16 Nisan 2015 Perşembe

"TÜRKE, WEHRE DICH" - HANS BARTH’IN “TÜRK KENDİNİ SAVUN” ADLI ESERİNE GÖRE






GİRİŞ 






Hans Barth’ın elimizde bulunan Türke, wehre Dich! Başlıklı eseri 1898 yılında Leipzig’de basılmış ve Selçuk Ünlü tarafından “Türk Savun Kendini!” başlığıyla 1988 yılında Türkçeye çevrilmiştir . Bu eserin ilk olarak 1896 yılında yayınlandığı ve daha sonra Almanya’da toplatılmış olduğu bilgisine ise Halil Cin tarafından yazılmış olan, Selçuk Ünlü’nün çevirisinin önsözünde rastlamaktayız . Hans Barth’ın 1898’de Leipzig’de basılmış eseri küçük ebatta toplam 276 sayfa ve iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Der achte Kreuzzug (Sekizinci Haçlı Seferi) başlığıyla İngiltere’nin Osmanlı Devleti üzerindeki emelleri ve Ermeni isyanlarının nedenleri üzerinde durulurken ikinci bölümde, Die Türken als Kulturvolk (Bir kültür toplumu olarak Türkler) başlığı altında Türk kültürü ve hoşgörüsünden bahsedilmektedir.



Biz bu çalışmamızda alıntılar yaparken, çalışmamızın Türkçe olması hasebiyle, Hans Barth’ın eserinin Türkçeye çevrilmiş olanından dipnot gösterdik; ancak bir eserin çevirisinin hiçbir zaman orijinalinin yerini tutamayacağını ve her dilin içinden çıktığı toplumun dünyaya bakışını ve tarihini yansıttığını düşündüğümüzden, eserin çevirisindeki aksaklıkları da azaltmak amacıyla alıntılarımızı orijinal eserle karşılaştırdık.



Alman asıllı gazeteci-yazar Hans Barth, 1862’de Stuttgart’ta doğmuş, 1926’da Roma’da ölmüştür. İzmir’de bir süre pansiyonculuk yapmış, bu suretle Türkiye coğrafyasını ve Türk insanını yakından tanıma ve araştırma olanağı bulmuştur. O, İtalya’da üç Alman gazetesinin muhabirliğini de yapmış ve nüktedanlığı ile dikkatleri üzerine çekmiştir. Yapmış olduğu ikinci araştırma ve gözlemler sonucunda özellikle 1890’lı yıllardaki Ermeni olaylarını ve buna arşın Türk hoşgörüsü ve toleransını konu edinen makaleler yazmıştır . Bu makalelerinde Barth, 1890’lı yıllarda Osmanlı topraklarındaki Ermeni olaylarının iç yüzünü ortaya koymaya çalışmıştır. Bunu yaparken de savunduğu temel görüş, İngilizlerin Ermenileri kendi yayılmacı politikalarının bir aracı olarak keşfettikleri görüşüdür.



Barth, Türk Savun Kendini adlı yapıtını yazma gayesini eserinin önsözünde şu iki paragrafla açıklamaktadır:



“Tolerans sahibi ve asil bir topluma, yıllar yılı düşmanca bir tavır takınıldı ve iftira edildi. Yıllarca, Hıristiyan tesanüdünden hareketle, Rum ve Ermeni azınlıkları sistematik olarak kışkırtıldı ve eğer tehdit altındaki Osmanlı, gizli gizli yürütülen entrikalara ve açıkça sürdürülen isyanlara karşı koyarsa, Avrupa’nın din adamlarının tamamı ahlaki bir hiddete bürünecekler ve İslama karşı yeni bir haçlı seferini vaz edeceklerdir.



Bu kitabın yazarı gibi, kim Türk halkının ruhuna bir göz atsa, Türklere karşı yürütülen kışkırtıcılığın ne kadar haksız olduğunu bilecektir. Türkler hakkında yıllarca Hıristiyan dünyasınca sahip olunan yanlış imajları ortadan kaldırmaya yarayacak bir düşünceden hareketle, benden önce birçoklarının –Vambery, Von der Goltz, Körte, Murad Efendi vs…- yaptığı gibi burada hakikat ve adalet namına onları savunmayı denedim. Eğer bu aptalca peşin hükümleri bir tarafa atmayı, çalışkan ve namuslu Osmanlıları bir dost olarak kazanmayı başarabilirsem, bu kitap boş yere yazılmamış olacaktır .”



     

Bu sözleri ile Barth, bir taraftan Ermeni meselesi konusunda Batılıların, tolerans sahibi ve asil bir toplum olan Türklere karşı ön yargılarla yaklaştıklarını belirtirken, diğer taraftan da hakikat ve adalet namına Türkleri savunmaya çalıştığını, bu eser ile onların dostluklarını kazanmayı amaçladığını ifade etmektedir. Barth, İngiltere’nin ve Ermeni isyanlarına destek veren diğer batılı devletlerin Osmanlı Devleti’ne karşı saldırılarını, Hıristiyan aleminin topyekûn bir saldırısı olarak algıladığı için bu saldırıları eserinin birinci bölümünde “sekizinci haçlı seferi” başlığı altında toplamış ve Türkleri haçlılara karşı savunmaya çalışmıştır. Bizde bu çalışmamızda Barh’ın eserinin Ermeni meselesi ile ilgili olan Haçlı Seferi kısmını yani birinci bölümünün üzerinde duracağız.



ERMENİ MESELESİNİN DOĞUŞU VE BATI KAMUOYUNA YANSITILMASINA BİR ÖRNEK: JOHANNES LEPSİUS



Hans Barth’ın eserin birinci bölümü, yukarıda belirttiğimiz gibi Sekizinci Haçlı Seferi başlığını taşımakta ve Ermeni meselesinin ortaya çıkışını ele almaktadır. Barth, bu bölümde, Türklerin ve Ermenilerin karakter özelliklerini, Ermenilerin sosyal bir mesele olarak ortaya çıkışlarını, Rahip Lepsius ve eseri hakkındaki düşüncelerini, batı emperyalizminin Anadolu’daki menfaatleri doğrultusunda Ermenileri aracı olarak kullanmalarını ve son olarak Ermenilerin isyan etmek ve terör faaliyetlerinde bulunmak için örgütlenmelerini ve yer yer harekete geçmelerini ele almaktadır. Bu eserinde Barth, bir taraftan Ermeni meselesinin ortaya çıkışından itibaren batılı devletlerin bu meseleye yaklaşımını haçlı seferi olarak nitelerken, diğer taraftan da Ermenilerin örgütlenmeleri ve faaliyete geçmeleri üzerinde durarak, Ermeni meselesinin doğuşunu anlamamıza yarımcı olmaktadır.



Ermeni meselesinin ortaya çıkışını açıklamaya çalışırken Barth:



“Ermeni toplumu geniş bölgelere dağılmış, küçük bir azınlıktan Türk Devleti’nin ortasında özel bir devlet kurma gibi akla durgunluk veren bir fikre saplanma hakkını kimden aldı ?”



diyerek önemli bir soru sormakta ve cevabını yine kendisi …



“(Ermeniler) Batılıların senaryosunu yazdığı bir komedide oynamak istediler. Böylece başlayan oyuna Ermenilerin çoğu katılmak zorunda kaldı… Fakat oynanan komediden daha sonra bir trajedi ortaya çıktı. Çünkü mert Osmanlı kendi ev sahipliği hakkını kullanarak bu oyunbozana gerekli dersi verdi… Bu ders sözde hümanizm açısından üzücü fakat tarihi Nemesis açısından haklı ve Ermenilerce çok hak edilmişti ”.



      diyerek vermektedir. Böylece Barth, Ermeni meselesinin çıkışını batılı devletlerin bir oyunu olarak ortaya koyduğu gibi Ermenilerin de bu oyuna alet olmakla trajik bir durumun ortaya çıktığını savunmaktadır. Bu oyunu oynamakla Batılı devletlerin iç kamuoylarını hoşnut ettiklerini de ayrıca belirtmektedir.



      Barth’a göre, Ermeni halkının genelinde bağımsız bir devlet kurmak gibi en ufak bir düşünce yokken; son yıllarda görülen Ermeni hareketlerine kilisenin de karışması ile mesele son derece şeytani ve planlı olarak emperyalist devletler tarafından yönlendirildi. Özellikle İngiltere, Ermenilere büyük vaatlerde bulunarak, onları Türklere karşı tahrik etmek için temsilciliklerini ve misyonerlerini çekinmeden kullandı. İngiltere isyana teşebbüs eden Ermenileri cezalandırmaya çalışan Osmanlı Devletini ise “zavallı Hıristiyanların” takipçisi olmakla suçlamış ve gerçekleri çarpıtmaktan çekinmemiştir . İngiltere’nin bu propagandasının sayesindedir ki, Ermeni meselesi daha başlangıcından itibaren Batı kamuoyuna “Anadolu Hıristiyanlarının Meselesi” olarak girmiştir.



      Barth, Ermeni meselesinin daha başlangıcından itibaren Batı kamuoyuna yansıma şekline örnek olarak Johannes Lepsius’u vermektedir. Protestan bir Alman papazı olan Johannes Lepsius, Avrupa ülkelerinde Ermeni propagandası yapmak için kilisedeki görevinde ayrılarak, Berlin’de “Deutscher Hilfbund für Armenien (Ermenistan için Alman Yardım Derneği)ni kurmuş ve bütün mesaisini Ermeniler için propaganda yapmaya ayırmıştı. Ermenistan için Alman Yardım Derneği, Ermeniler lehine kamuoyu oluşturmak amacıyla 1896 yılında Almanya’da Türkler aleyhine başlatmış olduğu kampanya ile özellikle kilise çevrelerinde rağbet görmüştür. Bu tarihten sonra Johannes Lepsius, Almanya’daki değişik Ermeni dernekleri çatısı altında faaliyetlerini sürdürmüş ve 1919 yılında Alman Dışişleri Bakanlığındaki Ermeni meselesi ile ilgili bilgileri çarpıtarak Potsdam’da yayınlamıştır . Lepsius’un faaliyetleri, Avrupa ülkelerinde Ermeniler lehine kamuoyu oluşmasında etkili olacak ve çarpıtarak yayınladığı belgeler Ermeni meselesi ile ilgili bilimsel çalışmalarda kullanılacaktır.



      Lepsius’un Ermeni meselesi ile ilgili propaganda mahiyetinde bildiğimiz ilk eseri “Armenien und Europa (Ermenistan ve Avrupa)”dır ki , Barth kitabında bu eserden alaylı bir şekilde “Lepsiade” olarak bahsetmektedir. Lepsius’un yazdıklarına göre her türlü dehşet verici menfi işkence yöntemi Türkler tarafından uygulanıyordu… Barth’a göre



“…kitapta anlatılanlar muhakemeden yoksun, son derece aptal ve cahil bir toplumun bile inanmayacağı türden”di .





Ancak, bu yalanlar Avrupa ülkelerinde Ermeniler lehine kamuoyu oluşmasında etkili oluyordu.



Lepsius, Anadolu’daki Ermeni olaylarını Avrupa Ülkerlerine aktarırken Ermenileri kuzular gibi suçsuz, en ufak bir tahrike yeltenmeyen, mazlum Hıristiyanlar olarak gösterirken Türkleri tam aksine, Ermenilerin kökünü kurutmaya çalışan kişiler olarak anlatmıştır. Lepsius’a göre: “Her Müslüman hükümete karşı itaat ve bağlılığını ispat etmek üzere kendisine dost Hıristiyanları öldürmekle yükümlü(ydü) . Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Lepsius’un Avrupa kamuoyunu etkilemek için takip ettiği en önemli yol, Ermeni meselesini bir Hıristiyan meselesi olarak göstermeye çalışmasıdır. Halbuki bu tarihlerde Osmanlı Devleti’nin ayrılıkçı olmayan ve teröre yeltenmeyen Hıristiyanlara karşı herhangi bir yaptırımı söz konusu değildi. Lepsius bilinçli olarak Ermeni meselesini bir Hıristiyan meselesi olarak göstererek Hıristiyan olan Avrupa kamuoyundan daha fazla destek almayı amaçlamıştır.



Lepsius’un düşünce dünyasını ve onun Osmanlı Devleti’ndeki Ermeni olaylarına bakışını Barth özetle şöyle ifade etmiştir:



“ …Türk olan her şeye karşı, vahşi, körü körüne acımasız bir kin; asil, sabırlı Ermeniler için ise patolojik sempati, çocuksu saf bir cehalet ve müsamahanın yanı sıra katliamın politik, ahlaki ve sosyal sebeplerinin tamamen örtbas edilmesi ve keyfi, sahte vahşet olaylarının sunulması… ”



      KARAKTER ÖZELLİKLERİNE GÖRE ERMENİLER VE TÜRKLER



     Hans Barth, eserinde bazen Türkler ile Ermenileri karşılaştırarak bazen de her iki milleti ayrı ayrı ele alarak karakteristik özellikleri hakkında bilgi vermektedir. Barth, her şeyden önce Türklerin barbar olmadıklarını vurgulamakta ve buna delil olarak da Osmanlı Devletindeki yönetim anlayışını vermektedir. Barth’a göre, Osmanlılar hakimiyetleri altındaki Hıristiyan azınlıklarının dinlerini yasaklamayı hiçbir zaman düşünmemişlerdi. Aksine herkesin özgürce, kendi bağımsız cemaatlerini oluşturmalarına müsaade etmişler ve ayrıca Hıristiyanlardan en düşük düzeyde vergi almışlardı. Askerlik ise yalnızca Müslümanlara mecburi idi. Avrupalıların, Türkleri barbar olarak nitelemeleri ya Türkleri tanımamalarından ya da bunu propaganda olarak kullanmak istemelerinden kaynaklanıyordu .



    Barth, Ermeniler hakkındaki değerlendirmelerinin kaynağının kendi gözlemleri ve Alman araştırmacı Dr.Alfred Körte’nin Ermeniler hakkında yazdıkları olduğunu belirtmektedir. Barth’a göre Körte, Ermenilerle şahsen kurduğu münasebetler sayesinde Ermenileri oldukça yakından tanımaktaydı. Körte’nin Anadolu Ermenileri hakkındaki araştırmaları; konsolosların, ajanların, misyonerlerin ve papazların eserlerinden çok daha gerçekçiydi. Barth’ın Körte’den aktardığı üzere;



“Bir Yunanlı iki Yahudi’yi, bir Ermeni de iki Yunanlıyı kandıracak kadar kurnazdı. Türkler ise kendi hallerinde bir lokma bir hırka felsefesine inanmış insanlardı.”



Dolayısıyla Körte, Anadolu’da esas sömürülenlerin Türkler olduğunu savunuyordu .



Körte, Ermenileri “kurnaz” olarak nitelerken bunun olumsuz anlamda ve Ermenilerin güvenilmez olduğunu belirtmek için kullanmıştır. Zira Körte’ye göre;



“Anadolu’da bir insan dolandırıldığında hemen bunun bir Ermeni işi olduğu kanaatine varılırdı.”



Anadolu’daki şartları iyi tanıyan büyük bir inşaat mühendisinin değerlendirmesi ise dikkat çekiciydi:



“Türk ile bir iş yaparsam herhangi bir yazılı mukavele yapmam; çünkü onun söz vermesi yeter. Yunan veya şarklı başka biriyle mukavele yapmam gerekir ve faydalıdır. Fakat Ermenilerle, yazılı herhangi bir mukavele yapmam, çünkü onların entrika ve yalancılıklarından dolayı yazılı mukavele bir işe yaramaz ”.



      Yine Körte’ye göre;



“…Bir Ermeni’nin hayattaki yegane hedefi para kazanmaktır; parayı çok sevdiğinden ölçülü yaşar, zevk alacağı her şeyden uzak durur, para için düşünmeden yalan söyler ve dolandırırdı. Türk ise Ermenilerin bu özelliklerine karşı oldukça savunmasızdır. Çünkü Ermeni’yi güçlü kılan, o doymak bilmeyen kazanma hırsı, Türklerde hiç yoktu. Anadolu köylüsü tembel değildi, tarlasını ataları gibi işledi: Fakat kendini yıpratarak mal biriktirme düşüncesi de taşımamaktaydı. Bu nedenle ekonomik olarak da güçsüzdü…”



      Körte’ye göre;



“Ermeniler ile Türkler arasındaki zıtlıkları, Türk ve Ermeni hanına giden herkes açıkça görebilirdi. Türk hanında insanlar sakin ve ağırbaşlı karşılanır, çıplak odalar, dini inançlar bakımından dokunulması yasak olan örümceklere varıncaya kadar temizlenirdi. Oda sert fakat temiz olan örtü ve yastıklardan ibaretti. Hayvanlara iyi bakılırdı. Türk hanının temel özelliği, rahat olmayışı fakat itinalı oluşudur. Ermeni hanlarında ise durum çok farklıdır. Hayvanlara iyi bakılmazdı. Han odalarına, Avrupa görüntüsü verilmeye çalışılmıştır. Hancı gelenleri iltifat ve tekliflere boğardı. Temiz olmayan çarşaflar ve böcekler rahatsız ederdi. Ayrıca, Hesap da belli değildir ”.



      Körte’nin dikkatini çeken bir diğer husus ise Anadolu’da bir çok köyde bulunan Ermeni bakkallarının durumuydu:



“Türk köylüsü kahve ve tütün gibi bazı ihtiyaçlarını bakkaldan karşılardı. Köylü de peşin para nadir bulunduğundan bakkala borçlanır, mahsul zamanı borcunu mahsulü ile öderdi. Bu durum, Türk köylüsünün Ermenilere ekonomik olarak bağımlı hale gelmesine neden olurdu. Zira Ermeni, mahsulü düşük fiyata, çok fazla kar edecek şekilde alırdı. Türk köylüsü bazen Ermeni bakkaldan kredi almak zorunda kalırdı. Ermeni bakkal ise, ancak belirli şartlarda, mesela tiftik keçisinin yününün ve afyonun çok düşük fiyatta kendine satılması kaydıyla krediyi verirdi. Böylece Türk köylüsü, Ermeni bakkal tarafından sömürülürdü. Dolayısıyla sülük, köylüyü emdikten sonra şehre gider ve yerine başka bir Ermeni geçerdi…”



Anadolu’ya Bulgaristan, Rumeli ve Dobruca’dan gelen muhacirler, bu yolla kısa

sürede Ermenilerin ekonomik boyunduruğuna girmişlerdir.



(…)



     Osmanlı Devleti’ndeki Ermenilerin sosyo-ekonomik durumlarının Türklere oranla daha iyi olması, bazı Ermeni aydınlarının da dikkatini çekmişti. Bu aydınlar, Osmanlı Ermenilerinin Osmanlıya bağlı kalmalarını, isyan etmemelerini salık vermişlerdi. Barth’a göre Ermenilerin Rusya’daki patriği dindaşlarına :



“Eğer siz menfaatlerinizi korumak istiyorsanız Osmanlılara sadık kalınız. Bütün diğer çabalarınız Türklerden ziyade size zarar verecektir. Mutlu yaşamak için size, bu ülkeden daha iyi bir ülke yoktur ”.



şeklinde hem tavsiyede hem de uyarıda bulunmuştu.



Sonuç olarak Hans Barth, Ermeniler hakkındaki kendi değerlendirmelerinde, Anadolu Ermenilerini iyi tanıdığını iddia ettiği Körte’nin yazılarını da kaynak göstererek, Anadolu Ermenilerinin sosyo-ekonomik açıdan hem Türklere hem de Rusya ve diğer ülkelerdeki Ermenilere oranla daha iyi durumda olduklarını ve hukuki olarak da daha fazla haklara sahip olduklarını yazmaktaydı. Anadolu Ermenileri hem zengindiler hem de devlet yönetiminin her kademesinde temsil ediliyorlardı. Dolayısıyla Batılı devletlerin, Osmanlı Devleti’ndeki Ermenilerin ezildiği yönündeki iddiaları sadece bu emperyalist devletlerin Osmanlı Devleti’ni daha rahat sömürmek için kullandıkları bir bahaneydi.



BATI EMPERYALİZMİ VE ERMENİLER



Avrupalı kavimler Malazgirt savaşı’ndan sonra Türklerle karşılaştıklarında aralarındaki en önemli fark Türklerin Müslüman, Avrupalıların ise Hıristiyan olmalarıydı. Daha sonraları, Osmanlı Devleti ile birlikte Türkler daha da ileri giderek dünya Müslümanlarının savunuculuğunu da üstlenmişlerdi. Dolayısıyla Türkler ile Avrupalı kavimlerin temaslarında din faktörü daima önemli rol oynamıştır. Avrupalılar Türklere, çoğu zaman Türk oldukları için değil, Müslüman oldukları için karşı tavır almışlar ve hep “öteki” muamelesi yapmışlardır. Bu davranış sadece Türkler için değil, bir çok topluluk için de geçerli olmuştur. Macarlar ve Bulgarlar, Hıristiyanlığı kabul edene kadar aynı muameleye maruz kalmışlardır. Bu sebeple Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı imparatorluğun haşmetli döneminde çekingen olmakla birlikte, daima düşmanca davranmasının temelinde din faktörünün olduğunu söylemek mümkündür. İmparatorluğun haşmetli dönemi bitince çekingenlik kalmamış ama düşmanlık devam etmiştir.



Osmanlı Devleti dahilinde Ermenilere ve diğer gayrimüslim gruplara dini ayrıcalıklar ile birlikte kültürel ve hukuki sahada geniş haklar tanınmıştı. Bu haklar, imparatorluğun zayıflamasıyla birlikte çeşitli devletlerin rahatlıkla kullandıkları birer vasıta haline gelmişlerdi. Rusya Ortodoksların, Fransa Katoliklerin hamiliğini üstlenirken, İngiliz ve Amerikan misyonerleri de Ermenileri Protestanlığa çekmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla Amerikan ve İngiliz Protestan misyonerlerin ilgisi Osmanlı Devleti’ndeki Ermenilere çevrilmişti. Esasen bu misyonerlik faaliyetleri, emperyalist devletler için Osmanlı Devleti’nin iç işlerine bir müdahale aracı olarak kullanılıyordu. Nitekim bu misyonerlik faaliyetleri sonucu Türkler ile Ermeniler arasında iyileşmesi zor yaralar açılmıştır. Avrupalı devletlerin misyonerlik politikaları, Ermeni sorununun tetikleyici en önemli faktörü olmuştur .



Misyonerlik faaliyetlerinin Ermeni meselesinin en önemli nedeni olduğunu Hans Barth da belirtiyordu. O bu faaliyetlerin çoğunun hangi türden olduğunu New York Herald Gazetesine dayanarak şöyle yazmaktaydı:



“Misyoner olarak gönderilen adamlar dünyanın her ülkesini karıştırabilecek durumdaydılar. Bunlar kendi hükümet biçimlerinden başka her hükümet biçimine karşı, şark’ın karakteri, tarihi üzerine çok az bilgi sahibi, kuvvetli önyargılara sahip, tecrübesiz ve yarı aydın, heyecanlı insanlardı. New York’taki memur ve büroları için sarf edilen son derece büyük meblağlar bir yana, zaten bölünmüş halkı daha fazla bölmek için bu Protestan propagandasına israf edilen büyük paralara acımak lazım ”.



     Büyük paralar harcayan Protestan misyonerler, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ırki ve dini farklılıkları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlar ve ortaya çıkan trajedileri de zavallı Hıristiyanlar ve barbar Türkler olarak dünyaya yaymışlardır.



      Misyonerlik faaliyetleri yürüten devletler arasında özellikle Amerika ve İngiltere, Osmanlı Devleti’ndeki Ermenileri kendi hedef kitleleri arasına koymuşlardı. Ermeni kilisesine müstakil veya en azından otonom bir Ermenistan vaadinde bulunarak, kiliseyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı başardılar. Ermeni toplumunun bağımsız bir devlet hayali ve beklentisi, Ermeni kiliseleri arasındaki mezhep çatışmalarından doğan ihtilafları yumuşatmış, Ermeni ruhaniler, amaçları doğrultusunda mezheplerinin esaslarını bir tarafa bırakarak din yerine, kendileri için bir çare olarak gördükleri milliyet propagandası yapmaya başlamışlardı. Ermeni ruhani liderleri, dini konularda göstermelik faaliyetlerine devam ederken; manastırlarda, kiliselerde, okullarda yürüttükleri faaliyetlerle Türk toplumu ile Ermeniler arasına düşmanlık tohumları ekerek Ermeni toplumunda milli duyguların uyanmasını sağlamışlardı. Böylece Ermeni toplumu üzerinde yoğunlaşan dini temalı propaganda faaliyetlerinin yerini siyasi temalar almaya başlamıştı. Bir başka deyişle İngiltere ve Amerika’nın misyonerlik faaliyetleri kısa bir süre sonra siyasal propagandalar şeklinde dönüştü.



     Barth’a göre;

“…Misyonerlik faaliyetleri aracılığıyla Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı sinsice kışkırtan Avrupa devletlerinin başında İngiltere geliyordu. İngiltere, dünyanın yaratılışından beri tek bir İngiliz’in bile ayak basmadığı şehirlerde konsolosluklar açıyor ve bu konsolosluklar aracığıyla Ermenilerle bağlantı kuruyordu…



     İngiltere’nin çalışma şekli ise şu şekildeydi:

            

“…Emin adımlarla ilerlemek, yakalanmamak, dikkati çekmemek… Bir zamanlar asıl etki sahasının olması gerektiği yerde köstebek gibi her tarafa yerin altından kazarak… Adım adım başkalarına karşı entrika çevirmek, başkalarını kışkırtmak, zayıflatmak, sarsmak… Tabii her zaman kendi tekeline aldığı medeniyet ve Hıristiyanlık bayrağı altında… İngiltere öteden beri hep böyle yapmıştır ve başarılarının sırrı bundan başka bir şey değildi...



      Aslında İngiltere’nin Osmanlı Ermenilerine olan ilgisi, Ermeni meselesi henüz uluslar arası boyut kazanmadan öncelere dayanıyordu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı 1856 Paris Antlaşması esnasında “Babıalinin Hıristiyan tebaası üzerinde tek bir devletin koruyuculuğu yerine beş devletin ortak koruyuculuğunu getirmeyi… istiyordu. Böylece İngiltere, Paris Anlaşması’nda Ermeni adını doğrudan kullanmıyor, onun yerine Hıristiyan tabirini kullanıyordu; fakat buradaki Hıristiyan tabirinin Ermenileri kastettiğini herkes biliyordu. Dolayısıyla bundan böyle Osmanlı Devleti’ndeki Ermenilerin isyan ve tahriklerine yalnız Rusya değil; Avrupa’nın beş güçlü devleti yani İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya da destek olacaklardı.



      İngiltere geniş bir dış politika olarak, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu Ruslara karşı destekliyordu. Bu savaşta Osmanlı’nın yenilmesi üzerine politikasını değiştirerek Mısır ve Kıbrıs’ı işgal etmişti. İngiltere, Osmanlı topraklarını hammadde kaynağı ve açık Pazar olarak gördüğü için Rusya’yı Osmanlı İmparatorluğu topraklarından mümkün olduğu kadar uzak tutmaya çalışıyordu. Bu doğrultuda, Ermenileri koruyarak Doğu Anadolu’da kendi güdümünde bir Ermeni devleti kurmayı tasarlamış ve bu amacı doğrultusunda Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmıştır. İngiltere’nin Berlin Kongresi’nden sonra Osmanlı Ermenilerine yönelik politikalarını Barth şöyle özetlemektedir:

            

“…İngiliz politikası esasta ve her yerde yanlış yola saptı, hatta Avrupa’nın aldatılması ve sömürülmesi bahsinde de ‘şarkta’ İngilizlerin ikiyüzlülüğü bilinen menfi neticeleri uhdesine aldı. Ermeniler sistematik biçimde bölgelerindeki idarecilere karşı kışkırtıldı. Misyoner faaliyetleri ve kiliselerin yardımı ile cinayet ve yangınlara yol açıldı. İngiliz bayrağı altında, Osmanlı Bankası’na saldırı düzenleyen asiler, Türkiye’ye gizlice sokuldu… ”.



      Anadolu’daki Ermeni ayaklanmalarının gerçekleşmesinin ve trajedinin gerçek nedeninin Avrupalı ülkeler olmasına rağmen Avrupa basınında farklı haberler yer alıyordu. Bu konuda Barth, E.Scarfoglio’ya dayanarak şunları yazmaktaydı:



“Eğer İngiliz ve Yunan gazetelerinin hala uzun ve korkunç Türk mezalim hikayeleri yazdıkları düşünülecek olursa benim yazdıklarım size yalan gibi gelecek. Oysa Yunan ve İngiliz gazetelerinin yazdıkları edepsizce uydurulmuş birer yalandan başka bir şey değildir. Bununla beraber müşterek bir komplo gibi, bu yalanlar kuşaktan kuşağa yayılıyor ve her defasında aynı şekilde yeniden ortaya çıkıyor ”.



    Avrupa basınına karşın Amerika Birleşik Devletleri basınında az da olsa şeref sahibi yazarların çıktığına da değinen Barth, Aralık 1893’te Doğu’da faaliyet göstermiş olan Amerikalı misyoner Cyrus Hamlyn’ın, bir Boston yayın organı olan The Congregationalist’te yazdığı makalesinde, Türk Devleti’nde yaşayan bütün Hıristiyan cemaatlerinin Ermeni İhtilal Komitesi Hınçak’ın propagandasından rahatsızlık duyduklarını belirtmektedir. Hans Barth’ın, Hamlyn’den aktardığına göre, aynı makale içerisinde Hamlyn, birebir Ermenilerle görüşmeleri neticesinde edinmiş olduğu izlenim ve bilgilerine de yer vermektedir. Hamlyn’in verdiği bilgilerden bir Ermeni ile aralarında geçen şu diyalog dikkat çekicidir. Buna göre, ihtilalci, zeki bir Ermeni, yabancı bir kuvvete Anadolu’ya giden yolu açma ve Türk Devleti’nin yönetimini ele geçirme hususunda kendilerine güvendiklerini belirtmiştir. Hamlyn, bunun nasıl olacağını sorduğunda ihtilal yanlısı Ermeni:



“Hınçak komiteleri bütün ülkede organize edilmiş durumdadır ve çok sayıda Türk’ü ve Kürt’ü öldürmek, köylerini ateşe vermek, sonra da dağlara kaçmak için fırsat kollamaktadır. Müslümanlar bundan gazaba gelecekler, Ermenilere saldıracaklar ve onları aynı Ermenilerin yaptığı barbarlık gibi öldürecekler. Sonrasında da, yabancı bir büyük kuvvet de, insanlık ve Hıristiyan medeniyeti adına ülkeye girecek ve işgal edecek ”.





cevabını vermiştir. Hamlyn bu projenin çok dehşet verici ve şeytanca olduğunu ifade edince aynı Ermeni:



“Biz Ermeniler, hür olmaya karar verdik. Avrupa, Bulgar zulmü ile yumuşadı ve Bulgaristan’ı serbest bıraktı. Aynı Avrupa bizi de duyacaktır ” demiştir.



Buradan Hınçak Cemiyeti’nin bağımsız Ermenistan ideali peşinde koşarken Bulgarları örnek aldığını ve bu yolda en az Bulgarlar kadar Türklere vahşet uygulamaya kararlı olduğunu anlayabiliriz. Nitekim Barth da, Hınçak Cemiyeti’nin Sasun, Erzurum, Bitlis, Maraş, Zeytun ve geri kalan Osmanlı topraklarında Müslümanlara yaptığı vahşeti, eserinde “Hınçak’ın Cinayetler Galerisi” başlığı altında detaylı ve somut örneklerle vermektedir .



Hınçak’ın Müslümanlara karşı uyguladığı vahşet karşısında Osmanlı Devleti’nin almış olduğu tedbirler, bazı Avrupa diplomatları bile insafa getirmiştir. Hans Barth’ın aktardığına göre, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Baron Von Saurna-Jelstch bir Berlin gazetesinin temsilcisine şöyle bir açıklamada bulunmuştur:



“Türklerin davranışlarında haklı oldukları gizlenemez. Ermenilerin ise istediklerini haklı ve gerçekleştirilebilir görmüyorum. Nihayet onlar da diğerleri gibi Türkiye’de bir millet, sultanın tebaalarıdır. Hak edebilecekleri eğitim ve kazanç hürriyetine zaten sahiptirler, hem de fazlasıyla. Kimse onların ibadetine karışmıyor ve çoklarının durumu son derece iyi. Onların saygısız ve utanmazca kazanç yollarının Türklerin arasına nifak soktuğu da asla inkar edilemez. Yüzyıllar boyu Türkiye’yi sömürdüler. Tefecilik yapıyorlar ve dürüst değiller ”.



      Her ne kadar Alman Büyükelçisi “Türkleri davranışlarında haklı” bulsa da Ermenilerin Erzurum, Kayseri, Yozgat , Çorum, Merzifon, Sasun, Zeytun’da çıkardıkları isyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyunda propaganda maksatlı olarak “Müslümanlar zavallı Hıristiyanları katlediyor” mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu giderek uluslar arası bir boyut kazanmıştır. Ancak döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin raporları, durumu daha tarafsız bir şekilde değerlendirerek, Ermeni ihtilalcilerinin hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahalesini sağlamak olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre, Ermeni meselesi ile ilgili Avrupa ve ABD’de iki farklı bilgi kaynağı ortaya çıkmaktadır. Birincisi, basın-yayın organları ki, Avrupa kamuoyunu yönlendirmeye çalışıyordu. İkincisi ise diplomatik belgeler ki, daha tarafsız, olayları ve insanları anlamaya çalışan, devlet adamları tarafından okunan ve bu bağlamda kendi milli çıkarları doğrultusunda politikalar üretilmesini sağlayan kaynaktı.



     SONUÇ



      Ermeni meselesinin uluslar arası bir boyuta taşınmasından kısa bir süre sonra bir Alman gazetecinin hakikat ve adalet namına ortaya çıkıp “Türk Savun Kendini” demesi bize bir taraftan Türklerin, daha Ermeni meselesinin başlangıcından itibaren haklı davalarında kendilerini savunamadıklarını gösterirken diğer taraftan da Ermeni meselesinin Avrupa ve Amerika kamuoyuna misyonerler tarafından nasıl çarpıtılarak yansıtıldığını açık bir şekilde göstermektedir. Özellikle Protestan misyonerlerin, Osmanlı Devleti’nin kendi toprakları üzerinde yer yer isyan etmiş ya da isyana teşebbüse kalkmış, örgütlü Ermeni birliklerine karşı almış olduğu tedbirleri, Batı kamuoyuna Osmanlı Devleti’nin “Anadolu’daki mazlum Hıristiyanları yok etme” kampanyası olarak propagandasında kullanması, Hans Barth’ın üzerinde önemle durduğu konulardan biridir. Protestan misyonerler bu yolla hem Ermeni meselesinin gerçek nedenlerini çarpıtmış hem de dinin hala önemli bir değer yargısı olduğu Batı toplumlarında Ermenilere karşı sempati oluşmasını sağlamışlardır.



      XIX.yüzyılın ikinci yarısında da dünya imparatorluğunu sürdüren İngiltere’nin Ermeni meselesinin ortaya çıkmasında ve uluslar arası bir boyut almasında önemli rol oynadığı şüphesizdir. İngiltere, Ermeni meselesi gerekçesiyle “Şark Meselesi”ni mümkün olduğu kadar lehine sonuçlandırmak ve dünyaya, Ermenilere yardım eden medeni bir ülke olduğu propagandasını yaparak çıkar elde etme peşindeydi. Barth, eserinde, İngiltere’nin bu tutumunu detaylı olarak ele almaktadır. Hatta Barth’a göre İngiltere, Ermenilerin isyana teşvik ve tahrikleri konusunda, medeniyet adına en fazla destek veren ülke durumundaydı. Barth’ın Ermeni meselesini ortaya çıkışında İngiltere’nin rolü üzerinde, Rusya ve Fransa’dan daha fazla durması hem İngiltere’nin bir dünya imparatorluğu olmasıyla hem de Almanya’nın o dönemde takip ettiği İngiltere politikası ile açıklanabilir. Nitekim bir Alman olan Barth’ın, Alman İmparatoru II.Wilhelm’in, İlgiltere’nin dünya gücünü zayıflatma politikalarının etkisinde kaldığı söylenebilir.



      Barth, dönemine büyük devletlerin etkilerinin yanı sıra, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan o dönem Ermenilerin paraya olan düşkünlükleri, açgözlülükleri, güvenilmezlikleri dolayısıyla Osmanlı sosyal barışını bozmalarının, Ermeni meselesinin ortaya çıkışında önemli rol oynadığı üzerinde de durmaktadır.

Hiç yorum yok: