Günümüz Türkiye koşullarında en çok özlemi duyulan kuruluşların başında, Köy Enstitülerinin olduğunu söylemek hiç de abartı değildir ünkü;
-80 milyon nüfusa, geniş arazilere sahip yurdumuzda, yurtdışından teknoloji ve temel gıda maddeleri satın alınıyorsa,
-Kadınlarımız ikinci sınıfa itiliyor ve kimi insanlık dışı baskılarla karşı karşıya iseler,
-Kimi yörelerimizde kız çocuklarımız, gönül verdikleri gençlerle evlendikleri için aileler tarafından öldürülüyorlarsa,
-Büyük kentlerimiz de dâhil, kent yaşamımız gelişmiş ülke düzeyinde yaşam koşullarına uygun değilse,
İnsanlarımız ötekileştiriliyor, aynı yurdu paylaşanlar tarafından diri diri yakılıyorlarsa,
-Her yıl binlerce insanımız trafik kazalarından ölüyorlarsa,
-Yurdumuzun bir bölümünde ayrılıkçı terör sürüyorsa,
-Yurdumuz emperyalizmin çemberi ile kuşatılıyorsa,
-…
Bütün bu olumsuzlukların nedenini Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır.
Nitelikli Eğitim İçin Nitelikli Öğretici
Gelişmiş Batı devletlerden birçok yönden geri bırakılmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıtı üzerine kurulmuş olan ve üstelik Batılı devletlerin hedef tahtasında bulunan Türkiye Cumhuriyeti, çağdaşlarından geri kalmamak ve hatta onarlı da geçmeyi hedeflemiştir. Ne var ki, hedefe ulaşmak için yeterli ve nitelikle eğitim kadrosu olmayınca hedef boş bir beklentiden öte gidememişti. Başta Devletimizin kurucusu Atatürk olmak üzere, eğitim konusunda birçok araştırma yapılmış ve arayış içinde olunmuştur. Atatürk'ün sağlığında Eskişehir, İzmir ve Kırklareli köy öğretmen okulları açılmış ise de, Atatürk'ün amaçladığı "köye yararlı meslek adamları" yetiştirilmesine yönelik, ulusal ve evrensel düzeyde Köy Enstitülerinin başlangıcı, 17 Nisan 1940 yılında 3803 sayılı Yasa ile olmuştur.
Köy Enstitüleri yatılı ve beş yıllık olarak planlanmıştır. Yıllık aktif öğretim 10.5 ay olmuş, öğrenciler her yıl 1.5 ay köylerine dönmüşler, bu süre içerisinde de köyü ile ilgili bir inceleme dosyası hazırlamakla ödevli olmuşlardır. Yani bu kuruluşlarda eğitim tam yıl sürmüştür.
Bu kuruluşlar bir arı kovanı gibi, tam bir aile görünüşü ile kendi gereksinmelerine yanıt verecek eksen etrafında işleyen bir insan fabrikası konumunda olmuştur. Böyle yetişen ve alacakları görevleri küçük vücutlarından beklenmeyen sorumlulukla yapan köylü çocuklarımızın yarın yetiştirecekleri nesillerin yapacaklarını düşünmek, yurt severlerin göğsünü kabartmıştır.
Niçin “Köy Enstitüsü”?
Niçin “köy enstitüsü” de, “kent enstitüleri” değil? Sorusunun doğru yanıtlanabilmesi, köy gerçeğini ve Köy Enstitülerinin ülkemiz için önem ve anlamının bilinmesi ile mümkündür.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarında kurulan eğitim kuruluşların adı “Köy Enstitüsü” dür. Çünkü Cumhuriyet yönetiminin devraldığı köy ve köylü;
-Yüz yıllardan beri sadece vergi ve asker verip karşılığında neredeyse hiçbir devlet yardımı görmeyen kaynak durumundaydı.
-Osmanlı yönetiminde köy ve köylü sadece devleti yönetenler tarafından değil, beylerin, ağaların, şeyhlerin, seyitleri, dervişlerin yani buyurgan sömürgecilerin kulu ve kölesi durumundaydı.
-40.000 köy yerleşim yeri bulunmaktaydı.
-Üstelik bu çokluktaki köylünün %80’i cahil bırakılmıştı.
Oysa Yemen’de, Balkanlar’da, Sarıkamış’ta, Çanakkale’de, Sakarya’da Dumlupınar’da ve tüm cephede hem kanı akan asker, hem de askeri ayakta tutan yiyecek kaynakları, köy ve köylüden sağlanmıştı.
Devlet için bu denli köklü bir geçmişi olan köy ve köylü; kökü çürümüş, yaprakları solmuş, içine kurt düşmüş bir çınara dönmüştü. Bu çınarın yeniden sağlaması için önce “alfabe” denilen ilaçla tanışıp kendine gelmesi gerekmiştir.
Ne var ki, bu asırlık çınarı sağaltacak ve onları alfabeyle tanıştıracak kadrolara ihtiyaç duyulmaktaydı. “Aydın” görünümlü şehir efendileri yüz yıllardan beri onları alfabeyle tanıştırma zahmetine katlanmadıklarından, köylüler için şehirliler “yaban”dı.
Canı ve malı sömürüldüğü için toprak üstünde ve yığma taş ve kerpiç evlerde diz üstü yatan köylüyü ayağa kaldırmak için onlardan birilerinin, onların kollarına girip kaldırmalarına ihtiyaç duyulmuş ve bu ihtiyaç, Köy Enstitüleri sayesinde karşılanmıştır. Ancak hiçbir ihtiyaç, salt istemekle ya da konuyla ilgili yasalar yürürlüğe koymakla olmamaktadır. İhtiyacı giderecek bir baş yöneticiye her zaman gerekmiştir. İşte o baş yönetici olma onurunu İsmail Hakkı Tonguç taşımıştır.
Öte yandan, Köy Enstitülerinin adında yer alan “köy” sözcüğü yanıltıcı olmamalıdır. Köy Enstitüleri geliştikçe ülkemizde bölge okulları hızla gelişmeye başlamış, “sağlık memurları, köy ebeleri, dünya, dünya olandan beri bir sağlık adamı görmeyen ücra köylerde hayat kurtarmaya başlamıştır. Yüksek Köy Enstitüsü bir halk üniversitesi istikametinde gelişmekte, araştırmalar devrine girmiş bulunmaktadır. Öğretmen ve öğretmen adaylarının yazıları şiirleri, hikâyeleri büyük isimler yanında yer almaya, enstitü sahnelerinde, açık hava tiyatrolarında Oedipus'a kadar çeşitli eserler başarıyla oynanmaya başlamıştır. Birçok enstitülerin deniz, hayvan ve toprak ürünleri kendilerine yettikten başka diğer enstitülere de bunları gönderebilecek bir gelişme durumuna girmiştir.
Bu, milletçe göğüs kabartacak başarılar, yeryüzüne indirilen modern eğitim ilkeleri yabancı bilginlerin, ilgisini çekmeye, dünya basınında yer almaya başlamıştır.” Haliyle Köy Enstitülerinin bu başarıları, Türkiye’nin ilerlemesini istemeyenlerin de dikkatinden kaçmamıştır.
Ayrıca Köy Enstitüleri, gerçek demokrasinin gelişmesine öncülük etmişlerdir. Büyük Türk Devrimi’nin canlı tanıklarından Falih Rıfkı Atay, 27 Eylül 1946 günlü Ulus gazetesinde şunları yazmıştır:
"Amerikan Kongresinin ilk kadın saylavı, Miss jeanette Rakin, köy enstitüleri hakkında şöyle diyor:
‘Siz demokrasiye ulaşmanın gerçek yolunu bulmuşsunuz. Bu enstitüler tamamıyla mütecanis, muvazeneli ve ahenkli bir cemiyet tipinin birinci garantisidir. Enstitülerinizde memleketin kendi bünyesinden fışkırma, kuvvetli ve sıhhatli bir gençlik buldum.’”
Yanıtlanması Gereken Soru
Ülkemiz sathında neredeyse eşit aralıklarla yayılarak yapılan yirmi bir köy enstitüsünde, öyle bir çalışma başlatılmıştır ki; köylüye sadece okuma yazma öğretmekle yetinilmemiş, elektriksiz, susuz köy, işlenmemiş kafa, yontulmamışı gönül kalmaması yönünden seferber olunmuştur. Türkiye yeryüzünün en geniş okulu ve en geniş üretim alını durumuna getirilmiştir. Devletimizin kurucusu Atatürk’ün özlemi olan “Çağdaş uygarlığa ulaşmış Türkiye”nin kurulması için tüm özveri ile çalışılmıştır. Ancak bu çaba ve çalışmalar birilerinin rahatını kaçırmıştır.
"Rahatı kaçmıştı geriliğin kara gücün
Çıkar azgını ağanın beyin ,
Karanlık kovuklarda
Düşman pusudaydı"
Köy Enstitüleri için pusuda bekleyen başkaları da olmuştur. Çünkü Köy Enstitüleri işe başladıkları hızla ve özveriyle başarılarını sürdürürlerse, Türkiye bölgesinde en güçlü ülke konumuna sahip olacağı için önünün kesilmesi mümkün olmayacaktı. O nedenle henüz bütünü ile köklenmeden önünün kesilmesi gerekmiştir. Bu bağlamda ülkemiz; kuzey yarım küresinin 36-42° enlemleri ile 26-45° boylamları arasında, “Dünya Adası” olarak bilinen (Avrupa, Asya, Afrika kıtaları) büyük kara kütlesinde "Heartland”da yani dünyanın kalbinde yer almaktadır. Atlas Okyanusu'nun devamı olan Akdeniz, Ege Denizi, Marmara Denizi ve Karadeniz ile Kuzey, Güney ve Batıdan kuşatılmış "merkezi durum"da bulunan bir ülkedir ve bu konumu nedeniyle olağanüstü bir stratejik konuma sahiptir. Bu konumu nedeniyle de, emperyalist güçlerin hedef tahtası durumunda olup kontrol altına alınmak istenmektedir. Oysa Köy Enstitülerinde eğitim görmüş, Kemalizm’e bağlı öğretmenlerin verdiği eğitim ile doruğa çıkan; ulus ve üniter devlet bilincine, vatan sevgisine, ödünsüz görev anlayışına, sorumluluğunun bilincine sahip, yaşamının her aşamasında toplumsal üretime yönelik çaba içinde olan, yurt ve insan sevgisi ile donanımlı yurttaşların bulunduğu bir Türkiye’nin kontrol altına alınması mümkün olamazdı. Üstelik Kemalizm’e yönelmiş böyle bir Türkiye’ye; teknoloji de dahil her alanda kendine yeterli üretim yapacağı için, kapitalizmin pazarı durumuna da getirilemezdi.
Kemalizm ise; ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri tam bağımsızlığı amaç edinmiş, bu amaca Köy Enstitüleri doğrudan hizmet etmekteydi. Kemalizm’in hayat damarlarını kesmek için yani ülkeye NATO’nun, Dünya Bankası’nın, IMF’nin ve emperyalizmin yerleşmesi için bu kuruluşların devreden çıkarılmaları gerekmiştir.
Sonuç
1927 yılı nüfus sayımında okuryazar oranının oldukça düşüktü. Kadınlarda %4, erkeklerde %13, genel nüfusun okuryazarlık oranı %8.16 idi. Güneydoğu illerimizin kimi köylerinde ise % 1 bile değildi. Bu ayıp ve utanma payı kuşkusuz ki, Cumhuriyet yönetimi öncesine aitti. Ancak bu ayıbın giderilmesi ulusal bir görevdi.
Dönemin Milli Eğitim bakanı Saffet Arıkan’ın, yeterli eğitimci kadrosu bulunmadığından yakınması üzerine Atatürk; “Türk ordusunun, bilhassa Cumhuriyet sonrası ordusunun yetiştirdiği çavuşlardan bu hususta pekâlâ istifade edilebilir.” diyerek, köylünün eğitimi için ihtiyaç duyulan kaynağı işaret etmiş olmakla, aynı zamanda Köy enstitülerinin de kurucu babası olmuştur.
Köyün, dolayısı ile Köy Enstitülerinin önemini, Köy Enstitülerinin kurucusu ve bu kuruluşu yeryüzünde örnek bir konuma yükselten, başarılarından dolayı Kemalist bir devrimci olduğu kanıtlanan, bu başarısının bedelini çok sevdiği eğitim kadrosundan uzaklaştırmak gibi, en acı cezaya uğratılmışı olan İsmail Hakkı Tonguç şöyle vurgulamıştır:
“Köyün canlanması demek, aynı zamanda köy kaynağının fışkırması demektir. Milli kudretimizin gücü orada saklıdır. Bu kaynak fışkırmadıkça, kuvvetli, mes’ut, şen ve varlıklı Türkiye yaratılamaz. Türk, milletinin kültür yaratabilmesi bu kaynaktan ilham ve kuvvet almasına bağlıdır.”
Eğer, Köy Enstitüleri aynı hızla ve kararlılıkla devam etmiş olsaydı, hiç kuşku duyulmasın ki, Türkiye’de hiç bir yaşamsal sorun kalmayacak, Türkiye birinci sınıf gelişmiş ülke olacaktı. Çünkü Köy Enstitülerinde yetişen öğretmenler aldıkları eğitimin bilinciyle, ülkenin her köşesine büyük bir özveri ile giderek ışıklar yansıtmakta, oraları aydınlatmaktaydılar. Çağdaş eğitimden geçmiş insanlardan kurulu toplumlar, sorunlarını çözmeye, gelişmeye çok daha yatkındır. Aklın, bilimin verilerini kullanır. Başkalarına kolay aldanmaz. Sömürülmez. Teknolojiyi daha iyi kullanır. Üretimi en yüksek düzeye ulaştırır. Toprağı iyi işler, verimi artırır. Hangi iş alanında olursa olsun, haklarını görevlerini olumlu yolda kullanır. Çağdaş insanın bilgileri ile donatıldığı için uygarlığın nimetlerini yaşar. Sanatsal, bilimsel, kültürel etkinliklerden yararlanır. Böyle bir toplum geri kalmışlık çemberini çok çabuk kırar. Yoksulluktan, karanlıktan kurtulur. Uygarlık yolunda hızla yol alır. Türkiye'nin her kesimine yayılmış Köy Enstitülerinin sayısı daha ilk yıllarda otuza kırka, giderek yüze, hele bugünkü İmam Hatip okullarının sayısına, beş yüze ulaşsaydı, elli yıldır milyonlarca insanımız bu eğitimden geçseydi, her biri okuyan tartışan, gerçekten demokrat yurttaşlar çoğalırdı. O zaman hırsız, yalancı düzenbaz birtakım insanlar yönetim yerlerine gelemezlerdi. Böylesi ulussever, sorumluluğunu bilen, özverili kişiler, devletin diğer kademelerinde de görev alırlar ise, devlet olanaklarını kendi yararlarına kullanma girişiminde buluna bilirler mi? Elbette hayır.
Kısaca vurgulamak gerekir ise; "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" sözü, sanki doğrudan Köy Enstitüsü mezunları için söylenmiştir.
Evet, Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerin ulus sevgisi, çok yönlü kültürel bilgisi, görevlerindeki başarıları ve sorumluluk anlayışları, ürettikleri onca yapıtlarına tanık olunduktan sonra bu kuruluşların kapatılmasının ne denli büyük bir ulusal kayıp olduğu tüm açıklığı ile görülen bir gerçektir.
Başka bir gerçek ise; eğer Köy Enstitüleri önü kesilmeden varlıklarını sürdürmüş olsalardı, Türkiye’de eğitim sorunu kökünden halledilmiş olacağı için, günümüzde eğitim tartışmaları son bulmuş, tüm insanlarımızın yüzü gülmüş olacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder