MİLLİ DEVLET DÖNEMİ 1923-1938
Cumhuriyetin ilk yıllarının ekonomik verileri ise şöyle idi: Adam başına gayrisafi milli hasıla 65 dolar, yani 108 Türk lirasından ibaretti; gayrisafi milli hasılanın %67 sini tarımsal gelirler, %23 ünü hizmet sektörü gelirler,i %10’unu ise sanayi sektörü gelirleri teşkil ediyordu. Toplam nüfusun %82 i köylerde yaşıyor, okur – yazar oranı ise %11 i geçmiyordu.
Aç perişan yaşlılardan kadınlardan ve çocuklardan ibaret bir nüfus.. Yüksek öğretimden mezun olan gençler 1. Dünya savaşında kırılmış… Bir ocağa 5-7 11 ateş düşmüş 3,5 milyon genç şehit veya kayıp olmuş, sakat kalmış.. Yanmı yıkılmış yüzyıllardır dönmelerin devşirmelerin elinde inim inim inlemiş fakir kalmış topraklar üzerinde yeni bir Cumhuriyet kurmuşuz..
Harp tazminatı ödetememişler ancak Osmanlıyı yıkılışa götüren borçları yok ve yşoksul halimize rağmen ödemeyi kabul etmişiz. Çünkü biz onurlu bir milletiz. Lozan’a bağlı olarak Milletler Cemiyetinin aracılığıyla 13 Haziran 1928’de Paris’te yapılan anlaşmaya göre Türkiye, 82.456.337 lirası ana para olmak üzere toplam 107.528.461 altın lira tutarında Osmanlı borcu devralmıştır. Yine anlaşmaya göre, 1920 da başlayan ilk 7 yılda her yıl 2 milyon, 1936-42 döneminde 2.880.000 1943-47 arasında 2.780.000, 1948-52 döneminde 3.180.000, 1952 de sonra da 3.400.000 altın lira yıllık borç taksidi olarak ödeyecektik.
1925-33 sonuna kadar 2048 kilometre demiryolu yapılmış, Sivas, Malatya, Samsun ve Kütahya’dan, Balıkesir’e ulaşılmıştır.
1933-38 yılları arasında da yapılan demiryolları 963 kilometredir. Cumhuriyetin XV. yılında devletin işletmekte olduğu demiryolu uzunluğu 6719 kilometredir.
Osmanlı devletinden kalanlar, yabancı şirketler tarafından yapılmış 3350 kilometre idi. Bunlar tamamen Cumhuriyet hükümeti tarafından satın alınmıştır.
Aynı zamanda köprü işleri ve karayollarına da mali imkanlar nisbetinde önem verilmiştir. 15 yıllık Cumhuriyet devrinde yeni yapılan 84 köprünün uzunluğu 6.465 metredir.
Bütün mali güçlüklere rağmen, ecnebi şirketler (1928-1938) yılları arasında) satın alınarak millileştirilmişlerdir.
Bunlardan demiryolları şunlardır: Anadolu Demiryolları işletmesi (1928) Mersin, Tarsus, Adana işletmesi (1929) Bursa, Mudanya (1931) İzmir, Afyon ve Manisa, Bandırma işletmesi (1934) Aydın demiryolu işletmesi (1935) Şark demiryolları işletmeleri (1937),
Diğerleri de tarih sırasına göre şunlardır: Haydarpaşa liman işletmesi (1928) İstanbul rıhtım işletmesi (1933) İstanbul telefon işletmesi (1936) İstanbul Elektrik işletmesi (1938) İstanbul Üsküdar-Kadıköy tramvay işletmeleri (1938) Ereğli Liman, Zonguldak Çatalağızı demiryolu ve kömür madeni işletmeleri (1937) İzmir Telefon işletmesi (1938). Bu satın almalar 1938 den sonra da devam etmiştir.
Kaba bir hesapla bitmiş ve tükenmiş bir millet iken Topraklarımızı tesislerimizi bankalarımız geri satın almışız. (Bu gün satanlar acaba bu satırları okurken utanırlar mı?)
1923-1938 arasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti gümrüklerinin sahibiydi; deniz ve limanlarına egemendi; gümrük rejimini, vergilerini ve resimlerini ulusal çıkarlara göre saptayabiliyordu; yatırımlarını kendi ekonomik çıkarlarına göre özgürce belirleyebiliyordu; iç ve dış siyasette hiçbir ülkeye bağımlılığı yoktu; yabancı devlet uyrukluları Türk yargısına bağlı olarak yargılanıyordu; ülke yabancılar için açık bir sömürge pazarı olmaktan kurtarılmış Türkiye itibar kazanmış.. Uluslar arası araneda dünyanın en saygı duyulan devletlerinden birisi haline gelmişti.
İngilizlerin ünlü gazetesi The Times’ın 1938’deki, yani 65 yıl önceki bir Pazar ilavesinde çıkan “Yeni Türkiye” başlıklı yazısında şunları yazıyordu :
“Avrupa’nın Hasta Adamı’nı birkaç yılda ilerici, modern bir ülkeye ve Balkan Yarımadası’nda, Doğu Akdeniz’de ve Batı Asya’da bir barış ve istikrar abidesine dönüştüren ihtilal (Anadolu İhtilali) gibi sürpriz değişimlere tarihte çok az rastlanmıştır."
“Birinci Dünya Savaşı öncesi Türkiye’nin zayıflığı, uluslar arası politikada duyulan rahatsızlıkların verimli bir kaynağını teşkil ediyordu. Ülkenin içindeki ayaklanmalar ve baskı olayları, her zaman iştihası kabarık olan dış güçlere müdahale fırsatı vermiş oluyordu. Komşuları, Türkiye’nin sonunu beklerken, çöküntüden pay kapmayı ve zengin mirasını paylaşmayı umuyorlardı."
Finansal rakipler arasında şiddetli siyasi kıskançlıklar vardı. İstanbul, ülkenin doğal kaynaklarını istismar etmek için rüşvet ve siyasi baskılar kullanan ve Türkiye’nin çıkarlarını hiçe sayan yabancı imtiyaz aracıları arasında adeta bir savaş arenasına dönmüştü.
Bugün Türkiye herkesin saygısını kazanmıştır. Artık hiçbir yabancı, Türkiye’nin içişlerine karışmayı aklının ucuna bile getirmiyor. Komşular, bırakın Türkiye’ye kötülük yapmayı, onunla iyi geçinmek ve ortak çıkarlar doğrultusunda Türkiye ile işbirliği yapabilmek istiyorlar.
Yabancı finans çevreleri; yeni Türkiye’nin herhangi bir projeyi, ancak ülkenin çıkarları ve iktisadi bağımsızlık doğrultusunda olduğu taktirde görüşebileceğini artık öğrenmiş bulunuyor.
Kemal Atatürk’ün zaferleri, Lozan Antlaşması ile 1923’te tescil edilmiş ve tanınmış oldu. O tarihten beri onun kurduğu Cumhuriyet, bir diplomatik başarıdan bir yenisine uzandı. Balkan Paktı’nın oluşumu, Bir Asya Paktı olan Sadabat Paktı, Montreaux Konferansı, İngiltere ile finansal anlaşma ve Fransa ile İskenderun Sancağı ile ilgili barışçıl anlaşma Bu değişimi herkes bilmektedir.
Nitekim Fransız tarihçi Jean – Poul Roux, Atatürk dönemindeki Türk Devleti için şu belirlemeyi yapmıştır:
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk budununa (boy, kavim, millet) dayanan, Türk kalmak isteyen, kendini Türk hisseden, Türkler tarafından Türkler için yönetilen bir devletti.” (sf. 29-34)
Bu gerçeği görmek için 1919-1938 dönemiyle diğer dönemlerde yapılanların karşılaştırılması gerekir.
Gümrük Birliği konusundaki özgün uzmanlık alanına dahil konularda – serdettikleri objektif belgelere dayalı – düşünce yorum ve fikirlerinden istifade ettiğimiz kıymetli bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Sayın Erol Manisalı belirtilen konularla ilgili olarak şunları söylüyor:
“1995 yılında Türkiye’yi Batıya tek yanlı olarak bağlayan bir sömürgeleşme belgesi olan Gümrük Birliği Antlaşması imzalanınca, o zamanın siyasileri, bakanlar, dışişleri bakanları, büyük sermaye çevreleri gazetelerde ve televizyonlarda “Bu Atatürk’ün gösterdiği yoldur” diyorlardı.
Atatürk’ün gösterdiği yol diye sundukları, Türkiye’yi bağımlı kılan ve AB’ye tam üye yapan değil, onun arka bahçesi yapan, sömürgesi haline getiren bir belgeydi. Gümrük Birliği kapitülasyonlardan da çok kötüydü. 80 yıllık Türkiye Cumhuriyetini kasaba cumhuriyetleri konumuna soktular. Diğer aday ülkelerinin de gerisine düştü Türkiye, O zamanki siyasilere göre Türkiye’yi san Marino haline getirmek Atatürk’ün istediği bir şeydi. Bu yalanı, bu kandırmacayı Türk toplumuna pazarladılar. İletişim araçları da tekellerinde olduğu için bunu da kolaylıkla yaptılar.
Halkın kafasını karıştırarak, Türkiye’yi tek yanlı olarak Batıya bağlarken, sanki Atatürk Türkiye’nin sömürgeleşmesine karşı savaşmamış da Türkiye’nin sömürgeleşmesi için savaşmış gibi yansıtmaya çalıştılar. Atatürkçülük diye sömürgeciliği 1995’te 65 milyon Türk halkına pazarladılar.
“Batıcılık Atatürkçülüktür” diyorlar. Oysa bakalım kimler Batıcı:
"Bazı büyük sermaye çevreleri en Batıcı, bölücüler en Batıcı, tarikatçılar en Batıcı. Atatürk tarikatçılara da, bölücülere de, Türkiye’yi sömürgeleştirmek isteyen çok uluslu şirketlere ve uzantılarına da karşı savaşmıştı. Kapitülasyonları yırtıp atan Lozan Antlaşması, Türkiye’yi Sevr’den bağımsızlığa taşıyan bir belgeydi. Şimdi Atatürk’ün kurduğu bağımsız Türkiye tekrar Lozan’dan Sevr’e yeni kapitülasyon anlaşmalarıyla taşınmaktadır. Dolayısıyla bugün bir Atatürkçülük kandırmacası vardır. Atatürkçülük adı altında Türkiye’yi tek taraflı bağlayan antlaşmalar halkı kandırarak gerçekleştirilmektedir. Büyük sermaye, bölücüler ve tarikatlar ortaklık halinde bu oyunu yürütmektedirler. "
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder