Her ulus devlet ya bir ulusal ekonominin ürünüdür ya da kendi ulusal ekonomisini kurarak yoluna devam eden bir siyasal örgütlenmedir. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında bir ulus devlet kurulması gündeme geldiğinde Mustafa Kemal ve arkadaşları ülkedeki ulusal birikimi değerlendirerek, geleceğe dönük olarak, Türk ulusunun ekonomik açıdan bağımsız yaşayabileceği bir düzenin temellerini atıyorlardı. Mustafa Kemal, savaş yıllarında teslim aldığı ekonomiyi her geçen gün düzelterek yönlendirmeye çaba sarfetmiş ve dışa bağımlılığın çökerttiği Osmanlı deneyiminden ders alarak, olabildiğince Türkiye’nin özel koşullarında bağımsız bir ekonomi ile hareket ederek savaşı kazanmıştır. Emperyalist ülkelerin dış borç aracılığı ile kendilerine bağımlı kılarak çökerttikleri Osmanlı İmparatorluğu gerçeği Mustafa Kemal için her zaman yol gösterici olmuştur.
Batı Avrupa ülkeleri on beşinci yüzyıldan sonra denizlere ve okyanuslara açılarak bütün dünya kıtalarını sömürgeye dönüştürdükleri için çok zengin ve güçlü bir konuma gelmişler, sömürgecilik aracılığı ile bütün dünyaya emperyalist plânlarını dayatmışlardır. Batı bloğunun ekonomisi bir anlamda sömürgecilikle kimlik kazanmış ve bu doğrultuda sanayileşme başlamıştır. Endüstri düzeni ile beraber sıçrama yapan Batı ülkeleri seri üretime geçerek kapitalist bir sistem oluşturmuşlardır. Dünya ekonomisi denilince bu nedenle kapitalist sistem akla gelmektedir. Önce uygulama ile başlayan kapitalistleşme zaman içerisinde sistemleşmiş ve bir düzene dönüşmüştür. Bu oluşum sonucunda bütün dünya ülkeleri Batı’nın kapitalist sisteminin tehdidi altına sürüklenmişlerdir.
Batı Avrupa’nın kapitalist ülkelerine karşı Almanya ve İtalya iki yeni kapitalist rakip olarak ortaya çıkınca Birinci Dünya Savaşı’na giden yol açılmış, savaş sonrasında çöken imparatorluk düzenleri, Rus Çarlığı ile beraber Avusturya ve Osmanlı İmparatorluklarını da tarihin derinliklerine gömmüştür. Büyük çöküş sonrasında Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrim, Batı kapitalizminin karşısında Rus öncülüğünde sosyalist sistemi çıkarmıştır. Dünya kendiliğinden iki kutuplu bir yapıya doğru sürüklenirken Sovyet devrimi sonrasında Türk Ulusal Kurtuluş savaşı gerçekleşmiş ve Mustafa Kemal’in önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti emperyalist Batı ülkelerinin karşısına bağımsız bir devlet olarak çıkmıştır. Kapitalist sisteme karşı çıkan ama sosyalist sisteme girmeyen Türkiye Cumhuriyeti kendi yolunu bağımsız bir devlet olarak çizmeye çalışırken, Atatürk’ün önderliğinde kendi gerçeklerine uygun düşen bir ekonomik yapılanmayı Kemalist ekonomi anlayışı ile gerçekleştirmiştir.
Kemalist ekonomi anlayışı, bağımsız bir ulus devletin tüm ihtiyaçlarının dış borçlanma olmadan kendi gücü ile karşılanmaya çalışılması biçiminde bir öze sâhiptir. Bir anlamda ülkenin kendi yağı ile kavrulması biçiminde ifâde edilebilecek bu anlayış, devletin kuruluş yıllarında çok büyük hareket serbestisi alanı yaratmış ve dışarıdan para almadan ya da borçlanmadan ülke yönetilerek, bağımsızlık savaşına bir gölge düşmesine izin verilmemiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bir ulus devlet kurulmasına giden yolu açmasıyla beraber, devlet merkezli bir ulusal ekonomi uygulanmasına geçilmiştir. Liberalizm ya da kapitalizme sürüklemek istemeyen, sosyalist sistemin dışında kalan Atatürk, Türk devletinin ekonomisini, bir ara yol olarak, devletçilik uygulamalarına ve felsefesine dayandırmıştır. Devlet kuran Atatürk her alanda olduğu gibi ekonomide de devleti esas alarak, devletçi bir yaklaşım çerçevesinde yeni devletin ekonomik düzenini geliştirmeye çaba göstermiştir.
Osmanlı’nın arka ülkesi konumundaki Anadolu’da yepyeni bir devlet kurmanın maliyeti o dönemin koşullarında fazlasıyla yüksekti. Rusya’daki Müslümanların gönderdiği para yardımı ile Anadolu üzerinde bir kurtuluş savaşı verebilmiş, Hint Müslümanlarından daha sonraları gönderilen para ise yedek akçe olarak saklanmış, savaş sonrasında Türk özel sektörünün oluşumuna öncülük etmek üzere İş Bankası’nın kuruluş sermayesi olarak kullanılmıştır. Ülkenin ve ulusun tüm gereksinimlerini yabancılara el açmadan karşılayabilmek üzere yeni kurulan devlet aracılığı ile devletçi ekonomiye geçiş yapılmıştır. Uykudan yeni uyanan bir toplum ile fazla yol alınamayacağını gören Mustafa Kemal, ülke kalkınmasına öncelik vermiş, köylüyü milletin efendisi kabul ederek, yüzde doksanı köylerde yaşayan bir toplumun toptan kalkınabilmesi için devletçilik uygulamaları ile ülke bir ekonomik seferberliğe kalkışmıştır. Sosyalist sistemden tamamen farklı bir yaklaşım ile devletçilik ele alınmış, ideolojik yapılanmanın tamamen dışında kalınarak, toplumun uluslaşması ve ulusun devletinin kurulması doğrultusunda, ekonomik atılımlar Kemalist devletçilik anlayışı çerçevesinde geliştirilmiştir. Atatürk, bir yabancı gazetecinin ekonomik politikalarla ilgili sorusuna verdiği cevapta; ne liberalizm ne de sosyalizm yolunun seçilmediğini ve tamamen Türkiye’nin kendine özgü ihtiyaçları doğrultusunda bir yolun seçildiğini; bu nedenle, Türkiye’nin özlediği ekonomik politikanın hiçbir uygulamaya benzetilemeyeceğini, bir benzetme yapmak gerekirse ancak bu uygulamaların Türkiye’ye benzetilebileceğini çünkü başka hiçbir ülkenin uygulamaları ile bir benzerlik bulunmadığını açıkça ifâde etmiştir.
Ulusal bir devlet kurulurken, bunun ulusal bir ekonomiye sâhip olması doğrultusunda kullanılan merkezî devletçilik politikaları, başka ülkelerden kopya edilmemiştir. Ama, Türkiye’deki başarılı devletçi ekonomi uygulamaları başka ülkeler için çok önemli bir emsal oluşturmuştur. Batı emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını elde eden birçok üçüncü dünya ülkesi, kısa zamanda hızla kalkınabilmek ve emperyalizmin ekonomik pençesinden kurtulabilmek üzere bağımsız ekonomi politikalarını merkezî devletçilik uygulamaları ile gündeme getirmişler ve bu yoldan ulusal çıkarlarını koruyarak varlıklarını geleceğe dönük bir biçimde güvence altına almak istemişlerdir. Ulusal ekonomi oluşturma doğrultusunda merkezî devletçilik modeli bütün dünyaya bir Türk modeli olarak ve Kemalist ekonomi modeli adı altında yayılmış ve birçok Asya, Afrika ülkesi bu model yolu ile yeni kazandıkları bağımsızlıklarını sağlam ekonomik temellere oturtabilmenin yolarını aramışlardır.
Kemalist ekonomi anlayışının tek hedefi en kısa zamanda en hızlı kalkınmayı gerçekleştirmektir. Bu doğrultuda, ülkenin kendi olanakları çerçevesinde uygulanabilecek dışarıya bağımlı olmayacak ekonomik girişimler hemen devreye sokulmuştur. Topyekûn kalkınma biçiminde adlandırılabilecek, ekonomik gelişme plânı ülkede herkesimin gereksinmelerini karşılayabilecek derecede bir yeniden yapılanmayı öngörüyordu. Yarı sömürge bir imparatorluğun yıkılmasından sonra geri kalan topraklar üzerinde kurulmuş bir ulus devletin diğer ülke ve devletlerle rekabet edebilmesi için, en kısa zamanda kalkınması gerekiyordu. Bu doğrultudaki plânlanan devletçi girişimler daha sonraki aşamada sanayi plânları ile gerçekleşme aşamasına gelmiştir. Ülkede devletin yanı sıra ekonomik etkinlikler yürütecek bir ulusal özel sektörün oluşturulması, aç ve yoksul kitlelere iş olanaklarının yaratılması, enflasyonsuz bir kalkınma yolu ile ülke genelinde yaşam koşullarının daha da iyileştirilmesi, ülkedeki gelir dağılımının düzeltilmesi, ülke gereksinmeleri doğrultusunda ithalat ve ihracatın düzenlenmesi gibi konular, plânlı bir ekonomi anlayışı ile gündeme getirilerek uygumla alanına aktarılmıştır. Marksist olmayan bir devletçilik anlayışı ile plânlı ekonomiye geçilmesi ve ekonomik alanın gerekliliklerinin bu doğrultuda karşılanmaya çalışılması, Kemalist rejimin ulusal ekonomi oluşturma hedefi doğrultusunda başarılmış olan önemli adımlardır. Kurmuş olduğu ulus devleti, çağdaş uygarlık düzeyine eriştirmek ve dünya uluslar âleminin onurlu bir üyesi hâline getirmek hedefine yönlendiren Mustafa Kemal için, ekonomik kalkınma ve diğer ulus devletlerle rekabet şansını yakalama hedefi en öncelikli amaç olarak görünüyordu. Bu nedenle, ülkede ulusal bir ekonomik düzenin oluşturulmasına birçok konudan önce yer verilmiştir.
Ulusal bir ekonomi için, millî bir tasarruf bilincinin zorunlu olduğunu iyi bilen Atatürk, bu doğrultuda toplumda bir ulusal ekonomi bilinci yaratmaya çaba göstermiştir. Osmanlı döneminin bir lokma ve bir hırka anlayışından, ulus devlet kurulmasıyla ulusal birikim bilincine geçilmiştir. Ülke kaynaklarının ulusal olanakların seferber edilmesiyle en üst düzeyde değerlendirilmesi, Kemalizm’in ekonomi anlayışı ile gündeme gelmiştir. Kamu yönetimi bu amaç doğrultusunda yönlendirilmiş, bu doğrultuda devlet eliyle hazırlanan plân ve programlar uygulamaya aktarılmıştır. Serbest piyasaya dayanan Batı kapitalizminin emperyal saldırılarına karşı sosyalist ülkeler daha ideolojik bir karşı plânlamaya yönelirken, Atatürk ülke gerçeklerini dikkate alan daha pragmatik bir yoldan yeni Türk devletini bir ekonomik güç düzeyine çıkarmaya çaba gösteriyordu. Atatürk, ekonomiyi bir anlamda ülkenin geleceği açısından her şey olarak görüyordu. Bir devletin ya da ulusun bağımsızlığının ancak ulusal bir ekonomi ile mümkün olduğunu yerinde değerlendirerek, yeni kurduğu ulusal devletin gelecek güvencesini sağlam bir ekonomik düzen ile gerçekleştirmeye çalışıyordu. Köylüyü ulusun efendisi ilân ederken, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan kırsal kesimi ciddî bir üretim seferberliğine yönlendirerek kısa zamanda, tarım ülkesi olarak daha fazla ticaretten gelir elde eden bir ülke hayal ediyordu.
Lozan görüşmelerinde yeniden Batı emperyalizminin Sevr koşullarını Türkiye’ye dayatması üzerine, görüşmeler kesilince, Avrupa basını Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne dâhil olacağını ve gelecekte ideolojik bir çizgi de sosyalist ekonomiye yöneleceğini ileri süren yayınlar yapmaya başlamışlardır. Bunun üzerine, Mustafa Kemal bir iktisat kongresi toplayarak, genç Türk Cumhuriyeti’nin dış dünyadan kopmayacağını ve Batı ülkeleriyle ticarete açık bir çağdaş devlet olacağını göstermek üzere İzmir’de iktisatçıları bir araya getirmiştir. İzmir İktisat Kongresi’nde yeni devletin liberal ekonomiye açık bir yol izleyeceğinin bütün dünyaya ilân edilmesi üzerine Batı ile gerginlikler azalmış ve bu toplantı sonrasında yeniden Lozan görüşmeleri başlatılmıştır. Bu Kongre’de delegeler söz alarak yeni Türk devletinin tam liberal ya da tam sosyalist bir uygulamaya değil ama ülke gerçekleri ve ulusal çıkarlar doğrultusunda bir karma ekonomiye yöneleceğini açıkça dile getirmişlerdir. Devletin öncülüğünde ekonomik girişimlerin yönlendirilmesi gerektiği, devletin katkısı ile oluşturulacak özel sektörün gene devletin yardımları ile ülke kalkınmasında özel bir misyon üstlenmesi gerektiği gene aynı Kongre’de dile getirilmiştir. Böylece hem Lozan’ın kopması önlenmiş hem de izlenecek karma ekonomi modeli bütün dünyaya İzmir üzerinden açıklanmıştır.
