19 Şubat 2017 Pazar

4. Sanayi Devrimi Nedir

“Aydınlık Gelecek, Karanlık Fabrikalarda.”  Sürekli gelişen sanayi artık dördüncü evrede! Peki 4. Sanayi Devrimi nedir? Biz bu evrenin neresindeyiz? Bize kazandıracakları ve kaybettirecekleri nelerdir?

Endüstri 4.0’ın Gelişim Süreci
Buharlı makinelerimizle ilk sanayi devrimini gerçekleştirdik, ardından elektrikle tanışarak bu devrimi ikinci evreye taşıdık ve dijital teknolojiyi keşfederek 3. Sanayi Devrimine kadar geldik. Sürekli gelişen teknoloji nedeniyle artık endüstrimiz bu evreyi de aşmak zorunda kaldı ve Endüstri 4.0 adıyla da bilinen 4.Sanayi Devrimine ulaştık.
İlk kez 2011 yılında gerçekleştirilen Hannover Fuarı’nda adı duyulan Endüstri 4.0, Alman Federal Hükümeti’nin sağladığı desteklerle günümüz sanayisinde yerini aldı. İleri gelen teknoloji devleri ABD ve Japonya gibi ülkeler bu endüstriyi desteklediler ve gelecek hedeflerini Endüstri 4.0’a uygun bir şekilde planladılar.
Endüstri 4.0 genel hatlarıyla; robotların üretimi tamamen devralması, yapay zekanın gelişimi, üç boyutlu yazıcılarla üretimin fabrikalardan evlere inmesi, devasa miktarda ki bilgi yığınını veri analizleriyle ayıklanıp değerlendirilmesi ve daha birçok yeniliklerle incelenebilir.
4. Sanayi Devrimi nedir
Endüstri 4.0 Gelecekte Bize Ne Sunuyor?
Endüstri 4.0’ın en büyük amacı, birbirleriyle haberleşen, sensörlerle ortamı algılayabilen ve veri analizi yaparak ihtiyaçları fark edebilen robotların üretimi devralıp; daha kaliteli, daha ucuz, daha hızlı ve daha az israf yapan bir üretim yapmaktır.
4. Sanayi Devrimi daha çok fabrikaları etkileyecek gibi görünse de aslında gelecekteki sosyal hayatımızı bile etkileyebilecek bir yeniliktir. Üç boyutlu yazıcıları sadece sanayide değil, evlerimizde dahi kullanabilecek konuma geleceğiz. Kendi ihtiyaçlarımızı başkaları tarafından yapılan ürünlerle karşılamak yerine, kendi hayal gücümüzü kullanarak istediğimiz ürünü evimizde üretebilecek ve evimizi minik bir fabrikaya dönüştürebileceğiz.
Günümüzde yaygın olan marka bağımlılığı gelecekte yerini fayda bağımlılığına bırakacaktır. Gelecekte hangi marka kıyafeti giydiğimiz değil yerine hangi faydalı kıyafeti giydiğimiz önem kazanacaktır ve bu faydalı kıyafetleri kendimiz evimizde üretebilir konuma geleceğiz.
Endüstri 4.0’ın Olumsuz Yönleri
Endüstri 4.0’ın sahip olduğu güzel yanlarının dışında, hayatımızı zorlaştıracak olumsuz yanları da mevcuttur. Robotların üretimi devralmasıyla insan gücüne duyulan ihtiyaç azalacak ve robotlar bir anlamda insanları işlerinden kovacaktır. Bu durum sadece fabrikalardaki mavi yakalılar için değil beyaz yakalılar içinde bir risktir çünkü yapay zeka ile robotları kodlayabilen robotlar ve tasarım yapabilen robotlar, üretimi devralacaktır.
Endüstri 4.0 ile birlikte yeni meslekler (iletişim halinde olan makineler arasındaki anlaşmazlığı çözen makine avukatlığı gibi) ortaya çıkacağı öngörülse bile artan dünya nüfusu nedeniyle bu durum işsizliğe çare olamayacaktır.
Endüstri 4.0’ın Global Dünyaya Etkisi
Endüstri 4.0’ın gelişmesiyle artan üretim hızı ve ürünün kalitesi rekabet için yeterli olmayacak ve en çok üreten değil müşterinin isteğini en çok karşılayan galip gelecektir. Apple’ın dünyanın en büyük şirketi olması ve eski dünya devi Nokia’yı piyasadan silmesi bu duruma en güzel örnektir.
Müşterinin isteğini en güzel belirleme yolu ise veri analizidir. İnternetin hayatımıza girmesiyle oluşan devasa bilgi yığınını analiz edip en iyi şekilde yorumlayan gelecekte galip gelecek olanlardır. Endüstri 4.0 aynı zamanda Google ve Facebook gibi şirketlerinde üretime girmesini sağlayacak ve endüstride zorlu bir rekabetin başlamasına neden olacaktır.
4.Sanayi Devrimi aynı zamanda ülkeler arasındaki rekabeti arttıracak ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi hem insan gücü bakımından hem de sahip olduğu akıllı fabrikalarla gelecekte tahtı devralacaktır. Artan üretim hızının yanında Çin, üretim kalitesini da arttırarak, günümüzde herkesin kalitesiz olarak gördüğü ürünleri, gelecekte en kaliteli ürünlerin başını çekecektir.
Türkiye’nin Endüstri 4.0’daki Yeri
Türkiye, dünyanın önde gelen üretim merkezlerinden biridir ve üretim kapasitesi Türkiye endüstrisini cazip kılsa bile gelecekte robotların üretimi devralmasıyla insan gücüne olan ihtiyaç azalacak ve yabancı şirketlerin yatırımlarını kendi ülkelerine yapmalarını sağlayacaktır. Bu nedenle ülkemizin üretim merkezi yerine, inovasyon merkezi olarak gelişen global pazarda kendine yer bulması gerekmektedir.
Bu nedenle Türkiye’nin önünde zorlu bir süreç mevcuttur. 2. ve 3. Sanayi Devrimi arasında bir evrede bulunan ülkemizin, 10 ila 15 yıl içerisinde tamamen Endüstri 4.0 girileceği düşünüldüğünde gelişen teknolojiyi yakalayıp rekabet edebilecek konuma gelmelidir. Bu anlamda Türkiye’nin mühendisliği kız istemek için bir araç olarak kullananlara değil, ülkesini gelişen teknolojiye ayak uyduracak mühendislere ihtiyacı vardır.
Karanlık Fabrikalar Kapımızda”
Sonuç olarak, Endüstri 4.0 geleceğimizi iyi ve kötü yönleriyle doğrudan etkileyecektir. Gelecekte içerisinde insan olmayan ve ışığa ihtiyaç duymayan robotlarla çalışan fabrikalar bizi beklemekte ve insanoğlu artık robotlarla yarış içine girmeye hazırlanmalıdır. Yapmamız gereken Endüstri 4.0’dan kaçmak değil ona en iyi şekilde uyum sağlamaktır. Bazı masalların sonunu bilemezsiniz ve yenilik sonu bilinmeyen bir masaldır.


15 Şubat 2017 Çarşamba

Vecihi Hürkuş:Türk Havacılık Tarihinin Sessiz Kahramanı

Vecihi Hürkuş, 1896 yılında dünyaya geldi. Eğitim hayatına Üsküdar Füyuzati Osmaniye Rüştiye’sinde başladı ve Üsküdar Paşakapısı İdadi’sinde devam etti. Sanata olan ilgisinden Tophane Sanat Okulu’na geçti ve bu mektebi bitirdi. 1912’de Balkan Harbi’ne gönüllü olarak katılarak Edirne’ye giren kuvvetler içinde yer aldı.
vecihi hürkuş
Balkan Harbi sonunda İstanbul Ordu Kumandanlığı tarafından Beykoz Serviburun’daki esir kampında görevlendirildi.  Tayyareci olmak istiyordu. Yaşı küçük olduğundan Tayyareci Makinist Mektebi’ne aldılar. Birinci Dünya Savaşı’nda 1915’te Bağdat Cephesi’ne makinist olarak gönderildi. Buradaki görevi, 7. ordunun hava işlerini hazırlayıp düzenlemekti. Rasıt (gözetleyici, uçakta gerektiğinde makinalı tüfekle savunma yapan kişi) olarak bindiği uçakta büyük bir kaza atlattı ve yaralandı. Pilotun durumu daha da ağırdı. Ama hiçbir zaman bu tutkusundan vazgeçmedi.
8 Ekim 1917’de uçağı düşürüldü. Düşmana teslim etmemek için uçağını yaktı. Esir olarak Nargin Adası’na (Hazar Denizi’nde) gönderildi. Adadan yüzerek İran’a kaçtı. Oradan da İstanbul’a çok zorluklar içerisinde 4 ayda gelebildi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında pilot brövesi alarak 7. Tayyare Bölüğü’nde Ruslara karşı harekata katılan Vecihi Bey, başarılı keşif ve bombardıman uçuşları yapmış ve bu arada 1917’de Kafkas Cephesi’nde girdiği bir hava muharebesinde bir Rus uçağını düşürmüştür.
vecihi hürkuş
Vecihi Hürkuş, düşman uçağı düşüren ilk Türk tayyarecidir. 30 bin saat kayıtlı uçuş süresi vardır. Bu da yaklaşık 4 yıl havada kaldığını gösterir. Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan pilottur. İzmir (Gaziemir – Seydiköy) Hava Meydanı’na ilk giren ve işgal eden kişidir. Vecihi Bey’e kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir. Ayrıca TBMM tarafından üç kez Takdirname verilen tek kişidir.
Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu uçağını almakla görevlendirilir. Hizmeti karşılığı uçağa adı verilince, uçak inşa etmek düşünceleri canlanır. 1923’te ganimet olarak Yunanlılar’dan ele geçen motorlardan yararlanarak ilk Türk uçağını imal eder. Ancak uçuş izni alamaz, heyetten kimse uçağı uçuramayınca, 28 Ocak 1925’te VECİHİ K-VI adını verdiği uçağını uçurur. İzinsiz uçtuğu için cezalandırılır. Hava Kuvvetleri’nden istifa eder. Sonrasını Vecihi Hürkuş’un kaleminden okuyalım:
“İstiklal Savaşı’ndaki elim mahrumiyetlerden doğan Milli Hava Sanayii ihtiyacı belirince 1923-24 senesinde ilk Türk tipi uçak olarak (VECİHİ K-VI) tayyaremi inşa etmiştim. Bu eserim güzel başarıya ulaşmasına rağmen arkadaşlar hasedine kurban edildi, bu muvaffakiyetten beklediğim takdir 15 gün hapis cezası halinde tecelli etmiş ve beni hürriyet içinde idealimi işlemek yoluna yürütmüştü.”
vecihi hürkuş
Vecihi Bey’in yaptığı tayyarelere ‘Kadıköy işi’ diyorlar Kadıköy’de yaptığı için. Kadıköy’de Keresteciler Çarşısı’nda bir dükkânın üst katını kiralar. Hürkuş’un ekibinde 2 marangoz, 1 hızarcı, 1 de tesviye ustası vardır. Bir apartman dairesinde ilk yerli uçağı yapmaya başlar. Esnaf her malzeme ihtiyacı konusunda onu destekler. Uçağı parça parça yapıp dışarıda monte eder. Kurbağalıdere’nin bulunduğu, şu an Fenerbahçe Kulübü’nün Antrenman Tesisleri Vecihi Bey’in aynı zamanda hem hava meydanı hem de Türkiye’nin ilk uçak fabrikasıdır. Burada yaptığı uçağı için, 14 Ekim 1930’da, “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” cevabını alır.
Hürkuş, bunun üzerine bakanlık nezdinde yapılan girişimler sonucu, uçağa istenen belgenin alınması amacıyla Çekoslovakya’ya gitmek için izin alır. Hürkuş, 6 Aralık 1930’da Prag’a geldiğinde henüz uçağı gelmemiştir. Uçağa ait rapor, resmi evraklar önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince tekrar monte edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolü yapıldıktan sonra uçuşu istenmiştir.
Hürkuş, 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen törenle, başköşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini alır. Prag’daki teknik heyet “Dünyanın en iyi spor uçaklarından biridir” notuyla uçağa lisans verir.
25 Nisan 1931’de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye’ye gelmek için yola çıkar, Avusturya’ya da uğrar, geceyi uçağında geçirir. Günlüğüne o geceyi şu 3 kelimeyle not eder:
“Gece Tayyarede Açıkta”.
vecihi hürkuş
5 Mayıs 1931’de Türkiye’ye gelir. Hürkuş, uçağının atıl kalmaması için Posta idaresi ile çeşitli görüşmelerde bulunur. İlk kurulmak istenen posta hattı Ankara-Erzurum ile Ankara-İstanbul arasında düşünülür. Bu arada, Türk Hava Kurumu yeni bir turne planlar. Ankara’dan başlayan uçuş Aksaray, Konya, Manavgat, Antalya, Fethiye, Muğla, Aydın, Denizli, Uşak, Eskişehir, Adapazarı, İzmit ve Yeşilköy’de tamamlanır. Uçuş büyük bir başarıyla tamamlanmıştır. Kurum şubeleri bağışlarla zenginleşmiştir, ama 3 Kasım 1931 tarihli telgrafta en önemli yardımcısı, makinisti Hamit’in işine son verilir. Hürkuş’a ödenen uçuş tazminatı kesilerek Vecihi XLV uçağı uçuştan men edilir. Bundan sonraki uçuşların, Milli Savunma Bakanlığı tarafından  verilecek uçakla gerçekleştirileceği bildirilir. Bu durum Hürkuş’un kurumdan tekrar ayrılmasına neden olur.
vecihi hürkuş
1932’de Vecihi Sivil Tayyare Mektebi isimli ilk Türk Sivil Havacılık Okulu’nu açmıştır. Okulun motorlu ve motorsuz iki şubesi vardır. Eğitim teorik ve uygulamalı olarak yapılır. Kalamış’ta bir hangar ve uçuş alanı olarak kullandıkları küçük bir sahası, bir de Fikirtepesi’nde uçuş alanları vardır. İlk 12 öğrenci Sait, Tevfik, Muammer, Abdurrahman, Salih, Osman, Rıza, Hikmet, Hüseyin, Kenan, Bedriye ve Eribe idi. Öğrencilerin eğitim sırasında hiçbir kazası olmamıştır. Ama Eribe’nin acı hayatını burada anlatmamız gerekir.
Eribe, Vecihi Hürkuş’un kız kardeşi Remziye’nin kızıdır. 12 Ocak 1921 günü Eskişehir, Yunanlılar tarafından bombalanır. Remziye Hanım 23 yaşında şehit olur. Bir hafta önce Remziye Hanım’ın eşi Binbaşı Bedri Bey’in şehitlik haberi gelmiştir. Geriye 7 yaşında Nahit, 1 yaşında Emel ve 2 yaşında Eribe kalır. Çocuklar anneanne ve Vecihi Hürkuş’un yanında kalır. Bir süre sonra henüz bir yaşını doldurmamış Emel de hastalanır ve yaşama veda eder. Eribe’yi Vecihi Hürkuş kendi kızlarıyla birlikte büyütür. Eribe, Vecihi Bey’e baba demekte, Vecihi Bey de ona kızım demektedir. Sonrasını Vecihi Hürkuş anlatıyor:
“Eribe benim okulumda yetişmiş, cüretli bir uçucu ve Türk Havacılığı’nın ruhen çok erken yükselmiş bir vücudu idi. Onun uçuşlarından duyduğum zevk her şeyin üstünde idi. Yavrum son günlerin yani Cumhuriyet Bayramı için yaptığımız canlı faaliyetin tesiri ve arkadaşlarının devamlı atlayışlarını seyretmesi neticesi olacak, benden paraşütle atlamak müsaadesi istemişti.”
vecihi hürkuş
“29 Ekim 1936… Bu büyük gün, kim bilirdi ki hayatıma korkunç bir ıstırap sahifesi olacakmış… Sabah erken saatlerde meydanda toplanmış, bütün elemanlar ve ekipler o gün yapacağımız gösteri programının hazırlığına başlamıştık. Yavrum yanıma gelerek benden yeni bir atlayış izni istemişti. “Ne olur babacığım bir atlayış” diye yalvaran bu ses beni adeta büyülemişti.”
Türk Kuşu’nun Hipodrom’da yapacağı, 13. Cumhuriyet Bayramı gösterilerinde paraşütle yaptığı bu atlayış (paraşütü açılmadığı için) 18 yaşındaki Eribe’nin hayata veda etmesine sebep olacaktı.
vecihi hürkuş
Havacılık tarihinin efsane isimlerinden Nuri Demirağ ona bir uçak parası kadar bağış yapar. Hürkuş bu parayla “Nuri Bey” kod adlı Vecihi  XVI yolcu uçağını yapar.
Türk Hava Kurumu, 1937 sonbaharında mühendislik eğitimi için Vecihi Hürkuş’u Almanya’ya gönderir. Vecihi Hürkuş, Weimar Mühendislik Mektebi’ne ihtisas sınıfından başlatılmış, bir buçuk yıl sonra da mezun olmuştur. 27 Şubat 1939’da Tayyare Makine Mühendisliği diplomasını almıştır. Türkiye’ye döndüğünde Bayındırlık Bakanlığı’na başvurarak, Tayyare Mühendisliği Ruhsatnamesi’ni almak ister. Ancak yetkililer, iki yılda mühendis olunmaz diyerek kabul etmezler. Mühendisliğini Danıştay kararı ile kabul ettirir. Van’a sürgün yollanır, o da Türk Hava Kurumu’ndan bir kez daha istifa eder.
vecihi hürkuş
İstanbul Kalamış-Kadıköy’de ilk sivil uçağımız VECİHİ XIV, ilk eğitim ve spor uçağımız VECİHİ XV, 160 beygirlik Mercedes uçak motorlu deniz kızağı VECİHİ SK-X üretilmiştir. 1954 yılında ilk sivil havayolu şirketimiz Hürkuş Havayolları’nı kurmuştur.
“Gezdiğim yabancı ülkelerde nasıl havacılığa başladıklarını, nasıl atölyeler yaptıklarını çok iyi biliyordum. Her şeyden önce milli inanç ve teşvik bu yoldaki başarının tek çaresiydi. Ben de muvaffak olmak için buna muhtaçtım. Elimizden alınamayacak tek özgürlük, tavrımızı seçme özgürlüğüdür. Benim özgürlüğüm milli bağımsızlığa giden tek yolun milli üretimden geçtiğine olan inancıma ömrümü vakfetmekti. Çünkü başkalarının kanatlarıyla uçmaya çalışanlar ‘HürKuş’ olamazlar..”
vecihi hürkuş
Gazeteci Hikmet Feridun Es, Eski İstanbul’dan Hatıralar kitabında şöyle der:
“Mühürdar’dan Feneryolu’na ilerlerken bakarsınız tepenizde pırpır küçücük bir uçak. Süzülür gelir önünüzdeki sokağın ortasına inerdi Vecihi. Kadıköylü olan ve “Tayyareci Vecihi” olarak bilinen Hürkuş, için 2013 yılında Kadıköy Kızıltoprak’ta bir anıt açıldı.”
vecihi hürkuş
Hürkuş, Amerikalılar Apollo 11 mekiğini Ay’a fırlattığı gün, yani 16 Temmuz 1969’da büyük bir yokluk içinde hayata veda eder. Cenazesine birkaç yakın arkadaşı dışında kimse gelmez.
vecihi hürkuş
Kaynak
Gece Tayyarede Açıkta – Orhan Bahtiyar, Vecihi Hürkuş – Bir Tayyarecinin anıları, Türk Havacılığında İz Bırakanlar – Bahattin Adıgüzel

12 Şubat 2017 Pazar

Neden Yapay Zekanın Tehlikelerini Düşünmeliyiz?


New York Times’ın son makalelerinden birine göre; yapay zeka o kadar hızlı gelişiyor ki, insanın “acaba bu işte bir büyü mü var?” diye sorası geliyor. Yapay zeka teknolojisindeki bu hızlı ve beklenmeyen (veya uzun yıllar sonra beklenen) gelişmeler aklı bu teknolojinin geleceği hakkında düşünmeye itiyor ve doğal olarak bir takım kaygılara sebebiyet veriyor. Evet, insan bilmediğinden korkar, bu hızlı değişim tabi ki bir takım kaygılar yaratabilir diyerek işin içinden sıyrılabiliriz. Fakat yapay zeka bütün bir ırkın varlığını tehdit ediyor. Yani “yapay zekanın tehlikeleri hakkında neden düşünmeliyiz?” sorusu aslında “yapay zeka insan ırkını yok edebilir mi, yok edemez mi?” sorusudur. Dolayısıyla insan ırkının geleceği hakkında kaygılanıp bu konu hakkında şimdiden düşünmeye başlamak bilim kurgu fırlaması fikirlerden heyecanlanıp komplo teorileri üretmekten farklıdır ve kesinlikle küçümsenmemesi gerekir.


GÜNÜMÜZDE YAPAY ZEKA NE AŞAMADA?

Hemen hemen her ay yeni bir yapay zeka ürünü piyasaya sürülüyor veya yeni bir yapay zeka başarısı ilan ediliyor. Bugün cadde ve otoyollarda gezebilen insansız araçlarımız var, Siri sesimizi dinleyerek en yakın sinemanın yerini söyleyebiliyor ve IBM’in süper robotu Watson, Jeopardy (Riziko) yarışmasında insanları yeniyor (bu yarışmanın galibi Watson tıp alanında çalışacak, belki de gelecekte tıp öğrencilerini eğitip teşhis koymalarına yardım edecek).  Her ne kadar “Go” oyununda yenilmezlik tahtımızı bir bilgisayara kaptırmış olsak bile bu konuda heyecanlanmakta biraz aceleci davranıyor olabiliriz. Hâlâ sağduyu, öngörü, doğal dil işleme (natural language processing) veya başka makineler icat etme yeteneğine sahip bir cihaz veya yazılım geliştirilmiş değil. Günümüz için insan beynini direk olarak simüle etme çabalarının basit, hatta ilkel kaldığı söylenebilir
Yapay zeka hakkında bir tarafta insan zekasına erişmiş veya insan zekasını aşmış genel yapay zekanın gelişini bekleyen “hevesliler”, diğer tarafta ise böyle bir zekanın gelişmesinin insan ırkını yok edebileceğini savunan “şüpheciler” var diyebiliriz. Aralarındaki fikir ayrılığının ancak genel yapay zekanın geliştirilmesi ile son bulacağını söyleyebiliriz. Fakat ya “şüpheciler” haklıysa? Transhümanizm ve teknolojik tekillik (Singularity) akımlarının savunucusu, fütürist  Ray Kurzweil, insan seviyesindeki düzgün bir yapay zekanın yirmi yıldan az bir sürede icat edileceğini düşünüyor. Bu hesabı yaparken teknolojinin gelişme hızının ivmelenerek artmasını temel alan  Moore Yasası’nı dayanak gösteriyor. Dolayısıyla bunu düşünmek için sandığımız kadar çok vaktimiz yok diyebiliriz. Bunu söylerken genel yapay zekanın (AGI) çok kolay bir şekilde gelişeceğini savunmuyoruz elbet.

GENEL YAPAY ZEKA GELİŞTİĞİNDE NE GİBİ PROBLEMLER DOĞURABİLİR?

Gerçek bir yapay zeka geliştiği zaman insanlar bu işi tamamlamanın ne kadar sürdüğünü değil tamamlanan işin nelere yol açabileceğine odaklanacaklar. Robotların giderek fonksiyonel hâle gelmesi ve zekalarının artması sadece satrançta veya soru-cevap yarışmalarında değil, matematik ve mühendislikten bilim ve tıpa kadar hemen her alanda etkisini gösterecektir. Bu kapasitede bir robotun geliştirilmesinin içinde bulunduğumuz yüzyıl bitmeden gerçekleşmesi olasılığı ise gün geçtikçe artıyor. Gösteri dünyasındakiler, yazarlar, diğer ilhama ve kreatif düşünceye dayalı disiplinler belki hâlâ tutunabilir, ancak bilgisayarlar kendi kendilerini programlayabilme yetisine ulaşabilir, insanlarla kıyaslanamayacak bir bilgi birikimine kavuşup ve biz karbon bazlı organizmaların hayal bile edemeyeceği bir akıla sahip olabilirler. Ve bütün bunları uyumadan ya da bir kahve molası bile vermeden her gün, her saniye yapabilecek düzeye gelebilirler. İşte tehlike(human extinction) arz eden durum yapay zekanın böyle bir seviyeye erişmesi.

YAPAY ZEKANIN TEHLİKELERİ VE ART NİYETLİ YAPAY ZEKA

Bazı insanlar için genel yapay zeka(AGI) muhteşem bir olgu. Mesela Kurzweil, ölümsüzlük uğruna ruhlarımızı makinalara yüklediğimiz bir tekillik hakkında yazmış. Peter Diamandis, yapay zekanın yeterli yemek, su ve tüketici gereçlerinin bulunduğu bir bolluk çağının anahtarı olduğunu düşünüyor. Eric Brynjolfsson, Elon Musk ve Stephen Hawking gibi şüpheciler ise yapay zekayı iş gücü olarak kullanmanın yol açabileceği sonuçlar hakkında endişeli. Ne tür bir süper gelişmiş yapay zekanın iş piyasasına el koyacağı hakkında endişelenmeyi bıraksak bile hâlâ başka bir dert var: çok güçlenecek yapay zekanın bizi tehdit etmesi ve sahip olduklarımız için bizimle savaşma ihtimali.
Genel yapay zekanın art niyetli olacağına yönelik yığınla teori öne sürülüyor. Bunların en başında “büyük balığın küçük balığı yemesi” fikri gelmekte. Bu teoriye daha sonraki yazılarda yer vermeyi düşündüğüm için bu kısmı atlayıp daha önemli gördüğüm yapay zekanın art niyetli olmasa bile insan ırkı için büyük bir tehlike (human extinction) olması.
Bu fikrin savunucularından Stephen Hawking’e göre; nasıl insanlar bir baraj inşa ederken inşaat alanında barınan karınca yuvalarını görmezden geliyor, yapay zeka ile insanlar arasındaki seviye farkı karınca-insan arasındaki gibi olduğunda insanların varlığı veya yokluğunun bir önemi kalmayacak, yapay zeka çıkarlarıyla örtüştüğü sürece insanlara müsamaha gösterecektir.
Yapay zekanın akıbeti ne olur, nasıl olur bilinmez ama belki de gelişmiş bir yapay zeka bizden insan ırkı olarak doğaya ve canlılara yaptığımızın hesabını soracak, eziyet ettiğimiz canlılara empati yapmak zorunda bırakacaktır. Yapay zekanın tehlikeleri üzerinde düşünmek aslında insanların hayatta kalma içgüdüsüyle ve diğer canlılar üzerindeki iktidarını devam ettirmesiyle alakalıdır.
Murat Atalay

8 Şubat 2017 Çarşamba

MU KITASI MİTOLOJİSİ



MU KITASI MİTOLOJİSİ
Nuray BİLGİLİ
 Clip_map1
 Resim1: Pasifik Okyanusunda yaşanan bir tufan sonucu sulara gömüldüğü söylenen Mu Kıtası.

Mitoloji Türkçe, ”Söylence Bilim” anlamında kullanılan bir kavramdır. James Churchward’ın (1851-1936) Mu Kıtası ile ilgili araştırmaları da işte bu “Söylencelerin” derlenmesine dayanır. Bu yüzden Mu ile ilgili söylenceleri ve anlatıları önemsiyorum. İnsanlığın bilinçaltında kayıtlı olan tüm gizemli “Gerçekleri” bu söylencelerde bulabiliriz. Bilinçaltında, arketipik kültür kodları dediğimiz, semboller ve simgeler vasıtası ile tutulan ve anlatılan bu efsaneler, gerçek yaşanmış olaylar olabilir. Bu olaylar masalsı ve şifreli bir dille ve sözlü kültür aracılığı ile kuşaktan kuşağa aktarılır. İnsan bilinci gerçek yaşanmış olayları hafızasında ancak “mitleştirerek” tutabilir. Buna “Mitolojik Hafıza” da denebilir. Ünlü dinler tarihi uzmanı Mircea Eliade’ya göre gerçek yaşanmış tarihi olaylar 200-300 yıl sonra mitolojiler ve masallar dünyasına dahil olur. Mitolojiler insanoğlunun daima ilgisini çekmiştir ve çekmeye de devam edecektir. Bunun en önemli sebebi gizemli bir dille anlatılmaları ve yazılmalarıdır.
19. yüzyılda “Sözlü Kültürün” derlenmesi, Alman Jacop ve Wilhem Grimm kardeşler ile başlar. Köyleri ve kasabaları dolaşarak yüzyıllar boyunca anlatılan masalları, efsaneleri derleyerek yazılı hale getirmiş ve yayınlamışlardır. Onlar, diğer milletlerin kendi efsane destan ve mitolojilerini derlemelerine kapı açmıştır. Finler Elias Lönrot aracılığı ile Kalevala gibi bir destana sahip olduklarının farkına varmıştır.
Ve böylece “Batılılar” yüzyıllardır kendi kültürlerinin temeli zannettikleri, Yunan mitlerine ait olmadıklarının farkına varmıştır. Ya da Hıristiyan kültüründeki Yahudi-Sami mitlerine.
James Churchward’ın Pasifik Okyanusunda battığı varsayılan Mu Kıtası ile ilgili söylenceleri derleme çalışmaları da 20. Yüzyıl başlarına dayanır.
Arkaik dönemde insanlar yazılı bir arşiv ve kültürleri olmadığı için bir çok bilgiyi sembol ve simgeler aracılığı ile gelecek kuşaklara aktarmıştır. Okumasını bilene bu simgeler çok şey ifade eder. Türkler bu sembollere Tamga adını verir ve bu soyut sembolleri en çok kullanan millet de Türk milletidir.
Türkler, eskiden göç ettikleri coğrafyalardaki kayaların üzerine kendi mantık ve düşünce sistemlerini, yaşayış tarzlarını, inançlarını, aile ve boy tamgalarını, kazımışlardır. Hatta hayvanlarına ve özel eşyalarını belirlemek için bu sembolleri kullanmıştır.
Eberhard’a göre soyut sanatın yaratıcısı Türklerdir. Arkaik dönemlerden bu yana, Türklerin kullandığı “tamgalar” işte bu “Stilize” edilerek anlatılmaya çalışılan sırlı işaretlerin temelini oluşturur. Soyut sanatın yaratıcısı Türkler olduğuna göre, bu soyut sembol ve ikonografileri, Türk tarihinin ya da “Türk Söylencesinin” kökeninde yani Mu uygarlığı bağlamında da araştırmak gerekir.
James Churchward ve Willam Niven’in Tibet ve Meksika’dan elde ettikleri veriler sadece söylencelerden ibaret değildi. William Niven’in Meksika’da Mu ile bağlantılı topladığı tabletler 3000’in üzerinde idi. Churchward bu tabletlerin 12 000 yıllık olduğunu söyler. Tabletlerin üzerinde kozmoloji ile ilgili çeşitli ikonografiler ve simgeler yer alır. Churchward bu ikonografileri “Kutsal ve Mülhem” olarak niteler. Seçtiği bu kelimeler oldukça önemlidir. Diğer tüm ikonografiler gibi “Kutsal” yani Tanrısal kaynaklı olduğunu ve “Mülhem” yani özel insanların bilinçaltına “İlham” edildiğini yazar.
Bachofen’e göre söylence “simgenin yorumudur”. Ona göre, insan bilincinden çıkan duygu, düşünce, imgeler ve örüntüler, önce simgesel biçimler olarak, sonrada söylence ve mitolojilere dönüştürülerek hayat bulur. Eskiçağ sanatı, en derin ve sürekli biçimde simgelerden yararlanmıştır. Peki simge ve sembollerin ilk kaynağı nedir ya da neresidir?
Platon’a göre; bu imgeler idealar dünyası olarak tanımladığı, uyumakta olan dölyatağından çıkar. Ünlü psikanalist C. Gustav Jung’a göre de “İmgeler ve Simgeler” Tanrısal bir kaynaktan bilinçaltına gelen bir çeşit enerjidir.
Peki neden insanoğlu ilk bakışta anlaşılamayan bu semboller ile bir takım gizli gerçekleri ya da söylenceleri ifade etmeye çalışmıştır? Herkes tarafından anlaşılmasın diye mi?
Arkaik insan için sözcükler ile gizemli şeyleri ifade etmek, Tanrıya saygısızlık olurdu. Bunlar ancak mitolojik simgeler aracılığı ile ifade edilebilirdi. Gizemli anlatıların bilinçaltında daha kolay anımsanması ve bir sonraki kuşağa aktarılabilmesi için masalsı bir dille ve semboller ile anlatılması da buna sebep olmuş olabilir. Tarih boyunca “Kutsal” olan daima gizemli ve bilinmeyen olarak kalmıştır. “Tanrı” işte bu bilinmeyendir ve ancak imge ve simgeler ile anlaşılmaya çalışılan bir gizemdir. Simgeler ruha, sözler dış dünyaya hitap eder.
Bir başka soru bu söylenceleri ve ikonografileri kimlerin yarattığıdır. Çağlar boyunca insanoğlu, bu söylenceler ve simgeler aracılığıyla, “Bilinmeyen” ile iletişim kurmuştur. Tüm bu “Sözlü Kültür” ve “Yazılı Kültür” tasarımlarını yaratanlar ve ortaya çıkaranlar, ait oldukları toplumun “Ortak Bilinçaltını” bilen ve hafızalarında tutan özel insanlardır. Bunlar bulundukları toplumu etkileyen ve harekete geçiren, Şamanlar, Ozanlar, Bilgeler, Peygamberlerdir. Sözlü ve Yazılı Kültür Mirası taşıyıcıları olarak çok önemli bir misyon üstlenmişlerdir. Bir Yakut Şamanının sözlü kültür hafızası 12.000 kelimeden ibaretken, normal insan kapasitesi 4000 sözcük barındırır. Churchward’da Mu Kıtası ile ilgili kadim bilgileri Tibet ve Hindistan’daki rahiplerden derlemiştir.
Eliade’ya göre; kadim uygarlıkların bilgileri ve bunların kökenleri hakkındaki bilgiler, mitlerden, simgelerden ve geleneklerden edinilebilir. Bu kaynaklar yaşayan fosillerdir. Kimi zaman tek bir fosil, temsil ettiği bütün organik sistemi açığa çıkarmaya yeterlidir.
Tüm bu tespitler “Mu Kıtası” Mitolojisi ya da Söylencesi ve Mu Kıtası ile ilişkilendirilen Simge ve İkonografileri daha kolay çözümleyip anlamamıza yardımcı olacaktır. Ben daha çok bu makalede bunların üzerinde duracağım.

Mu Kıtası İkonografileri
Mu kıtası, Pasifik okyanusunda yani Asya ile Amerika kıtası arasında, 14 000 yıl önce var olduğu düşünülen ve çeşitli nedenler ile sulara gömüldüğü söylenen bir kıtadır.
İngiliz subay ve araştırmacı James Churchward Tibet ve Hindistan’da Rahiplerden derlediği söylenceleri ve Mu kıtası ile bağlantılı gördüğü tabletleri bir araya getirdi. O’na göre kıta deprem ve tufan gibi doğal bir afet ile 12 000 yıl önce batmıştı.
Mu kıtasından göçler Kuzey ve Güney Amerika’ya ve Orta-Asya’ya yapılmıştır. Yine Churchward’a göre Avrupa’daki tüm Ari kavimlerin, Kelt, Bask ve İskitlerin ataları, 70 000 yıl önce Orta Asya da var olduğunu düşündüğü Uygur İmparatorluğunun batıya göç eden torunlarıdır. Hatta Osiris de Mu kıtasında eğitilmiş, daha sonra Atlantis ve Mısırda dini reformlar yapmıştır.
 LCoM1931_p118_e
Resim2: 70 000 yıl önce var olduğu söylenen büyük Uygur İmparatorluğu ve Pasifik Okyanusundaki Mu Kıtası.
 Churchward’ın bu araştırmaları elbette Atamızın da dikkatini çekmişti. Özellikle Uygur Türklerinin de bu mitolojik anlatı ile bağlantısının olması O’nu heyecanlandırmış olmalı. Churchward’ın konuyla ilgili kitaplarını getirterek okudu. Daha sonra Maya-Tepek soyadını vereceği Meksika Maslahatgüzarı diplomat Tahsin beyi bu konuda görevlendirdi. Tahsin bey Maya dili ve Türk dili arasındaki benzerlikleri ortaya koydu.
Churchward bu Mu Kıtası ile ilgili bilgileri Hindistanda çok eski bir dil olan “Naga Maya” dili ile yazılmış “Naacal Tabletleri” nden aktarır. Daha sonra arkeolog William Niven ile tanışır. O’nun Meksika’da bulduğu tabletleri de Tibetli Rahiplerden öğrendiği Naga Maya dili yardımıyla okur.
Peki bu dil bizim anladığımız bir dil ve en önemlisi yazımıdır?. Ya da simge ve ikonografilerden oluşmuş çizimler midir?. Churchward bunları nasıl okumuştur?
Churchward’ın kitaplarından anlaşıldığı kadarı ile bu dil simge ve sembol dilidir. Bu sembollerin ne anlama geldiklerini de bu kutsal bilgiye sahip olan Tibetli rahiplerden öğrenmiştir. Bunlar tamamen dini ve mitolojik öğretilerde ve inisiyasyon ritüellerinde kullanılan simgelerdir. Eliade’ya göre bu ritüeller erginlenecek olan adayı bir üst bilince taşır. Kişi farklı bir sosyal ve dini statüye geçer. Tanrılar kozmoloji, yaratılış ve köken mitleri ile ilgili tüm sırları öğrenir.
Needham’a göre arkaik insan ilk önce, ikili ve dörtlü mantık ve düşünce sistemine göre çevresindeki ve gökyüzündeki varlıkları sınıflandırmıştır. Mu Kıtası ile ilgili simge ve sembollerin yorumunda da, ikili-dörtlü ve de çoklu mantık sistemleri kullanılmıştır.
Önemsediğim simgelerden ilki Churcward’ın “Kozmik Güçleri” ifade ettiğini düşündüğü ve biz Türklerin Çarkıfelek adını verdiğimiz İkonografidir. Bu 4’lü simge aslında evrenin kutup yıldızı etrafındaki döngüsünü ifade eder. Zamanla düşünce sistemleri değiştikçe ve bilinç düzeyi arttıkça yeni metafizik güçleri içinde barındıran kutsal bir sembol haline gelmiştir. İlerleyen zamanlarda insanoğlu simge ve sembollere, yeni ikonografik anlamlar yüklemiştir. Hatta en son Hitler bu simgeyi büyük kitleleri harekete geçirmek için kullanmıştır.
Churchward’ın Mu Alfabesinde gördüğü harflerden biri de bu çarkıfelek sembolüdür. Bu sembolün benzerlerine Orta Asya’daki Bengütaşlar ya da Geyikli Taşlar üzerinde rastlanır.
 12472792_1065515493515394_2481283063554830456_n
Resim3: Soldaki resim Churchward’ın kitabındaki Mu Alfabesindeki işarettir. Sağdaki resim ise Emel Esin’in Türklerde Maddi Kültürün Oluşumu kitabındaki Bengütaşlar üzerinde gösterilen ikonografidir. Aradaki benzerlik çok şaşırtıcı..
JTC-193-500x270
Resim4: Göktürklere ait bu paradaki Kağanın solundaki çarkıfelek ikonografisi. M.S. 6-7.yy.
Gökyüzündeki Büyükayı Takımyıldızının dönüşü 4 ana mevsimi belirler. Arkaik dönemlerde insanlar mevsimleri bu döngüye göre hesaplardı. İnsanoğlu dik duruş sayesinde ön, arka, sağ ve sol kavramlarını geliştirmiş ve yeryüzünü de 4 ana yön olarak düşünmüşlerdir. Güneşin doğuşu ve batışı da yön bilincini oluşturmuştur. Dörtlü sınıflandırmalardan bir diğeri Churchward’ın kozmik güçler adını verdiği dört temel elementtir. Hava, Toprak, Su ve Ateş.
Çarkıfelek-Swastika 
Resim5: Kırgızistan Saymalıtaştaki Çarkıfelek petroglifi. Gökyüzündeki izdüşümü Büyükayı Takımyıldızıdır ve bu takımyıldızın gökyüzünde aldığı pozisyonlar mevsimleri oluşturur.
 immönmages
Resim6: Niven’in Meksika’da bulduğu tabletler üzerindeki Çarkıfelek çizimi.
Churchward, evrenin dönüşünü ve yaratılışı kozmik güçlerin oluşumuna bağlar. Kozmik güçler ona göre 4 büyük güçtür. Bu 4 büyük kozmik güç bir araya gelir ve yaratılışı başlatır.
Kozmik güçler 4 ana elementtir. Mu’nun bu 4 ana element bağlamında anlatılan yaratılış ile ilgili söylencesi şu şekildedir. Gazlar dönen sarmal şeklinde kitleler halinde bir araya gelir, sonra soğur ve katılaşırlar ve gezegenleri meydana getirir. Bu şekilde Toprak oluşur. Atmosferdeki gazlar ayrışır ve Sular meydana gelir. Yerin içindeki ateş toprak yüzeyine çıkar ve Ateş oluşur.
Türkler diğer milletlerin efsanelerinde “Naga-Nagi” yani Ejderha-Yılan İnsanlar olarak adlandırılır ve tasvir edilir. Elbette bu adlandırmaların çok da iyi niyet taşımadığı açıktır, fakat yine de Türklerin Ejderha yani Nagalar ile özdeşleştirilmesi dikkate alınmalıdır.
Çin yaratılış mitlerinde yer alan ve Uygur Türklerinin de tabut örtülerinde kullandıkları, birbirine dolanmış alt tarafları yılan olan kadın ve erkek ikonografisi, yaratılışı ve ikili zıtlıklar kuramını anlatması bakımından önemlidir.
 8cff8cf9f8ae1e5bb8620a99a68641cb
Resim7: Uygur Türklerine ait tabut örtüleri. Fuxi ve Nüwa. Ellerinde gönye ve pergel tutarlar. Evrenin yüce yaratıcısı ve mimarı anlamına gelir ve masonlardan binlerce yıl önce Orta Asya’da kullanılmış simgelerdir.
Yaratılış mitlerinin büyük çoğunluğu, Hayat Ağacı, Hayat Suyu, Kozmik Yılan ya da Ejderha ile bağlantılı ikonografiler ve anlatılar ile doludur. Churcward’ın Mu Kıtası ile bağlantılı gördüğü tabletlerde de bu ikonografiler mevcuttur.
 300px-Churchwood's_interpretations_of_the_Nacaal_Glyphs
Resim8: Churcward’ın Mu Kıtası ile ilişkilendirdiği semboller. Hayat Ağacı ve Yılan İkonografisi.
Mitolog Joseph Champbell’a göre; İkonografilerde “Galaktik Merkez”, ejderhanın ağzından çıkan ya da bir yılanın sarmalandığı, “Hayat Ağacı” ile sembolize edilen, samanyolu galaksisinin “Merkezi” noktasıdır. Burası eski insanlar tarafından yaratılışın ve hayatın başladığı yer olarak kabul edilir. Hayat Ağacı bu noktadan büyür ve köklerinde ya da etrafında büyük bir yılan ya da ejderhanın olduğu düşünülür.
Eliade’ya göre yılan yaratılışın, sonsuz suların ve yeniden doğuşun alegorik sembolüdür. Mu kıtası ile ilgili ikonografilerden bir diğeri yine yılan ve sonsuz suları gösteren bir resimdir.
09400 
Resim9: Churcward’ın Mu Kıtası ile ilişkilendirdiği bir diğer sembol. Sonsuz Sular ya da Hayat Suyu ve 7 başlı Ejder-Yılan İkonografisi.
 Campbell’a göre; sonsuz sular ya da hayat suyu da evrenin simgesel döngüsünün merkezi olan Galaktik Merkezden çıkar. Bu merkezi kaynağın altında Ejderha ya da Kozmik Yılan vardır. Hayat Ağacı yani evren bu noktadan büyür.
9 no’lu resimde Evrenin Yaratılışı, Kozmik Sular ve Kozmik Yılan-Ejderha ile ifade edilmiştir. Fakat önemli bir ayrıntı Mu ve Türk mitolojisi arasındaki benzerliği ortaya koyar. Resimdeki Ejderha görüldüğü gibi 7 başlıdır.
Türk mitlerinde ay genellikle “Ay Dede” olarak nitelenir. Ay dede ile 7 başlı ejderhanın yani Yelbegen’in savaşını anlatan Altay masalları hem Türklerin kozmoloji anlayışı hem de Astronomi anlayışıyla yakından ilgilidir. Yel Büke 7 başlı ejderha anlamındadır. Türk sanatında yaratılışın başlangıç yeri olarak görülen Galaktik Merkez ve Galaktik Merkezden çıktığı varsayılan Ejderha ikonografisi 7 başlı olarak sembolize edilir.
 Untöçöitled1
Resim10: Kazviniye ait 7 başlı Ejderha minyatürleri
Bunun nedeni 7 rakamının kozmolojik anlamının olması ve gökyüzündeki yedi gezegeni ifade etmesidir. Bu sayılar elbette ilk önce yaratılış ve kozmolojik açıdan incelenmelidir.
Churcward’a göre de Mu 70 000 yıl önce yaratıcının 7 emri ile yaratılır. Bu 7 emir elbette 7 gezegen ile ve diğer yedili yıldız grupları ile alakalı kozmolojik bir sayıdır. Haftanın 7 günü de bu 7 gezegen ile ilişkilendirilir.
Sunday= Güneş-Günü, Monday= Ay-Günü, Tuesday= Mars-Günü, Wednesday= Merkür-Günü, Thursday= Jüpiter-Günü, Friday= Venüs-Günü, Saturday= Satürn-Günü…
Görüldüğü gibi Mu Kıtasının yaratılış söylencesi ile ilgili verilen sayılar tamamen kozmolojik sayılardır. 70 000 rakamı da bu nedenle anlamlıdır.
 Churchward’ın yaratılış ile alakalı gördüğü başka bir tablet simgesi kuştur ve şu kanıdadır. “Niven’in tabletleri arasında birçok kuş sembolüne rastladım. Üzerlerindeki yazılar bunların yaratıcının sembolleri olduğunu göstermektedir.”
Kuş ve Yılan ikiliği mitolojilerde ve ikonografilerde sık rastlanan motiflerdir. Kuş çoğunlukla Kartaldır ve Güneş ile, Yılan ise Ay ve sular ile ilişkilendirilir.
chilmu38
Resim11: Niven’in Meksika’da bulduğu tabletlerdeki kuş ikonografileri.
Türklere ait ikonografik sanat eserlerinde Hayat ağacının köklerinde Ejderha-Yılan ve tepesindeki dallarda Güneş kuşu olan Kartal vardır.
Untitbbled1
Resim12: 12.yy. Selçuklu seramik tabak. Ejderhanın ağzından çıkan hayat ağacı ve dallarında bekleyen ruh kuşları.
Bir diğer önemli gördüğüm ikonografi Davut Yıldızı ya da Süleyman Mührü olarak bilinen 6 uçlu yıldız simgesi. Bu sembol her ne kadar Musevilik ile ilişkilendirilmiş olsa da, Hun’lar ve onların bir boy’u olan Türkler tarafından eski çağlardan bu yana kullanılagelmiştir.
Mu kıtası Kozmik Diagramı olarak çizilen İkonografi yaratılışın simgesel anlatımı gibidir. En dıştaki “Güneş Rozeti” ya da “Güneş Çiçeği” olarak adlandırılan simge 12 dilimlidir. Güneşin 1 yıllık dolanım süresini ve 12 takımyıldızın diagram çizimini gösterir. 6 uçlu yıldız, aşağı ve yukarı bakan iki üçgenden oluşur. Ezoterik tradisyonda eril ve dişil ögeyi ve tüm zıtlıkları ifade der. İkili zıtlıklar kuramı, insanoğlunun evreni ve kendini anlamlandırmasına yardımcı olan bir mantık ve düşünce sistemidir.
Yıldızın ortasındaki daire ve nokta sembolü Türk runik harflerindendir. “Gün” ve “Ant” olarak okunur. Jung’a göre “Tanrı” ya da “Öz Ben” simgesidir. Günümüz Astrolojisinde de Güneş olarak okunur. Güneş hayatın kaynağı ve Tanrının yaratıcı gücünü gösterdiği en önemli gök cismidir. Güneş Rozetinin altından uzanan 4 ışık, 4 ana element yani Hava, Toprak, Su ve Ateş olarak yorumlanabilir. Tüm bu güçler, “İkili Zıtlıklar” ve “Dört Kozmik Güç” yani unsurlar birleştiğinde yaratılış gerçekleşir.
 12088578_962177810515830_1507220999234859690_n[1] copy
Resim13: Noin Ula Kurganında bulunan Türk-Hun Tamgaları ve Altı Uçlu Yıldız, M.Ö. 2.yy. ve Mu Kıtasının Kozmogonik Diagramı.
6 uçlu yıldız yani Hexagram sembolünü Tekeoğulları Beyliği bayrağında, Barbaros’un sancağında, yeniçeri başlıklarının üzerinde, camilerde, mezar taşlarında, paraların üzerinde ve diğer sanat eserlerinde görebiliriz.
Bu simge Türklerin kadim takvimlerinin başlangıcı sayılan Ülker takımyıldızını da ifade eder. Türkler bu yıldızı çok önemser. Her yıl Mayıs ayında Hıdrellez kutlanır. Bu, Ülker’lerin gündüz göğünde Güneş ile birlikte yükseldiği dönemdir. İnsanlar bahar döneminde, yeniden doğuşu canlandıran ritüeller yaparlar. Yaratılışın tekrar ettiğini ve doğanın her yıl yeniden uyandığını düşünürler.
104947g98_720043114729302_745085859181115818_n 
Resim14: 6-7.yy Türk Uygur Budist Derviş’in kolunun altındaki sembol Hexagramdır. Aynı sembol Osmanlı döneminde yeniçerilerin başlıklarının üzerinde de yer almıştır.
 Bir diğer veri Mu İmparatorluğunun “Güneş İmparatorluğu” olarak adlandırılmasıdır. Bu tanım Mu kıtasının Batılılara göre Doğu yönünde ve kıtanın “Anakara” olması ile ilişkilendirilebilir. Söylencelerde Güneş’in yaratıcı gücü ile ilk insanın bu topraklarda yaratılmış olduğu inancı vardır. Bu nedenle Mu kıtasına Ana-Kara adı verilmiştir. Churchward’a göre Mu halkının başlıca simgeleri güneşti ve tek bir yaratıcıya güneş aracılığı ile tapınıyorlardı. Şunu da eklemek isterim. Güneş diğer dünya mitlerinde “Eril” bir özelliğe sahipken, Türk mitolojisinde “Dişildir” ve “Gün-Ana” olarak ifade edilir.
 Udygur-Selçuklu-İlhanlı-ve-Altın-Orduda-Antropomorfik-Güneş-İkonografileri
Resim15: Türkler Güneş İkonografisini her dönemde kullanmışlardır. Soldaki resim Uygur Türklerinin Budizm dönemine ait bir Uygur Alp heykelidir. Göğsünün iki yanında Güneş simgesi açıkça görülür. İlhanlı, Altınordu ve Selçuklu paralarının üzerinde de Güneş sembolizmi kullanılmıştır.
Churchward’ın, Güneş ile ilişkilendirdiği ve Uygurların simgesi olarak gördüğü iç içe geçmiş daire ikonografisi. Orta Asya’daki 70 000 yıllık büyük Uygur İmparatorluğu ve Mu Kıtasındaki insanlar tarafından kullanılıyordu. Churchward’ın ifadesini aynen İngilizce olarak aktarıyorum.
The eye of the bird Untitled is the Uighur form of the monotheistic symbol of the Deity.
 “Kuş gözü, Uygur tek Tanrılı dininin sembolüdür.” İç içe geçmiş daire sembolü çok değerli Emel Esin’e göre de bu sembol “Kün” yani Güneş olarak okunur. Uygur Türkleri bu sembolü hilal ile birlikte Ay-Kün olarak kullanmışlardır. Uygurlar Ay ve Kün Tengri ifadesini kullanırlardı. Uygur kağanlar tahta çıktıklarında Ay ve Güneşten kut alırdı. James Frazer “Altın Dal” isimli kitabında yeni evlenen Orta Asya’daki Türklerin, sabah doğan güneşi selamladığını yazar. Bu uygulama farklı bir sosyal statüye geçiş ve dolayısıyla yeni bir hayata başlama ritüelidir. Güneşin yaratıcı gücüne saygı duyma, bolluk bereket dileme ve çok çocuk sahibi olma isteği ile de alakalıdır.
12932845_1065464670187143_2660223880372150516_n
 Resim16: Uygur Türklerine ait Ay-Kün ikonografileri. Daire içindeki noktalı simge Türk Runik harflerindendir ve “Gün” yani “Güneş” olarak okunur.
Meksikada bulunan ve yine batık Mu Kıtasından taşındığı varsayılan simgelerden bir tanesi de daire içindeki artı sembolüdür.


07902 

Resim17: 2. ve 3. Sembol Meksika’daki tabletler üzerindeki İkonografilerdir. Türkçe “Tanrı” olarak okunur.
Ünlü psikanalist C. Gustav Jung’a göre insanlığın en eski ve en ilkel Tanrı İkonografisi budur. Bu sembol öyle evrenseldir ve dünyadaki kayaların üzerine kazınmıştır. Fakat çok ilginçtir ki Emel Esin’e göre de bu işaret Türklerin kullandığı Runik Alfabenin bir harfidir ve “Tanrı” olarak okunur.
 TAŞ2
Resim18: Kırgızistan Saymalıtaş. Tanrı olarak okunan petroglifler.
Artı yeryüzü ve yeryüzünün dört bucağını, daire ise gökyüzü ve gökyüzünün yuvarlak kubbesini ve sonsuzluğunu çağrıştırır. Aslında bu ikonografide Yeryüzü ve Gökyüzü dikotomisi ile yaratılıştaki eril ve dişil iki öge sembolize edilir.
Churchward’ın Mu Kıtası arması ya da Tamgası olarak gördüğü simge, bir kaç anlamı içinde barındırır. Haç ya da artı sembolü dünya ve yeryüzünün dört bucağı olan kuzey, güney, doğu ve batı yönlerini ifade eder. Etrafındaki daire, yeryüzü ile gökyüzünün birleşmiş gibi göründüğü, 360 derece dairevi ufuk çizgisini ve gökyüzünün sonsuzluğunu anlatır.
Bu iki sembol “Tanrı” olarak okunur. Çünkü Tanrı ezoterik düşüncede tüm zıtlıkları içinde barındırır. Armadaki dairenin etrafındaki sivri uçlar güneşi anımsatır. Güneş’i taşıdığı düşünülen “Güneş Tekerleği” 8 dilimlidir. Benzer ikonografiyi Türk sembolizminde de görebiliriz.
 Osmasn Hamdi Beyin haz_rlad___ 1873 Y_l_nda T_rkiye'de Halk Giysileri
Resim19: Mu Kıtası Arması ya da Tamgası. Tanrı ve Güneş olarak okur. 1873 yılında Osman Hamdi Bey tarafından fotoğraflanan, Ankara yöresi çoban kepeneği üzerindeki Tamga Mu kıtası arması ile aynıdır. Tanrı ve Güneş olarak okunabilir.
 768px-Chariot_Wheel_Sun_Dial
Resim20: 13. yüzyılda yapılan Güneş Tapınağı ve Güneş Tekerleği. Hindistan. Türk Otağlarındaki Tengri Tamgası ve 8 dilimli çadır kasnağı.
Churcward’ın Mu’nun sayısal ve simgesel sembolü olarak gördüğü 3 ve üç dilimli dağ İkonografisi. Ve bu dağın üzerinde “Güneş Diski” durmaktadır. Fakat resimdeki semboller tamamen siyahtır. Churchward bunu Mu’nun karanlığa gömülmesi olarak yorumlar. Aynı İkonografi Çin’de bulunan Paleolitik çağa ait bir kap üzerinde de vardır. Dağ şeklindeki sembolün üzerinde bu sefer Hilal Ve Güneş vardır.
993080_535326896534259_574870581_n
Resim21: Üç dilimli dağ şeklinde gösterilen kara parçası Mu Kıtasını ifade eder. Churchward bu sembolizmi, tufan sonrasında Mu’nun sulara gömülmesi olarak açıklar. Çin’de bulunan ve Paleolitik çağa ait bir kap üzerinde ise Kozmik Dağ üzerinde yükselen Hilal ve Güneş ya da tam Türkçe tabiri ile Kün-Ay İkonografisi görülür. Kozmik kara parçası bu sefer 5 dilimlidir ve kanımca 5 Ana Karayı ifade ediyor olabilir.

Kaynakça
Türklerde Maddi Kültürün Oluşumu, Emel Esin, Kabalcı Yayınları, 2003.
Türk Sanatında İkonografik Motifler, Emel Esin, Kabalcı Yayınları, 2003.
Türk Kozmolojisine Giriş, Emel Esin, Kabalcı Yayınları, 2001.
Batık Kıta MU’nun Çocukları, James Churchward, Ege Meta Yayınları, İstanbul, Nisan 2012
Kayıp Kıta MU’nun Kozmik Güçleri 1, James Churchward, Ege Omega Yayınları, İstanbul, 2009.
Kayıp Kıta MU’nun Kozmik Güçleri 2, James Churchward, Omega Yayınları, İstanbul, 2010.
ANKA ENSTITÜSÜNDEN ALINTIDIR  http://ankaenstitusu.com/mu-kitasi-mitolojisi/