dolayı, uluslararası hukukun bir devlete kara sularını 12 mile çıkarma hakkı vermiş olması diğer devletlerce açık bir şekilde tanınsa dahi bu kuralın geçerli olduğuna dair bir koşul olarak görülemez.
12 mil bir genel kural haline gelse bile Türkiye’ye karşı öne sürülemeyeceği tezi de bir takım geçerli ve meşru nedenlere dayanmaktadır. Öncelikli olarak, eğer bir teamül kuralına karşı, bağlayıcı nitelik kazanmasından önce sürekli bir biçimde getirilen bir itiraz var ise bu kural, ona sürekli olarak karşı çıkmış ve onu tanımamış bir devleti bağlamaz. Böyle bir durumda, 12 mil bir teamül haline gelse dahi Türkiye bu kuralın bağlayıcılık alanının dışında kalır. Çünkü Türkiye, BM Deniz Hukuku Sözleşmesine ilişkin müzakerelerin başladığı 1974 Karakas Konferansı’ndan başlayarak bugüne kadar 12 mil kuralına sürekli ve istikrarlı bir şekilde karşı çıkmış ve çıkmaktadır. Ayrıca, bu duruma ilişkin uluslararası hukuk kararları da mevcuttur. Yukarıda zikredilen İngiltere-Norveç örneğine benzer 1974’teki bir başka davada Uluslararası Adalet Divanı, İzlanda 12 mil kuralına sürekli itiraz ettiğinden ve en başından bu yana kabul etmediğinden dolayı bu kuralın İngiltere tarafından İzlanda’ya karşı uygulanamayacağına hükmetmiş, İzlanda’nın aleyhine kara sularını 12 mile çıkarmak isteyen İngiltere’yi haksız bulmuştur. Bu durumda, en başından bu yana 12 mil kuralının teamül haline gelmesine karşı çıkan ve sözleşmeyi imzalamayan Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarma hakkının bulunduğu söylenemez.
Son olarak, 12 mil kuralı ile ilgili Yunan tezlerinde bir suistimal, uluslararası hukuk kuralının başka bir devlet aleyhine kötüye kullanılması söz konusudur. BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 300. maddesine göre devletler sözleşme hükümleri uyarınca üstlendikleri yükümlülükleri iyi niyetle yerine getirmeli ve sözleşmede tanınan hakları, yetkileri ve serbestileri hakkın kötüye kullanılmasını oluşturmayacak biçimde kullanmalıdırlar. Ancak, kara sularını 12 mile çıkarma isteği, 12 mil kuralının adalara da uygulanması ile ilişkili olduğundan dolayı Yunanistan’ın Ege’yi tam bir kapalı deniz haline getirme amacını güttüğü açıktır. Yunanistan kara sularını 12 mile çıkardığı takdirde, Ege’nin %70’i Yunan kara sularından oluşacaktır. Bu durumda Türkiye’nin açık denizle bağlantısı tamamen kesilmektedir. Dolayısıyla burada çok açık bir şekilde BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 300. maddesinde belirtilen suistimal ve kötüye kullanma söz konusudur. Bir uluslararası hukuk kuralının uygulanmasında bir başka devlet aleyhine suistimal ve kötüye kullanma var ise, o kural geçerli bir kural olmaktan çıkmaktadır. Bu ilkeden hareketle, Yunanistan’ın 12 mil hakkına sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
Sonuç
Tarihi süreç içerisinde birbirini izleyen bir çok önemli olayın sonucu olarak şekillenen uluslararası hukuk kuralları bir çok uluslararası sorunun çözümüne kaynaklık etmekle birlikte, bir o kadar sorunu da çözümsüz bırakmaktadır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara suları sorunu bunlardan biridir. Uzun yıllar herhangi bir sorun teşkil etmeyen bu husus, uluslararası hukukta devletlerin bir alan üzerindeki egemenlik haklarını genişletici kararların alınmasıyla bir anda sorun olarak ortaya çıkmıştır. Kimi zaman bir bölgede barışın ve istikrarın korunmasına yardımcı olmak için oluşturulan uluslararası hukuk normları, 12 mil örneğinde olduğu gibi Türkiye ve Yunanistan arasında çatışmayı tetikleyici bir özellik kazanmıştır. Hiç kuşkusuz, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku kurallarını hazırlayanlar Türkiye ve Yunanistan özelinde düşünmemişler; evrensel bir bakış açısı yakalamaya çalışmışlardır. Ancak, Dünya’nın her bölgesinin aynı özellikleri taşıdığını var sayarak hataya düşmüşler ve Ege Denizi’nde Yunanistan’ın kazandığı, Türkiye’nin ise kaybettiği bir hukuki statü yaratmışlardır. Türkiye’nin buna itiraz etmesi kadar doğal bir yaklaşım olamaz.
12 mil yönündeki Yunan tezinin geçerlilik kazanması durumunda Ege Denizi’nin %70’i Yunan kara suları haline gelecektir. Bu durumda, Türkiye sadece stratejik bir kuşatılma ile karşı karşıya kalmayacak aynı zamanda iktisadi faaliyetleri de doğrudan doğruya olumsuz etkilenecektir. Türkiye’nin dış ticaretinin %88’inin deniz yolu ile yapıldığı ve bu ticaretin %65’inin de Ege Denizi’nden geçtiği göz önüne alındığında 12 mil şeklindeki Yunan tezi tam anlamıyla Türkiye’yi stratejik ve iktisadi olarak hapsetme politikasının bir ürünüdür. Bu da kati suretle bir kötü niyet göstergesi olup uluslararası hukukun en temel ilkesi “iyi niyet” ile kesinlikle bağdaşmamaktadır.
Bu şekilde hakkaniyetsiz bir egemenlik paylaşımının kabul edilemez bir durum olduğu da açıktır. Zira 12 mil tezi Türkiye ile Yunanistan arasında 1923’te Lozan Antlaşması ile oluşturulan ve bölgesel bir hukuki statü niteliğini taşıyan dengeyi de bozmak anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle, 12 mil kuralı Ege’de her iki ülke arasında özgür irade ve gerek ikili, gerekse de çok taraflı antlaşmalarla oluşturulan hukukun ortadan kaldırılması anlamını taşımaktadır. Bu da bölgede barış ve huzurun değil çatışmanın önünü açabilecek derecede riskli bir durum yaratmaktadır. Bu sebeple, her iki ülkenin de 6 mil kara sularına sahip olduğu mevcut statükonun korunması, aynı zamanda Ege’de barış ve istikrarın korunması anlamına geleceğinden dolayı, bir zaruret olarak ortaya çıkmaktadir. (3)Türkiye Yunanistan Iliskilerinde Karasulari Ihtilafi - Baris Hasan -Bati Trakya Online
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)