28 Mayıs 2015 Perşembe

Karlı Dağlardaki Sır Belgeseli

Sirius Yıldızı ve Türkler


Sirius
Sirius










Burada anlatılanlar sadece bir yıldızın özellikleri ve gizemi değil bu Yıldızın ne zaman ve kimler tarafından da bilindiğini de saptayabilmektir. Türklerin Barbar bir kavim olarak tarihe geçirenlere verdiğimiz bir cevap olmalıdır. Türk Mitolojisinde sık sık geçen Kurt ve Kurt’un yol göstericiliğinden bahsettikten sonra şunu da belirtelim ki bahsedilen Sirius Yıldızı Türk Damgalarında Kurt Başı ile temsil edilirdi ve Çin kaynaklarında nereden geçtiği pek bilinmeyen “Göksel kurt” ifadesi bulunmaktadır dedikten sonra Türklerin bu yıldızı yüzyıllardan beri tanıdığını kanıtlamış oluyoruz.
Dogon halkı ve sonrasında Sirius Yıldızı:
Batı Afrika’da Mali Cumhuriyeti’nde yaşayan Dogon halkı, Sirius yıldızının dönüşü hakkında çok ilginç bir mitolojik inanca sahiptir. Günümüzde Mali Cumhuriyeti’nde birkaç yüz bin Dogon yaşamaktadır ve bu kabile halkı üzerinde antropologlar, 1930 yılından beri yoğun incelemeler yapmaktadırlar. Dogonların bazı mitolojik esasları, Eski Mısır uygarlığına ait hikayeleri anımsatmaktadır. Bu nedenle de bazı antropologlar, Dogon kültürü ile Eski Mısır uygarlığı arasında bir bağlantı olduğu kanısındadırlar.Sirius yıldızı, eski çağ toplumlarına kesinlikle yabancı olmayan bir yıldızdır. Eski uygarlıklar tarafından bilinen ve tapınılan gökteki parlak yıldızlardan birisidir (Parlak olmasının nedeni, bize olan uzaklığının 8.6 ışık yılı yani en yakın yıldızlardan birisi olmasıdır.) Eski Mısır üzerinde şafak vakti ortaya çıkması, meydana gelmesi olası Nil taşkınlarının habercisiydi.Fransız antropologları Marcel Griaule ve Germaine Dieterlen, 1946-50 yılları arasında Dogonlar’la birlikte yaşadıktan sonra, dört başrahipten aldıkları astronomik bilgileri Bir Sudanlı Sirius Sistemi adlı makalede toplamışlardı
Bu makaleyi değerlendiren ve büyük önem veren İngiliz yazarı Robert Temple, yazdığı Sirius Gizemi adlı kitabında ilginç iddialar ortaya atmıştır.Bilim öncesi çağ yaşayan toplumların tersine, Dogonlar gezegenlerin (tıpkı yerküresi gibi) kendi eksenleri çevresinde döndüklerine aynı anda da Güneş çevresinde döndüklerine inanmaktadırlar. Ayrıca Dogon halkı, Jupiter’in dört tane uydusu olduğuna ve Satürn’ün çevresinde yüzük biçiminde bir halka bulunduğuna da inanmaktadırlar. Hatta daha ötesi; Dogonlar Sirius yörüngesinde 50 yılda bir devrini tamamlayarak dönen karanlık ve görünmeyen eş bir yıldızın var olduğunu ileri sürmektedirler (Temple’ye göre bu eş yıldızın yörüngesi elips biçimindedir). Dogonlar Sirius’un bu eşinin çok küçük ve çok ağır bir yıldız olduğuna ve yeryüzünde bulunmayan “sagala” adını verdikleri bir metalden oluştuğuna da inanırlar.Carl Sagan, Broca’nın Beyni adlı kitabında bu satırlara ilk göz atışta, Dogonların Sirius öyküsü’nün, insanın geçmişte ileri düzeyde bir dünya dışı uygarlıkla temasını içermeye, en iyi aday olabilecek bir kanıt olarak göründüğünü yazar. Sagan, Sirius yıldız sistemi ile ilgili olarak şu bilgileri verir:Çok ilginç olan bir gerçek, Sirius A’nın çok karanlık bir eşi olması ve Sirius B olarak tanınan bu eş yıldızın, onun çevresinde her (50.04 + 0.09) yılda elips biçiminde bir yörünge çizerek dönmekte olmasıdır. Sirius B yıldızı, modern astrofizikçiler tarafından, sönmüş bir yıldız, bir “beyaz cüce” olarak keşfedilen ilk örnektir. Sirius B yıldızının maddesi, yeryüzünde bulunmayan ve relativistik bozulmaya uğramış bulunan bir maddedir. Bu madde içinde elektronlar, atom çekirdekleri çevresinde dönerek dışarıya fırlamamaktadır. Bu nedenle, büyük olasılıkla, onun maddesinin metalik bir madde olabileceği söylenebilir. Sirius A yıldızının, “Köpek burcunun köpeği” olarak tanınmasından beri Sirius B yıldızı, onun “yavrusu” olarak bilinmektedir.
Günümüzde kitapları en çok okunan bilim yazarlarından Isaac Asimov da, Patlayan Güneşler adlı kitabında Sirius yıldızının kütlesine değinmektedir:
Gökbilimciler Sirius B’nin çekim gücünden onun kütlesinin Güneş’imizin kütlesinin 1.05 katı olduğunu hesaplamışlardı. Ve bu kocaman kütle, Dünya’mızın boyutlarındaki küçük bir hacim içinde sıkışmış olarak bulunuyordu. Dünya’nın ortalama yoğunluğu (kuşkusuz tüm gezegenimizi homojen bir kütle olarak düşünürsek), her metre küpü yaklaşık 5500 kg olarak bulunur. Oysa, Sirius B’nin yoğunluğu bunun 530.000 katı olarak hesaplanmaktadır. Bu durumda, Sirius B’nin bir metre küpünün ortalama yoğunluğu yaklaşık 3 milyar kg’dır. Bunu gözle görülen bir örnekle açıklamayı istersek sözgelişi bir Amerikan madeni 25 cent’i, Sirius B’yi oluşturan maddelerden yapılmış olsaydı böyle bir paranın ağırlığı 1.9 ton kadar olacaktı
Sagan’n ve Asimov’un bu satırlarını okuduktan sonra insan, elinde olmaksızın, bu konunun biraz daha derinlerine inmek istiyor. Her şeyden önce de, Sirius B’nin ne zaman saptanabilmiş olduğunu merak ediyor. Bu konuda Asimov, şu bilgileri aktarıyor:
İlk kez bir yıldızın gerçek uzaklığını hesaplayan gökbilimci olan Friedrich Bessel, 1844 yılında Sirius’un devinimini inceliyordu. Normalde yıldızlar kendine özgü devinimlerini yaparken pek ağır düz bir hat üzerinde hareket ederler. Oysa, Bessel’in Sirius yıldızında saptamış olduğu, dalgalı bir devinimdi. Bessel, bu tuhaf durum üzerinde kafa yordu ve yıldızı dikkati çekecek kadar yolundan uzaklaştırabilen şeyin ancak bir başka yıldız olabileceği sonucuna vardı. Ancak Bessel bu arkadaş yıldızı görememişti.Daha sonra 1862 yılında Amerikalı gökbilimci Alvan G. Clark yeni teleskopunu test ederken Sirius’un yakınındaki sönük ışığın içinde bir parıldayışın gerçekleştiğine dikkat etti. Başlangıçta bunu teleskopunda bir defo sandı. Ama gökbilimcinin sonraki incelemeleri, sönük bir yıldızı görmekte olduğunu ortaya koydu.(4)Robert Temple’nin de sorduğu gibi insan, “Acaba Dogonlar bu yüksek bilgiyi nasıl ve nereden elde etmişlerdir?” diye sormadan edemiyor. Dogonlara bu bilgiyi Temple’nin ileri sürdüğü gibi; Sirius sisteminden gelen ve “Nommolar” olarak adlandırılan “yüzer-gezer varlıklar” bırakmış olabilir mi? (Temple bu ziyareti 5000 ile 3000 yıl önceye koyar.) Ya da dünya dışı varsayıma alternatif olabilecek başka bir varsayım ileri sürülebilir mi? Eski majik dinler üzerinde araştırmalarda bulunan ve Dogonların Eski Mısır kültüründen etkilenmiş olabileceğini düşünen Murry Hope, olgun bir Mısır kültürünün aniden ortaya çıkışı ve erken dönem Mısırlılar’ın, Sirius’a gösterdiği yoğun ilgi konusunda, aynı ölçüde dikkate değer başka açıklamalar bulmaktadır.
Araştırıcıya göre; bu erken dönemden elimize ulaşan bilgiler ışığında, bir Sirius etkisi olduğu tartışılmayacak derecede açıktır. Ancak bu bölgelerdeki yerli halklar “uzaylılarla bizzat temasa mı geçtiler, yoksa bu bilgileri, gene yeryüzündeki teknolojik ve bilimsel açıdan son derece gelişmiş başka uygarlıklardan mı aktardılar” işte bu nokta tartışılabilir.”(5)
Ne var ki, Hope’nin yeryüzünde teknolojik ve bilimsel açıdan son derece gelişmiş dediği uygarlıktan kastettiği efsanevi “Atlantis uygarlığı”dır.Hope kitabında kişisel görüşünü şu cümlelerle aktarır:Benim görüşüm, gezegenimizin uzak tarihinde bir Sirius bağlantısının gerçekleşmiş olduğu yönünde. Ancak bu bağlantının Atlantis uygarlığının oluşum dönemine rastladığı fikrindeyim. Yani, uzaylılar kozmolojik bilgilerini Atlantisli alimlere aktarmışlardı. Atlantislilerin Terazi, Başak ya da Aslan astrolojik çağlarında uzak galaksilere yolculuklar yaptıklarını öne süren psişiklere, üzülerek katılamıyorum. Ancak, bazı “uzaylı gezginler” vasıtasıyla bu konularda bilgilendirilmiş olabilirler. Bu gezginler daha sonra Dünya’dan ayrılmış olmalılar. Öğrencilere de bu bilgileri, en iyi bildikleri yollarla diğerlerine aktarmak kalmıştır.(6)
Peki bu astronomik bilgiler Dogonlara Avrupalılar tarafından öğretilmiş olabilir mi? Her ne kadar Temple, 1931 yılına kadar Dogonların Avrupalılar tarafından ziyaret edilmediğini söylüyor olsa da Carl Sagan, çağımızın başlarında bir Fransız’ın Batı Afrika’yı ziyaret ederek, Sirius yıldızı hakkındaki görüşlerini, Dogon halkına anlatmış olabileceğini düşünmektedir. Bu Fransız; bir misyoner, bir maceracı ya da bir antropolog olabilir -bu kişilerin pek çoğu hevesli amatör gökbilimcilerdir.Dogonlar da böylece, ondan bu bilgileri edinmiş olabilirler. Bu bilgileri özümseyen Dogon halkı, ritüel törenlerinde kullanmış olabilirler. Zira yakın geçmişte Arizona’da, Yeni Gine’de bunun örnekleri var olup, taş çağı insanlarının mitolojilerine yeni hikayeler, şarkılar ve bilgiler girerek, hızla özümsenebilmektedir. Bu tip özümsemeler, eğer konu halkın ilgisini çekebilecek kadar ilginç olursa, çok hızlı gerçekleşebilmektedir. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nda (1914-1918) bir çok Dogon’un Fransız ordusuna hizmet ettiği de bilinmektedir. Bunlardan bazıları topraklarına geri döndüklerinde, yerli halk öykülerine renkli motifler katabilirlerdi.
Dogon inanışlarını gözden geçirdiğimizde; Dogonların Jupiter’in dört tane uydusu olduğuna ve Satürn’ün güneş sisteminin en uzak gezegeni olduğuna inandıklarını görürüz. Halbuki günümüz astronomik gerçeklerine göre; Jupiter’in 16 uydusu bulunduğu gibi, Satürn de Güneş sistemimiz içersindeki en uzak gezegen değildir. Ayrıca Dogonlar, 1977’de keşfedilen Uranüs ve halkalarına ise hiç değinmezler. Bu durum, Dogonlar’ın elde ettikleri bilgileri dünya dışı bir kökenden değil, Avrupalılar’dan almış olabilecekleri tezini destekler.Sirius gizemi üzerine birçok eleştirel makaleler yayınlanmıştır.
NASA’da görevli James Oberg de Temple’nin kitabını inceleyenlerdendir. Ancak o, Temple’nin bir iddiasını doğru bulmaz. Temple, “…Bu vaha merkezi (Siwa) ve Teb, Behdet’e eşit uzaklıkta yer alırlar. Eski mısırda, yeryüzü, uzayda bir küresel cisim olarak düşünülür ve Sirius bilgisi gelecek kuşaklara aktaracak kuruluşlar dahilinde yeryüzü üzerine projeksiyonlar yapılır” diye yazmaktadır (bkz. Sirius Gizemi, s. 262). Temple’ye göre Mısır’da yapılan bu gibi kesin hesaplamalar, doğrulukla yapılan jeodezik ölçmeler sonucu bulunmuştur. Temple, Behdet’i bir harita üzerinde 31.230 doğu, 31.500 kuzey ve Teb’i 32.630 doğu, 25.700 kuzeye yerleştirir. Küresel trigonometri ile Oberg, Siwa-Behdet bacağını 612.3 km ve Teb-Behdet bacağını 654.8 km hesaplar. NASA uzay fotoğraf laboratuvarındaki hassas haritalar ise Behdet’i 31.030 kuzey, 30.280 doğu olarak gösterir ki, bu da Temple’nin Behdet’i 31.230 doğu, 31.500 kuzey olarak yerleştirmesinden bir 100 km daha uzağa götürür. Behdet, Siwa’dan 521.0 km ve % 20 sapma ile Teb’den 625.9 km uzaktadır.
Son olarak şunu da ilave edelim: 1977’de iki radyo gökbilimci teleskoplarını Sirius yıldız sistemine bir yapay radyo sinyali alabilirmiyiz diye doğrulttular. Hiç birşey algılamadılar. Sirius sistemindeki yıldızların yaşı ve enerjisinden edinilen bilgiler ışığında, bu sonuç süpriz değildi. Orada yaşamı ortaya çıkarabilecek ve geliştirebilecek hiçbir dünya benzeri gezegen mevcut olamazdı. Çünkü bir çift yıldız olan Sirius sisteminde; Sirius A, A1 sınıfı, Güneş’imizden daha sıcak ve daha genç, Sirius B ise bir beyaz cücedir. Dogonlar’ın inanışlarında kabul gören Sirius C yıldızı ise Temple’nin iddia ettiği gibi günümüzde henüz keşfedilmiş değildir.
Burada bir alıntıyı aktarıyoruz:
“Bugüne dek yeryüzünde tradisyonlarda, ezoterizmde, teozofide ve kimi eski uygarlıklarda en çok sözü edilen ve en fazla saygı duyulan kutsal yıldız Sirius olmuştur.Sirius’ün bilinen fiziksel özelliklerinden,adlarından ve sembollerinden ziyade Sirius’ün ne olup ne olmadığını, Dünya gezegeni okulu için önemini ve Sirius hakkında söylenilen ‘tutarlı’ ezoterik (gizli) bilgileri açıklamaya çalışacağım.Sirius’un önemi, eski Mısır ve Yunan inisiyasyonlarında görüldüğü gibi, devremizin eski çağlarının ezoterik tradisyonlarında daima bilinmekte olmuşsa da, günümüz uygarlığı tarafından Mısır hiyeroglif yazısının çözülmesinden sonra keşfedilmeye başlanmıştır. Sirius konusunun popülerlik kazanması ise gerek Fransız etnolog Marcel Griaule ve asistanı Germaine Dieterlen’in 1930’lu yıllarda Afrika’nın Dogon yerlilerinden Sirius hakkında öğrendikleri bilgileri Batı’ya aktarmalarıyla, gerekse araştırmacı yazar Robert K. Temple’ın bu bilgileri ele aldığı ‘Sirius Gizemi’ adlı kitabının yayımlanmasıyla gerçekleşmiştir. Çağdaş insanın ‘ilkel’ diye nitelendirebileceği, totemleri olan bu yerlilerin astronomi hakkında bildikleri bazı bilgiler o dönemin(1930’lu yılların) astronomi bilgileriyle paralel olmakla kalmıyor, bazı noktalarda o dönemin astronomi bilgilerini de aşıyordu.Peki neydi bu bilgiler?…Bu bilgilerden burada yalnızca Sirius ile ilgili olanlardan söz edeceğim. Dogonların 1930’lu yıllarda Sirius’la ilgili bildirdikleri bilgiler şunlardı:
1- Sirius bir çiftyıldızdır. Gözle görülmüyorsa da Sirius-A yıldızının bir eşi vardır.Her iki yıldız birbirleri çevresinde dönerler.
2- Sirius-B cüce bir yıldız olmasına karşın maddesi çok ağır bir yıldızdır.
3- Sirius-A ve Sirius-B’nin dolanım periyotları 50 yıldır.
4- Sistemde dolanım süresi 50 yıl olan üçüncü bir yıldız daha vardır ki, bunun bir gezegeni bulunmaktadır.Dogonların verdikleri bu bilgiler o yıllarda astronomlar tarafından bilinmiyordu. Sonraki yıllarda yapılan keşifler Dogonlar’ın söylediklerini haklı çıkardıkça astronomlar şaşkınlığa düşmüşlerdir (Sirius-B yıldızı. günümüzde en gelişmiş teleskoplarla bile güçlükle görülebilmektedir) Sirius-A ve Sirius-B yıldızlarının dolanım periyotları günümüzde en hassas ölçümlerle 49.9 yıl olarak saptanmış ve sistemde üçüncü bir yıldızın varlığı 1995’te astronomlarca onaylanmıştır. Dogonların bu bilgileri nasıl edindikleri ayrı bir gizem konusudur. Ayrıca Dogonlar’a göre yıldızlar aleminin merkezi Sirius-B yıldızı olup, Dogon deyişiyle’emirler Sirius_B’den Sirius-A’ya Sirius-C aracılığıyla aktarılmakta’dır. Dogon inisiyelerine göre Dünya’ya Sirius-B’den şimdiye dek açıklananlar, açıklanacakların 22/60’ını oluşturmaktadır ki, kalanı gelecekte açıklanacak ve Dünya’yı değişikliğe uğratacaktır.(Dogonlara göre Sirius-B’nin sayısal sembolü22’dir,ezoterik tradisyona göre de Sirius-A’nın sayısal sembolü 23’tür)Peki, Dünya’ya daha yakın ve dolayısıyla Dünya’dan daha büyük görünen Güneş gibi bir yıldız varken niye Dogonlar ve onların yanı sıra eski Mısırlılar gibi birçok eski uygarlık Sirius’ü daha çok önemsemişti? (Eski Mısırlılar koskoca Güneş bütün görkemiyle dururken, takvimlerini Güneş kadar parlak görülmeyen ve ‘bedenlerini ölüm olayı ile terk eden ruhların gitikleri yer’ diye nitelendirdikleri bu yıldızı esas alarak hazırlamışlardır). Bu sorunun yanıtını ezoterik tradisyon lafı fazla dolandırmadan vermektedir:
Sirius sistemi galaktik sevk ve idare merkezlerinden biridir. Sirius kültürünün bir gezegene indirilme biçimi gezegenin maddi ve manevi koşullarına göre değişir. Kimi koşullarda doğrudan bir irtibat, kimi koşullarda bir din tarzında meydana gelir. Sirius kozmik kültürünün en ayırt edici özelliği tek tanrılı tedris(öğretim) sistemidir. Yeryüzünde bir Mu devresinden itibaren Sirius kozmik kültürü hakimdir. Dünya gezegeninin yönetimi ve tekamülü halen Sirius ulularına aittir ve bir Mu devresinden itibaren yeryüzünde ulvi nitelendirilen her türlü bilgi akışının kaynağı Sirius’tür. Mu devresindeki bilgi akışı biçimiyle ile şimdiki devrenin bilgi akışı biçimi aynı değildir.Dünya-dışı uygarlıklar Sirius ulularının izni olmadan Dünya ile irtibat kuramazlar. Eski devrelerde bu izin birçok kez verilmişti. Sirius kültürü temsilcilerinin kendileri ise, tekamül düzeyi çok geri olan Dünya gezegeninde çok nadiren, insanlığın çok büyük ve kitlesel tekamül ihtiyaçları söz konusu olduğunda enkarne olurlar. Dünyanın içinde bulunulan şimdiki devresinde ancak iki Siriyüsyen, değişik zamanlarda enkarne olmuş, görevlerini yapıp geldikleri yere dönmüşlerdir. Döndükleri yer denilirken bir mekan söz konusu değildir .Üç boyutlu alemin tekamül ortamlarının yönetimiyle meşgul varlıkların boyutu olan dört boyutlu alem için mekan sözkonusu değildir…’Sirius’ün gizemli bir yıldız olması ve eski uygarlıkların inanışlarında önemli ve kutsal bir yer tutması, her alanda olduğu gibi, bu alanda da,konunun çekiciliğinden yararlanmak isteyenlere,bilimkurgu türünde kitap yazanlara, Sirius’le irtibat kurabildiğini ileri sürebilecek derecede bilinçsiz kimselere ve özellikle bedenli obsedörlere(-‘obsedörler’ yazımda bu tip kimseleri açıklamıştım-) malzeme olmuştur. Öyle ki, birçok ülkede ve özellikle A.B.D’nde Sirius’lüleri sıradan uzaylılar olarak ele alan yığınla sapık tarikat türemiştir. (A.B.D.’nde Sirius-B adıyla bir örgüt ve bir köy bile kurulmuştur).Her önüne gelen ruhsal veya kozmik bir kaynaktan Sirius’le ilgili mesajlar aldığını ileri sürmektedir ve ne yazık ki, konuya ilgi duyan saf ve iyiniyetli insanların azımsanmayacak bir kısmı her okuduğuna veya her söylenilene bir süzgeçten geçirmeden inanmaktadır.İşte bu yazımda siz sevgili okuyucularıma Sirius hakkında söylenilen,kısmen hatalı veya yanlış taraflarının olabileceklerini göz önünde bulundurmakla birlikte,doğruya en yakın gördüğüm bilgileri sunmaya çalışarak, elekleri az çok küçük bir süzgeç oluşturmaya çalışmaktayım.Sirius kültürünün şimdiki devrede çeşitli zamanlarda,çeşitli vazifeli varlıklarca dönemlerin ve toplumların koşullarına göre aktarılmış olduğuna dikkat çeken M.T.İ.A.D. eski başkanı Ergün Arıkdal,Sirius kültürünün en ayırt edici özelliği olan tektanrıcılığı hakkında şu bilgileri vermektedir:
Asıl kaynağı galaksimizin dışında bulunan Sirius kültürü vasıtasıyla milyonlarca güneş sisteminin tekamül etmesi sağlanmıştır(…) Mısır’daki Ra güneşi Sirius güneşini ifade eder(…)  Bu Sirius,Sirius-A’dan ziyade Sirius-B’yi ifade eder(…) Bizim Dünya üzerindeki uygarlıklarımızın ve tüm inançlarımızın temeli Sirius kültürünün yayılmasından ibarettir. Asıl kültür ve bilgelik bu Sirius kültürünün çeşitli zamanlar içinde,çeşitli beşeri topluluklara uyarlanmış olmasıdır.Her topluluğa uyum sağlayacak bir kalıba dökülmüş bir inanç şeklinde bir cümle içine sığdırılmıştır bu kültür: Bu kültür,güneş kursu ile gösterilen,bir ve tek olan Yaradan’ı anlatır.Merkezinde Yaradan bulunan,yaratılmış olanların oluşturduğu çemberle ifade edilen bir kozmogonik anlayış(…) Kendini bu konuya adamış varlıklar, Sirius bilgilerini zaman içinde insanlara aktarmaya çalışmışlar,aktarmışlar,eğitmişlerdir.’Sirius hakkında söylenilen, az çok tutarlı bulduğum bilgilerden bazıları şunlardır (Bununla birlikte aşağıdaki sözleri söyleyen kimselerin buraya almadığım fikirlerinin çoğunu tutarsız bulduğumu eklemek istiyorum):
Sirius, galaksinin bulunduğu bölgesine güç dağıtan, Güneş’in ardındaki spiritüel güneştir. Doris LessingSirius Güneş Sistemi’nin işleyişi için merkezi bir role sahiptir, özellikle iklim değişikliklerinde ana etken Sirius’tür.’ Schwaller de Lubicz Dünya gezegeninde evrimle ilgili tüm gelişmeler Sirius çiftyıldızıyla ilgilidir.Dünya insanının genetik yapısında çok eski zamanlarda yapılmış bir Siriyüsyen müdahele sözkonusudur.İnsanlık genler yoluyla da programlanmıştır. Murry Hope Dünya insanının genetik yapısında Sirius katkısı vardır.Sirius’lüler üç boyutlu evrenin ötesindeki bir boyutta yaşayan varlıklardır.Dünya ile ilgili bu dönemdeki çalışmaları, Atlantis dönemindeki gibi değildir. Ruth Montgomery Sirius’lülerin (Sirians) bir kısmı etherik planlarda enkarnedir,bir kısmı ise üst boyutun (dört boyutlu ortamın) varlıklarıdır. Sirius’lüler birleşik şuurlardan oluşan bir grup şuurudur. Sirius kültürünün izleri Atlantis, Mısır ve Maya uygarlıklarında da görülebilir.’ Bir teozofik kaynakDünya’nın genetik projesinde Sirius’lüler rol oynar. Dünya’daki homosapiens (insan) türünü genetik olarak yaratan Sirius’lülerdir. İnsan varlığı için Sirius’lülerin boyutuna nüfuz edebilme ancak şuur yoluyla olanaklıdır (…) Yunuslar ve balinalar denetlenen bir evrim sonucunda bugünkü formlarına gelmişlerdir.’ Lyssa RoyalBabilliler’e uygarlığı öğretmiş olan, hem suda hem karada yaşayabilen Oannes’ler hakkındaki bilgiler, kaynağın Sirius sistemindeki bir gezegen olduğuna işaret etmektedir’ Robert TempleDenizlerdeki memeliler olan yunuslar ve balinaların kökeni Sirius sistemidir. Bunların beyinlerinde insanlara kıyasla farklı bir lob (epifiz bezi) vardır (…) Dünyadaki homo-sapiens (insan) türünün atalarının maddi genetik yapısındaki DNA’lar, Sirius’lülerin eseridir. Bu iş çok uzun zaman öncelerine dayanır. Yani içinde bulunduğumuz bedenlerin imalinde Siriyüsyen katkı vardır. Bedenlerimizin genetik yapısı üzerinde halen çalışmaktalar (…) Sirius’lüler bir başka boyutun varlıklarıdır. Sirius’lü rehberler Dünya insanlığının tekamülünde, uyanmasında, rol almışlardır. Sirius’lü rehberler insanların tekamül etmesi, şuurlanması için insanların fiziksel bedenlerinin yanısıra, esiri (etherik), astral, mantal ve ışıksal bedenlerinin üzerinde de çalışırlar. Üç boyutlu alem üzerinde beş duyumuzla algılayamayacağımız süptil yollarla, üst boyutlarda ise kavrayamayacağımız daha doğrudan yollarla çalışırlar. Sirius’lüler üç boyutlu bir objenin hem içini,hem dışını, hem de üst boyuttaki yansımasını aynı anda görebilirler. Onların boyutuna ancak şuur hallerimiz sırasında,yani şuur kısmımızla nüfuz edebiliriz(…) Sirius’lüler bu devrede Dünya’da ancak, Dünya insanlığının tekamülünde özel bir vazife sözkonusu olduğu zaman enkarne olurlar. Sirius galaktik federasyonla ilişki halindedir.

Lori Tostado

24 Mayıs 2015 Pazar

ALTIN ELBİSELİ ADAM

(Altin Elbiseli Adam´in tesadüfen bulundugu yerde anisina yapilan anit)

ALTIN ELBİSELİ ADAM
1970 yılında, Kazakistan'da Alma-Ata'nın 50 km. kuzeyinde bulunan Esik kasabasında, garaj yapmak ve yol açmak için alçak bir tepenin düzeltilmesine karar verildi ve kazı başladı. O tarihe kadar o alçak tepenin bir höyük olduğunu kimse bilmiyordu. Çevrede eski kalıntılar da yoktu.

Kazı yapılırken kullanılan araç büyük bir kayaya çarptı, işçiler, kayayı parçalamak için üzerini örten toprakları kürekle açtılar ve bunun işlenmiş bir kaya olduğunu gördüler.

Durum, ilgili resmî makamlara bildirildi ve inceleme yapan arkeologlar tarihi bir eserle karşılaştıklarını gördüler. O tepe bir höyüktü, büyük bir mezarın üzerine yığılan kum tümsek idi.

Höyüğü açan arkeologlar muhteşem bir mezarla karşılaştılar. Bu, bir lâhid değil, Mısır piramidlerindeki firavun odasını andıran, her tarafı kapalı, süslü kayalarla yapılmış bir oda idi. Bu odayı itina ile açtılar ve asıl şaşkınlık o zaman oldu. Çünkü, bu ölü odasının içi pırıl pırıl altın eşya ile doluydu. Altın olmayan eşyalar da çoktu.

ALTIN ELBİSE
En göz alıcı ve harika nitelikteki eşya, altından yapılmış bir elbise idi. Çizmesinden başlığına, kemerinden kılıçlarına kadar her şeyi saf altın olan bir elbise.

Altın elbisenin başlığı ok ve tuğlarla süslü. Alın hizasında koç, geyik ve at kabartmaları var. Bu kabartmalara, kama kılıfında ve öteki eşyalarda da rastlanıyor. Belindeki kemerin solunda bir kılıç, sağında ise bir kama asılı. Ceketin altındaki düz pantolonun paçaları çizmenin içine giriyor. Ceket, yüzlerce üçgen altının birleştirilmesinden meydana gelmiş, çorabın çizme ile diz kemiği arasında kalan kısmında yine üçgen parçalar, çizmede ise dörtgen parçalar var.

Tarihçiler bu elbisenin bir tigine (prense) ait olduğunu söylüyor, fakat tiginin kimliğini henüz bilemiyorlar. Onun için yazılarda adı "Altın Elbiseli Adam" olarak geçiyor.
 
Kazakistan'da Alma-Ata'nın yakınındaki Esik höyüğünden çıkarılan ve M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış bir Türk tiginine ait altın elbise. Halen Alma-Ata müzesinde bulunan bu elbise ve diğer eşyalar, 25 asırlık geçmişten Türk tarihine ışık tutan belgelerdir. Saf altından yapılan böyle bir elbise dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur.

SAKA TÜRKLERİNE AİT
Mezarda, 4.800 parça altından başka, tabakları, vazoları, kepçeleri, ayna ve tarak kılıflarını, gümüş kaşıkları inceleyen tarihçiler,bunların, M.Ö. 5. yüzyıla ait yüksek bir medeniyetin ürünleri veya belgeleri olduğunu oybirliği ile kabul ediyorlar. Yine bu tarihçilerin kanaatlerine göre, bu yüksek medeniyetin kurucuları, Çin baskısı ile Altaylardan kalkıp bugünkü Kazakistan bölgesine gelerek yerleşen ve 'Sakalar' olarak anılan bir Türk kavmidir.

Sakalar, M.Ö. 8. ve 4. yüzyıllar arasında, önce Tiyanşan'da, sonra da güneybatı Asya'da yaşayan Turanî kavimler topluluğuna verilen bir addır. Daha sonra bunlara İran kökenli Soğdlar da karışmıştır.

Sakalar, Fergana, Kaşgar, Aral Gölü, Hazar Denizi arasındaki alanda ve bugünkü Rusya'nın güneyinde kalan yerlerde hâkimiyet kurmuşlardı. Bunların inanışları, ölü gömme törenleri ve örfleri, Altaylılarınkinin aynı idi. Hunların ve Göktürklerin âdetlerine de uyuyordu.

Bir yandan İranlıların, öte yandan Çinlilerin sürekli baskılarına uğrayan Sakalar, M.Ö.4. yüzyılda devlet olarak ortadan kaldırıldılar. Bugün Yakut Türkleri kendilerine 'Saka' demektedirler.

EN DEĞERLİ EŞYA
Altın Elbiseli Adam'ın bir Türk tigini olduğu anlaşılmaktadır. Mısır piramitlerinden sonra mezarından en çok altın çıkan, baştan başa, her şeyi ile saf altından elbisesi olan veya zamanımıza kalan yalnız odur.

Fakat, Altın Elbiseli Adam'ın mezarında bulunan en değerli şey ne bu altınlardır, ne de diğer eşyalar. Bu mezarda bulunan en değerli tarihi belge, yarısı kırık bir kabın üzerindeki 26 harflik iki satır yazıdır. Bu yazı, tarih ilmîne, özellikle Türk tarihi ve medeniyetine ışık tutan, yeni boyutlar kazandıran bir belgedir.

Bugüne kadar bilinen en eski Türk yazısı, Yenisey ve Orhun anıtlarındaki yazılardı ve bunlar zamanımızdan ondört asır geriye uzanıyordu. Oysa, Esik'teki mezarda bulunan bu yazı 25 asırlık bir belge idi.

Sovyet tarihçilerinin okuduğu 26 harflik yazının anlamı şudur:

"TİGİN 23'ÜNDE ÖLDÜ. ESİK HALKININ BAŞI SAĞ OLSUN."
EN DEĞERLİ BELGE:
Esik höyüğünden altın bir elbise ve yüzlerce değerli eşya çıktı. Bu eşyalar arasında tarih bakımından en değerli olanı, yarısı kararmış bir gümüş tabaktır. Bu tabağın üzerinde bulunan iki satır yazı, en eski Türk yazısı sayılıyor.

KAZI DEVAM EDİYOR
Esik dolaylarında kazılar devam etmektedir. Daha büyük ve başka mezarlar da bulunmuştur. Fakat bunların soyulduğu, değerli eşyaların çalındığı, mezarların bomboş bırakıldığı görülmüştür. Bununla beraber taş lâhidler, yontmalar, çeşitli buluntular, aydınlatıcı belge niteliğindedir.

Esik höyüğünde bulunan altın elbise ve diğer eşyalar halen Alma-Ata müzesindedir.

Altın Elbiseli Adamın mezarından çıkan süs eşyaları

İSLAMO KEMALİZM Mİ? LİBERO KEMALİZM Mİ? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


Türkiye yeni bir genel seçime doğru yol alırken, kamuoyuna yansıyan boyutları ile ilginç tartışmalara sahne olmakta ve bu doğrultuda önceden beklenmeyen çıkışlar gündeme gelerek, bunlar üzerinden ülke seçim virajına doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Üç dönem işbaşında kalmış bir siyasal iktidarın yorgunluğu ile birlikte, siyasal merkezlerin bezginliği de öne çıkmakta ve seçim kampanyaları beklenmedik bir çizgide gelişmektedir. Geçmişten gelen siyasal gelişmelerin sonucunda Türkiye’de iktidar olma şansı elde eden ılımlı İslam partisi, iktidarını koruma doğrultusunda her yolu denemeye kalkışırken, üç dönem sonucunda Türk Devleti’nin zamanla parti devletine dönüştürülmesinden fazlasıyla rahatsız olan siyasal merkezler ile muhalefet partileri de iktidarı bir an önce göndermek için ellerinden gelen her şeyi denemeye başlamışlardır. Geçmişin tartışmaları sürerken içine girilen yeni dönemin çekişmeleri de devreye girince, bazen tartışmalar sertleşmekte ama geçen dönemlerden kalan siyasal birikimin koruduğu siyasal olgunluk düzeyinde kavga ve çatışmalar önlenmeye çalışılmaktadır. Emperyalizmin bütün dünyaya dayattığı Makyavelizm Türk siyaset sahnesinde öne çıktıkça, seçim yarışını kazanma doğrultusunda doğru ya da yanlış her konu tartışma zemininde öne çıkarılarak, rakiplere karşı üstünlük elde edilmeye çalışılmaktadır.
       
  Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden siyasal sistem, düşünce ve model olan Kemalizm’de partiler ve toplum kesimleri arasında giderek kesinleşen tartışmaların temel noktası olmuş ve siyasal rakipler hem kendilerini Kemalist göstererek Atatürk’ün devletinin desteğini arkalarına almaya çalışmışlar, hem de diğer kesimleri Atatürkçü olmamakla suçlamışlardır. Devletin laiklik esası üzerine kurulması nasıl İslami çizgiyi dışlamışsa, gene devletin bir ulusal model üzerine kurulmuş olması da liberal toplum kesimlerini n karşı çıkmasına giden yolu açmıştır. Jeopolitik konumu gereği kendine özgü bir ilkeler manzumesi olarak tarih sahnesine çıkmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişten gelen siyasal çizgi ve ideolojiler tarafından bir yerlere doğru çekilmeye çalışılması, her zaman için Türk kamuoyunda hem kuşku hem de çeşitli tepkiler ile karşılaşmıştır. Dini cemadatları arkasına alan belirli tarikatlar bir din devleti ya da orta çağ benzeri bir dine dayalı siyasal düzen peşinde koştukları için akla ve bilime dayanan Kemalizm’e açıkça karşı çıkmışlardır. Sermaye kesimleri ise, sahip oldukları zenginlikleri en üst düzeyde sınırsız bir çizgiye doğru geliştirmeye çalışırlarken, hareket serbestliği alanını daraltan ulus devletin güçlü ve denetçi yapısını sınırlama doğrultusunda, Kemalizm’e açıkça karşı çıkarak kendi kontrolleri altında tutabilecekleri bir ekonomik düzen peşinde koşarlarken, devletin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’e açıktan karşı çıkmaktan hiçbir zaman geri durmamışlardır. Kemalist cumhuriyetin üzerine kurulu bulunduğu, cumhuriyetin temel ilkelerine karşı çıkan toplum kesimleri, zaman içerisinde bu devletin kurucusu olarak Atatürk’e ve düşüncelerine karşı çıkmaktan hiçbir zaman çekinmemişlerdir. Türkiye’de cumhuriyet rejimi yüzüncü yılına yaklaşırken giderek gelenekselleşmiş olan bu durum, bugün gelinen seçim sürecinde eskisinden farklı bir çizgide gelişmeler göstermiş ve daha düne kadar Kemalizm’e karşı çizgide olan toplumsal ve siyasal merkezler devleti kendi yanlarına çekebilmek için kendilerini Kemalist olarak göstermeye başlamışlardır.
         Küreselleşme sürecinde, kapitalist sistem yeniden emperyalizme doğru kayarken, zenginleri ve sermaye kesimlerini yandaş bir konuma getirme doğrultusunda ortaklığa doğru sürüklemiş ve bu durumun topluma yansıyan boyutunda da giderek yoksullaşan halk kitlelerini kapitalist sistemin içerisinde tutabilmek amacıyla, dini öne çıkararak bu doğrultuda tarikatları ve cemadatları dıştan destekli bir biçimde devreye sokmuştur. Sermaye ve din çevreleri kendi doğal yapıları doğrultusunda gelişmeler peşinde koşarlarken, karşıt bir çizgide tepki gösterdikleri Kemalizm’i eleştirmekten ya da karşı çıkmaktan hiçbir zaman geri kalmamışlar ve bu doğrultuda ellerine fırsat geçince de, çamur atmaktan ya da saldırıda bulunmaktan da geri kalmamışlardır. Ne var ki, bu kadar keskin hatlarda Kemalizm karşıtı olan sermayeci liberal kesimler ile dinci cemaat topluluklarının seçim sürecinde Kemalizm konusunda eskisinin tamamen zıddı bir çizgide sempatik davranmaları ve kendilerini Kemalist bir çizgide yeniden tanımlamaya çalışmaları gerçekten üzerinde durulması gereken fırsatçı bir durumdur. Geçmişten gelen geleneksel çizgide anti-Kemalist olan kesimlerin birden Atatürkçü görünmeye başlamaları, Türk dilinde var olan bir atasözünün ortaya koyduğu üzere, “Bayram değil, seyran değil ama birileri birilerini neden öpüyor“ sorusunu akla getirmekte ve kafa karışıklıklarının giderilebilmesi için böylesine çelişkili bir durumun arkasında yatan gerçek siyasal nedenlerin ortaya konulması gerekmektedir. Sermaye kesimleri küresel hegemonya peşinde koşarken ve ulus devleti ortadan kaldırma doğrultusunda Kemalizm’e açıktan karşı çıkarken, yeni bir orta çağ özlemi içerisinde bulunan dini kesimler de, modern ve çağdaş cumhuriyetin kurucusu olan Mustafa Kemal’i ve onun getirdiği Kemalist sistemi değiştirmek için her yola başvurarak bir anlamda Atatürk’ten kopmak istemişlerdir. Hal böyle iken seçim sürecinde hem liberal sermayeci kesimlerin hem de cemaatçi Müslüman kesimlerin Kemalist bir çizgide görülmeye çalışmaları, iyice açıklanması gereken bir çelişkiyi siyaset sahnesinde ön plana çıkarmaktadır.
         Dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan Türkiye coğrafyasında geçmişten gelen bir tarihi süreç yaşanmıştır. Bu bölgenin merkezi alan olması nedeniyle her dönemin hegemon gücü bu coğrafyada mutlak bir kontrol arayışı içerisinde olmuş, devletler, imparatorluklar, dinler, mezhepler ve uluslararasında uzun süreli çekişmeler yaşanmıştır. Bu bölgede, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük merkezi imparatorluklar uzun süreli egemenlik kurmuşlar ama tarihsel dönüşüm noktalarında dünya sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır. Bugün gelinen noktada farklı emperyal güçlerin egemenlik mücadelesi ile birlikte, var olan siyasal yapıların birbirleriyle yarışa girme girişimleri gerginlikleri fazlasıyla tırmandırmaktadır. Bu yüzden de Atatürk Cumhuriyeti eskisine oranla fazlasıyla zorlanmaktadır. İmparatorluk sonrasında ortaya çıkan ulus ve ülke devletler düzenini zorlayan dini akımlar ve emperyal güçler, etkinliklerini artırmak için mücadele ederlerken var olan devlet düzenlerinin dağılmasına ya da çökmesine giden yolu da açmaktadırlar. Bölgede bir büyük İslam devleti kurmak isteyen dinci akımlar yirminci yüzyılın soğuk savaş ortamında kurulmuş olan devletleri zorlayarak orta çağdaki dinsel toplum düzenine geçiş için mücadele etmekte ve bu yüzden Türkiye’ye çağdaş ve laik bir devlet kazandırmış olan Kemalizm’i tasfiye etmek için çaba göstermektedirler. Hal böyle iken, şimdilerde medya ve basın organlarında Kemalist İslamcılık, İslami Kemalizm ya da AkKemalizm gibi birleşik kavramların kullanılmaya başlanması yeni bir durumun varlığını işaret etmektedir. Laik devlet düzenine karşı çıkan dinci ya da İslamcı akımların yıllardır kararlı bir biçimde sürdürdükleri anti-Kemalizm çizgisini bir yere bırakarak, İslamcı bir Kemalizm ya da İslamo-Kemalizm iddiasında bulunmaları pek de alışık olmayan bir durumu yansıtmaktadır.  
         Aslında Türkiye’de dinci tabanın milli bir çizgide siyaset sahnesine çıkmasında öncülük yapan Erbakan zamanında Atatürk’e sahip çıkarak, Atatürk eğer yaşasa idi, Refah partili olacağını açıkça dile getirmiştir. Antiemperyalist tutumu iyi bilinen Necmettin Erbakan’ın Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük İsrail gibi batılı emperyalist yapılanmalara karşıtlığı istikrarlı bir çizgide Milli Görüş taraftarı siyasal partiler tarafından temsil edildiği için, Türkiye’deki ulusal solcu ya da milliyetçi sağcı kesimler, Milli Görüş çizgisine sempati beslemişler ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu büyük önder Atatürk’ün cumhuriyeti kurduğu noktada ulusal bir birliktelik aramışlardır. Bu yüzden, Türk siyaset sahnesinde Kemalizm ve İslam birlikteliği, yirminci yüzyılın ikinci yarısında sürekli olarak tartışma konusu olmuştur. Erbakan gibi Milli Görüş ya da milliyetçi çizgide bir İslamcılığı benimseyen İslamcı kesimler, her zaman için laik devletin kurucusu Mustafa Kemal’in laik düzeni ile birlikte yaşamak ya da var olabilmek için bir İslamizm ve Kemalizm sentezi arayışı içerisinde olmuşlardır. Bu nedenle Kemalist İslamcılık ya da İslamo-Kemalizm arayışları her zaman için Türkiye’nin gündeminde olmuştur. Yüzde doksanı Müslüman olan bir toplumun sınırları içerisinde yaşadığı ulus devletin, aynı zamanda laik bir siyasal yapılanmaya sahip olması yüzünden kurucu irade ile dini toplumsal çoğunluğun iradesi arasında bir arada var olabilmenin kurumsal bir yapılanmaya dönüştürülmesi için yoğun çabalar gösterilmiştir.  Hem Milli görüşçü İslamcılar hem de Müslüman kesimden gelen Atatürkçüler, laik devlet ile Müslüman millet arasındaki çelişkiyi çözebilmek ve bunu zaman içerisinde birlikte yaşam düzenine dönüştürebilmek doğrultusunda bazen yan yana gelerek ortak arayış içine girebilmişlerdir. Yirminci yüzyılın son çeyreğine girerken ülkede tarihi yanılgı adı altında bir İslamcı parti ile cumhuriyeti kuran laikçi ve Atatürkçü parti bu çizgide bir koalisyon hükümeti bile kurabilmişlerdir.
         Küresel sermayenin güdümü altına girmiş olan medya ve basın organlarında Kemalizm daha çok laik çizgideki yayın organları ile dile getirilirken, şimdilerde İslamcı yayın organlarında dile getirilen İslamiyet ve Kemalizm ilişkisi, var olan ılımlı İslamcı iktidar yüzünden bir Akkemalizm olarak yorumlanabilmekte ve bu doğrultuda bazı cemaat gazetelerinde Kemalizm’in İslamcı hali tartışma konusu yapılabilmektedir. Müslüman millet ile laik devlet birlikteliği sırasında pek de tartışma konusu olmayan bazı siyasal konular, laik devleti İslamcı bir iktidarın yönetmesi aşamasında yeni sorunlar olarak gündeme gelmektedir. Dinciler tarafından Jakobenlik ile suçlanan Kemalizm, bir devlet modeli ve düzeni olarak devam ettiği sürece, hem birliktelik arayışı öne çıkmakta hem de iki kesim arasındaki kimlik farkı korunmaya çalışılmaktadır. Jakobenliğin tepeden inmeciliği ile suçlanan Kemalizm bir türlü cami cemaati tarafından tam anlamıyla benimsenememekte, dine dayalı bir yeni orta çağ arayışı öne çıktıkça çağdaş cumhuriyet düzeni fazlasıyla sarsılmaktadır. Muhafazakâr toplum kesimlerinde Osmanlı döneminden gelen geleneksel dinsel yaşam tarzının, laik ve çağdaş cumhuriyet rejimi ile bağdaştırılması, Türkiye Cumhuriyetinin neredeyse bir yüzyıla yaklaşan siyasal yaşamında tam anlamıyla mümkün olamadığı için sorunlar devam edip gitmiştir. Ne var ki, bir ulusal kurtuluş devrimi ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin laik siyasal modeli ile Müslüman Türk milleti birlikte yaşamak durumunda olduğu için Müslüman ve demokrat bir ılımlı İslamcı uygulama gündeme gelirken, İslamo-Kemalizm kavramı dillendirilmeye başlanmaktadır. Demokratik rejim devam ettikçe ve Müslüman halk kitleleri serbest seçimlerde özgürce oy kullanabildiği sürece Kemalist devlet modeli ile Müslüman halk kitlelerinin birlikte yaşamları siyasal gündemin baş meselesi olacaktır. Barış içinde birlikte var olabilmek ve eskisi gibi laiklik ve dincilik çatışmasının uzağında kalabilmek üzere yeni bir yaklaşım tarzı olarak, İslamo-Kemalizm konusu tartışmaların odağında yer almaktadır. Ilımlı İslamcı hükümet Kemalist devlet yapısı ile barış içinde birlikte var olabilmenin koşullarının arayışı içine girdiği aşamada, cemaatçi kesimler tarafından İslamo-Kemalistlikle suçlanabilmektedir. Aşırı dinci kesimler fanatik bir yaklaşımla Kemalizm’i putperest bir din olmakla suçlarken, İslamo-Kemalizm’i de yeni bir din olarak takdim etmektedirler.
         Büyük Orta Doğu Projesinin uygulama alanına geçirilmesiyle başlayan yeni dönemde Türkiye ılımlı İslamcı bir iktidara sahip olunca, dini cemadatlar bu durumdan yararlanarak laik devlet düzeni ile olan sorunlarının çözümünü gündeme getirerek yeni iktidardan fazlasıyla talepte bulunmuşlardır. Bunların bir kısmı bu dönemden yararlanılarak uygulama alanına getirilirken, Türkiye’nin yanı başındaki Hristiyan Avrupa Birliği’nden giderek sertleşen bir karşı çıkış gündeme gelmiştir. İslam dünyasının tam ortasında bir Musevi devleti olarak kurulmuş olan İsrail, Müslüman halklar ile sürekli olarak savaşmak istemediği için, Türkiye’deki ılımlı İslamcı gelişmeleri dolaylı yollardan sürekli olarak desteklemiş ama Hristiyan Avrupa, İslam dünyası ile komşu olmamak üzere arada laik Türkiye Cumhuriyetini bir tampon devlet olarak korumak istemiş ve bu yüzden de Türkiye’nin İslami bir kimliğe sahip olmasına sürekli olarak karşı çıkmıştır. İki büyük dinin hinterlantlarının arasında laik bir devlet olarak varlığını korumak durumunda olan Türk devleti de, bu durumda, laik devlet ile Müslüman millet sentezi arayışı içerisine girmiş ve bu yüzden İslamo-Kemalizm tartışmaları başlamıştır. Hükümet uzun süren iktidar döneminde yıpranırken devlete daha yakın durmaya öncelik verince, Kemalist devlet ile İslamcı hükümet birlikteliği gayri-Müslüm çevreler tarafından gene İslamo-Kemalizm olarak adlandırılmıştır. Milli Görüş kökeninden gelen İslamcı kesimlerin anti-emperyalist tavırları, Kemalizm İslamizm yakınlaşmasında önemli bir etken olmuştur. Özellikle ABD ve Avrupa emperyalizmleri ile İsrail Siyonizm’inin bölgesel planlar doğrultusunda Türkiye’ye karşı saldırgan bir tutum izlemeleri yüzünden antiemperyalizm gündemde oldukça, Milli Görüşçüler ile Kemalist tam bağımsızlıkçılar arasında dış saldırılara karşı tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi bir dayanışma arayışı kendiliğinden öne çıkmaktadır. Mandacı çizgideki liberal gayri-Müslim kesimler bu duruma açıkça İslamo-Kemalizm adını vermekten çekinmemişlerdir.
          İslamcı kesimlerin Hristiyan batı emperyalizmi ile Siyonist Büyük İsrail saldırılarına karşı kendi varlıklarını koruma doğrultusunda Kemalist devlet ile beraber hareket etme girişimleri, bütün batıcı kesimlerden ve de özellikle Musevi lobilerinden gelen eleştiriler ile karşı karşıya kalmaktadır. Gayri-Müslim liberal kesimler, böylesine bir ittifak arayışı çerçevesinde Kemalistlerin hiçbir zaman değişmeyeceklerini, Jakoben yapıları yüzünden her zaman tepeden inmeci olacaklarını, demokrasiyi umursamayarak ve zamanla otoriter rejime kayarak Atatürk ilkelerini zorla gelenekçi kesimlere kabül ettirebilmek için gerekirse baskıcı ara rejimlere bile gidebileceklerini söyleyerek, İslamcılar ile laik Türk devleti arasında bir beraber yaşama sentezi oluşturulması girişimlerini önleyebilme için çeşitli karşı görüşler geliştirmektedirler. Sol Kemalistlerin ya da, katı laikçi gayri-Müslüm kesimlerin İslamcı akımlara karşı uzak durmaları yüzünden, Atatürk’ün kurduğu devlet yapısı ile uzlaşarak yola devam etmek isteyen İslamcılar ortada kalmışlar ve bu yüzden yeniden eski sorunları kışkırtan yayınlar özellikle liberal kesimler tarafından kararlı bir biçimde sürdürülmüştür. Küreselci neoliberal kesimler, Kemalistlerin öncelikle sivilleşmeleri gerektiğini, sivilleşmeyen Kemalizm’in İslamcı kesimler ile bir ortak yaşam uzlaşmasını gerçekleştiremeyeceğini, zaten uzun süren İslamcı iktidar döneminde Kemalistlerin devletten tasfiye edildiklerini, devlet gücünü kullanamayan Kemalistlerin İslamcılar ile devlet adına bir ortak yaşam düzenine yönelemeyeceğini gene, böylesine bir ittifakı istemeyen sermayeci liberal toplum kesimleri ileri sürmekten geri durmamışlardır. Devleti İslamcılara kaptırmak istemeyen küreselci liberaller ile gayri-Müslim lobiler,  Kemalizm ve İslamizm ittifakını önlemek için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir. Ilımlı İslam ile uzlaşma doğrultusunda gelişecek bir ılımlı Kemalizm’in öne çıkmasını istemeyen gayri-Müslim lobiler, laik devleti İslamcılık karşıtı bir çizgide kullanma doğrultusunda tepeden inmeci Jakobenizmi ısrarla sürdürmüşlerdir.
         Hristiyan Avrupa Türkiye Cumhuriyetini İslam dünyası ile arasında bir tampon devlet olarak korumaya çalışırken, İsrail ve onun güçlü lobilerinin yönlendirmesi doğrultusunda Amerika Birleşik Devletleri,  Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda İslam dünyasını ılımlaştırmayı istemiş ve bu doğrultuda Türkiye’deki ılımlı İslamcı oluşum ile Kemalist devletin yakınlaşması ve yeni bir uzlaşma düzeni içerisinde birlikte yaşama yönelmesini desteklemeye çalışmışlardır. Atlantikçi güçler merkezi alan egemenliğini ellerinden tutabilme çabası içerisinde, önce Türk-İslam sentezini gündeme getirmişler ama, bunun tüm İslam dünyası için uzaktan kumandalı bir yönetim sistemi olamayacağını anladıkları aşamada, ılımlı İslam’ı öne çıkararak, Türkiye’yi bütün İslam dünyası için bir siyasal laboratuvar olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Ne var ki, uzun süren İslamcı iktidar döneminde devletin laik yapısında bazı sorunlar çıkmaya başlayınca, bu kez yıpranma döneminin sorunlarını aşmak için devlete dayanan, ılımlı İslam hükümetinden kurtulma doğrultusunda, bu kez de liberal kesimler devleti yanlarına çekebilmek için Kemalist olmaya başlamışlardır. İslamcılar iktidarda kalabilme doğrultusunda Kemalizm’e yönelirken, liberaller de İslamcı iktidardan kurtulabilme çizgisinde Kemalist olmaya başlamışlardır. Son zamanlarda küresel emperyalizm çizgisinde iyice neoliberalizme kayan liberal sol akımlar içerisinde Siyonist kökenden gelen bir siyaset bilimcisinin Kemalizm’e yönelme gibi bir tavır değişikliği içine girmesi üzerine, İslamo-Kemalizm’ın yanı sıra bir de libero-Kemalizm akımı tartışılmaya başlanmıştır. Özellikle genel seçimlere giderken, üç dönem iktidarda kalan ılımlı İslamcıların iktidardan indirilmesi doğrultusunda, şimdiye kadar Kemalizm’e karşıt bir çizgi izlemiş olan neoliberallerin laiklik üzerinden Kemalizm eğilimi göstermeleri, günümüzde libero-Kemalizm olarak adlandırılabilmektedir. Liberallerin bu Neo-Kemalist yaklaşımlarını, laik devleti koruma doğrultusunda gayri-müslim cemaatlar da desteklemeye başlayınca, libero-Kemalizm konusu da tıpkı İslamo-Kemalizm gibi tartışma planında öne geçmiştir. İş din kavgasına dönünceye kadar Kemalizm’e karşı çıkan Hristiyanlar ve Museviler, kendi kimliklerini koruma doğrultusunda laik devleti bir cankurtaran simidi olarak korumaya öncelik vermişlerdir.
         Türkiye’de küresel emperyalist düzeni oturtmak ve bu doğrultuda kendi çıkar düzenlerini ekonomi üzerinden korumak isteyen zengin kesimler, ılımlı İslamcı bir partiyi muhafazakâr demokrat gibi göstererek ulus devlete karşı desteklemişlerdir. Şirketler büyütülürken ulus devletler küçültülmüş ve batılı ülkeler küreselciler doğrultusunda liberal politikaları uygulama alanına getiren İslamcı bir partiyi ılımlı çizgisi doğrultusunda desteklemekten çekinmemişlerdir.  Ne var ki, ılımlı İslam partisi üç dönem iktidardan sonra yıpranma risklerine karşı kendini güvence altına alabilme doğrultusunda devlete yanaşmaya başlayınca, dün liberallik adına bu partiyi destekleyen gayri-müslim lobiler ile liberal kesimler devletin laikliği üzerinden Kemalist çizgiye kayarak laik devlet düzeninin değişmesine Neo-kemalist görünümünde karşı çıkmaktan geri durmamışlardır. Liberal çizgideki gayri-Müslim kesimler İslam’dan kaçarken Kemalist olma noktasına gelmişlerdir. Benzeri bir doğrultuda sol ve sosyalist toplum kesimleri de gene Arabistan benzeri bir İslami düzenden kaçarken,  laik devlet düzeninin korunması doğrultusunda Kemalist olma aşamasına gelmişlerdir. Atatürk İslam dünyasında ilk kez modernleşme devrimi yaparken onu destekleyen liberal ve gayri-Müslim gruplar laik devlet çatısını koruyucu bir şemsiye olarak görmüşlerdir. Batı emperyalizminin saldırıları yüzünden yıkılan Osmanlı imparatorluğunun kalıntıları arasından çağdaş bir ulus devlet çıkaran Kemalistler hiçbir zaman liberal olmamışlar aksine, tarih sahnesinden silinmemek üzere ulusal çizgide bir dik duruşu bütün dünyaya karşı inatçı bir biçimde sergilemişlerdir. Kemalistlerin durduk yerde liberal olmaları beklenemeyeceği gibi, liberaller de benzeri bir biçimde Kemalist olamazlar ama, iş İslamcı iktidardan kurtulmaya geldi mi, o zaman liberali de gayri-Müslim’i de Kemalist olmayı kendi çıkarları için uygun görerek, tam anlamıyla oportünist bir yaklaşımı gözler önüne sermektedirler.
         İslam’dan kaçmak ya da İslamcı gidişi önlemek isteyen bazı toplum kesimlerinin, halk kitlelerinin çoğunluğunun aynı doğrultuda bir İslamcı partiyi destekleme noktasına geldiğinde başka siyasal partiler aracılığı ile demokratik mücadeleye kalkışacaklarına, ara rejim özlemlerine sürüklenmeleri ve bu gibi durumlarda Fransız devriminden kalma bir tepeden inmeci akım olarak Jakobenizmi devreye sokmaya çalışmaları, demokrasilerin gerçek anlamda halk egemenliği doğrultusunda kurumlaşabilmesi açısından son derece olumsuz bir gelişmedir. Batı dünyasının ileri ülkelerinde hiçbir zaman demokrasi dışı yollar alternatif olarak düşünülmediği gibi, Türkiye gibi bir yüzyıla yaklaşan ömrü ile bir cumhuriyet devletinin de demokratik gelişme çizgisinin dışında bir olumsuz gelişme sürecinin içine sürüklenmesi normal koşullarda düşünülemez bir durumdur. Ne var ki, bazı kapitalist ülkelerde sermaye birikimi ya da ekonomik sistemi bunalımdan çıkarabilmek üzere ara rejimler gündeme getirilebilmekte ve kamu düzeninin devamlılığı çizgisinde demokrasi dışı yollar sermayenin çıkarları doğrultusunda denenebilmektedir. İş çevreleri her şeyi para ile almaya alışkın oldukları için, dünya ülkelerini ve bu ülkelerdeki bütün zenginlikleri satın alarak tam anlamıyla bir küresel faşizm arayışı içine girmişlerdir. Bu durum nedeniyle, uzaktan kumandalı ve dıştan güdümlü çeşitli politikalar sermaye merkezleri tarafından uygulama alanına getirilebilmekte ve halk kitlelerinin zararına olabilecek bu tür uygulamalar olağanüstü dönemlerde baskı ile uygulanabilmektedir. Türkiye’de emperyalizmin ve sermayenin çıkarları doğrultusunda gündeme getirilen ara rejimler hep Atatürkçülük adına yapıldığı için Kemalizm bir darbeci ideolojiye dönüştürülmeye çalışılmıştır. Ara rejimlerde politika yasaklanınca, zengin kesimlerin çıkarları daha kolay korunabilmekte ve bu nedenle, zengin kesimler Atatürkçülüğe kayarak Kemalizm’i kendi çıkarları için kullanmaktadırlar.
         Libero-Kemalizm normal koşullarda ortaya çıkması pek de mümkün olmayan bir akımın adıdır. Ne var ki, sermaye sahibi zengin sınıflar ülkenin ulusal gelirini çalışan kesimler ile paylaşmaktan kaçınınca ara rejim arayışları öne çıkabilmektedir. Liberalizm her zaman için serbestlik ister ve devlet müdahalesine karşı çıkar. Devletlerin sınırlandırıcı hukuk düzenlerinden rahatsız olan şirketler en az düzeyde küçük bir devlet düzeni ile yetinilmesini her zaman tercih etmektedir. Ne var ki, sermaye kesimlerinin çıkarları öne çıkınca ve özellikle Müslüman ülkelerde gayri-Müslim kesimlerin çıkar düzenleri tehlikeye girince, her türlü müdahaleyi gündeme getiren ara rejimleri zengin toplum kesimleri gündeme getirerek sömürü düzenini koruyabilmektedirler. Bu gibi halk kitlelerinin çoğunluğunun çıkarlarına ters düşen girişimlerin gerçekleştirildiği ara rejimler, Türkiye’de hep Atatürkçülük adına gerçekleştirildiği için Kemalist devlet düzenine yoksul halk kitleleri zaman içerisinde karşı olmuştur. Yirminci yüzyıl da her on yılda bir askeri darbe düzeni kapitalist sistemi bu bölgede oturtabilmek üzere organize edilmiştir. Bu doğrultuda müdahale gerekçesi yaratabilmek üzere etnik ve dini kavgalar ile birlikte terör olayları da kışkırtılarak sonuç alınmaya çalışılmıştır. Sermayeci kesimler bu açıdan tarih önünde suçlu konumda olmalarına rağmen, kapitalist sistemin dönemsel bunalımları yüzünden ara rejimleri gündeme getirebilmektedirler. Türkiye’deki ulus devletin yarattığı milli burjuvazi küresel emperyalizm ile ittifaka girerek yabancılaştıktan sonra küreselleşmenin önceliklerine yöneldiği aşamada, demokratik rejimden vazgeçerek ara rejim önceliğine yönelmekte ve Türkiye’de halk kitlelerine karşı geliştirilen bu olumsuz tutum Atatürk adının arkasına gizlenerek yapıldığı için, işlerine geldiği aşamada liberallerin Libero-Kemalizm’e yöneldikleri görülmektedir. Böylesine çıkarcı bir tutuma Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal’in adının verilmesi, Türk toplumunun ulusal çıkarları açısından her zaman için olumsuz bir sonuç vermiş ve zenginlerin çıkarları uğruna devletin kullanılması yüzünden, devlet ile millet Türkiye’de sürekli olarak karşı karşıya getirilmiştir. Türk ulusu Ata’sından uzaklaştırılırken demokrasinin kurumlaşması da bu yüzden mümkün olamamıştır.
         Kemalizm, Türkiye ‘de gerçek anlamıyla uygulanamadığı için siyasal alanda bir çok sorun çıkmış ve bunların yarattığı karışıklık ortamında Türk demokrasisi yeterince gelişememiştir. Alt kimlikçi yaklaşımlar, Kemalizm adına geliştirilirken ve belirli bir azınlığın elinde Kemalizm siyasal bir silaha dönüşünce hem Müslüman tabanda hem de farklı etnik ve dini topluluklar üzerinde Kemalizm bir ötekileştirme aracına dönüşmüştür. Emperyalizmin bir toplumu yok etmek üzere yaptığı büyük saldırıya karşı, Anadolu halkı bir araya gelerek örgütlenmiş ve başarılı bir savaşı kazandıktan sonra bir halk devleti olarak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkının Türk ulusu olarak kurucu önder tarafından kabul edilmesi, aslında Kuvayı Milliye sınırları içerisinde yaşayan hiç kimsenin dışlanmasına ve ötekileştirilmesine izin vermeyen çağdaş kucaklayıcı bir yaklaşımı, devletin temel tutumu olarak gündeme getirmektedir. Alt kimlikler ve kültürel haklar bu toplumun zenginliği olarak var olmaya devam edecek ama hiçbir zaman bu ülkede bölücülüğün temeli olamayacaktır. Atatürk’ün bu toparlayıcı ve kucaklayıcı yaklaşımı devletin temel politikası olunca, ne libero-Kemalizm’e ne de İslam’o Kemalizm’e gereksinme kalmayacaktır. Müslüman, Hristiyan ve Museviler arasında anayasal çizgide eşit vatandaşlık sağlanınca, bütün etnik gruplar arasında da eşitlikçi bir yaklaşım geliştirilerek toplumun bütünlüğü gerçekleştirilecek ve böylece herkes Türk ulusunun bir parçası olacaktır. Böylesine bir düzeye gelindiğinde ise siyaset artık alt kimliklere göre değil ama düşünce ve ideolojilere göre yapılacağı için, demokrasilerin kurumlaşması yolunda önemli bir dönemeç geçilecektir. Devlet modelinin temelindeki Kemalizm’in kurucu bir yol olduğu, bunun alt kimlikler ile bir yerlere çekilemeyeceği görülecektir.

         Atlantik emperyalizminin desteği ile iktidara gelmiş olan bir hanım başbakan, bir gün son sosyalist devleti de yıktık diyerek ne derece bilgisiz olduğunu ortaya koymuştu. Sosyalizm ile Kemalizm arasındaki farkları bile bilmeyen ve siyasetten habersiz bir hanımın uzaktan kumandalı manüplasyonlar ile iktidara getirilmesi, Atatürk cumhuriyetinin yara almasına neden olmuştur. Atatürk ilkeleri aynı zamanda cumhuriyetin temel ilkeleri olarak Türk anayasasının giriş kısmında anayasal bir koruma altındadır. Bu yüzden, Atatürkçülük ya da Kemalizm Türkiye’de hem bir meşruiyet ölçüsü hem de bir direniş imkânıdır. Toplumun içindeki herkes ya da her kesim kendi düşüncelerini kamuoyuna benimsetebilmek için Kemalizm’e yanaşmakta ya da Kemalist görünerek çıkarlarını ya da düşüncelerini topluma kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu yüzden İslamcılar İslamo-Kemalizm peşinde koşarlarken, sermayeci ve küreselci toplum kesimleri de Libero –Kemalizm’i kendi çıkarları çizgisinde kamuoyuna benimsetmeye çalışmaktadırlar. Dincisi kadar sermayecisi de, Türk anayasasında güvence altına alınan siyasal ve hukuki haklar çerçevesinde birlikte ve ortak yaşayabilmenin arayışı içinde olmalıdırlar. O zaman Kemalizm’i dinci çizgiye ya da sermayeci çizgiye çekerek toplumun diğer kesimlerine karşı bir dayatmaya kalkma senaryoları ile Türk toplumu bir daha karşılaşmayacaktır. Atatürk ilkelerinin sağladığı güvenlik ortamında Türk insanının meşruiyet araması son derece doğaldır. Ayrıca baskı ve saldırılara karşı, Atatürk ilkelerinden oluşan Kemalizm insanlara ciddi bir direniş ve kendini savunma imkânı getirmektedir. Demokratik rejim ve cumhuriyet şemsiyesi altında herkes ve her kesim özgürce duygu ve düşüncelerini dile getirecek ve bu doğrultuda siyasal girişimlerde bulunabilecektir. Yaşanan tarihsel sürecin sonucunda bu topraklarda ortaya çıkan Kemalizm, hem Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalmasında hem de Türk ulusunun geleceğe dönük yolda emin adımlarla yürümesinde etkili olmaya devam edecektir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin ulus devlet yapısını bozabilecek bir Libero-Kemalizm’e ya da laik devlet modelini bozabilecek İslam’o Kemalizm’e Türk ulusunun ihtiyacı yoktur. Ama Kemalizm’in güncellenerek gerçek anlamıyla uygulama alanına getirilmesine, içinde bulunulan konjonktürde, Türk devletinin şiddetle gereksinmesi bulunmaktadır. 

23 Mayıs 2015 Cumartesi

BATICILIĞIN YENİ BİÇİMLERİ : “İSLAMCILAR”, "KÜRTÇÜLER", “SOSYALİSTLER” - Metin AYDOGAN



Türkiye’de 200 yıldır tartışılan Batılılaşma konusu, günümüzde ilginç bir duruma geldi. Birbirinden çok ayrımlı söylemi olan siyasi oluşumlar, Batıcılıkdüzleminde bir araya gelmiş durumdalar. “Liberaller” bir kenara bırakılırsa; dün Batının batıllığını ileri süren “İslamcılar” bugün Avrupa Birliği’ne girmeyi, ABD ile birlikte yürümeyi savunuyor. Kürtçüler, sözcülüğünü yaptıklarıBatının demokrasi getireceğine, kendilerine bir ülke kazandıracağına inanıyor.“Sosyalistler”, işçi sınıfının küresel direnişinden, enternasyonalizmden, AB demokrasisinden söz ediyor. Tümünün söz etmediği tek konu, anti-emperyalist savaşım, bağımsızlık ve ulusal egemenlik. Siyasi birlikteliklerinin temelinde, Kemalizme ve yarattığı değerlere karşıtlık var. Bu nedenle, isteseler de istemeseler de nesnel olarak emperyalizmin işbirlikçisi konumuna düşüyorlar. Bunların tümünü Batıcı siyasetler içinde görmek, buna göre davranmak doğru bir yaklaşım olacaktır.


Parti Bolluğu


Gazeteci Süleyman CoşkunTürkiye’de Politika adlı yapıtında, parti sayılabilecek siyasi örgütlerin ortaya çıkışından 1995 yılına dek irili-ufaklı, etkili-etkisiz 246 parti kurulduğunu belirtir.1 2004’e dek kurulanlarla bu sayı 260’ı aşmış bulunmaktadır. Bugün Türkiye’de yasal olarak varlığını sürdüren 87 siyasi parti var (Ocak-2015).
Partiler, Anadolu halkının en sıkıntılı ve güç dönemi olan son yüz yıl içinde etkinlik gösterdiler ancak toplumu geliştiren kalıcı sonuçlar elde edemediler. Sayıları çok, etkileri az bu partiler, düşünsel yapıları gereği, genellikle bilinçsiz ve her zaman yetersiz bir yapılanma içinde oldular. Daha önce Batıda gelişmiş olan partilerden etkilendikleri için, ülkenin sorunlarıyla bütünleşen bir örgütlenme geleneğine sahip değildiler. Öykünmeci, bu nedenle de halktan kopuktular.
Hangi eğilimden olurlarsa olsunlar, yaşanan sorunları çözmek istiyorlar ancak toplumsal yapıyı, tarihsel kökleriyle ele alıp tanımadıkları ve ekonomik bağımsızlığın önemini yeterince kavrayamadıkları için, başarılı olamıyorlardı. Batı kapitalizminin dünyaya vermek istediği biçimi, yani emperyalizmi çözümleyemedikleri için, ülkenin gelişip güçlenmesi yönünde başarılı olacak kalıcı bir politika öneremiyor, güçlü gördükleri Batının etkisi altına giriyorlardı. Bu tutum, Atatürk dönemindeki CHP dışında siyasi parti ya da derneklerin ortak özelliği durumundaydı.

Batıcı Türleri

Türkiye siyasi partileri, sayılarının çokluğuna denk düşen bir düşünsel ayrışma içinde değildir. Kaba çizgilerle; Batıya açıktan özenen liberallerİslamcılar, etnik ayırımcılar ve liberalleşen sosyalistler olarak dört ana kümede toplanabilirler. Kümeler arasındaki düşüngüsel (ideolojik) ve örgütsel ayrılıklar, çoğu kez uzlaşmaz karşıtlıklar gibi görünse de, gerçekte genel bir benzerlik içindedir. Bunlar, sorunları değişik ele alıyor ve değişik çözümler getiriyor görünürler ancak dış ilişkilerin belirlediği benzer politikaları uygularlar.
Örgütleri ortaya çıkaran toplumsal yapı, onların siyasi benzerliklerini ya da ayrılıklarını da belirler. Geri kalmışlıktan kaynaklanan yetersizlikler, halkın katılımına dayanmayan partilerin yöneticilerini içte ve dışta güçlü olana yöneltir. Siyaseti akçalı güçle yürütülebilen bir eylem olarak gören bu tür“yöneticilerin”, akçalı gücün etkisi altına girmemesi olanaksızdır. Bu yöneliş, partilerin bağımsızlığını doğaldır ki yok edecektir. Güce yönelme bağımlılığı, bağımlılık güce yönelmeyi arttırır. Birbiri içinden çıkan bu ikili süreç, azgelişmiş ülke partilerinin kolay etkilenebilir örgütler durumuna gelmesinin hem nedeni hem de sonucudur.
Ekonomik gücün günümüzde Batıda yoğunlaşması, hemen tüm partilerin Batıya yönelmesine ve oradan etkilenmesine yol açmaktadır. Bu gelişme, Batı partilerinin daha demokratik olmasından değil, Batının azgelişmiş ülkeler üzerinde kurmuş olduğu ekonomik baskıdandır. Bu nedenle, anti-emperyalist bilinçten yoksun azgelişmiş ülke partilerinin, hangi siyasi eğilim içinde görünürse görünsünler hemen tümü, sonuçta Batıcıdırlar ve ülkelerine yabancılaşmışlardır. Türkiye’de; BatıcıArapçı ve Kürtçü olarak ortaya çıkan kümeleşmelerin ortak özelliği, tanım ve izlence (program) ayrımlarına karşın, tümünün Batıcı olmasıdır. Bunlar değişik biçim ve yöntemlerle etki altına alınmışlar ve bilinçli ya da bilinçsiz Batıya yönelmişler, küresel egemenliği benimsemişlerdir.

Açıktan Batıcılık

Batıcılığı açıktan savunan partiler en geniş kümeyi oluşturur. Kendilerinden istenenleri yerine getirmeye her zaman hazırdırlar. Gerek kişisel davranış ve gerekse kurumsal yapılanma olarak tek ölçüt kabul ettikleri Batıyla, değişik biçimlerde çıkar ilişkisi içindedirler. Kendine güvensizliği ve işbirlikçiliği yayarlar. Bunlara göre; geriliğimiz “Avrupalı gibi olamadığımız”içindir, gerilikten kurtulmak için “Batılılaşmak gerekir”“Aydınlanma Batıdadır, ona gitmek zorundayız”“Batıdan başka uygarlık yoktur”, bu uygarlığın “ekonomik ve sosyal yaşamını almak zorundayız.”2
Bu küme içinde, düşüngüsel söylem olarak, Batıya karşı gibi görünen ya da öyle olduğunu sananlar, buna inananlar da vardır. Kimileri, “Batı dost değildir, karşısındakinin güçsüzlüğünden yararlanmak ister”3, “buna izin vermemek için onun gibi olmak gerekir”, der; kimileri de “Batı emperyalizmi işçi sınıfının enternasyonalist mücadelesiyle yıkılacaktır”, biçiminde siyasi yaymaca (propaganda) yapar.
19.yüzyıl Jön Türk örgütleri, İttihat ve TerakkiHürriyet ve İtilaf, 1910’dan beri çalışma yürüten sosyalist ve sosyal demokrat partilerAtatürk sonrası CHP,Demokrat PartiAdalet PartisiANAPDoğru Yol PartisiSHPDemokratik Sol Partive Milliyetçi Hareket Partisi gibi partiler, Batıcı liberal partilerdir.

Arapçılık ya da İslamcılık

Arapçı ya da İslamcı partiler, çok başka amaçlar ve yönelişler içinde görünürler. Din kurallarına uygun bir toplumsal düzen amaçladıkları izlenimi verirler ancak çoğunlukla böyle bir amaç ve istek içinde değildirler. Böyle bir düzeni gerçekleştiremeyeceklerini bilirler. Siyasi ve ona bağlı olarak akçeli çıkar, bunlar için her şeyden önemlidir. Güçlü olanla yani Batıyla, her zaman uzlaşma eğilimi içindedirler. Bir bölümü, doğrudan Batı yardımıyla örgütlenmiştir.
Dinsel kurallara bağlı kalıp ilkeli davrananlar ve inançları için savaşım verenler, siyasette çok küçük bir azınlığı oluşturur ve başarılı olamaz. Çıkarcılık, yabancılarla uzlaşma, boyuneğme genel özellikleridir. Dini, siyasete alet etmede ustadırlar. Batı tarafından bu nedenle desteklenirler ve ulus-devlet karşıtlığı için kullanılırlar. Batı değil, Arap kültürünü savunurlar ancak siyasi ve ekonomik olarak Batıyla birlikte hareket ederler. Arapçılıkları, dini siyaset için kullanmanın aracıdır.
İslamcı partilere göre; “İslam dünyası kalkınmak için Batıya muhtaçtır”, ancak önemli olan “Batıdan nelerin alınacağıdır”. Batı, “Bedevi bir kavmi yeryüzünün en ileri devleti haline getiren” İslam uygarlığından üstün değildir, “ahlak ve maneviyat olarak” ondan geridir. Batının “ahlak ve maneviyat olarak geriliğinin nedeni laikliktir”. Bu nedenle, “maddileşip makineleşerek adalet ve hakkaniyetten yoksun”duruma gelmiş Batıdan, “siyasi prensipler” özellikle de laiklik alınamaz. Batıdan,“ekonomi usulleri”“maddi alandaki kalkınmalar için gerekli metot ve malzeme”, borç ve teknik yardım alınabilir. Bunları Batıdan almak ve kullanmak gereklidir.4

Arapçı Partiler

Cumhuriyet’ten önce kurulan; Osmanlı Ahrar Fırkası (1908), İttihadı Muhammedi Fırkası (1909), Heyeti Müttefikai Osmaniye Cemiyeti (1909), FedakâraniMillet Cemiyeti (1908), Teali İslam Cemiyeti (1919) ile Cumhuriyetten sonra kurulan, İslam Koruma Partisi (1946), Sosyal Adalet Partisi (1946), Arıtma Koruma Partisi (1946), Türk Muhafazakar Partisi (1947), İslam Demokrat Partisi (1951), Milli Nizam Partisi (1970), Milli Selamet Partisi (1972), Refah Partisi (1983), Fazilet Partisi(1998), Saadet Partisi (2000), Adalet ve Kalkınma Partisi (2002) bu tür “İslamcı”partilerdir.5

Etnikçiler

Ayrımcılığı amaçlayan etnik kökenli partiler başlangıçta, Osmanlı İmparatorluğu’nun içindeki hemen tüm milliyetleri kapsıyordu. Rumcu,ErmeniciArapçıSlavcıArnavutçu ve Kürtçü örgütler, İmparatorluğun parçalanmasına dek varlıklarını sürdürdüler. Bunların büyük bölümü Cumhuriyetle birlikte ortadan kaldırıldı. Yalnızca Kürtçü parti ve örgütler, önce gizli, daha sonra gizli ya da açık çalışmalarını sürdürdüler. Kürt Teali Cemiyeti,Rızgari PartisiTürkiye Kürdistanı Demokrat PartisiTürkiye Kürt Talebe Cemiyeti,Devrimci Doğu Kültür OcaklarıKawaTürkiye Kürdistanı Sosyalist PartisiPKK-KADEKHalkın Emek Partisi (HEP), ÖZEPÖZDEPDEPHADEP bu tür yasal ya da yasadışı partilerdir.6
Etnik kökenli partilerde dikkat çeken özellik, Cumhuriyete dek tüm azınlık kümelerinin partileşmiş olmasına karşın, Türklüğü yüceltmeyi amaç edinenTürkçü bir partinin kurulmamış olmasıdır. 19.yüzyıl sonlarında Türkçüler ortaya çıkmaya başlamış ancak bunlar bir parti içinde örgütlenememişlerdir. Devlet örgütlerinde yönetici olarak yer alamamışlar, tersine Atatürk’ten sonra,Atatürkçüler ve bağımsızlıktan yana olan kümelerle birlikte devlet tarafından en çok kovuşturulan kesim olmuşlardır. Türkçü görünmelerine karşın, TürkçülüğüArapçılık içinde eritmeye çalışan Türk-İslam sentezcilerTürkçülük devinimi içinde yer alamazlar.

Türkçülere ve Sosyalistlere

Atatürk öldükten sonra Atatürkçüler’e yönelik siyasi ayıklamanın hemen ardından, önce Türkçüler’e sonra Sosyalistlere karşı kovuşturma başlatıldı. CHP Hükümeti, 1944 yılında Nihal AtsızZeki Velidi ToganReha OğuzAlparslan Türkeş, olmak üzere 23 ileri gelen Türkçüyü tutukladı ve ciddi bir kanıt ortaya koyamadan topluca yargıladı.Hemen arkasından 1944 ve 1946’da “soysalistler”tutuklandı; Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Soysalist Emekçi ve Köylü Partisikapatıldı.
Özgürlük ve demokrasi sözverileriyle yönetime gelen Demokrat Parti aynı tutumu, etki alanını genişleterek sürdürdü. Önce ordudaki Atatürkçüleri topluca emekli etti; hemen sonra büyük “komünist” tutuklaması yaptı (1951)8; ardından 2 Ocak 1953’te, “ırk esasına göre cemiyet kurma” suçlamasıyla Türk Milliyetçileri Derneği’ni kapattı.
27 Mayıs’tan sonra yönetime gelen Milli Birlik Komitesi’nin davranışı da ayrımlı değildi. 27 Kasım 1960’da, 14 üyesini Komite’den çıkardı ve emekli ederek yurt dışına gönderdi. Ayıklananlar içinde Türkçüler çoğunluktaydı ancak içlerinde Muzaffer Karan gibi 1965’te İşçi Partisi’nden milletvekili olacak kişiler de vardı.9

Atatürkçü Subaylar Tutuklanıyor

Atatürkçü olarak bilinen Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın, 21-22 Mayıs 1963’te, İnönü Hükümetini devirme girişiminde bulunması üzerine geniş tutuklamalar yapıldı, hareketin öncüleri idam edildi. Harp Okulu öğrencilerinin tümü, okullarından atıldı.10
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra ordudan yüzlerce Atatürkçü subay atıldı, bir kısmı işkence görerek tutuklandı.11 12 Eylül Darbesi’nden sonra da aynı şey yapıldı; ordudan subaylar atıldı, binlerce devrimci ve ülkücü birlikte tutuklanarak çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. Her iki kesimden 517 kişiye idam cezası verildi. Bunlardan 18’i devrimci, 8’i ülkücü olmak üzere, 26’sının cezası infaz edildi.12

İslamcı” Partiler

İslamcı” bir parti, Cumhuriyet tarihinde ilk kez 1974’te Cumhuriyet Halk Partisi-Milli Selamet Partisi koalisyonuyla yönetime geldi. İsmet İnönü’ün 1938’de Cumhurbaşkanı olmasıyla başlayan, İslamcılığa gözyumma tutumu,Şemsettin Günaltay’ın 1949’da Başbakan olmasıyla hız kazanan ve 1974’e dek süren süreç sonunda, önemli bir siyasi dönüşüme neden oldu. “İslamcılar”,Cumhuriyet Halk Partisi ve daha yoğun olarak Adalet Partisi içinde siyaset yaptılar. Bu dönemlerde yasal parti kurma gücünde olmadıkları için, parti olarak değil, kendilerini gizleyerek, kümeler halinde yasal partiler içinde çalışıyorlardı.
Necmettin Erbakan, kurduğu Milli Selamet ve Refah partileriyle, hem başka partiler içinde çalışma dönemine son verdi, hem de 1974’de CHP, 1974-1978’de AP ve MHP, 1996’da Doğru Yol Partisi’yle yaptığı koalisyonlarla hükümete girmeyi başardı; islamcı partilere Cumhuriyet Devleti içinde yasallık kazandırdı. Necmettin Erbakan’ın sağladığı birikim üzerine kurulan ve Batıcı İslamcılar’ın son örneği olan Adalet ve Kalkınma Partisi, Kasım 2002’de, Meclis’teki milletvekillerinin üçte ikisini alarak yönetime geldi. Bu gelişme, “islamcılar”ın 19.yüzyıldan beri elde ettiği en büyük politik başarıdır.

Yüz Yıllık Çalışma

Yüz yılı aşkın süredir politik eylem içinde olan “İslamcılar”, parti çalışmasını, kendilerinin açıkça yapamadıkları dönemlerde, “doğru ve haklı olmayan (batıl) bir düzenle bütünleşme”13 olduğunu ileri sürerek eleştiriyorlardı. Partilerin, Müslümanları bölmeyi amaçlayan “nifak” araçları olduğunu söylüyorlar14 ancak fırsatını buldukları an siyasi çalışma içine giriyorlardı.
1911’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın, İttihat ve Terakki yönetimini devirme başarısını göstermesi; İslamcıları, üstelik yoğun biçimde parti çalışmalarına yöneltti. 1922’ye dek bu yönde çaba gönderdiler. Cumhuriyet’in ilk on beş yılında, yasal çalışma olanağı bulamadıkları için gizli çalıştılar. Ancak, Türkiye’de dış etkinin, özellikle ABD etkisinin arttığı 1945’ten sonra, önce başka partiler içinde çalıştılar, daha sonra kendi partilerini kurdular.

İlke Değil Akçe

Batıcı-İslamcı partiler, 20.yüzyılla birlikte ortaya çıkmışlardır. Başka partiler gibi, ekonomik çıkar için siyasi güç peşindedirler. Güçleri, toplumsal gönenç ve ulusal bilincin gerilediği dönemlerde artıyor, toplumsal varsıllığın artması durumunda azalıyordu. Kitleler yoksullaştıkça, içine kapalı edilgen kalabalıklar haline geliyor ve bu partilere yöneliyordu. Halkın umarsızlığından güç aldıkları için, aynı amaç peşindeki emperyalist politikalarla kolayca uzlaşıyor ve bu uzlaşmayı kendilerine imanla bağladıkları yandaşlarına anlatmakta güçlük çekmiyorlardı. Çıkara dayalı siyasi amaçlar için “her yolu meşru” sayıyorlar, güçlüye yönelmekten başka hiçbir ilkeye bağlı kalmıyorlardı.İlkeden çok akçeye önem veriyorlar, bu nedenle de “islamcı” tanımını belki de en az hak eden siyasi bir hareket haline geliyorlardı.

Batıyla” Uzlaşma

İslamcı’ partiler, batıl saydıkları Batıyla uzlaşmanın kuramsal dayanaklarını, dönemin ve koşulların değişkenliğine bağlı olarak, her zaman ve her biçimde hazırlamışlardır. “İlerleme”“zamana uyma”“yenileme-yenilenme(tecdid-teceddüd)” söylemlerinin “dinsel” dayanaklarını, gerçeği yansıtmayanHadis yorumlarıyla açıklamak zor değildi. Görünüşte ileri sürülen temel sav,“İslamı; ahlak, siyaset, ticaret ve eğitimle bir bütün olarak yeniden hayata hakim kılmak”tı. Bunun için “artık eskimiş olan bazı temel değerlerin atılıp yerlerine, yeni/ileri değerlerin konulması” gerekiyordu. Burada dile getirilen “yeni” den amaç, Batı değerlerinin kabul edilmesiydi. İşin ilginç yanı İslamcılar bu girişimle, “Kuran ve Hadis’lere dayanan verilerle Batı değerlerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar ve bunu da büyük ölçüde başarıyorlardı.”15
İslamcılık” devinimlerinin her ne kadar “kaynağa dönüşe önem verdiği” ve“içten içe yenilenmeye uzak kaldığı, hatta yenilenmemeyi ilke olarak benimsediği”kabul edilse de; “İslamcılar”, duruma ve koşullara uymada son derece beceriklidirler. Kimi zaman ‘yenileşme’ ve ‘değişme’nin ölçüsünü kaçırırlar. Görüntü ya da söylemleri ne olursa olsun, “geçmişten ve geleneklerden” koparak çok ayrı bir konuma gelirler.

Emperyalizmle Uzlaşma

İslamcı” partilerin önemli bir bölümünün, Batıyla bütünleşerek emperyalizmin işbirlikçisi durumuna gelmesi, Müslüman ülkelere yönelen küresel stratejinin politik sonuçlarıdır. 19.yüzyıldan gelen, 20.yüzyılda yoğunlaşan küresel yönelme, hemen tüm Batı başkentlerindeki Müslümanlık İşleri Merkezleri’nde ana gündemi oluşturur. “İslamcılar”ın Batı karşıtı söylemlerinin bir anlamı yoktur.
İslamcılık akımları, bugün artık açıkça söylendiği gibi, “tarihsel olarak batılılaşma sürecinin dolaysız sonuçlarından birisi”dir.16 Araştırmacı Ahmet Çiğdem“İslamcılık” akımlarının gelişimi konusunda şu yargıda bulunuyor:“İslamcılık, İmparatorluğun çöküşüne ve yeni bir toplumsal düzenin kuruluşuna tanık oldu. Cumhuriyetle birlikte üzerinde durduğu zemini kaybederek; yaşayan, somut ve canlı bir (siyasi y.n.) deneyim olma niteliğini yitirdi... İslamcılığın 1980 sonrasındaki canlanışı... askeri rejimin, milliyetçi ve sosyalist hareketleri bastırmasıyla ilgili” bir sonuçtu...17

Sosyalist Partiler

Türkiye’de halka ulaşamayan ve dar aydın kümeleriyle sınırlı kalan çok sayıda “sosyalist” parti kurulmuştur. Yüz yıllık uzun bir geçmiş içinde, değişik adlarla kurulan bu partiler, yoğun çalışmalara ve sıkıdüzene (disipline) dayanan örgütsel ilişkilere karşın, hiçbir dönemde kendilerini halka kabul ettirememişler, ona yabancı kalmışlardır.
İşçi sınıfını temel alan bir çalışma yürütmüşler ancak işçilerin küçük bir azınlığını bile örgütleyememişlerdir. Köylülüğe önem verenler ya da işçi-köylü birlikteliğini öne çıkaranlar olmuş, bunlar da köylüye ulaşamamıştır. Halkla bütünleşemedikleri için küçük ve etkisiz bir aydın devinimi olarak kalmışlar, kitleselleşemedikleri için, bir türlü bitmeyen kısır çekişmeler içinde sürekli bölünüp parçalanmışlardır.

İdeolojik Açmaz

Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan partilerin, halkla bütünleşmemesinin temel nedeni, benimsedikleri düşüngü ve bu düşüngünün Türk toplum yapısıyla uyuşmayan öncelikleridir. Sosyalizm, Batı toplumlarını inceleyen kuramcıların, Batı için öngördükleri bir öğretidir. İncelediği ve görüş geliştirdiği toplumsal çerçeve Batıyı kapsar, Türk toplumuyla örtüşmez, onun gereksinimlerine yanıt vermez. Varlığı için, kapitalizmin gelişmiş olması gerekir. Bu nedenle Türkiye’de kurulmuş olanların sosyalistliği, günümüz koşullarında yalnızca ad düzeyinde kalır.
Sosyalist” çözümlemelerle Türk toplumunun günümüzdeki gereksinimleri arasındaki uyuşmazlık, yapısaldır, istemle değiştirilemez.“Sosyalistlerin” Türk halkıyla bütünleşememesine neden olan bu gerçek, aynı zamanda, “sosyalist” partileri, Batıcılığın bir başka kolu durumuna getirir. Avrupa kapitalizminin yarattığı kültürün düşüngüsü olan liberalizmibenimseyip savunanlar ne denli Batıcıysa, yine kapitalizmin bir ürünü olan sosyalizmi benimseyen “soysalistler” de o denli Batıcıdırlar.
Sosyalist Partilerin izlencelerine ve savaşım biçimlerine yansıttıkları kuramsal yaklaşım neredeyse çevirilerden oluşan aktarmalara dayanır. Toplumsal dönüşümü, üstelik sınıfsız topluma gidecek dönüşümü gerçekleştirme savındadırlar. Ancak, ne değiştirmek istedikleri Türk toplumunu ne de örnek aldıkları Batı toplumlarını yeterince tanırlar.
Sömürü ve baskıya karşıdırlar. Ancak, Batının değer yargılarına dayanan ve toplumsal gerçeklikle örtüşmeyen bu karşıtlık, sonuç getiren somut bir eyleme dönüşemez. Yazıya dökülen görüşler sözde kalır, yaşamın canlılığıyla bütünleşemez. “Dünya işçilerinin birliği”“enternasyonal dayanışma”“küresel başkaldırı” gibi gösterişli söylemler kullanırlar ancak kendi ülkelerinde, hedef kitleleri olan işçileri bile etkileyemezler. Türkiye’de “soysalistler” için geçerli olan bu nitelikler, kendilerine sosyal demokrat diyenler için de geçerlidir.

Yüz Yıllık Geçmiş

Türkiye’nin ilk “sosyalist” partisi olan Osmanlı Soysalist Fırkası, 1910’da İstanbul’da kuruldu. Sosyalist partilerin çalışmaya bu tarihte başladığı kabul edilecek olursa, aradan geçen uzun süreye karşın parti başarısı bakımından elde edilen gelişme, yok denecek düzeydedir.
Yüz yılda çok sayıda parti kurulmuş, kimileri büyüyüp yönetime gelmiş, yok olanların yerini başkaları almış ancak hiçbir dönemde hiçbir sosyalist parti, yönetime gelmek bir yana, dikkate değer karşıtçı bile olamamıştır. Halktan oy almak kitle desteğinin bir ölçütü ise, “sosyalist” partilerin yüzyıllık savaşımından sonra aldığı oy, bugün yüzde birin altındadır.
Onlarca yıllık birikime, bu birikimi sağlayan yoğun savaşımlara ve ‘çok güvenilen’ bilimsel bir kurama karşın, halktan bu denli uzak kalınmasının bir nedeni olmalıdır. Sosyalistler okuyup yazan insanlardır; inançları yönünde özverilidirler; kişisel çıkar ve servet peşinde koşmazlar; örgütlenme deneyimine en çok sahip olanlar onlardır. Bu nitelikleri olan insanlar, yüz yıllık uğraşıya karşın halktan neden destek alamazlar? Buna karşın, örneğin 1919’da bir Osmanlı paşası olan Mustafa Kemal, yanında yalnızca 16 subayla Samsun’a çıkarak, 3.5 yılda büyük bir ulusal direnişi, 15 yılda büyük bir toplumsal dönüşümü nasıl gerçekleştirebilmektedir? Bu soruya yanıt verilmesi gerekir.

Nesnellik Sorunu

Sosyalistlerin halktan destek alamamasının nedeni, insan eylemine bağlı (öznel) bir eksiklik değil, toplumsal yapının niteliğiyle ilgili (nesnel) bir sorundur. Gelişen kapitalist ilişkilerin yarattığı sınıfsal çelişkileri çözümlemeğe çalışan Avrupa kaynaklı sosyalist kuram, hemen aynısıyla kabullenilmiş ve çok başka konumdaki Türk toplumunda uygulanmaya çalışılmıştır. Üstelik bu girişim, uran (sanayi) toplumu durumuna gelen Batılı ülkelerde bile henüz başarılabilmiş değilken yapılmıştır.