Batı ülkelerinin emperyalist saldırılarına karşı direnilerek kurulan Türk devleti, kendi yağı ile kavrulmak zorunda olduğu için denk bütçe ve dışa bağımlı olmayan bir ekonomik seferberlikle yola çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu batıran dış borçlardan şiddetle uzak durulmuş ve Lazan Antlaşması’yla Osmanlı borçlarının ödenmesi de yeni devletin üzerine yıkılmıştır. Elden giden Balkan ülkelerine yapılmış olan Osmanlı yatırımlarının getirdiği borçları da Anadolu devleti ödemek zorunda bırakılmıştır. Hem dış yardım almadan hem de dış borç ödeyerek kalkınma programı yeni devletin yükünü fazlasıyla artırmıştır. Bu durumda Türk parasının korunmasına öncelik verilmiş, genç cumhuriyetin parası olarak lira özel bir yasal düzenleme ile koruma altına alınmıştır. Özellikle emperyalist merkezlerin denetimi altında bulunan uluslararası piyasalardaki oylamalarla Türk ekonomisinin tehlikeli bir duruma sürüklenmemesi için, Türk parası koruma altına alınmış ve böylece bir istikrar sağlanarak hem Türk özel sektörü hem de piyasalara belirli bir güvence ortamı sağlanabilmiştir. Millî bir ekonomi yaratılabilmesi için, ulusal para biriminin piyasalarda değerlinin sabit tutulması ve böylece ekonomi ile uğraşan çevrelere belirli bir devlet güvencesi verilmesi gerekiyordu.
İzmir İktisat Kongresi’nde liberal ekonomiye uzak durulmayacağının açıklanması daha sonraki dönemlerde Türk ekonomisini kapitalizm batağına sürüklemiştir. Kemalist devletçilik anlayışı ile sürdürülen plânlı ekonomi ya da devletin öncülüğünde gündeme getirilen karma ekonomi uygulamalarından beklenen dengelerin oluşturulması mümkün olmamış, kapitalizmi emperyalist doğrultuda uygulayan ve bu doğrultuda dünya ülkelerine dayatmalarda bulunan sistemin en büyükleri Türk ekonomisine de Atatürk sonrası dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’na yaptıkları gibi, yarı sömürge konumunu uygun görmüşlerdir. Atatürkçü ekonomik model merkezi devletçiliğe dayanan karma ekonomidir. Çok uluslu şirketlerle baş edebilecek derecede güçlü ve kendi ekonomisini devlet ile ulusun çıkarları doğrultusunda kontrol edebilen bir karma ekonomi oluşturmak, Kemalist dönemin ulusalcı politikalarının ana hedefi olmuştur. Ekonomik emperyalizme teslim olmamak için Türk ekonomisi devletin öncülüğünde oluşturulan millî bankacılık sistemiyle yönlendirilmeye çalışılmıştır. Devlet kendi Merkez Bankası’nı kurduktan sonra bu merkez aracılığı ile ulusal bir bankacılık sistemi yaratmak ve bu yoldan ekonomiyi finanse ederek dışa olabilecek bağımlılığa izin vermemek istemiştir. Devletin halka, tarım kesimine, esnaf ve sanatkârlar ile özel sektöre destek olmak üzere oluşturduğu farklı bankalar bir ulusal bankacılık sisteminin doğmasını sağlamış ve devlet eliyle oluşturulan bankalar aracılığı ile ekonomi ulusal çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmeye çalışılmıştır. Osmanlı döneminden kalma bazı yardımlaşma sandıkları millî bankalara dönüştürülmüş ve böylece özel sektör de bankacılığa yönlendirilmiştir.
Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Hint Müslümanlarının yardım için gönderdikleri parayı harcamamış ve yedek akçe olarak sallamıştır. Savaş bittikten ve devlet kurulduktan sonra bu yedek akçeyi ana sermaye olarak İş Bankası’nın kurulmasında kullanmıştır. Türkiye’de devlet bankacılığının yanı sıra bir de özel sektör bankası olarak Türkiye İş Bankası kurulmuş ve cumhuriyet tarihi boyunca ulusal ekonominin Türk özel sektörü aracılığı ile örgütlenmesinde önde gelen hizmetler yapmıştır. Çağdaş bankacılığın Türkiye’ye gelmesinde öncülük yapan Türkiye İş Bankası, Türk özel sektörünün kuruluşunda rol almış ve daha sonrada ulusal sanayinin kurulmasında öncü girişimlerde bulunarak Türkiye’nin en büyük endüstri kuruluşlarını Türk özel sektörü adına kurmuş ve yönetmiştir. İstanbul’un eski bir ticaret merkezi olmasına rağmen Atatürk, Türkiye İş Bankası’nı devletin merkezinin bulunduğu başkent Ankara’da kurmuş, mütareke döneminden beri güvenmediği işbirlikçi taşeron ve gayrimüslim İstanbul sermayesine karşı ulusal çizgide bir millî özel sektörün oluşumunda Türkiye İş Bankası’nın başkent Ankara’da devletin yanı başında ve devletle beraber hareket etmesini sağlamıştır. Banka’nın kurucusu Atatürk’ün bu kurucu iradesine rağmen, küreselleşme döneminde işbirlikçi İstanbul sermayesinin küresel rüzgârlara teslim olarak, Atatürk’ün bankasının, yeni Bizans projesi doğrultusunda, İstanbul’a taşındığı görülmüştür. Tamamen Atatürk’ün iradesine ters düşen bu duruma alet olan banka yönetiminin Türk ulusu karşısında bu çelişkili durumu açıklamaları gerekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçene kadar Atatürk ve tek parti yönetimlerinde tamamen ulusal bir ekonomi oluşturulmuş, tepesine kadar döviz dolu bir millî hazine yaratıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün borçları da yoksul Türk halkının birikimleri ile son kuruşuna kadar ödenmiştir. Demokrasiye geçilirken, iktidara gelen yeni siyasal parti liberal politikalara yönelmiş, devletçilikten vazgeçilerek dışa açılmış ve kısa zamanda yeniden dış borç batağına Türkiye sürüklenmiştir. İkinci Dünya Savaşı döneminde yürütülen kapalı ekonomi ile ülke kalkınmasında önemli bir mesafe katedilmiş, her ekonomik sektörde kamu iktisadî kuruluşları oluşturulmuş, bunlar aracılığı ile hemen hemen her sektörde üretime geçilmiş, kısa bir sürede Türk halkının gereksinmelerini karşılayan bir üretim ekonomisi dışa bağımlı olmadan yaratılmıştır. Sanayi teşvik yasaları çıkartılarak kamu iktisadî kuruluşlarının yanı sıra endüstri yatırımları yapan ve kısa dönemde üretime yönelen özel sektör girişimcilerine devletin birçok kolaylık ve destek sağlaması gündeme getirilmiştir. Devletin yanı sıra sanayiye yönelen özel sektör, Türk ekonomisinin canlanmasında önemli katıklar sağlamıştır.
Mondros Mütarekesi ile terk edilen Osmanlı döneminden kalma ekonomik kuruluşlar Atatürk döneminde yeni devletin denetimi altına alınmış ve ayrıca, gene eski dönemden kalma Osmanlı yönetimince yabancıla verilmiş olan imtiyazlar iptal edilerek, onların mülkiyetindeki ekonomik kuruluşlara, millîleştirme yolu ile, yeni devlet tarafından el konulmuştur. Böylece yeni devletin kuruluşu aşamasında yabancıların ekonomi yolu ile Türkiye’yi yönlendirmelerinin önü kesilmiştir. Millîleştirmeler ulusal ekonominin gelir ihtiyacını karşılamış, devletçilik uygulamaları başlatılan devlet kapitalizminin gerek duyduğu sermayenin karşılanmasında etkin olmuştur. Demiryolu, liman ve maden işletmeleriyle beraber telefon şirketlerinin millîleştirilmesi, yeni ulusal devletin kendi iletişim ve ulaşım sistemini millî ihtiyaçlara göre oluşturmasını sağlamıştır. Ulaşım ve iletişimin millî yönetimin eline geçmesi, ulusal devletin kalkınma seferberliğinde hızlı hareket etmesini sağlamış ve yabancıların engellemelerinin önüne geçilmiştir. Cumhuriyet’in onuncu yılında ülkenin dört bir yanı demir ağlarla örülmüş ve demiryolu aracılığı ile Misak-ı Millî sınırları içinde ülkenin bütün bölgeleri başkent Ankara’ya bağlanarak, ulusal devletin ülke düzeyinde üniter bir yapı oluşturmasına bu yoldan katkı sağlanmıştır. Cumhuriyet rejiminin ilk yıllarında ulaşım ve iletişim yatırımlarına belirli bir öncelik tanınmış ve ülke içinde bütün coğrafî bölgelerin birbirine bağlandığı bir üniter yapı ortaya çıkarmaya çalışılmıştır.
Ulusal parasını koruma altına alan Türkiye Cumhuriyeti, hazinesini de güçlü ve bağımsız bir yapıda kurmuştur. Türk devleti güvenilir bir taraf olarak dış ekonomik ilişkilere girişmiş ve dünya ülkeleri ile imzaladığı ekonomik işbirliği ve ticaret anlaşmalarının karşılığını her defasında yerine getirerek sağlam hazine yapısı ile güvenilir bir ticaret ortağı olarak dünya piyasalarına çıkmıştır. Devletçi ekonomi ile güçlendirilen Türk hazinesi birçok önemli ekonomik ilişkinin altından kalkmış, Osmanlı borçlarını ödediği gibi, Türk ekonomisinin geleceğe dönük olarak bağımsız bir çizgide ilerlemesine de katkı sağlamıştır. Ne var ki, çok partili hayata geçilmesiyle beraber merkez sağ iktidarlar dış baskılarla borçlanma yoluna sürüklenmişler ve yeniden Türkiye’yi Osmanlı Devleti’nin son döneminde olduğu gibi dış borç batağına saplanmış yarı sömürge ülke durumuna düşürmüşlerdir. Bu durum, küreselleşme döneminde Türkiye’nin bütünüyle bir dış ekonomik yönlendirmeye mâruz kalmasına elverişli bir ortam yaratmıştır. Dış borçları fırsat bilen emperyalist ülkeler, emir vermeye başlamışlar ve Türk hükümetlerini IMF aracılığı ile kendi oyuncakları düzeyine düşürmüşlerdir. Böylesine olumsuz bir durumda, ulusal ekonomi devredışı kalmış ve ulusal çıkarlara ters düşen emperyalist dayatmalar IMF programları aracılığı ile Türk ulusunun başına bir çuval gibi geçirilmiştir.
Ulus devlet için ulusal ekonominin zorunlu olduğuna inanan Atatürk ve arkadaşları, Türkiye’de çok kısa bir zaman dilimi içinde başarıyla bir ulusal ekonomik yapılanma oluşturdukları tarihsel bir gerçektir. Merkezî devletçilik yolu ile kurulan ulusal ekonomi, İkinci Dünya Savaşı sürecinde güçlenerek yoluna devam etmiş, ama demokrasiye geçiş ile beraber dışa bağımlılığın öne geçmesiyle ulusal niteliğini yitirme yoluna sürüklenmiştir. Özellikle İstanbul’da toplanan büyük sermaye, ulus devletin olanakları ve Türk milletinin birikimi ile büyümüş, ama daha sonraki aşamada millete ve devlete sırtını dönerek dışa açılma aşamasında yabancı ortaklıklara girişmiştir. İşte bu olumsuz adım ulusal Türk ekonomisinin çöküşüne giden yolu açmıştır. Kendi devletine sırtını dönen, iç pazarda kendi milletinin birikimi ile büyüyen İstanbul sermayesi, yeni Bizans projesi doğrultusunda devletine ve milletine sırtını dönerek çok uluslu yabancı tekellerin taşeronluğunu kabul etmiş, böyle bir aşamada ulusal ekonomi devredışı kalmış ve giderek ulusallıktan uzaklaşan ekonomide yabancıların hegemonyası artmıştır. Bu dönemde kendilerine işbirlikçiliği uygun görenler çok uluslu tekeller adına Türk devletini, ulusal çıkarlara ters düşecek yönlerde, etkilemeye başlamışlardır.
Soğuk savaş döneminin koşullanmaları doğrultusunda, ülke üzerinde baskı kuran yabancı sermaye çevreleri, daha sonraları küreselleşmeye geçilmesiyle beraber açıktan saldırıya geçmişlerdir. Eskiden işbirliği ve yardım görünümünde yabancılar Türk ekonomisi ile ilgilenirken yeni dönemde artık satın alma ve egemen olma girişimlerini artırmışlar ve bu yoldan Türk şirketlerini, cumhuriyet rejiminin halkın birikimi ile gerçekleştirdiği millî üretim merkezi fabrikaları hızla satın alarak, kendi kontrolleri altına geçirmişlerdir. Özelleştirme uygulamaları başta ABD, AB ve IMF baskıları ile sonuna kadar sürdürülmek istenmiş, devlet ekonomiden çekiliyor havası içinde devletin küçültülmesi ve kendi ekonomisini yönetemez duruma düşmesini sağlamışlardır. Dışa açılma özelleştirmelerle desteklenince Türk ekonomisi bütünüyle yabancılaşma sürecine sürüklenmiştir. Devletin kuruluş yıllarında öncelikle ele alınan ulusal ekonomi anlayışından bütünüyle vazgeçilerek, küreselleşme görünümü altında sömürgeleşme uygulamaları Türk milletine dışarıdan zorla dayatılmıştır. Siyasal kadrolar bu doğrultuda kullanılırken, kendi ülkenin millî ekonomik varlıklarını yabancı tekellere pazarlayan siyasetçiler hem taşeron olarak kullanılmışlar hem de kendi ülkelerinin satışlarından pay almışlardır. Siyasetin pazarlamacılığa dönüştüğü bu aşamada, kendi ülkesini dışa satan siyasal kadrolar yeni zenginler sınıfı olarak ortaya çıkmışlardır. Bu aşamada Türk milleti ulusal ekonomisini yitirirken, işbirlikçi yeni zengin bir cemaatçi burjuvazi yapılanması ile karşılaşmıştır. Millîci ekonomi kadroları tasfiye edilirken, millî çizgideki şirketler kapanmış ve işadamları piyasadan çekilmek zorunda bırakılmışlardır. Atatürk’ün millî ekonomi ilkesine tamamen ters düşen son derece olumsuz bir durum dış baskılarla yaratılmıştır.
Küreselleşme süreci, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra on yıl süreyle epeyce mesafe kat etmiştir. ABD’nin yönlendirdiği küresel şirketler, bütün dünyaya yayılarak ulus devletlerin içine girmişler, her ülkenin doğal zenginliklerine el koydukları gibi, pazar ve piyasalarını da denetimleri altına alarak yeni bir sömürgecilik dönemini küreselleşme aldatmacası doğrultusunda gündeme getirmişlerdir. Böylesine bir süreç içinde çokuluslu tekellerin en çok hedeflediği ülkelerden birisi de Türkiye’dir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti küreselleşme aşamasında yarı sömürge durumuna Avrupa Birliği’ne üyelik gerekçesi ile sürüklenmiştir. Türkiye, Avrupa’ya üye olabilmek için her türlü ödünü verirken, Avrupa’dan daha çok uzaklaşmış ve Amerika ile İsrail’in kucağına düşerek, Amerikan emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi’nin Ortadoğu senaryolarının oyuncağı konumuna gelmiştir. Özelleştirme görünümü altında devletin tüm ekonomik varlıkları yabancılara peşkeş çekilmiş, Türk devlet kendi ekonomisini yönetemez duruma düşürülmüştür. Atatürk döneminde gerçekleştirilen ulusal ekonomik düzenden geriye hiçbir şey bırakılmamıştır. Türk ekonomisi tümüyle ulusal yapılanmadan çıkarak, çok uluslu yabancı tekellerin cirit attığı bir alan hâline gelmiştir.
İki binli yıllara girildikten sonra küreselleşme durmuştur, ABD kendi kendine saldırı düzenleyerek mağdur görünümüyle küreselleşmeye devam etmenin yollarını aramış, terör ve savaş senaryoları ile küresel süreci zorlamış ama başarılı olamamıştır. Gelinmiş olan bu aşamada ulusal ekonomilerini yitiren bütün ulus devletler, yeniden toparlanmanın arayışı içine girmişlerdir. Türkiye de bu aşamada hızla toparlanarak yarı sömürge durumundan kurtulabilmek üzere alternatif bir ulusal ekonomik plânı, Ankara merkezli olarak uygulama alanına koymak zorundadır. Bu aşamada İstanbul’un tıpkı mütareke döneminde olduğu gibi teslim olması ve Türkiye’den vazgeçmesi dikkate alınarak Ankara başkent olarak devlet ile Anadolu’nun potansiyellerini birleştirerek yeniden İstanbul’u kontrol altına alabilmenin yollarını aramak durumundadır. Ulus devletin yaşayabilmesi için, ulusal başkent Ankara’nın bütün Anadolu’yu arkasına alarak İstanbul’un teslim olmuş ve yabancılaşmış işbirlikçi ekonomisini yeniden denetim altına alarak, ulusallaştırılması gerekmektedir. Ancak bu yoldan, yeniden Atatürk’ün kurmuş olduğu ulusal ekonomik düzene Türkiye geri dönebilecektir. Yeni Bizans hayallerine dalan İstanbul sermayesinin hizaya gelmesi için Anadolu ve Ankara işbirliğinin tıpkı Kuvay-ı Millîye günlerinde olduğu gibi yeniden güçlü bir biçimde kurulması gerekmektedir. Çok uluslu yabancı sermayeye teslim olan ve taşeronluğu kabul eden İstanbul sermayesinin bu durumunun Türkiye’nin ulusal ekonomisine daha fazla zarar vermesi bir an önce önlenmelidir. İstanbul’da tıpkı diğer kentler gibi ulusal ekonomik düzen içinde Türk devletinin denetimi altındaki yerini almalıdır.
Yeniden ulusal ekonomiye geçiş için, TÜSİAD isimli patronlar kulübünün siyaseti medya aracılığı ile yönlendirmesine son verilmelidir. Küreselci federasyoncu ve cemaatçi işadamı derneklerine karşı ulusalcı ve milliyetçi işadamlarının daha güçlü örgütlerle karşı koymaları sağlanmalıdır. Dünya Bankası ve IMF programlarına bir an önce son verilmelidir. Latin Amerika ülkelerinin yaptığı gibi dış borçlar uzun vadeli taksitlere bağlanmalı ve yeni dış borç almadan yürüyebilecek ulusal bir ekonomik düzen kurulmalıdır. Küreselleşme doğrultusundaki plân ve programlara son verilerek yeniden ulusal plânlama kuruluşu olan Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırlamış olduğu ulusal plânlara göre Türk devletinin ve ekonomisinin yönetilmesine eskisi gibi başlanmalıdır. ABD ve AB baskısı ile elden çıkarılan Telekom, Ereğli Demirçelik, TÜPRAŞ gibi stratejik kuruluşların yeniden devlete iade edilmesi sağlanmalıdır. Bütün Batı ülkelerinde olduğu gibi ülke ve toplum ihtiyaçları için stratejik önemdeki sektörlerde kamu işletmeciliği Atatürk döneminde olduğu gibi tekrar uygulamaya konulmalıdır. Devletin plân ve programları çerçevesinde stratejik kamu işletmeleri ulusal çıkarlar doğrultusunda devletin denetiminde Türk ulusuna hizmet etmeye devam etmelidir. Devletin yanı sıra bir kamu kurumu gibi çalışan Ordu Yardımlaşma Kurumu son derece başarılı çalışmaları ile ulusal ekonomiye katkıda bulunmaya devam etmektedir. Ordu mensupları için oluşturulmuş olan ve bu yardımlaşma kurumu benzeri olarak memurlar için MEYAK, işçiler için İYAK, çiftçiler için ÇİYAK, Esnaf ve sanatkârlar için EYAK bir an önce yasa ile kurulmalı ve tıpkı OYAK gibi çalışmaları sağlanarak Türk ulusal ekonomisine bir OYAK yerine beş tane benzeri kuruluşun katkıda bulunması sağlanmalıdır.
Devletin ulusal ekonomiyi kontrol edebilmesi için kamu bankacılığı sisteminin yeniden Atatürk döneminde olduğu gibi ulusal çizgide örgütlenmesi sağlanmalıdır. Ülkedeki sanayi hareketlerini desteklemek için Sümerbank, madenciliği desteklemek için Etibank, konut piyasasını ulusal gereksinmeler doğrultusunda yönlendirmek için Emlakbank yeniden eskisi gibi güçlü kamu bankaları olarak kurulmalıdır. Ayrıca Halk Bankası, Ziraat Bankası ve Vakıfbank kamu bankası olarak korunmalı ve böylece güçlü kamu bankaları sistemi ile piyasanın denetimi ulusal devletin elinde olmalıdır. Ayrıca gereken sektörlerde etkili olmak üzere oluşturulacak kamu bankaları devreye sokulmalı ve en az on kamu bankası ile devlet ekonomisini ulusal yararlar doğrultusunda denetleyebilmelidir. Ancak bu yoldan çok uluslu tekellerin saldırıları önlenebilir ve Türkiye gene eskisi gibi ulusal bir ekonomik düzene sâhip olabilir. Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin var olabilmesi ve yollarına devam edebilmesi için ulusal ekonomik düzene âcilen geri dönülmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda bir ulusal ekonomi reformu en kısa zamanda gerçekleştirilirse, Türkiye ekonomisi yarım bağımlı sömürge konumundan kurtulabilecektir.
Kaynak: 2023 Dergisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder