Türk politikacılarındaki bilgi ve düzey düşüklüğü ile AB’ye karşı gösterdikleri “aşırı” ve “sözdinler” istek, Yunanistan’a, bağlı olarak da AB yöneticilerine; Ege konusunu diledikleri gibi ele alma, “özgürce” yorumlama ve “yorumları” Türkiye’ye karşı kullanma yönünde geniş bir serbest alan yaratmaktadır. Birbiriyle olan ilintileriyle karmaşık bir sorunlar yumağı durumuna getirilen; Kara Suları, Hava Sahası, Kıta Sahanlığı ve Yunan Adalarının Silahlandırılması’ndan oluşan Ege “sorunu” önemi ve özgünlüğü olan bir konular bütünüdür. Gördüğü uluslararası destek nedeniyle Türkiye’ye karşı siyasi üstünlük sağlamış olan Yunanistan’a, konuyu sorun durumuna getirecek yeni fırsatlar vermektedir.
Sorun Yaratmak
1999 Helsinki Zirvesi; Batı başkentlerinde ve Brüksel çevrelerinde, Kıbrıs, Ege, “azınlıklar” konusunda Türkiye karşıtı söylemlerinin bolca konuşulduğu bir süreçten sonra yapıldı. Söylenen ve önerilenlerin kabul edilebilir bir yanı yoktu ancak “57.Cumhuriyet Hükümeti” nin Başbakanı Bülent Ecevit, Brüksel’in istekleri doğrultusunda davranarak Kıbrıs ve Ege konusunu AB gündemine taşıyan kararlara imza atıyor ve büyük bir iş başarmanın iç huzuruyla Türkiye’ye dönüyordu.
12 Aralık 1999 tarihinde açıklanan “Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi”’ne, Türkiye ile Yunanistan arasında tartışma konusu olan, daha doğru bir söylemle Yunanistan’ın tartışılan bir sorun durumuna getirdiği; Ege ve Kıbrıs konuları eklenmiş ve bu iki konu, uluslararası bir boyut kazanarak AB’nin bir sorunu durumuna getirilmişti.
“Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi”’nin Ege ile ilgili 4.başlamı (maddesi) şöyleydi: “AB Konseyi, üye adayı devletleri, devam eden sınır anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konuları çözmek için her gayreti sarfetmeye davet eder; bunda başarılı olunamadığı takdirde anlaşmazlığı makul bir süre içinde Uluslararası Adalet Divanı’na götürmelidirler. AB konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar Uluslararası Adalet Divanı yoluyla çözüme bağlanmasını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir.”1
Kararda her ne kadar üye adayı devletler diye çoğul eki kullanılıyorsa da, konu edilen yalnızca Türkiye’ydi. Çünkü Türkiye’den başka herhangi bir “üye adayı” devletin “sınır anlaşmazlığı” yoktu. AB, Türkiye’ye öz ve net olarak; “Ege sorununda ya Yunanistan ile anlaş ya da 2004 yılına kadar Uluslararası Adalet Divanı’na git ve onun vereceği karara uy” diyordu.
Bu iki seçenek gerçekte, Yunan savlarının kabul edilmesinden başka bir şey değildi. Bu gerçek, Yunanistan’ın Helsinki’den beri sürdürdüğü politikalarla açıkça görülüyordu. Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis, Helsinki’den iki yıl sonra Ocak 2002’de Atina’da şunları söylüyordu: “Türkiye ile diyalog, Helsinki kararları temel alınarak yapılacaktır. Diyalogun temelinde ise Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesinin 4.başlamı (maddesi) uygulanacaktır.”2
Ege Sorunu AB’nin Sorunu Oluyor
AB’nin, kendisini dolaysız ilgilendiren bir konuymuş gibi ele aldığı ve Türkiye’den, Atina’nın savlarına uygun isteklerde bulunduğu Ege sorunu; Yunanistan’ın yarattığı birbiriyle ilişkili, özgünlüğü olan ve Türkiye için stratejik öneme sahip bir konudur. Konu, Türkiye açısından çok önemlidir ancak politik çevreler başta olmak üzere, üst düzey bürokratlar, kamu yöneticileri ve Türk kamuoyu, konuyla ilgili yeterli bir bilgilenme içinde değildir. İşin daha da vahimi, bu çevrelerde konuyla ilgili bilgi sahibi olma, ulusal politika oluşturma ve bu politikayı uygulama yönünde bir isteğin bile olmamasıdır.
Türkiye’nin geleceğini dış yönlendirmelere bağlayan politikacılar, olayların gelişmesini, daha doğru bir deyişle AB’nin olaylara vereceği biçimi beklemektedirler. Politikasızlığın ya da güdümlü politikanın doğal sonucu olarak Helsinki’de istenen imzalar verilmiş ve Ege “sorunu” da Helsinki’den sonra AB’nin bir sorunu durumuna gelmişti.
Türk politikacılarındaki bilgi ve düzey düşüklüğü ile AB’ye karşı gösterdikleri “aşırı” ve “sözdinler” istek, Yunanistan’a, bağlı olarak da AB yöneticilerine; Ege konusunu diledikleri gibi ele alma, “özgürce” yorumlama ve “yorumları” Türkiye aleyhinde kullanma yönünde geniş bir serbest alan yaratmaktadır. Teslimiyetin yarattığı “özgür” ortam, Avrupalılara, savlarında haklı olmasalar da, kullanabilecekleri birçok dayanak noktası vermektedir.
Ege “sorununa” kaynaklık eden tartışmalar, benzeri olmayan bir coğrafyayı kapsamaktadır. Dünya’nın hiçbir yerinde Ege’nin konumuna benzeyen bir yer yoktur. Doğu Yunan adaları, bu adaların Türkiye’ye yakınlığı ve Lozan kararlarıyla Ege Denizi’nin özgün konumunun oluşturduğu özellikler, şimdiye dek yapılmış olan uluslararası deniz hukuku anlaşmalarında tam karşılığını bulamamaktadır. Bu durum, gördüğü uluslararası destek nedeniyle Türkiye’ye karşı siyasal üstünlük sağlamış olan Yunanistan’a, konuyu sorun durumuna getirecek yeni fırsatlar vermektedir.
Lahey’e Gitmek
Arkasına AB’yi alan ve Türkiye’nin en güçsüz dönemini yaşadığına inanan Yunanistan, her dönemde ve her konuda yaptığı gibi Helsinki’de “fırsatları” değerlendiriyor ve daha önce büyük oranda çözülmüş olan Ege konusunu yeniden “sorun” durumuna getiriyordu.
“Soruna” Yunanistan gözüyle bakan AB’nin, 2004 yılına dek Uluslararası Lahey Adalet Divanı’na gidilmesi yönündeki isteği Türkiye için tam bir tuzaktı. Yunanistan geçmiş anlaşmalara bağlı kalarak bir bütün olarak ele alınması gereken ve ancak bu yolla çözülebilecek Ege konusunu, parçalara ayırarak ayrı ayrı Lahey’e götürmek istiyordu. Bu, Yunan adalarının konumu nedeniyle Türkiye açısından çözümsüzlük demekti.
Türkiye, Ege konusunu Yunanistan’ın istediği biçimiyle Lahey’e götüremezdi. Kıta sahanlığı, kara suları, hava sahası gibi konuları Lahey’e ayrı ayrı götürmek, ulusal hakları baştan yitirmek demekti. Helsinki kararlarıyla Türkiye, ya Yunanistan ve AB tezini kabul edip Lahey’e parçalı “sorunlarla” gidecek ya da bu “öneriyi” kabul etmeyip uluslararası hukuktan kaçmış duruma düşecekti.3 Bülent Ecevit, Helsinki’de attığı imzayla Türkiye’yi bu tuzağa düşürmüştü.
Hitler’in Yapamadığı
Başlangıçta tüm dünya bu tartışmayı Yunanistan ve Türkiye arasındaki bir sorun olarak değerlendirdi (ki öyledir). Ancak, yıllardır tartışması yapılan “Ege Sorunu”, bir anda Türkiye’nin “yumuşak karnı” olan AB–Türkiye arasındaki bir sorun durumuna getirildi. AB, bu gelişmeye zaten hazır ve istekliydi. Ege Denizi, Yunanistan aracılığıyla AB denizi durumuna gelecekti; Hitler ve Musollini bunu kendi ülkeleri için silahla yapmaya çalışmıştı, şimdi aynı iş, tüm Avrupa adına, silahla değil Türkiye’nin “ikna” edilmesiyle yapılacaktı.
Avrupalılar için, Yunanistan AB’nin bir “eyaleti”, Türkiye ise hiçbir zaman içeri alınmayacak yabancı bir unsurdu. Bu gerçeğin en açık kanıtı AB’nin aldığı kararlardı. Avrupa Parlamentosu’nun 15 Şubat 1996’da Ege ile ilgi olarak aldığı kararda şunlar söyleniyordu: “Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin bir üye devleti olan Yunanistan’ın egemenlik haklarını tehlikeli bir biçimde ihlal etmesinden ve Ege’deki gerginliğin artmasından ciddi biçimde kaygı duymaktadır... Avrupa Parlamentosu, Yunanistan’ın sınırlarının aynı zamanda Avrupa Birliği’nin sınırları olduğunu vurgular.”4
Ege Sorunu Nedir
Birbiriyle olan ilintileriyle karmaşık bir sorunlar yumağı durumuna getirilen ve Kara Suları, Hava Sahası, Kıta Sahanlığı ve Yunan Adalarının Silahlandırılması’ndan oluşan Ege “sorunu”; önemi ve özgünlüğü olan bir konular bütünüdür. Özgünlüğü nedeniyle var olan uluslararası anlaşmalar, bu konuların tümünü kapsayan bir çözüm getirmede yetersiz kalmaktadır. Ege’nin karmaşık sorunları, daha doğrusu Yunanistan’ın karıştırıp sorun durumuna getirdiği Ege konusunda, uluslararası hukukta bir boşluk vardır.
Lozan Anlaşması’yla genel bir yaklaşım sağlanan Ege konusu, daha sonra Lozan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığıyla ilgili diğer tüm maddelerinde olduğu gibi tartışma konusu yapılmıştır. Brüksel ya da Washington’da ileri sürülen görüşler ve oluşturulan politikaların ortak paydası Lozan’a karşıtlıktır. Batının politika üreticileri ve uygulamacıları, Lozan’ı “özel bir dönemin” kabul edilmez ürünü olarak ele almışlar ve sürekli olarak yürürlükten kaldırmak istemişlerdir. Ege sorunu bu tutumun açık örneklerinden biridir.
Lozan’ın imzalandığı 1923 yılında, Türk ve Yunan kara suları (kara suları: Bir devletin sahip olduğu deniz kıyıları boyunca egemenliği altında tuttuğu belli genişlikte su şeridi) 3 mildi. Yunanistan kara sularını 1936 yılında kimseye sormadan ve görüşmeden 6 mile çıkardı.
Parlamentoyu kapatarak faşist bir diktatörlük kuran Metaksas döneminde yapılan tek yanlı bu değişiklik, daha önce bu konuda alınan tüm kararları reddetmiş oluyordu. Türkiye Yunanistan’ın bu kararına, tam 28 yıl sonra 1964’de yanıt verebildi ve adaları bol Yunanistan kadar etkili olmasa da karasularını 6 mile çıkardı. Yunanistan’ın 12 mil lafları ettiği günümüze böyle gelindi. Şu anda Ege Denizi’nin yüzde 48,85’i açık deniz, yüzde 43,68’i Yunan karasuları ve yüzde 7,47’si ise Türk karasularından oluşmaktadır.5
12 Mil Sorunu
16 Kasım 1944’te yürürlüğe giren BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 3.başlamı, genel bir yaklaşım olarak ülkelere kara sularını 12 mile dek genişletme yetkisi vermiştir. Yunanistan bu başlamı ileri sürerek karasularını 12 mile çıkarmak istemektedir. Oysa, bu isteğin yerine getirilmesi, Ege Denizi’nin özgün yapısı nedeniyle olanaksızdır.
Türkiye ve Yunanistan Okyanus’a kıyısı olan iki ülke değildir. Anadolu’ya neredeyse dayanmış olan Ege adalarının tümüne sahip Yunanistan, kara sularını 12 mile çıkardığında, Ege Denizi’nde açık deniz alanı hemen hemen kalmayacak ve Ege Denizi’nin tümü Yunanistan’ın olacaktır.
Türk Deniz Kuvvetleri’nin uluslararası sular aracılığıyla Ege’den Akdeniz’e çıkışı olanaksız duruma gelecek, Hava Kuvvetleri Ege üzerindeki hava sahasında tatbikat yapamayacaktır; Ege Denizi, kesin bir biçimde Yunan egemenliğine geçmiş olacaktır.
BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, açık denizlere yönelik olarak 12 mil yetkisi vermektedir ancak aynı sözleşmenin 300.başlamı da “Bu hakkın istismar edilemeyeceğini” söylemektedir.6 Yunanistan’ın bugünkü tutumu, 300.başlama gösterilebilecek en iyi örnektir.
Yunanistan, kara sularını 12 mile çıkarmak isterken, Ege Denizi’nin tümünü kendi malıymış gibi görmekte ve Doğu kıyılarındaki Türkiye’yi adeta yok saymaktadır. Dayanaksız isteklerine gerekçe oluşturmaya çalışırken ileri sürdüğü; “Karasularını azami genişletme yetkisi kıyı devletinin egemenlik yetkisine girer” savı bunun en açık kanıtıdır. Oysa karşı kıyıda bir Türkiye vardır ve Türkiye’nin de egemenlik hakları bulunmaktadır. Yunanistan, Türkiye’nin en yaşamsal egemenlik hakkını bile yok sayabilmektedir.
Ege’nin Tümü
Yunanistan’ın Ege konusundaki “ihtiraslı” istekleri deniz yüzeyi ve altındaki su hacmiyle sınırlı değildir. Yunanistan, kendisini bir “takımada devleti” sayarak, deniz tabanını, onun altındaki varlıkları ve deniz üstündeki hava sahasını da denetimi altına alarak Ege’nin tümüne sahip olmak istemektedir.
Yunanistan’ın hava sahası (fır hattı) konusundaki tutum ve davranışları, akıl ve hukuk dışı aykırılıklar içermektedir. Uluslararası hukuk, her ulusun hava sahasını o ulusun kara suları ile sınırlamaktadır. Yunanistan, bu kurala uymamakta ve kara suları 6 mil olmasına karşın, hava sahasının 10 mil olduğunu iddia etmektedir. Bu nedenle uluslararası hava sahasında uçan Türk uçakları, 6–10 mil sınırı içine girdiklerinde Yunan uçakları tarafından taciz edilmektedir; Yunanistan bu tür uçuşları hava sahasının ihlali saymaktadır.
Ege konusunda araştırmalar yapan Burak Rende, kıta sahanlığı ve kara suları konusunda şunları söylemektedir: “Türk anakarasının doğal uzantısı üzerinde bulunan adaların kıta sahanlığı ve kara suları olduğunu iddia eden Yunanistan tüm Ege’nin deniz yüzeyini, deniz tabanı ve onun toprak altını, ayrıca hava sahasını (fır hattı) denetim altına alarak tüm Ege’ye sahip olmak istemektedir... Karasuları 12 mile çıkarsa Türkiye’de denize bile giremeyeceğiz.”7
Kıta Sahanlığı:
Yunanistan son dönemlerde arttırdığı istek ve yarattığı sorunlara Kıta sahanlığı konusunu da ekledi. Diğer tüm konularda olduğu gibi bu konuda da haklı değildi. Ne taraf ülke olarak Türkiye’nin kabul edeceği uygulanabilir bir öneriye, ne de hukuksal dayanaklara sahipti. AB’ye girdikten sonra yoğunlaştırdığı Türkiye karşıtı politikaya Kıta Sahanlığı konusunu, “yeni” bir sorun olarak eklemişti.
1958 Cenevre Sözleşmesi, Kıta Sahanlığı kavramını: “Kıyılara bitişik ancak kara sularının dışında kalan deniz yatağı ve onun toprak altında oluşan deniz alanı” olarak tanımlamıştı. Kıta sahanlığı, uluslararası hukuka göre, kara ülkelerinin doğal uzantılarıydı ve sınırları; uygulanabilir sözleşme hükümlerinin bulunmaması durumunda, ülkeler arası eşitlik ilkesine dayanılarak belirleniyordu. Kıta sahanlığı, 200 metre derinliğe ya da su derinliğinin doğal kaynakların işletilmesine olanak verdiği noktaya dek uzanıyordu.8
Kıta sahanlığı kavramını, içinde yer aldığı deniz yapısı ve bu yapıya getirilen tanımlar belirlemektedir. Dünya’nın her yerinin kendine özgü olmasına karşın, benzer coğrafi bölgeler için geçerli olacak kimi ortak tanımlar geliştirilebilmiştir. Ege Denizi, benzeri olmayan ilginç bir yapıya sahiptir. Bu nedenle yapılmış tanımlara tam olarak uyum göstermemektedir.
Yarı Kapalı Deniz
“İç deniz”, boğazlarla ana denizlere açılımı olan denizlerdir. Bu anlamıyla İstanbul ve Çanakkale Boğazlarıyla Akdeniz’e açılan Karadeniz, Cebelitarık ile Atlas Okyanusu’na açılan Akdeniz birer iç denizdir. Ege Denizi ise bu iki iç deniz içinde yer alan, bu nedenle çok özel bir yapıya sahip bir başka iç denizdir.
Ancak Ege Denizi, tek başına ele alındığında, üç tarafı karayla çevrili olmasına ve Karadeniz’e boğazlarla bağlı olmasına karşın, güneyde geniş bir alanla Akdeniz’e birleştiği için iç deniz tanımının biraz dışına çıkar.
Akdeniz ve Karadenizle birlikte ele alındığında “iç denizin iç denizi”; tek başına ele alındığında ise “içdenize benzeyen bir deniz” dir. Bu nedenle Ege Denizi’nin konumu herhalde iç denizden daha çok, uluslararası deniz hukukunun “kapalı” ya da “yarı kapalı deniz” tanımına uymaktadır.
BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 122.başmamında “kapalı” ya da “yarı kapalı deniz” şöyle tanımlanmaktadır: “İki ya da daha çok devletle çevrili ve bir başka deniz ya da okyanusa dar bir su yolu ile açılan ve tümüyle ya da büyük ölçüde iki ya da daha çok kıyı devletinin kara suları ile sınırlanan ekonomik bölgeden oluşan körfez, havza ya da deniz.”9
Tanımın Önemi
Bu tanım, tartışılan konu ve çözülmesi gereken “sorun” durumuna getirilen Ege konusu için çok önemlidir. Yunanistan Ege’deki adaların da ayrı ayrı kıta sahanlığına sahip olması gerektiğini ileri sürmektedir. Oysa BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, kıta sahanlığını oluşturan denizlerdeki adaların kıta sahanlığı kavramı içine dahil olduğunu, “kapalı” ya da “yarı kapalı denizlerde” adaların ayrıca bir kıta sahanlığı oluşturmadığını ve esas olan unsurun ana karalar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu nedenle tartışmalı bölgelerde soruna çözüm bulmaya çalışırken; kıta sahanlığı bir bütün olarak ele alınmalı ve adalar bu bütünlük içinde değerlendirilmeliydi. Uluslararası anlaşmaların bir gereği olan bu yaklaşımı Türkiye kabul ediyor ancak Yunanistan kabul etmiyordu. Oysa bu anlaşmaları, Yunanistan ve onu destekleyen tüm Batı devletleri imzalamıştı. Hatta bu anlaşmaları ağırlıklı olarak onlar hazırlamışlardı.
Türkiye’nin Tutumu
Türkiye, Kıta Sahanlığı konusunun gündeme getirildiği ilk günden beri, uluslararası hukukun geçerli kurallarına uygun olarak davranmış ve Yunan adalarının varlığını da dikkate alarak soruna eşitlik ilkesi çerçevesinde çözüm getirilmesini savunmuştur.
Ancak Yunanistan, Türkiye’nin bu olumlu yaklaşımına karşın, akıl ve hukuk dışı bir yaklaşımla, Anadolu’ya yakın Yunan adalarına da Kıta sahanlığı tanınması gerektiğini ileri sürmüş ve bu yolla Türkiye’nin Kıta sahanlığının 6 millik dar bir kıyı şeridiyle sınırlanmasını istemiştir.
Yunanistan bu garip isteğini, sesini gittikçe yükselterek sürdürmektedir. 1978 yılında konuyu, kendi isteklerini yansıtan biçimiyle Uluslararası Adalet Divanına götürmüş ancak Divan, Türkiye’nin o günlerdeki kararlı tavrının da etkisiyle; “Savaşa neden olabileceği” gerekçesiyle “yetersizlik” kararı vermişti.10
Güçsüzlüğün Bedeli
Yunanistan, Türkiye’nin bugün, ulusal birlik ve bilinçten uzak dış etkilere açık ve güçsüz bir duruma düştüğüne inanmış olacak ki; en kabul edilmez istekleri bile olağan hak istemi gibi ileri sürebilmekte ve bilinçli bir biçimde Türkiye’nin üzerine gelmektedir. Lahey kararına karşın Kıta sahanlığı konusunu, bu denli aykırılıkla yeniden gündeme getirebilmesi ve ısrarlı olabilmesinin başka bir açıklaması olmaması gerekir.
Kıta sahanlığı konusu öz olarak Ege Denizi’nin deniz, deniz altı ve deniz üstü varlıklarıyla Türkiye ve Yunanistan arasında; sınırların belirlenmesi, yani paylaşılması sorunudur. Kıta sahanlıkları, denize kıyısı olan ülkelerin anakara uzantılarından oluşur.
Bu gerçek, Uluslararası Adalet Divanı’nın 1969 yılında, Kuzey Denizi Davaları’nda aldığı; “Her devletin kıta sahanlığı, o devletin ülkesinin doğal uzantısı olmalı ve başka bir devletin ülkesinin doğal uzantısına girmemelidir”11 biçimindeki kararla ortaya konmuştur.
Ege Kıta sahanlığının yarısından çoğu Anadolu Yarımadası’nın doğal uzantısı içinde kalmaktadır. Kıta sahanlığı, uluslararası kararların da ortaya koyduğu gibi anakaralarla ilgili bir sorundur. Ege, yarı kapalı bir deniz konumundadır. İki yanı başka ülkelere ait yarı kapalı bir denizde, adaların kendi kıta sahanlıklarına sahip olması gibi bir savın; geçerli ve haklı olması olanaklı değildir.
Adalet Divanı’nın, 1969 Kuzey Denizi, 1982 Tunus–Libya, 1974 ABD–Kanada, 1977 İngiltere–Fransa Davalarında aldığı kararlar ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesi; konuya yaklaşım biçimini ve çözüm yöntemlerinin dış çerçevesini açık bir biçimde belirlemiştir.
Uluslararası hukukun geçerli kuralları ve Türkiye’nin bu kurallara dayanan meşru hakları, herkesin anlayabileceği bir biçimde ortada dururken; Avrupa Parlamentosu, 17 Eylül 1998’de şöyle bir karar alabilmektedir: “Avrupa Parlamentosu, Türkiye’den; Ege’deki, özellikle Kardak Adası’na ve kıta sahanlığı sınırlarının belirlenmesine ilişkin olarak, farklılıkların giderilmesi çalışmalarında uluslararası hukuk ilkelerine saygı göstermesini istemektedir.”12
DİPNOTLAR
1 Aydınlık 26.11.2000
2 “Atina Zaman Kazanma Peşinde” Murat İlem, Cumhuriyet 31.01.2002
3 Introspective–Burak Rende, 15.01.1997, www. türk–yunan. gen. Tr
4 Europen Parliament, Contestation of sovereing rights of a Member State (Situa-tion in the Aegean Sea) Resolution on the provacative actions and contestion of severeigh rights by Turkey against a Member State of the Union. (B4–0146, 0154, 0154, 0245, 0249 and 0254/96), 15.02.1996; ak. Türk–İş, “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.12
5 “Sorunun Kaynağı” Burak Rende, 15.01.1997, www.türk–yunan. gen.tr
6 a.g.y.
7 a.g.y.
8 “Büyük Larousse” Gelişim Yayınları, sf.6734
9 a.g.e. sf.6734
10 “Türk Yunan İlişkileri: Sorunlar Argümanlar”, Ank., sf.14, ak.Burak Rende a.g.y.
11 “Oniki Ada’nın Dünü ve Bugünü”, Dr. Cemalettin Taşkıran, Genel Kurmay Basımevi, Ankara 1996
12 Europan Parliament, Resulution on the Commission Reports on developments in relations with Turkey Since the entry into force of the Customs Union (COM (96) 0491–C4 0605/96 and COM (98) 0147–C4–0217/98), 17.09.1998, ak. Türk–İş, “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.12
Kuramsal Aktarım ve Metin Aydoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder