31 Temmuz 2014 Perşembe

KÜRESELLEŞME BİTTİ BÖLGESELLEŞME BAŞLADI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


 Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’in emirleriyle, Rus Ordusunun Kırım’a girerek işgal etmesi üzerine, küreselleşme dönemi resmen bitmiştir. Küresel dönemde görülmeyen bir biçimde gerçekleşen bu işgal olayı bir dönemi kapatırken, yeni bir dönemin başlamasına neden olmuş ve böylece küreselleşme aşaması sona ererken bunun doğal sonucu olarak kendiliğinden bölgeselleşme süreci başlamıştır. Kuzey yarıküre de Rusya’nın Kırım’a yönelik saldırı ve işgal hareketi sonuç verince, İsrail’in talimatları ile IŞİD ismini taşıyan bir Sünni Arap örgütü de, Musul kentine saldırarak, bu bölgede yaşamakta olan Türkleri bu şehirden sürerek ve Irak devletinin kuzey batı bölgesini işgal ederek, benzeri bir yeni bölgeselleşme dönemini güney yarıküre de başlatmıştır. Rusya Federasyonu bölgeselleşme aşamasında kuzey yarı kürenin patronluğuna soyunurken, benzeri bir durumu güney yarı kürenin tam orta bölgesinde Siyonist İsrail kendisi merkezli yeni bir siyasal yapılanmanın önünü açmaya çaba gösteriyordu. Küreselleşme döneminde görülmedik bir biçimde gündeme gelen bu gibi siyasal girişimler, bölgeselleşme çağının öncü hareketleri olarak dünya tarihinde yerini alıyordu.

         Küreselleşme süreci içinde, kendi devletleri ile karşı karşıya gelen büyük şirketlerin patronları hala bütün dünya ülkelerini zorlayarak kendi patronajlarında yepyeni bir sömürge düzeni kurma çabasını inatla sürdürürlerken, artık yoluna sonuna gelindiğini görmekten kaçınırlarken, Putin’in askerlerinin tarihi Türk yurdu Kırım’a girişiyle beraber küresel imparatorluk hayallerinden uyanmak zorunda kalmışlardır. Rus orduları bir Türk yurdu olan Kırım’ı büyük bir saldırı ile işgal ederlerken, İsrail’in kumandasındaki Arap terör örgütü de, gene tarihi bir Türk yurdu olan Musul’u işgal ederek bu kentte yüzlerce yıldır yaşamakta olan Türk topluluklarını yazın ortasında susuz Irak çöllerine sürmekten geri kalmamışlardır. Tam anlamıyla insanlık dışı böylesine bir haksız saldırı ve işgal olayından sonra her iki bölge de de, bölgelerin gelecekteki patronları konumunda görünen büyük ve güçlü devletler olarak Rusya ve İsrail kendi bulundukları coğrafyanın kesin bir patronluğuna soyunma girişimini bütün dünyaya ilan etmişlerdir. Asya kıtasının kuzey yarı küresinde, pasifik okyanusundan Atlantik okyanusuna kadar uzanıp giden Rusya, dünyanın en geniş ülkesi olarak kendi bölgesinin patronluğunu bir kez daha Kırım işgali ile gözler önüne sererken, İsrail’de sahip olduğu güçlü lobileri ile Orta Doğu’nun en güçlü ülkesi olarak, Şii-Sünni çatışması kışkırtması ile gene bölgesel bir patronluğa Büyük İsrail projesinin yeni adımları ile soyunuyordu. İki büyük dünya savaşı sonrasında merkezi coğrafyadaki Müslüman denizi içinde bir küçük Yahudi devleti olarak İsrail dünya sahnesine çıkarken, bu kadar geniş bir İslam coğrafyasında ancak bölge devletlerinin parçalanmasını gerçekleştirerek bölgenin patronluğuna soyunabileceği için,  Müslüman Arap dünyası içinde mezhepleri birbirine karşı kışkırtarak ve kendisini büyütecek bir üçüncü dünya savaşı senaryosunu ancak Şii İran’ı karşısına alarak ve bu büyük devlete karşı bölgedeki Sünni güçleri örgütleyerek gerçekleştirebileceği için, Işid isimli terör örgütünü hem besleyerek hem de kışkırtarak, kendisi merkezli bir yeni bölgeselleşme planını yavaş yavaş devreye sokmaya çalışıyordu. Kırım ile Musul işgallerinin birbiri ardı sıra gündeme gelmesi, kuzey ve güney bölgelerinde birbirini izleyen yeni bölgeselleşme süreçlerinin artık siyasal gündeme girdiğinin en açık göstergesi olarak dünya gündemindeki yerini alıyordu. Bütün dünyada nefretle karşılanan bu işgal hareketleri, beraberinde bölgeselleşme tartışmalarını açıkça dünya kamuoyunun önüne çıkarıyordu.
          Dünya durduk yerde küreselleşme aşamasına gelmemiştir. İnsanlık tarihi incelendiğinde, yaşanan olaylar ve birbirini izleyen dönemlerin sonucunda bugünkü dünya düzeni ortaya çıkmıştır. İlk çağlardan bu yana dünya tarihi incelendiği zaman, tarih sahnesine çıkan her dönemin geçmişteki sürecin uzantısı olarak gerçekleştiği görülmektedir. İlkel dönem sonrasında yaşanan ortaçağ yılları modern çağların ortaya çıkmasına giden yolu açmış, modern çağlarda yaşanan birçok olay da beraberinde postmodern bir arayış içinde yeni bir dönem olarak küreselleşme aşamasını gündeme getirmiştir. İlkel oluşumları, ortaçağın derebeylikleri izlemiş, krallıkları imparatorluklar dönemi takip etmiş, ulus devletler ise imparatorlukların çöküşü ile gerçeklik kazanmıştır. Büyük ulus devletlerarasındaki çekişmeler Birinci dünya savaşına yol açmış, İkinci dünya savaşı ise Atlantik güçleri ile birlikte Siyonist örgütlenmenin merkezi coğrafyaya gelmesini sağlamıştır. Dünyanın merkezi devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çökertilmesi üzerine, orta dünyada küresel ekonominin patronları Büyük İsrail projesi doğrultusunda yeni bir bölgeselleşme planını devreye sokmuşlardır. Kurulduğu günden bu yana yarım asrı geçen bir süreçte bir savaş devleti olarak hareket eden Siyonist devlet, soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti gibi laik siyasal yapılanmaları kendisini çevreleyen İslamcı potansiyele karşı büyük bir koruyucu şemsiye olarak kullanmıştır. Sosyalist sistemin dağılmasından sonra da, bölgede genişleyebilmenin yollarını, küreselleşme döneminin özelliklerinden yararlanarak açabilmeye çalışmıştır. Küresel emperyalizmin büyük patronlarının çoğunluğunun Yahudi asıllı olmaları ve çoğunluğunun Siyonist plan doğrultusunda hareket etmesiyle, Siyonist bölgeselleşme planı, bütün Orta Doğu ülkelerine zorla dışarıdan dayatılarak ve bu doğrultuda merkezi alan haritasını değiştirebilecek girişimler birbiri ardı sıra devreye sokularak gözler önüne serilmiştir.
         Küreselleşme olgusu bütün dünya kıtalarını küresel ekonomi üzerinden bir araya getirmeyi hedefliyordu. Uluslararası ilişkiler, devletlerarası düzen ve her türlü dış ilişki ekonomi temeline dayandırılırken, küresel patronların çıkarlarının korunmasına öncelik veriliyordu. Siyonist patronların çıkarları doğrultusunda şirketlerin büyümesi hedeflenirken, bunun doğal sonucu olarak devletlerin küçültülmesi planlanıyordu. ” Küçük güzeldir “ sloganını kendi kontrolleri altındaki medya organları aracılığı ile bütün dünya halklarının hafızalarına zorla kazıyanlar, harita üzerindeki devletlerin küçültülmesi doğrultusunda halklara zorla dayatma yapılıyordu. Dünya kamuoyu devletlerin küçültülmesiyle uğraştırılırken, şirketlerin gizlice büyütülmelerinden hiç kimse söz etmiyordu. Dünya Bankası, Uluslararası Para fonu ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel yapılanmaları, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan çekinmeyen para babaları kendi ekonomik çıkarlarını, sanki tek doğru ekonomik reçetelermiş gibi göstererek, evrensel düzeyde bir yalancılık ve sahtekârlık senaryosunun baş oyuncuları olarak öne çıkıyorlardı. Bütün amaç, ekonomi biliminin getirdiği en yüksek düzeyde kazanç durumuna kavuşmak olduğu için, böylesine bir hedefi önleyebilecek ya da karşısına dikilecek bir siyasal güç merkezi olarak devletlerin üstünlüklerinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ekonomi daha iyi yönetilecek diye devletlerin elinden alınınca, her ülkenin ekonomisini uluslararası kuruluşlar üzerinden küresel patronlar yönlendirmeye başlamışlardır. Küreselleşme olgusu, sürekli çekişme ve çatışma halinde olan ulus devletleri devre dışı bırakmak ve bu doğrultuda dünyayı ekonomi üzerinden şirketlerin çıkarları doğrultusunda yöneterek, bir avuç tekelci patronun en üst düzeyde zenginliğinin gerçekleştirilmesini hedefliyordu. Büyük şirketler evrensel düzeyde tekeller olarak, bütün dünyanın ekonomi üzerinden yönetilmesi planında, kendilerine verilmesi planlanan ekonomik gücü kullanarak, en üst düzeyde çıkar sağlayabilme doğrultusunda var olan devletlerin hem güçlerini kıracak, hem de ekonomiyi giderek küçültülen devletlerin elinden zorla alacaktı. Bu nedenle, küresel bir dünya düzeni için ulus devletlerin bu doğrultuda yıkılması gerekiyordu.
         Küreselleşmenin ne olduğu yıllar geçtikçe ortaya çıkmış ve cennet vaatlerinin arkasında dünyanın acı gerçekleri öne çıkmıştır. Dünyayı ekonomi üzerinden birleştirmeye çalışanlar, bu doğrultuda devlet düşmanlığına soyunurlarken, halk kitlelerini sivil toplumculuk senaryoları ile kendi devletlerine karşı ayaklandırmışlardır. Küresel emperyalizmi gizlemek isteyenler halk kitlelerine kendi devletlerini faşist örgütlenmeler olarak lanse etmişler, halk ayaklanmalarını kışkırtarak ve ekonomik alanda yoksulluk uçurumlarını genişleterek devlet yıkıcılığına elverişli zeminler hazırlamışlardır. Bu doğrultuda ilk operasyon olarak Sovyetler Birliğinin dağıtılması gündeme getirilmiştir. İkinci aşamada ise, Balkanların büyük devleti olan Yugoslavya federasyonunun dağıtılması sağlanmış bu doğrultuda Çek cumhuriyeti ile Slovakya devleti yollarını ayırmıştır. Ne var ki, sivil toplumculuk projeleri ile siyasal amaçlı insan hakları projelerinin, ulus devletleri dağıtmak üzere ulus devletlere yönelik yıkıcı komplolar da kullanılmasına rağmen, hiçbir ulus devlet dış baskı ve zorlamalar doğrultusunda yıkılmamıştır. Emperyalizmin etnik grupları ulusal azınlık ilan ederek ayaklanmaya ve kopmaya doğru yönlendirmesi ile ulus devletler çok zorlanmış ama gene de varlıklarını koruyarak ayakta kalmasını bilmişlerdir. Bu doğrultuda Yugoslavya’nın dağıtılmasından sonra en çok Türk devleti zorlanmış, ülkenin güneydoğu bölgesinde ayrı bir ulus devlet oluşturmak üzere bölücü bir etnik hareket terör örgütü biçiminde ortaya çıkarılarak, binlerce bölge insanının ölümüne neden olmuştur. Her türlü dış baskı ve zorlamaya rağmen gene de Türkiye’de ikinci bir Yugoslavya türü dağılma senaryosu gerçekleştirilememiştir. Türk devletinin bu konuda kararlı bir direniş göstermesi, Türk ulusunun her türlü kışkırtma girişimlerine karşı kararlı bir karşı tutum almasıyla, oyunlar bozulmuş ve böylece etnik grupların kışkırtılması ile ulus devletlerin parçalanamayacağı açıkça ortaya çıkmıştır.
         Türkiye demokratik yoldan ya da terör senaryoları ile bölünemeyince, ulus devletlerin gelecekte de varlıklarını koruyacakları belli olmuş ve bu yüzden ulus devletleri tasfiye ederek bir yerlere gidilemeyeceği kesinlik kazanmıştır. Yalanlar ve sahtekârlıklar ile küreselleşme süreci geleceğe dönük olarak sürdürülemeyince, bu kez 11 Eylül olayları tezgâhlanmış ve böylesine komplolar ile binlerce insanın öldürülmesiyle, küresel emperyalistler kendilerini mağdur durumuna düşürerek gene emperyalist bir çizgide yollarına devam etmeye çalışmışlardır. ABD gibi dünyanın en büyük süper devleti merkezden terör ile vurulurken, bu devletin gizli servisleri kullanılmış, ABD kendisini mağdur duruma düşürerek bunun hesabını sormak görüntüsüyle, Irak ve Afganistan’a saldırılar düzenlemiş ve bu iki mazlum İslam devletini askeri güç kullanarak dağıtmaya çalışmıştır. İsrail’in güvenliği için Irak’a saldırılmış, Çin’in önünü kesmek üzere de Afganistan’da CİA tarafından örgütlenmiş göstermelik bir hedef olarak, El Kaide terör örgütü ile savaşa devam edilmiştir. Araplar ve Müslümanlar 11 Eylül saldırılarının suçlusu olarak ilan edilince, intikam alma gerekçesiyle doğu ve batı Avrasya bölgelerine saldırı kolaylaşmıştır. Irak ve Afganistan savaşları belirli zaman dilimi içerisinde bu ülkelerin komşularına doğru taşınmaya çalışılınca, bölge ülkelerinde ciddi tepkiler gelmiş ve dünya jandarmalığına soyunan Amerikan ordusu, Irak ve Afganistan dışında açık bir savaşa girişememiştir. Böylece küreselleşmenin yeni bir emperyal saldırı olarak bütün dünya devletlerini parçalama senaryosu iflas etmiştir. Küresel sermayenin anavatanı olan Amerika Birleşik Devletleri yönetimi, sürekli yapılan yanlışlar yüzünden küresel emperyal saldırılara devam edemez hale gelmiş ve bu yüzden 11 Eylül olaylarına rağmen, ABD Irak ve Afganistan dışında hiçbir ülkeye yönelik bir askeri harekâta kalkışamamıştır. İsrail’in zorlamalarına rağmen İran ve Suriye’ye karşı savaş senaryolarına yönelmeyen Amerikan yönetimi, belirli bir aşamadan sonra kendisini sürekli savaş ve saldırı eylemlerine yönlendiren yeni muhafazakâr Siyonistlere ve küresel sermayeye karşı tavır koyarak, savaş devleti görünümünden çıkmaya yönelmiş ve daha sonra da gene eskisi gibi dünya düzeni koruyuculuğuna soyunmaya çalışmıştır.
          Uluslararası kuruluşlar üzerinden küresel emperyalizmin bütün dünya ülkelerine zorla dayatılmasına rağmen, beklenen gelişmeler ortaya çıkamayınca küreselleşme süreci önce yavaşlamış ve daha sonra da durma noktasına gelmiştir. Küreselleşme döneminde beş büyük proje birbiri ardı sıra iflas etmiş ve uygulanamaz duruma düşürülmüşlerdir. Öncelikle ABD merkezli yeni bir dünya düzeni kurulamamıştır. İsrail’in güvenliği yüzünden Orta Doğu’ya hapsolan ABD, kıtalar üzerindeki kontrol gücünü kaybederken eskisi gibi bir süper güç olarak dünya liderliği yapamaz bir konuma gelmiştir. Küçücük İsrail yüzünden küresel hegemonya düzenini elinden kaçıran Amerikan devleti, Irak ve Afganistan’dan askerlerini çekerek emperyal iddialarını geri çekmiş ve askeri güçlerini Pasifik okyanusu bölgesinde örgütleyerek, geleceğe dönük ekonomik rakibi olan Çin ile Pasifik bölgesinde bir çekişmenin hazırlığı içinde olmuştur. Bir başka devlete angaje olmaktan kurtulamayan Amerikan devleti, kendi üstünlüğünü koruma yolunda Pasifik bölgesinde güvenlik arayışına kalkışmış, Çin’e Pasifik bölgesini bırakmamak üzere, kendi bölgesel güvenliği doğrultusunda Pasifik bölgesi öncelikli yeni bir güvenlik doktrini uygulamaya başlamıştır. İsrail’i kendi bölgesinde koruma uğruna elden kaçırılan küresel güç konumunun yeniden tesis edilebilmesi için, öncelikle ABD’nin kendi bölgesi olan Pasifik okyanusunda yepyeni bir yapılanmaya yönelmesi kaçınılmaz olmuştur.  Küresel bir sistem yenidünya düzeni görünümünde kurulamayınca, ABD gibi bir süper güç de II Eylül benzeri yeni olaylar ile karşılaşmamak üzere, Atlas ve Pasifik okyanuslarındaki deniz gücünü takviye ederek, kendi bölgesindeki güvenliğini tesis etmeye çalışmıştır. Dünya haritası üzerinde yer alan ABD gibi büyük devletlerin kendi güvenlikleri açısından bölgesel yapılanmalara öncelik vermesi yüzünden, süper güç konumundaki ülke de kendi güvenliğine öncelik vererek bölgesel yapılanmaya gitmiştir.
         Sadece ekonomi üzerinden küresel bir düzeninin kurulamayacağı siyasal gerçekler ile karşı karşıya kalınınca anlaşılmıştır. Patronların çıkarı için geliştirilen küresel emperyal düzenin hiçbir zaman kurulamayacağı yaşanan olaylar sonucunda açığa çıkmıştır. Yalnızca ekonomiye dayanan bir modelin gerçekçi olmadığı siyasal ve sosyal gerçeklerin göz ardı edilmesiyle yeni bir düzenin kurulamayacağı da gene geçen zaman içerisinde kesinlik kazanmıştır. Devletlerin elinden ekonomik alanın alınmasıyla halk kitleleri korumasız bir yeni sömürge düzenine sürüklenmiş, dünya halkları bu yüzden bir sosyal patlama noktasına gelmiştir. Gelir dağılımını bozan, eşitsizliği hızla genişleten, halk kitleleri üzerinde açlık ve yoksulluk çizgisini tırmandıran siyasal yaklaşımlar ve ekonomik reçeteler ile küresel emperyalizmin ne derece gerçeklere ters düştüğü bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bir avuç azınlığı daha da zengin eden, milyonlarca insanı açlık ve sefalet çizgisine mahkûm eden küreselci politikaların uygulanamazlığı, çeyrek asırlık bir zorlama dönemi sonrasında belli olmaya başlamıştır. Küreselleşmenin yanlışları ve bu doğrultuda yapılan büyük hatalar, halk kitlelerinde ve dünya devletlerinde bu süper emperyalizm programına karşı ciddi bir karşı çıkışı gündeme getirmiş ve bu doğrultuda örgütlenen muhalefet partileri de, zaman içerisinde örgütlenerek siyasal iktidarı elde etme şansını yakalayabilmişlerdir. Batının önde gelen kapitalist merkezlerine bağlı bir biçimde politika yapan taşeron partiler bir süre sonra halk kitleleri tarafından dışlanınca, ülke gerçeklerine dayanan ulusalcı ya da sol partilerin siyasal alternatifler olarak ortaya çıktığı ve geliştirdikleri yeni ulusalcı, ya da solcu çözüm önerilerini savunarak siyasal iktidara gelme şansını elde edebildikleri görülmektedir. Çeyrek yüzyıllık uygulamalara rağmen, küreselleşmeci emperyalizmin artık yolunda gitmediği, buna karşılık ulusal çıkarlara öncelik veren yeni yaklaşımlara halk kitleleri tarafından daha fazla şans tanındığı görülünce, yavaş yavaş küreselleşme döneminin sona erdiği kesinlik kazanmıştır. Yıllarca büyük emperyal plan ve projeler in etkisi altında kalan halk kitlelerinin, küreselleşme karşıtı siyasal hareketlere ya da siyasal partilere destek olması da, böylesine bir dönemin sonuna gelindiğini herkese göstermiştir. Küreselleşmenin bitişi ile de bölgeselleşmenin önü açılmıştır.
         Bölgeselleşme olgusu hem bir anlamda küreselleşmenin devamı olarak gündeme gelmiş hem de büyük sermayenin bütün dünyaya dayattığı bir evrensel baskı düzenine tepki olarak da öne çıkmıştır. Küreselleşme döneminde bir çok ulus devletin iç yapısında önemli değişiklikler ortaya çıkmış, dışa açılmayla birlikte bir çok ulusal şirket sınır ötesi ticarete başlamış, uluslar arası rekabet düzeninde milli sermayenin taşıyıcısı olan şirketler, komşu ülkelere giderek karşılıklı ticaret antlaşmalarına girişmişlerdir. Küreselleşme akımının yoğun baskıları bütün ülkelerin geleneksel yapılarını sarsmış, yabancı şirketlerin dünyanın bütün ülkelerine gitmesiyle birlikte, harita üzerinde sarsıntı geçirmeyen devlet kalmamış, elektronik devriminin getirmiş olduğu yapısal değişimin sağladığı kolaylıklar da, bu doğrultuda kullanılmaya başlanınca bütün ulus devletler dışa kapalı adacıklar konumundan hızla uzaklaşarak evrensel alanın yeni aktörleri durumuna gelmişlerdir. Uzaya yönelen teknolojik gelişmeler beraberinde uydu sistemi ile dünyanın izlenmesini ve yönlendirilmesini gündeme getirmiş ve bu gibi yeni olanaklar da küreselleşme doğrultusunda kullanılmaya başlanınca Asya ve Afrika kıtalarındaki en geri ülkeler bile dışa açılma rüzgarından kendilerini kurtaramamışlardır. Ülkelerin milli şirketleri dışa açılırken önceliği komşu ülkelere vermişler ve bu yönelimin giderek ağırlık kazanmasıyla birlikte de, komşu ülkeler arasında bir bölgesel ekonomik yapılanma arayışı kendiliğinden öne çıkmıştır. Özellikle komşu ülkelere öncelik veren ticaret anlayışı, diğer kıta ve bölgelere gitmenin getirdiği riskler nedeniyle, daha da önem kazanarak serbest ticaret ortamında ve piyasa koşullarında etkin olmaya başlamıştır. Üçüncü dünya ülkelerindeki devlet ağırlıklı ekonomik yapılardan kurtulmak kolay olmamış, uzun süre devletler kendi ülkelerinin ekonomisinin yönlendirilmesinde etkili olurken, küreselleşme akımı bu duruma son vermek üzere yola çıkmış ve geri kalmış ülkelerin yenidünya düzeni içerisinde piyasa ekonomisi çerçevesinde yer almasının önünü açmıştır.
         Uzun yıllar boyunca devletin yönettiği ekonomilerin pasifliği ortadan kaldırılırken, serbest piyasa ekonomisi olgusu her yerde halk kitlelerine empoze edilmeye çalışılmış ve bu yoldan küresel ekonominin ilk adımları dünya kıtaları üzerinde atılmaya başlanmıştır. Ne var ki, batı kapitalizminin ileri düzeydeki zengin ülkeleri, küresel dönemi kendileri açısından yeni bir emperyalizm aşaması olarak gördükleri için dünyanın her ülkesine gitmişler ve uluslararası piyasalardaki üstünlüklerini pekiştirerek, yeni yetme üçüncü dünya şirketlerine fırsat vermemişlerdir. Küresel ekonomi dönemi çeyrek asırlık bir zaman dilimini geride bırakırken, geçmişten gelen güçlü batılı şirketler dünya piyasalarında tam anlamıyla üstünlük sağlayarak, ortalığı boş bırakmamışlar ama üçüncü dünya ülkeleri üzerinden dış piyasalara açılmaya çalışan ulusal şirketlere fazla fırsat tanımamışlardır. Büyük balığın küçük balıkları yediği küresel piyasalarda rekabet düzeninde birkaç yüz yıllık batılı dev şirketler ve tröstler, serbest piyasa ekonomisinin hem fırsatlarını hem de nimetlerini kendi tekellerinde toplayarak pupa yelken bütün dünyayı kucaklama yolunda emin adımlar ile ilerlerlerken, serbest piyasanın özgürlüklerine kanarak dışa açılan üçüncü dünya ülkelerinin şirketleri bir süre sonra rekabet etme şansını yitirerek, ya iflas etme noktasına gelmişler ya da aynı alanda çalışan büyük şirketler tarafından satın alınarak piyasadan çekilmeye zorlanmışlardır. Böylece, batılı kapitalistlerin bütün dünyaya yaymış olduğu bir yalan propaganda daha iflas etme durumuna gelmiştir. Devletçi ekonomilere karşı ısrarlı bir biçimde savunulan serbest piyasa ekonomisinin öyle göründüğü gibi özgürlükçü olmadığı, aksine perde arkasından dünyadaki olaylara yön vermekte usta olan batılı tekellerin, istediği gibi hareket ederek harita üzerindeki bütün devletlerin hem doğal kaynaklarına el koyduklarını hem de iç piyasaları ele geçirerek, küresel ekonominin istekleri doğrultusunda uzaktan kumandalı bir yönlendirme girişimine bütün dünya ülkelerin alet ettiklerini açıkça ortaya koymuştur.
         Dışa açılma masalları ve dış ticaretin nimetleri kandırmacaları ile dünya piyasalarına yönlendirilen üçüncü dünya ülkelerinin şirketleri, bir süre sonra piyasanın vahşi kapitalist sistemine ayak uyduramadıklarını görmüşler ve bu duruma çare aramaya başladıkları aşamada birleşerek dernekler kurmuşlar ve dernek çatısı altında meydana getirdikleri ekonomik dayanışma çabaları ile serbest piyasa ekonomisi içinde yola devam edebilmenin arayışı içerisinde olmuşlar ama bir türlü istedikleri gibi bir güçlü yapılanmayı batılı kapitalist şirketlere karşı yaratamadıkları için, zamanla piyasadan çekilmek zorunda kalmışlardır. Batı ülkelerinde kapitalist sistemin gelişmesi sırasında yaşanan acımasız vahşi kapitalist çatışmaların yeni benzerleri uluslar arası piyasalarda batılı dev firmalar ile, yeni yetme üçüncü dünya şirketleri arasında yaşanmaya başlanmıştır. Küreselleşme dönemi çeyrek asırlık bir zaman dilimini geride bırakırken, nelerin olamayacağı iyice ortaya çıkmış ve bu aşamadan sonra da nelerin olabileceği konusundaki arayışlar, daha gerçekçi temele dayanan bir doğrultuda sürdürülmüştür. Küresel palavraların ortaya koyduğu gibi serbest piyasa ekonomisi üzerinden bir cennet düzeni insanlığın bütünü için hiçbir zaman söz konusu olmamış, aksine geçen asırlarda batı ülkelerinde yaşanmış olan vahşi kapitalistleşme olgusunun yeni versiyonları bütün Asya ve Afrika ülkelerinde zamanla yaşanmaya başlanmıştır. Yüzme bilmeyenlerin ilk gördükleri suya dalarak boğulmalarına benzer bir doğrultuda, yeni kurulan milli şirketlerin dış pazarlara açılarak yenidünya düzeni içerisinde yer alma arayışları, sonunda iflas ya da daha büyük firmalar tarafından satın alınarak tasfiye edilme gibi olumsuz sonuçlar ile karşılaşmıştır. Küçük ve orta boy devletlerin gücü kendi şirketlerini uluslararası piyasalarda destekleme konusunda pek de yeterli olamayınca, üçüncü dünya ülkeleri için yeni bir kaybetme senaryosu takır takır küreselleşme aşamasında yaşanmıştır. Çeyrek asırlık bir küresel ekonomi deneyimi, zenginleri daha zengin ederek, yoksulları daha yoksul yaparak, daha haksız bir düzen ve daha fazla ezilen halk yığınları ortaya çıkarmıştır.
         Küreselleşme döneminde batılı zengin ülkeler ile rekabet edemeyen, girişilen serbest piyasa ekonomisi koşullarındaki yarışları kaybeden Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde finans kapitalin emrindeki uluslararası tröstlerin daha güçlenerek bir küresel faşizme yönelmeleri dikkate alınarak toptan bir yeniden değerlendirme dönemine girilmiştir. Özellikle, son yıllarda dünyanın çeşitli kıtalarındaki ülkeler bir araya gelerek yeni dönemde neler yapabileceklerini tartışmaya başlamışlar, bölgesel ya da evrensel bir dayanışma düzeni olmadan batılı emperyalist dev kuruluşlar ile baş edebilmenin mümkün olmadığı konusunda yavaş yavaş bir fikir birlikteliği sağlanmaya başlanmıştır. Küçük ülkeler bulundukları bölgelerdeki komşuları ile bir araya gelerek kendilerini koruyabilecek bir bölgesel dayanışma arayışı içerisine girerlerken, orta boy ülkeler bulundukları bölgelere hapis olup yerelleşmeye sürüklenmemek için, diğer orta boy ülkeler ile çeşitli platformlarda bir araya gelerek büyük ülkelere ve onların dev firmalarına karşı kendileri için koruma sağlayabilecek bir alternatif küreselleşmenin arayışı içine girmişlerdir. Bazı orta boy devletler kendi bölgelerinde kendilerini merkez yapabilecek ya da büyütebilecek yapılanmalara yönelmeyi kendi ulusal çıkarları açısından daha uygun bulabilmektedirler. Bu gibi girişimlerin sonucunda, evrensel alandaki batılı bir küresel kapitalistleşmeye karşı yeni bir alternatif olarak gündeme gelen bölgeselleşme girişimleri gündeme gelebilmektedir. Özellikle, batı emperyalizminin küreselleşme görünümü altında büyük bir saldırıya geçtiği Asya, Afrika ve Latin Amerika kıtalarındaki ülkeler bulundukları bölgelerde dışarıdan gelebilecek ekonomik saldırı ve baskılara karşı, bölgesel dayanışma düzeni içine girerek komşuları ile kardeşçe birlikte yaşama düzeni oluşturmaya doğru kendiliğinden bir yönelişe geçtikleri anlaşılmaktadır. Küçük ve orta boy devletlerin küresel girişimler ile ekonomilerinin ellerinden alınmasıyla, ciddi bir tehlike altına giren, var olma ve yok olma çizgisinde çırpınan bir olumsuz durumdan kurtulabilmeleri için bölgeselleşme bir kurtarıcı olarak devreye girmiştir.
         Bölgeselleşme oluşumunda Latin Amerika devletlerinin diğer kıtalara oranla daha ileri bir düzeyde oldukları görülmektedir. Batı kapitalizminin küresel emperyalizme soyunması karşısında Latin Amerika ülkeleri ciddi bir dayanışma içerisine girmişler, MERCOSUR gibi bölgesel ekonomik dayanışma örgütleri oluşturarak, uluslararası finans kapitale teslim olmaktan kurtulmaya çaba göstermişlerdir. Ayrıca, bu kıtada Chavez, Lula ve Morales gibi ulusal bağımsızlıkçı siyasal önderlerin öncülüğünde, Dünya bankasına alternatif olarak, Güney’in Bankası adı altında bir üçüncü dünya ekonomik yapılanması gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, Amerikan emperyalizminin Kuzey Atlantik ittifakı olan NATO örgütünü emperyalist amaçlı kullanmasına karşı da, bir Güney Atlantik ittifakı olarak SATO isimli yeni bir güvenlik kuruluşu karşı denge olarak devreye sokulmaya çalışılmıştır. Latin Amerika ülkeleri Brezilya ve Venezulella’nın öncülüğünde ABD emperyalizminden yakasını kurtarmaya çalışırken, Amerika Birleşik Devletleri de Kanada ile Meksika’yı yanına alarak NAFTA adı altında bir Kuzey Amerika birliğini oluşturmaya çalışmış ve böylece bir Latin ülkesi olan Meksika’yı yanına alarak, güney Amerika kıtasındaki Latin dünyasına karşı kullanabilmenin çabası içerisinde olmuştur. Benzeri çalışmaları Afrika Kongresi öncülüğünde Afrika Birliği örgütlenmesine giden Afrika ülkeleri de göstermiş ama böylesine bir birliğin emperyalistlere karşı kurulmasının öncüsü olan Libya lideri Kaddafi öldürülerek Afrika Birliği oluşumu önlenmek istenmiştir. Benzeri girişimleri Asya kıtasında Çin ve Rusya’nın öncülüğünde de görmek mümkün olmuştur. Çin kendi öncülüğünde bir Şangay İşbirliği örgütlenmesine giderken, Rusya’da eski Sovyet ülkelerini içine almayı hedefleyen yeni bir Avrasya Birliği oluşumunu gene batı merkezli küresel emperyalizme karşı örgütlemeye kalkışmıştır. Asya, Afrika ve Latin Amerika kıtalarında batı emperyalizminin küresel saldırılarına karşı bölgeselleşmeye yönelirken, batı emperyalizminin bir uzantısı olarak öne çıkan Avrupa Birliği oluşumunun üye devletlerin emperyal politikaları yüzünden durma noktasına geldiği görülmüştür.
         Dünyanın her kıtasında bölgeselleşme eğilimleri öne çıkarken, eski adı ile Orta Doğu denilen, merkezi coğrafya da böylesine bir oluşumun herhangi bir izine rastlanmamaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun çökertilmesi sonrasında bölgeye gelen İngiltere ile ikinci dünya savaşı sonrasında merkezde yapılanmaya yönelen ABD ve İsrail ikilisi de bu coğrafya da eskisi gibi bir Arap, Türk ya da İslam Birliğine, bölgeselleşme süreci doğrultusunda izin vermemektedir. İngiltere Yakın Doğu Konfederasyonu planı ile bölgeye gelirken, ABD yarım yüzyıl sonra Büyük Orta Doğu projesi ile öne çıkmış, ABD’yi Federal Rezerv üzerinden yöneten Siyonist lobiler büyük İsrail İmparatorluğu arayışını merkezi coğrafyaya dayatırken, bir anlamda kendi çıkarları için düşündükleri küresel emperyalizmin alternatifi olarak onlarda bölgeselleşmeye kalkışmaktadırlar. Kutsal kitaplar siyasal amaçlı olarak kullanılırken, din siyasal alanda öne çıkarılarak halk kitlelerinin önü kesilmeye çalışılmaktadır. Merkezi coğrafyada var olan bölge devletlerinin bir Merkezi Devletler Birliği oluşturarak, Atlantik güçleri ile Siyonizm’in bölge devletlerini ve halklarını dışlayan bir bölgeselleşme modelini ortaya koymalarına, Türkler, Araplar ve Farslar karşı çıkmakta, buna tepki olarak da belgenin alt kimlikli gruplarını emperyalizm bölge devletlerini parçalama doğrultusunda kullanarak, bölge merkezli yapılanmada kendi modellerinin önünü açmaya çalışmaktadırlar. Küreselleşme dönemi sona ererken, dünyanın her kıtasında kendiliğinden bölgeselleşme modelleri öne çıkmaktadır. Ne var ki, merkezi coğrafyadaki ülkelerin bir Merkezi Devletler Birliği’ni Avrupa Birliği gibi oluşturarak,  öne çıkmalarına, ne Atlantik emperyalizmi ne de İsrail Siyonizm’i izin vermemektedir. Bu yüzden dünyanın her kıtasında bölgeselleşme yaşanırken, merkezi alanda buna eski patronlar izin vermemekte, merkezi devletlerin birleşmesiyle meydana gelebilecek bir Merkez Birliğini önleme doğrultusunda, etnik ve dinsel grupları kışkırtarak savaş sürecini kutsal topraklara dayatmaktadırlar. Dünyanın her kıtasındaki ülkelerin bölgeselleşme hakkı olduğu gibi, merkezi coğrafya halklarının ve devletlerinin de bölgeselleşme hakkı vardır ve bunu önlemeye yönelik savaş senaryolarına Türkiye, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Gürcistan bir araya gelerek karşı çıkmak durumundadırlar. Küresel patronlara karşı bölgesel işbirliği öncelikle sağlanmalıdır. Her devlet bölgeselleşme sürecini kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirebilirken, böylesine bir hakkı merkezi devletlere tanımamak gibi haksız bir girişime izin verilemez. Alt kimlikli etnik gruplar da emperyalizmin bölgesel çıkar senaryolarına alet olarak, yaşadıkları ülkelerin devletlerine karşı çatışma senaryolarında kullanılmamaya bölge barışı açısından dikkat etmek zorundadırlar. Dünya kıtalarında yer alan her bölgenin ülkeleri bir araya gelerek, emperyalizme karşı ciddi bir dayanışma senaryosuna yönelirken, böylesine bir hakkı Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu ile Orta Asya bölgelerinde yer alan devletlere tanımamak düşünülemez.
         Küreselleşme gibi bölgeselleşme de uluslararası bir olgudur. Haritada yer alan bütün devletler, küreselleşmenin bittiği, bunun yerini bölgeselleşmenin aldığı bir aşamada dünyaya yeniden bakarak değişen jeopolitik dengeler doğrultusunda, kendi çıkarlarını dikkate alan ve koruyan yeni bölgesel dayanışma ve birleşerek güvenlik sağlama eğilimleri içinde olacaklardır. Küçük devletlerin büyük devletleri parçalamaya hiçbir zaman hakkı yoktur. Emperyal devletlerin de şimdiye kadar sürdürdükleri sömürü düzenini, sonsuza kadar dünyanın başına bela etmeye hiçbir zaman hakları bulunmamaktadır. Avrupa devletlerinin birleşerek bir Avrupa Birliği kurma hakkı varsa, bütün dünya ülkelerinin de komşuları ile dışarıdan gelen emperyalist saldırılara karşı bir araya gelerek, kendilerini koruma ve emperyal merkezli terör ve savaş senaryolarına karşı ortak bir savunma düzeni oluşturmaya, doğal olarak hakları bulunmaktadır. Avrupa Birliği oluşumu bir siyasal gerçek ise, dünyanın orta bölgesinde yer alan devletlerin de Merkezi Devletler Birliğini kurarak üçüncü dünya savaşı senaryolarını ve bu bölgeye dışarıdan müdahale edilmesi girişimlerini önleme hakları bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler çatısı altında oluşturulan uluslar arası hukuk da , dünya barışının korunabilmesi açısından böylesine bir bölgeselleşmeyi ve bölgesel güvenlik örgütü oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. Merkezi coğrafya devletleri ancak bu yoldan doğal kaynaklarını ve iç pazarlarını dışa karşı koruyabilecek ve komşuları ile dayanışma içinde güvenlik üreterek dünya barışına katkı sağlayabilecektir. Küresel sermayenin satın aldığı medya organları ile gene küresel sermayenin finanse ettiği siyasal kadrolar ile örgütlerin de, bu gerçekleri görerek kendi ülkelerinin ve halklarının ulusal çıkarları doğrultusunda emperyalizmin taşeronluğundan bir an önce kurtulmaları gerekmektedir. İnsanlığın geleceğinde artık küreselleşme eğilimleri değil ama savunmacı bölgeselleşme süreci etkili olacaktır. Artık bu aşamadan sonra, hiç kimsenin eskisi gibi küreselleşme politikalarını dünya devletlerine ve halklarına dayatmaları mümkün değildir. Bundan sonra, her ülkenin öncelikle kendi bölgesine bakarak ve komşuları ile birlikte yaşamak üzere, daha farklı bir bölgeselleşme sürecine kendi varlığını koruma doğrultusunda yönelmesi kaçınılmazdır. Finans kapitalin küreselci patronları da bu dünyanın değişen koşullarında bölgeselleşme gerçeğini kabul etmek durumundadırlar. Terör, savaş ve iç çatışmalar kışkırtma yolu ile, kapitalizmin küresel imparatorluğunun kurulamayacağı artık kesinlik kazanmıştır. Küreselleşme bitmiştir ve bölgeselleşme başlamıştır. Herkes bu gerçeğe göre hareket etmek zorundadır. Aksi durumda davrananlar, finans kapitalin küresel sömürge imparatorluğunun taşeronluğu doğrultusunda hareket ederek, kendi uluslarının ve devletlerinin çıkarlarına aykırı davranan ya da karşı çıkan bir ihanet çizgisinde olacaklardır. Bu aşamadan sonra, ortaya çıkan bölgeselleşme örnekleri gerçeklik kazandığı için, hiç kimse küreselleşme eğilimleri ile bölgeselleşme olgusunu ortadan kaldıramaz.

30 Temmuz 2014 Çarşamba

TENGRİ INANCI - GÖKTANRI


Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında yaşayan atalarımızın inancı, Gök Tanrı = Kök Tengri inancıdır. Eski Türkçede Tanrı sözcüğü Tengri biçiminde söylenirdi (ayrıca Tengri sözcüğü, gök anlamına da gelirdi). Eskiden Kök olarak söylenen gök sözcüğünün ise Eski Türkçe’de üç anlamı vardı: Biri bugünkü kullandığımız anlamı ile gök, gökyüzü; biri, yine bugünkü kullandığımız anlamı ile mavi renk; biri de, bugün kullanmadığımız anlamı ile ulu, yüce, kutsal. İşte Kök Tengri/Gök Tanrı deyiminde geçen kök/gök sözünün taşıdığı anlam ulu, yüce, kutsaldır. Buna bağlı olarak da, Kök Tengri/Gök Tanrı deyimi Ulu Tanrı, Yüce Tanrı anlamlarına gelir. Söz konusu olan tek bir yaratıcı Tanrı ve bu tek Tanrı’ya yapılan saygı dolu bir sesleniştir.
Tengricilik bugünkü panteizm yani Evrentanrı inancı tabanlıdır.
Köklütengri yani kökümüz olan bütün, şeklinde yaklaşılır. Buradaki kök, zamanla gök kelimesine dönüşen gökyüzü-uzay-kozmos kombinasyonudur.
Göğün ve yerin toplam yedi kat olduğuna (bir yerden tanıdık geldi mi?) inanılan bu din kitaplı dinlerden değildir; Şamanizm etkileri görülür fakat Şamanizm’den önemli ayrılıkları da vardır.
Tengriciliğin esaslarına bakarsak:
Umay, Erlik Han, ve  Ülgen, köktengri’nin özel melekleri olarak  kabul edilebilir.
Tengricilikte , doğaya çok önem verilir. Doğada bir dengenin olduğuna, bu dengenin değiştirilmesi durumunda insanların ve diğer canlıların zarar göreceklerine inanılır.
Tengricilikte, hayvanların ve bitkilerin ve doğadaki tüm varlıkların birer ruhu olduğuna inanılır.
Bazı dağlara, ormanlara ve ırmaklara kutsal değerler yüklenir. Örneğin Tanrı dağlarının kutsal olduğu inancından dolayı Türk büyüklerinin ölümünden sonra mekanının Tanrı Dağları olması için dua edilir.
Tengricilikte erkeğin toplumdaki statüsü kadınınkinden üstün değildir.
Güneş, ay, ateş ve su, Tengri’nin gücünün sembolleridir. İnsanların gök’e dua ederek elde ettiklerine inandıkları buyan adlı enerji, güneşin göğün neresinde durduğuna bağlı olarak değişir. en fazla buyanın yeni ay ve dolunayda elde edilebildiğine inanılır.
Senenin en uzun gününün yaşandığı ve gündüz ile gecenin eşit olduğu günler, en önemli bayramlardır. Yılbaşı, 21 Aralık’tan sonra gelen ilk yeni ayda, Kızıl Güneş Bayramı 21 Haziran’dan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır.
Eski Türklerin kendi öz inançları, tek tanrıcılığa dayanır. Tarihin hiçbir döneminde Türklerin öz dininde birden çok Tanrı olmamıştır. Bugüne değin yapılan arkeolojik araştırmalar da bunu desteklemektedir. Eski Türklerden kalan arkeolojik buluntularda tanrı yontularına ve putlara rastlanmamıştır. Tabii ki, inanç değiştirip de başka inançlara geçen ve Eski Türklerin budunsal(milli) inancı olan Gök Tanrı inancından ayrılanlardan kalan put ve tanrı yontuları konu dışıdır. Çünkü bu ürünler, Gök Tanrı inancının kapsamı dışında oluşturulmuş nesnelerdir. Putçulukta putların, temsil ettikleri varlıkların manevi gücü ile dolu olduklarına inanılır; ama, Eski Türklerde manevi gücün biricik kaynağı Tanrı’dır. Eski Türkler, tüm evreni içeren tek ve ulu yaratıcı Gök Tanrı’nın yontusunu hiçbir zaman yapmamışlardır.
Konuya dilbilim açısından bakarsak da aynı sonuca ulaşırız. Eski Türklerden kalmış yazılı eserlerde, Tengri/Tanrı kelimesinin çoğul ekinin getirilmeden hep tekil biçimde kullanıldığı görülür. Çünkü, Eski Türk düşüncesinde Tanrı tektir ve birden çok Tanrı olduğu düşünülemez; buna bağlı olarak da Tanrı’lar/Tengri’ler kelimeleri Türk kültüründe yer almamıştır.
Yüce Ruh olarak da anılan Tengri’nin yardımcısı olan 3 büyük ruh vardır. Bunlar Umay, Ülgen ve Erlik’tir.
Konuya tarihi ve yaşanmış bir kanıt olarak İbn-i Fadlan’ın anlattıkları gösterilebilir. İbn-i Fadlan 10. yüzyılda Oğuz Türklerini halifenin elçisi sıfatıyla ziyaret eder. Daha o zaman Türkler Müslüman değildi. İbn-i Fadlan’ın anlattığına göre, o çağlarda Türkler haksızlığa uğradıklarında ya da bir zorlukla karşılaştıklarında başlarını yukarı kaldırıp Bir Tengri demektedirler. İlginçtir ki aynı gelenek bugün de sürmektedir. Bugün de Türkler haksızlığa uğradıklarında benzer biçimde, “Yukarıda Allah Var” derler. Ayrıca Ebu Dülef’de (10. yüzyıl) Oğuzlarda put bulunmadığını kaydetmektedir. 13. yüzyıl Uygur Türkleri de Tanrı’nın, insan ya da başka herhangi bir varlık biçiminde tasvir edilemeyeceğini söylemekte idiler. Bunlardan dolayı, Eski ve milli Türk inancında putçuluk yer almamış, putları korumaya yönelik tapınaklar da yapılmamıştır.
Gök Tanrı’nın özelliklerinden söz etmek gerekirse şunlar söylenebilir: Öncelikle tektir, eşi ve benzeri yoktur. Yaratıcıdır; bilinen ve bilinmeyen her şeyi O yaratmıştır. Savaşlarda Tanrı’nın iradesi ile zafere ulaşılır. Buyurur, iradesine uymayanları cezalandırır. İnsanlara kut ve ülüg (kısmet) bağışlar ama bunları layık olmayanlardan geri alır. Canlılara yaşam verir. Ölüm onun iradesine bağlıdır. Varlıklara yaşam verdiği gibi, dilediğinde de onu geri alır.
Geç devirlerde Türkler arasında yayılan şamanlık Türklerin Gök Tanrı inancına dokunamamıştır. Şamanizm hakkında araştırmaları bulunan M. Eliade, Ulu Tanrı söz konusu olduğunda şamanlığın adeta sırıttığını söyler. Yakut Türkleri’nde Gök Tanrı kavramının karşılığı olan Tangara Kayra Han ile şaman pek meşgul olmaz. Zaten şamanlık, Eski Türklerin dini değildir. Türkoloji ile ilgili araştırmaların Altay Türkleri arasında başlamasından ve Altay Türkleri’nin de şaman olmasından dolayı şamanlık, Türklerin eski ve esas dini sayılmıştır ama Altay Türkleri’nin yoğun dış etkiler yaşadığı ve Eski Türklerde şamanizmin bir din inancı olarak yer almadığı göz ardı edilmektedir. Gök Tanrı inancının esasları, eski Çin ve başka kayıtlardan, Orhun Yazıtları ile öteki Eski Türkçe belgelerden az çok belirlenebilmektedir. Büyük Hun İmparatorluğu Kağanı Oğuz Han (Mete), M.Ö. 176 yılında Çin imparatoruna göndermiş olduğu mektubunda kendisini tahta Gök Tanrı’nın çıkardığını, zaferlerini Gök Tanrı’nın yardımıyla kazandığını belirtmektedir. Yine Büyük Hun İmparatorluğu kağanlarından olan Künçin (M.Ö. 160-126), M.Ö. 133′te Çin imparatorunun Ma-i’de kendisine hazırladığı tuzaktan kurtulunca Tanrı takdir buyurduğu için kendini koruyabildiğini söylemiş, bir başka başarısının ardından da Başarısının Tanrı’nın işi olduğunu belirtmiştir. 328 yılında başka bir Türk hükümdarı kazandığı zafer üzerine kollarını göğe kaldırarak Ey Gök Tanrı, Sana şükürler olsun diyerek Tanrı’ya şükretmiştir. Batı Avar Kağanı da, Bizans ile yaptığı bir antlaşmada Gök Tanrı adına and içmiştir. Göktürklerin savaştan önce zafer için Tanrı’ya dua ettiklerini belirten Çin kaynaklarına göre, Tardu Kağan 590 yılında bir savaştan önce atından inerek Tanrı’ya yakarmıştır.
Göktürklerden kalan Orhun Anıtlarına göre Tanrı, evrenin ilk nedenidir, yani yaratıcısıdır. Göktürklerin bir kağanlık kurması O’nun isteği ile olmuş, Türk milletine kağanını O vermiştir. Yani, yazıtlara göre Tanrı, Türk milletinin yaşamı ile yakından ilgilenmektedir.
Türklerde Gök Tanrı’nın çok eski çağlardan beri tek bir ulu varlığı temsil ettiğine dair birçok kanıt vardır. Tanrı, Eski Türklerde manevi tek büyük kudret idi. Bizanslı tarihçi Simokattes, Göktürklerin yir-sub’lara (yer-su’lar; ırmak, dağ, orman vb doğa varlıkları) saygı gösterdiklerini ama yalnızca yerin göğün yaratıcısı bildikleri tek bir Tanrı’ya taptıklarını bildirmektedir. 790 yıllarında Tiflis’li St. Abo, Hazar Türkleri’nin tek bir yaratıcı Tanrı tanıdıklarını söylemiştir. Yine Hazar İmparatorluğu’nun kağanı, Hıristiyanların teslis’e (Tanrı’yı üçleme) inanmalarına karşın kendilerinin tek bir Tanrı’ya inandıklarını kaydetmiştir.
Tanrı sözcüğü, bütün Türk şive ve lehçelerinde ortak olarak vardır. Türkçe’nin temel sözcüklerindendir. M.Ö.’ki Çin yıllığı Shi-ki’de, Büyük Hun İmparatorluğu Kağanı Oğuz Han (Mete) nedeni ile anılan Türkçe Tengri/Tanrı sözcüğü Çince’ye T’ien olarak geçmiştir (Çinliler, Orta Asya’daki Tanrı Dağları’na bu yüzden T’ien-Şan derler). En aşağı 2500 yıllık bir geçmişi olan öz Türkçe Tanrı kelimesi, Moğolca ile birlikte kimi Asya dillerine de yerleşmiştir. Ayrıca Eski Sümer dilinde Tanrı kavramının karşılığı olarak kullanılan Dingir/Tingir sözcüğünün de Tengri sözcüğü ile bağlantısı olmalıdır.
Eski Türklerde Gök Tanrı’ya kurban olarak hayvan kesilirdi. Kurban olarak koç ve aygır geçerliydi. Türklerde insan kurban etme gibi vahşi uygulamalar bulunmadığı gibi, egemen oldukları yerlerde de bu gelenekleri kaldırmağa çalışmışlardır. En makbul kurban olan at kemiklerine Eski Türk mezarlarında sıkça rastlanır.
Hiçbir kam, ritüel Gök Baba’ya, Toprak Ana’ya ve atalara atfetmeden başlamaz. Tengri’nin varlığı, günlük faaliyetlerde evrenin dengesiyle kişisel yaşamın ilintili oluşu açışında hep anılır. Yeni bir şişe içki açıldığında, üsten bir kısım alınıp bir kaba konulur, sonra da dışarıya çıkarılarak Gök Baba’ya, Toprak Ana’ya ve atalara sunulur. Tsatsah olarak bilinen bu ritüel, Moğolistan ve Sibirya dininde hâlâ önemli bir yer işgal eder. Ev hanımları ayrıca aynı şekilde süt ve çay sunarlar, ger ‘in etrafında yürürler ve sıvıyı üç kez dört yöne serperler.
Tengri’nin kaderi tayin etmekteki rolü günlük konuşmalarda (mogol.) Tengeriin boşig (Gök’ün taktiri) gibi sözlerle sürekli anılır. Kadınların, mutfağı ve mutfak eşyalarını temiz tutmaları tembih edilir, çünkü onların kirlenmesine meydan vermek Tengri’ye hakaret addedilir. Bayramlarda ve dağ ruhlarına kurban verildiğinde Tengri’ye adaklar verilir ve dua edilir. Ayrıca kişiye özel bir ritüel olarak acil durumlarda Tengri’ye yapılan özel bir kurban vardır. Yağmur yapma ritüelleri doğrudan Tengri’ye hitap etmektedir ve Tengri ile dağ ruhlarına adanmış Obalarda gerçekleşir. Herkesin Tengri’ye yardım için başvurma hakkı vardır, ancak bir felaket veya güçlü bir ruhun müdahalesiyle denge bozulmuşsa, hastasının Tengri ile bağlantısını veya evrendeki dengeyi tekrar tesis etmek üzere şaman, ruhların gücünü kullanır.
Tengricilik, İslamiyet’in kabulüyle birlikte yok edilmeye çalışılan öz inanç sistemimizdir. Yaptığım araştırmalar sonucu ulaştığım şahsi kanaatim, ilahi dinlerin bile tengricilik üzerine inşa edildiği yönündedir.
Tengricilik çoğunlukla “Şamanizm” ile karıştırılır. Hatta tarih kitaplarında, ansiklopedilerde çeşitli bilgi kaynaklarında Kök Tengri inancı şamanizm ile eş anlamlı olarak kullanılır. Bunun rastgele bir hata olmadığı, bilinçli bir şekilde Tengriizm’in yanlış öğrenilmesi, benimsenmesinin zorlaştırılması gibi amaçlarla yapıldığı barizdir. Esasen Şamanizm de itici/kötü bir inanış değil oldukça akla yatkın, mantıklı, mükemmel bir inanıştır ancak Şamanizm Türklerin öz inanışı değildir. Konuyla ilgili ayrıntılar “Şamanizm” bölümünde ele alınmıştır.
Yapılması gereken tek şey nedir biliyor musunuz? Gökten indiği (Gök tabirine dikkat, Türk inancının özü) dinin ögeleri/felsefesi ile Kök Tengri inancının ögeleri/felsefesini karşılaştırmak. Şayet bilimsel bir şekilde bu karşılaştırmayı yaparsanız hali hazırdaki ilahi dinlerin Şamanizm ve Tengriizm inançları temel alınarak oluşturulduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.
Türklerin ilk ortaya çıkışının M.Ö. 6000 yıllarına rastladığını düşünürseniz, yaklaşık 7000 yıl Köktengri inancı çerçevesinde yaşayıp hiçbir dönemde azıtmayan, sapıtmayan bir milletiz. Sadece bu durum bile Tengri inancının ne derece mükemmel/kusursuz bir inanış olduğunun apaçık göstergesidir.



24 Temmuz 2014 Perşembe

LOZAN’IN ÖNEMİ


Lozan Konferans’ına 12 ülke katıldı, ama “esas görüşme ve tartışmalar İngiltere’yle Türkiye arasında oldu”. Lord Curzon, karşısındakini eski Osmanlı Türkü sanıyordu. Ancak, yanıldığını çabuk anladı. “İlkelerini her şeyin üstünde tutan vatansever bir tutumla” karşılaştı. “Doğulularda böyle şey olmaz”, “Türkler nasıl bu hale geldi?” diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, “nedenini bir türlü anlayamadığı” değişimi, çözmeye çalışıyordu. Lozan’da ortaya çıkan “yeni Türk tipi”, ulusal hakların savunulmasında yüksek nitelikli bilinç ve direnç gösteriyor, oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar yapılıyor, The Times, “Acaba Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu?” diyordu.





Yalnız Türkiye

Vahdettin’in ülkeden kaçışından 3 gün sonra, 20 Kasım 1922’de, Lozan’da barış görüşmeleri başladı. Bir yanda, katılımcı olarak İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Romanya ve kısmî katılımcı-gözlemci olarak, ABD, Sırbistan; Sovyetler Birliği, Bulgaristan, Belçika, Portekiz; diğer yanda yalnızca Türkiye vardı.1 Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan devletler, hazırladıkları Sevr Anlaşması’nı TBMM hükümetine kabul ettirememişler; Anadolu’ya çıkartılan Yunanlıları yenen Türkler, Lozan’a, yenilgiyi kabul eden Almanya ve Avusturya’dan farklı olarak, yengi kazanmanın özgüveniyle gelmişlerdi.
İngiltere ve müttefikleri Konferans’a, Türkiye’yi hala, “Dünya Savaşı’nın yenik ülkesi” görerek ya da öyle görünerek gelmişti. Almanya ve Avusturya’ya Versailles‘da yapılanın benzeri, Lozan’da Türkiye’ye yapılacak ve Küçük Asya’daki Batı çıkarları, korunacaktı. Ortadoğu’ya verilecek yeni biçim, uluslararası bir anlaşmayla meşrulaştırılacak, Osmanlı İmparatorluğundaki ayrıcalık (imtiyaz) haklarının korunması koşuluyla, Yeni Türkiye’nin sınırları belirlenecekti.

Batının Umduğu

Türkiye’yi Osmanlı İmparatorluğu’nun küçülmüş devamı, Ankara yöneticilerini de Babıâli bürokratları sanıyorlardı. Müttefik kurullar üzerindeki etkisi açıkça görülen Lord Curzon, İsmet Paşa’yı, “Hindistan’daki uyruklarından biri”2 gibi görüyor, Fransız temsilcisi Bompard ona “eski bir Osmanlı sadrazamıymış gibi tepeden bakıyordu”3
Sınırlar, askeri eyleme bağlı olarak büyük oranda belirginleştiği için fazla zaman almayacak, “ekonomik bilinçten yoksun Türklere”, geçmişten gelen ticari ve hukuki ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) yenileriyle birlikte kolayca kabul ettirilecekti. Eski düzen yeni koşullarla sürdürülecek, önemli bir dirençle karşılaşılmayacak, Konferans uzun sürmeyecekti. Müttefikler, İsviçre’nin Leman Gölü kıyısındaki gezimsel (turistik) kent Lozan’a bu düşüncelerle gelmişlerdi.
Türkiye’yi, İsmet (İnönü) Paşa, Dr.Rıza Nur ve Hasan (Saka) Bey’den oluşan kurul temsil edecekti.4 Kurul Başkanı İsmet Paşa, bu görevi, taşıdığı ağır sorumluluk nedeniyle istemeyerek kabul etmişti. Deneyimli bir asker olarak nasıl savaşılacağını iyi biliyor, ancak “Avrupa diplomasisi ve onun kurnaz şeflerinin sinsi silahlarıyla”5 başedecek diplomatik çatışmayı yeterince bilmiyordu.
Sağlık sorunları nedeniyle, “Almanya ve Avusturya’da geçirdiği birkaç hafta dışında”6 Avrupa’ya hiç gelmemişti. Komutanı Mustafa Kemal, görüşmelerin her aşamasıyla ve hemen her maddeyle bizzat ilgilenmekle birlikte, onu yabancısı olduğu bir alanda görevlendirmiş ve ülke geleceğini belirleme gibi ağır bir sorumlulukla Lozan’a göndermişti.

Temel Amaç; Ulusal Egemenlik

Mustafa Kemal, Vahdettin’in kaçtığı ve Lozan Konferansı’nın başladığı 1922 Kasım sonundan, Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923 Ekim sonuna dek geçen 11 ay içinde, tehlikeli belirsizlikler, siyasi mücadeleler ve çatışmalarla dolu gerilimli bir dönem geçirdi. İçerde, düzeysiz bir karşıtçılıkla (muhalefet) uğraşırken, dışarda silahla kazanılan zafer’in kalıcılaştırılması için çalıştı.
Ulusal egemenlik haklarını Avrupalılar’a kabul ettirmek için büyük bir mücadeleye girmişti. Kapitülasyonlar tümüyle kaldırılacak, Türkiye artık kendi kararını kendi veren, her yönüyle bağımsız ve özgür bir ülke olacaktı.
Bunlar, büyük devletlerin azgelişmiş ülke yöneticilerinde kesinlikle görmek istemedikleri nitelikler, sözünü bile duymak istemedikleri amaçlardı. Büyük bir dirençle karşılaşacağını biliyordu, ancak dirence dirençle karşılık vermeye kararlı ve hazırdı.
Amaca ulaşmak için, dayanılacak ana güç, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, ulusal birliği sağlamak ve bağımsızlığı seçeneği olmayan toplumsal amaç haline getirmekti. Dışa karşı güçlü olmayla içerde birliği sağlama arasındaki dolaysız ilişki, gerçekleştirilmesi güç ama başarılması zorunlu bir görev ortaya çıkarıyordu. Ulusal birliğe zarar veren karşıtlıklar giderilmeli, toplumun her kesimi aynı amaç çerçevesinde birleştirilmeliydi.
Yoğun bir çalışma ve her zaman olduğu gibi, ölçülü ama atak bir eylemlilik içine girdi. İçerdeki düzeysiz karşıtlıkla uğraşıp yeni devletin temelini atarken, 8 ay süren Lozan görüşmelerinin her aşamasıyla yakından ilgilendi, yurt içi çalışmalarını Lozan’daki gelişmelere göre düzenledi.
Lozan’da; onaylanacak, geri çevrilecek, değiştirilecek ya da yapılacak önerilere karar veriyor, görüşme taktikleri belirliyor ve Türk Kuruluna güç veren destek iletileri gönderiyordu.
Lozan gibi çok önemli bir konuda bile, bunlarla uğraşmıştı. Elindeki kadronun yetersizliğini bildiği için, her zaman yaptığı gibi, başarıya yönelen ve insan kazanmayı gözeten dengeli davranışını, sıradışı bir sabırla burada da sürdürdü. “Bir yana hak vererek öbür yanı susturma yoluna”7 gitmedi, her iki tarafı da kırmamaya çalıştı. Yansız ama gereğini yapan genel tutumunu sürdürdü.

Türkiye’ye Bakış

Müttefikler’in gözünde Türkiye, “Genel Savaş’ta yenilmiş ancak daha sonra Anadolu’ya çıkan Yunanlılar’ı yenmiş bir ülkeydi.” 8 Kendilerini, destekleyip kışkırttıkları Yunanlılardan ayrı tutmaya, her ne pahasına olursa olsun geleneksel istekleri olan kapitülasyon haklarını korumaya, hatta geliştirmeye çalışıyorlardı. Onlar için önemli olan adil bir barış değil, çıkarlarını koruyan bir barıştı.
Türkler, “atalarından gelen savaşçılıklarıyla”, Yunanlıları yenmeyi başarmışlardı ama ekonomiyle bütünleşen bir ulusal istenç (irade) onlardan beklenemezdi. “Sanayiden yoksun, parasız ve yoksul” bir ülke, “diplomasinin kaygan alanında”9 bu bilinci gösteremez, gösterse de uzun süre direnemezdi. Müttefiklerin Türkiye’ye ve onu temsil eden Delegeler Kurulu’na bakışı buydu.

“Yeni Türk Tipi”

Lozan Konferans’ına 12 ülke katıldı, ama “esas görüşme ve tartışmalar İngiltere’yle Türkiye arasında oldu.”10 İsmet Paşa’yı “en yüksek fiyatı koparmak için pazarlık yapan, sonunda verilen fiyata razı olan halı satıcısı”11 gibi gören Lord Curzon, karşısındakini eski Osmanlı Türkü sanıyordu. Ancak, yanıldığını çabuk anladı. “İlkelerini her şeyin üstünde tutan vatansever bir tutumla”12 karşılaştı. “Doğulularda böyle şey olmaz”, “Türkler nasıl bu hale geldi?” diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, “nedenini bir türlü anlayamadığı”13 değişimi, çözmeye çalışıyordu.
Lozan’da ortaya çıkan “yeni Türk tipi”14, ulusal hakların savunulmasında yüksek nitelikli bilinç ve direnç gösteriyor, oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar yapılıyor, The Times, “Acaba Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu?” diye soruyordu.15
İngiliz Delegeler Kurulu’ndan William Tyrrell, Lozan’da karşılaştığı “yeni Türkler” için şöyle söylüyordu: “İki çeşit Türk biliyorduk; biri eski Türk, ki öldü. Biri de Jön Türk, ki artık o da yok oldu. Şimdi onlardan çok başka bir tip görüyoruz. İsmet Paşa. O bizim için artık üçüncü Türk’ü canlandırıyor... Barışı bu Türkle imzalayacağız.”16

İsmet Paşanın Diplomatlığı

İsmet Paşa, kendisini, Konferans’a hemen ağırlığını koyan Lord Curzon’la eşit görüyor ve Türkiye’nin, “savaş galibi” İngiltere’yle eşdeğerde olduğunu gösteren davranışlarda bulunuyordu. “Biz buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geliyoruz” diyordu.17
Kendine özgü bir mücadele yöntemi vardı. “Ne denli önemsiz olursa olsun her noktayı tartışıyor”, çoğu kez, savaşlardaki top atışları nedeniyle, “kulaklarının iyi işitmediğini” söyleyerek kimi sözleri “duymuyordu!” “Önceden hazırladığı uzun konuşmalar yapıyor” durmadan “arkadaşlarına danışıyordu”. Sürekli olarak, Ankara’yı aramak için zaman istiyor, yanıtlarını hep “ilerdeki toplantılara” bırakıyordu.18
Ankara’ya gerçekten çok sık danışıyordu. Önceden saptadıkları hemen tüm önemli konuları, Mustafa Kemal’e soruyor, onun bildirimleri yönünde davranıyordu. Lozan’daki “Yeni Türk tipini” yaratan, Kurulda görev alanlar değil, Türkiye’nin Ankara’daki yeni önderiydi.
Barış için önceden saptadığı, “değiştirilemez koşulları”, Lozan’a İsmet Paşa aracılığıyla o iletiyordu. Kendilerini, dünyanın egemenleri gören büyük devlet yetkilileri, o güne dek görmedikleri, “alttan almayan”, “kafa tutan” özgüvenli davranışlarla karşılaşıyordu. Lord Curzon ve müttefikleri için rahatsız edici ana sorun, sömürge ve yarı sömürgelere yayılma olasılığı yüksek bir antiemperyalist istençle (irade) karşılaşmış olmalarıydı. Bu istencin arkasındaki güç, Mustafa Kemal’di. Fransız tarihçi Benoit Méchin, onun için, “tarihte çok az insan Mustafa Kemal gibi emperyalizme karşı durabilir” diyecektir.19
Mustafa Kemal’in isteği, çok basit ve anlaşılır bir şeydi: “Kan bedeli ödenerek” kurtarılan Türk topraklarında; kimseye karışmadan, kimseyi karıştırmadan, kendi geleceğine kendisi karar vererek barış ve bağımsızlık içinde yaşamak… Geçmişin yanlışlarına yeniden düşmek istemiyordu. “Fetih düşüncesi ona cihat düşüncesi kadar yabancıydı.”20
Ulusun gücünü aşan her türlü girişime, sonucu olmayan serüvenlere karşıydı. “Amaca ulaşmak için izleyeceğimiz yolu, duygularımızla değil aklımızla çizmeliyiz” diyordu.21 Türkiye’yi, geçmişte yaşadığı olumsuzluklardan ders alarak, “sağlam sınırlarla çevrili, uygar, merkezi ve bağımsız bir ulus” yapacaktı.22 Lozan, onun için, bu girişimi dünyaya kabul ettirecek, önemli bir ilk adımdı.
Lozan’da gerçekleştireceği işin; uluslararası boyutunu, ezilen ülkelerde ortaya çıkaracağı direnci, bu direncin büyük devletler için ne anlama geldiğini biliyordu. Bu güç işi başarmak için, sonuna dek gidecekti. Ezilen uluslara çağrılar yapıyor ve “Türkler artık kendilerini ezdirmeyecektir. Türklerin yapacaklarını örnek alın. Dünya, o zaman daha iyi olacaktır” diyordu.23

İngiltere Güç Durumda

Lord Curzon ve müttefiklerinin, sömürge ve yarı sömürgelere örnek olacak yaygın bir bağımsızlık dönemi başlatacak Türk istemlerini kabul etmesi çok güç ve İngiltere için tehlikeli bir işti. Barış yapılmalı, ama koşulları Türklerin istediği gibi olmamalıydı.
Ancak, Ankara dayatıyor, geri adım atmıyordu. Ayrıca, Lozan’da sonuç alınamazsa, anlaşma dışı bırakılacak bir Türkiye, Sovyetler Birliği’ne daha çok yakınlaşabilir, bu da başka tür sakıncalı sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilirdi.
Türkiye’den, yeni bir savaşı göze alan açıklamalar geliyordu; oysa Avrupa’nın savaşacak gücü kalmamıştı. Karşılaşılan siyasi açmaz, dünya siyasetine yön vermeye alışkın büyük devlet yöneticilerini, şimdiye dek hiç yaşamadıkları bir çaresizlik içine sokmuştu. Çaresizlik, blöf politikasıyla aşılmaya çalışıldı. Ancak Ankara korkutmaya dayalı gerçek dışı girişimleri kavrayacak ve önlem geliştirecek bilinçli bir tutum sergiliyordu, blöfü gerçekle bastıracak yeteneğe sahipti.
İsmet Paşa’nın, “on yıl birden yaşlandım” dediği sekiz aylık Lozan süreci, “sinir sağlamlığı gerektiren” böyle bir ortamda yaşandı. Hukuki ve ticari ayrıcalıklar, Konferans’ın ana gündemi gibiydi. Avrupalılar ayrıcalıkların sürmesinde, Türkiye ise kaldırılmasında son derece kararlıydı ve bu iki yaklaşımın uzlaşma olasılığı yok gibi görünüyordu.
Lord Curzon, çaresizliğini o denli açık ediyordu ki, “üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu”’nun diplomatlığıyla ünlü bu Dışişleri Bakanı, “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa, kapitülasyon yerine başka bir sözcük kullanabiliriz” 24 gibi gülünç önerilerde bulunabiliyordu.




Curzon’un Çaresizliği

Türk isteklerine karşı başlangıçtaki alaycı yaklaşım, giderek saldırgan bir karşıtlığa dönüştü... Ulusal egemenlik ve bağımsızlık konularında gösterilen kararlılık, alaycılığın yerini kaygı ve korkunun almasına yol açmıştı. Öyle görülüyordu ki, Türkler ekonomik bağımsızlık konusunda, söylediklerinin bilincindeydiler ve bunları elde etmeden, herhangi bir belgeye imza atmayacaklardı.
Curzon, dizginleyemediği bir öfke ve çoğu kez “diplomatik nezakete uymayan” bir saldırganlık içine girmişti. ABD Delegasyonu’nda yer alan ve daha sonra Türkiye’de Büyükelçilik yapan Charles H.Sherrill’in anılarında aktardıkları, Curzon’un Lozan’daki ruh halini ortaya koymaktadır: “Curzon’un odasına gitmiştik. Bir anda Curzon göründü. Kızgın bir boğa gibi odaya girdi. Bizlere baktı ve parmağını havada dolandırarak aşağı yukarı yürümeye başladı. Durmadan ter döküyor ve içerdekilerin yüzlerine bakıyordu. Birden bağırdı: ‘Dört korkunç saatten beri oturumdayız. İsmet her sözümüze şu bayat ve adi sözcükle yanıt verdi’; ‘bağımsızlık ve ulusal egemenlik!’. Curzon’a, İsmet Paşa’nın hangi sorunda anlaşmazlık çıkardığını sordum. ‘Ekonomik ve hukuksal sorunda’ yanıtını verdi.. Herşey bitmişti. Curzon ızdırap ve korku içindeydi. İsmet Paşa’yla görüşmemizin yararlı olup olmayacağını sorduk; yeniden harekete geçmek istediğimizi söyledik. İsmet Paşa’yla bir saat kadar konuştuk. Korkunç derecede yorgun olduğu görünüyordu. Kendilerine önerilen ekonomik maddelerin, Türkiye’yi malî ve sınaî tutsaklığa sürükleyeceğini söylüyordu... Türkçe birkaç sözcük söyleyerek ayağa kalktı. Sonradan, aramızda bulunan ve Türkçe bilen Gillespie’den, ‘kalbim tıkanıyor’ dediğini öğrendik.”25

Görüşmeler Kesiliyor

Görüşmeler, 4 Şubat 1923’te kesildi. ABD delagasyonu, Konferans’ın kesilmesinin ana nedenini, Washington’a, “Türklerin, özel yargı hakları ve ekonomik imtiyazlara ait hükümlerde, her türlü uzlaşmayı reddetmeleridir” diye bildirmişti.26 Müttefikler, İsmet Paşa’nın, hiçbir biçimde ödün vermediği, “bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” direncinin arkasındaki ana gücün Mustafa Kemal olduğunu biliyor, ona büyük bir öfke ve düşmanlık duyuyorlardı. Amerikalı Senatör Upshow’un 1927 yılında Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşma, günümüze dek gelen Mustafa Kemal karşıtlığının ortak ifadesi gibiydi: “Lozan Antlaşması, Timurlenk kadar hunhar, müthiş İvan kadar sefil ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze bir diktatörün, zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde Türk zaferi dediler.”27
Görüşmelerin kesilmesi, ülke içinde, sesini yükseltmeye hazır karşıtçıları (muhalifleri) harekete geçirdi. “Barış fırsatı kaçırıldı” diyorlar, saldırılarını, İsmet Paşa’dan çok ona yöneltiyorlardı. Yabancılar gibi, Lozan’a yön verenin, o olduğunu biliyorlardı. Türk toplumunun geleceğini belirleyecek ulusal bir sorunu, siyasi çıkarları için kullanmaktan çekinmediler. Ülkenin içten ve dıştan sıkıştırıldığı bir dönemde, onunla ve kurmaya çalıştığı yönetimle uğraştılar.
Dışarda, başarılması gereken bir antlaşma sorunu, içerde altından kalkılması gereken büyük boyutlu sorumluluklar varken; zamanının önemli bir bölümünü, karşıtçılığı izlemeye ve Meclis kararlarına bağlı kalarak denetim altında tutmaya çalıştı. Ülke önemli bir dönemden geçerken, çözüm bekleyen yaşamsal sorunlar ortada dururken, iç siyasi çekişmelerle uğraşmak zorunda kalmasına son derece üzülüyordu. Türkiye’deki gelişmelerden ve ordudan haber soran İsmet Paşa’ya, 22 Aralık 1922’de yazdığı mektupta; “Meclis’te bazı görüşlere karşı, daima uyanık ve izleyici olma zorunluluğu beni üzüyor. Bir tarafa ayrılamıyorum. Halife’ye saltanat hukuku vermek hevesinde bulunan gericilerin (mürtecilerin) gizli girişimleri, beni çok sinirlendiriyor. Fevzi Paşa İzmir’dedir. Yakup Şevki Paşa, gözündeki hastalığından Avrupa’ya gitti, Kolorduları Batı Cephesi Karargahı’na bağlandı. Ordu iyidir; hazırdır” diyordu.28

Uyarıcı Açıklamalar

Türkiye’nin kararlılığını göstermek için, Lozan’daki karar vericilere gönderme yapan uyarı niteliğinde ve bir birini tamamlayan bir dizi açıklama yaptı. Açık ve net konuşuyor, “egemenlik hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez”29 diyor, eski alışkanlıkları sürdürmek isteyen anlayışlarla sonuna dek mücadele edileceğini söylüyordu.
Söylediklerini yapma ya da yapmayacağını söylememe alışkanlığı bilindiği için, hem uyarı hem de meydan okuma niteliğindeki sözleri, etkili oluyordu. Batının karar vericileri, ya Türkiye’nin isteklerini kabul edecekler ya da onunla çatışacaklardı. Gönderilen iletilerin özü buydu.
22 Aralık 1922’de, İngiliz Morning Post gazetesi muhabiri Grace M.Ellison’la görüştü. Lozan’da, bağımsızlığa ve ulusal egemenliğe zarar veren tüm önerilerin reddedileceğini ve bu tür istemlere şiddetle karşı koyulacağını söyledi. Sözleri kararlılığının düzeyini gösteriyordu: “Bizim elde etmeğe kararlı olduğumuz tam bağımsızlık ülküsüne, meydan okuyacak herhangi bir kişi varsa; o kişi, bu ülkümüzden ilham almış bütün Türkleri ortadan kaldırma imkanlarını arayıp bulmalıdır” diyordu.30
Üç gün sonra, 25 Aralık 1922’de Fransız Le Journal muhabiri Paul Erio’yla görüştü. Konferansın ilerlemediğini, “beş hafta içinde önerilen sorunlardan hiçbirini” çözmediğini ve Türkiye’nin ileri sürdüğü isteklerin, “ülkenin yaşaması ve bağımsızlığını sağlaması için gereken şartların en azı”31 olduğunu söyledi.
Kapitülasyon konusunun, “tartışılmasını bile ulusal onura yönelmiş bir hakaret” sayıyor ve Avrupalıları şu sözlerle uyarıyordu: “İngilizlerin gerçeği görmedeki duraksamasına hayret ediyorum. Duraksama sözcüğünü kullanırken, düşüncemi eksik bir biçimde açıklamış oluyorum, Fransa ve İtalya’nın izlediği fazla tarafsız tutum, hayretimi uyandırmaktan geri durmuyor. Lozan bize, hayret ve şaşkınlık veren başka manzaralar da göstermekten geri durmadı. Kapitülasyonların, Konferans’ta birçok toplantıda konu edilmesini bir türlü anlayamıyoruz. Bu sorunun, söz konusu edilip görüşme konusu yapılması bile ulusal onurumuza yöneltilmiş bir harekettir. Kapitülasyonların Türk milleti için, ne derece nefret edilen bir şey olduğunu size anlatmam güçtür. Bunları, yeni biçim ve adlar altında gizleyerek, bize kabul ettirmeyi başaracaklarını sananlar, bu konuda çok yanılıyorlar. Türkler, kapitülasyonların sürmesinin, kendilerini kısa süre içinde ölüme götüreceğini çok iyi anlamışlardır. Türkiye tutsak olarak mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye kesin karar vermiştir.”32
25 Ocak 1923’te Alaşehir’e geldi ve halka yaptığı konuşmada, Lozan’da büyük devletlerin kabullenmek istemediği ulusal egemenlik konusunu işledi. Beş ay önce Alaşehir’i “ateşler içinde bırakan” Yunanlıları “buralara getiren” gücün, büyük devletler olduğunu belirtti ve Türk ulusunun egemenliğini kayıtsız şartsız ele alıp bu güce karşı direnmeseydi, “bütün milletin şimdi yabancıların kölesi” olacağını söyledi. “Bundan sonra kazanacağımız zaferler”, “ekonomi, bilim ve eğitim zaferleri olacaktır” dedi ve ulusal egemenliği tanımak istemeyenleri şu sözlerle uyardı: “Artık eski felaketli günler geri gelmeyecektir. Bütün düşmanlarımız, bütün dünya anlamıştır ki, egemenliğini çok kıskanç bir biçimde savunan ve koruyacak olan milletimiz, ülkeye ayak basacak düşmanları kovacak ve mahvedecektir.”33
Lozan’da tartışma konusu yapılmak istenen, ulusal egemenlik konusundaki bir başka açıklamayı, Alaşehir’den iki gün sonra, 27 Ocak 1923’te İzmir’de yaptı. Annesinin mezarı başında, duygulu bir ortamda yaptığı açıklamada, ulusal egemenliği koruma yönündeki kişisel kararlılığını şu sözlerle dile getirdi: “Validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna ahdettiğim vicdan yeminimi tekrar edeyim. Validemin kabri önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve güçlendirdiği egemenliği, koruma ve savunmak için, gerekirse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Ulusal egemenlik uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”34
Lozan’a yönelik açıklamalarını, Konferans’ın bitimine dek sürdürdü. 15 Ocak’ta Eskişehir, 16 Ocak’ta İzmit, 22 Ocak’ta Bursa, 2 Şubat’ta İzmir, 5 Şubat’ta Akhisar, 7 Şubat’ta Balıkesir, 17 Şubat’ta İzmir İktisat Kongresi ve 20 Mart’ta Konya’da konuştu.
Batılı gazetecilere ve Türk halkına yaptığı açıklamalardan sonra, konuyla ilgili kararlılığını gösteren, belki de en dikkat çekici açıklamayı, Türk Ordusu’na bir çağrıyla yaptı. 16 Nisan 1923’te, Lozan görüşmelerinin kesildiği dönemde yapılan çağrıda şunları söylüyordu: “Meşru hukukumuzu sağlamak için, devletçe yapılmakta olan barış girişiminin sonucunu, sakince ve güven içinde bekliyoruz. Sonuç, bizim yeniden harekete geçmemizi gerektirecek biçimde belirirse; savaşma ve yiğitlik yolunda, aynı vatansever coşkuyla yürüyeceğimiz doğaldır.”35

“Uluslararası Hukuk Kütüğüne Çakılan Zafer”



Tarihçi Nobert Von Bischoff’un, “Türk silahlarının, kazandığı zaferi, uluslararası hukukun kütüğüne geçirmesidir.”36 diye tanımladığı Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi tören salonunda imzalandı.
ABD’nin imzalamadığı Antlaşma’yı, TBMM 23 Ağustos’ta onayladı ve işgal güçleri, silahlarıyla birlikte Türkiye’den ayrılmaya başladılar. “Generalleri ve askerleriyle” son birlikler, 2 Ekim 1923 Salı günü, Dolmabahçe önünde, “Türk bayrağını ve Türk askerlerini selamlayarak” denize açıldı. 13 Kasım 1918’de Boğaz’da söylediği sonucu elde etmiş, “yüzyıllarca beslenmiş kötü amaçlarla”37 Türkiye’ye gelenler, “geldikleri gibi gitmişlerdi.”38
Ankara, görüş ve isteklerini büyük oranda Batıya kabul ettirmiş, ulusal egemenlik haklarına yönelik ana amacı etkilemeyen ve çoğu geçici kimi uzlaşmalarla barış sağlanmıştı. Son iki yüz yılda, Türklerin Avrupaya karşı kazandığı tek siyasi başarı olan bu antlaşma, gerçek bir “diplomatik zaferdi”.
“Türkiye, Batı devletleri ve Yunanistan’la arasındaki savaş durumuna son vermiş”39 Misak-ı Milli sınırlarını ve tam bağımsızlığını kabul ettirmiş, ezilen uluslara emperyalizmin yenilebileceğini göstermişti. Fransız Robert Lambel’in söylemiyle, “Türkiye artık Osmanlı İmparatorluğu değildi” ve yeni Türk Devleti elde ettiği başarıyı, “Mustafa Kemal’in dinamizmiyle başından beri coşturduğu Ankara’daki milliyetçilerin başa çıkılmaz iradesine borçluydu.”40
Kurtuluş Savaşı ve onun politik sonucu Lozan Antlaşması, hem Batının gelişmiş ülkeleri, hem de Doğunun ezilen ulusları üzerinde, 20.yüzyıla yön veren büyük bir etki yaptı. Kısa süre içinde Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkarak evrensel boyutlu bir bağımsızlık simgesi haline geldi. Askeri ve hemen ardından gelen siyasi başarı, emperyalist tutsaklıktan kurtulmak isteyen sömürge ve yarı-sömürgelerde büyük bir uyanış sağladı, onlara örnek oldu.

kuramsal aktarim ve Metin Aydogan

16 Temmuz 2014 Çarşamba

LİBERALİZMİN SONU VE KAPİTALİST EMPERYALİZM

Kapitalist Emperyalizm

California Üniversitesi tarih prefösörü Geoffrey Barraclough,emperyalizmi 1970 yılında şöyle tarif ediyor: “Yeni Emperyalizm, 19.yüzyılın son yirmi yılına hırslı, yabani ve saldırgan damgasını vuruyor; dünya yeni bir tarihsel aşamanın eşiğine adımını atıyordu. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın gelişmemiş ulusları, -ya da henüz uluslaşmamış halk toplulukları- korkunç ya da güleryüzlü sert ya da yumuşak ama her zaman saldırgan ve çıkarcı ‘Yeni Emperyalizmin’ ağındaydı artık. Ne var ki bu yeni aşama karşıtını da birlikte getirmişti. Dünya yüzünde emperyalizme karşı yapılmış ve yapılacak en güçlü silah, ulusçuluk 20.yüzyıla biçim vermeye başlamıştı.”1
İngiliz iktisatçısı J.A.Hobson’ın 1902 yılında yazdığı Emperyalizm adlı kitabında yaptığı tanım: “Emperyalizm, sermaye yatırımları için kâr kapılarını arama savaşıdır” biçimindedir.2
Amerikalı ekonomist Harry Mogdoff ise emperyalizmi: “Birçok firmanın birbirleriyle rekabet ettiği ekonomik yapının yerini, her endüstri dalında bir avuç dev tekelin birbirleriyle rekabet ettiği bir ekonomik yapı”3 olarak tanımlamıştır.
Konuyla ilgili en özlü araştırma ve açıklamayı, 1916 yılında yazdığıEmperyalizm adlı kitabıyla Lenin yapmıştır. O’na göre: “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin kurulduğu, sermaye dış satımının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tekeller arasında paylaşımının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşümünün tamamlanmış bulunduğu bir gelişme evresine ulaşmış kapitalizmdir.”4

Kapitalizm Öncesi Emperyalizm

Emperyalizm yalnızca 20.yüzyılda ortaya çıkmadı. “Sömürge politikası da, emperyalizm de, kapitalizmin çağdaş döneminden, hatta kapitalizmden önce vardı. Kölelik üstüne kurulu bulunan Roma, bir sömürge politikası izliyor ve emperyalizmi uyguluyordu.”5
Tarihsel anlamıyla emperyalizm, bir devletin başka bir devlet ya da devletler topluluğu üzerinde siyasi, ekonomik, askeri, mali ve kültürel egemenlik kurmasıdır. 20. yüzyıl emperyalizmi ise, var olan üretim biçimi üzerinde yükselen ve yoğunlaşarak süren Kapitalist Emperyalizmdir.

Liberalizmin Sonu

Tanımların tümüne katılmak olanaklı. Tanımların dışında dikkat edilmesi gereken temel özellik, kapitalizmin liberal döneminin 19.yüzyıl sonunda kapanarak, tekelci yeni bir dönemin başlamasıdır.
Tarih sahnesine devrimci bir sınıf olarak çıkan kentsoyluluk (burjuvazi) yaklaşık 500 yıllık bir süreçten geçerek, manüfaktür üretiminden büyük sanayi üretimine ulaşmış ve bu süreç insanlık tarihinde önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönem olmuştur. Serbest rekabetin itici gücü ve üretimin devrimci niteliği bu dönemde; yeni buluşların, bilimsel ilerlemenin olağanüstü boyutta artmasını sağlamıştır.
19.Yüzyılda hemen her iş kolunda ortaya çıkmaya başlayan tekelleşme eğilimi, rekabetin yarattığı serbestlik ortamını ve bu ortamın getirdiği politik kurumları ortadan kaldırmaya ya da yozlaştırmaya başladı. Toplumsal yaşamın biçimlenmesi tekel gereksinimlerine, bilimsel gelişme tekel kazancına bağımlı duruma geldi. Fiyatları artık, serbest piyasa koşullarında oluşan gerçek değerler değil, yüksek kazanç içeren tekel kararları belirliyordu. Üretimin doğal gelişimine uygun düşmeyen tekel kârı artık, ekonomik ve politik alanda her türlü geriliğin kaynağı olmuştu. Serbest piyasada rekabetin yerini “güce dayalı ilişkiler” almış; aracılıktanıtımcılıklobicilik ve siyasi nüfuzun geçerli olduğu piyasada mali sermaye (finans kapital) başlı başına büyük bir güç olmuştu.

20.Yüzyıla Girerken

Sanayileşmiş ülkeler 20.yüzyıla, iç pazarları doyuma ulaşmış olarak girdiler. Durmadan artmak zorunda olan üretim yeni pazarları, biriken sermaye de yeni yatırım alanlarını gerekli kılıyordu. Uluslararası gerilimlerin kaynağını bu gereklilik oluşturdu. Askeri çatışmaya varan bir dizi uzlaşmaz çelişki ortaya çıktı. Pazar gereksinimi büyük devletler için varlık koşulu haline geldi.

Kaçınılmaz Sonuç: Çatışma

Almanya’nın 1850-1913 arasında sağladığı gelişme olağanüstüydü. Hem tarım ve hem de sanayide güçlü bir korumacı ticaret politikası benimseyen Almanya’da, bu dönemde iç üretim yüzde 500, adam başına üretim yüzde 250 artmış; 1871 ile 1913 arasında kömür üretimi 29,4 milyon tondan 191,5 milyon tona çıkmıştı. 1910 da Almanya demir ve çelik üretiminde İngiltere’yi geride bırakmıştı. Kimya, elektrik ve optik aletler alanında Alman firmaları, İngiliz, Fransız ve ABD firmalarına dünya çapında meydan okuyordu.6
Benzer gelişmeler ABD ve Japonya’da da yaşandı. ABD, 19.yüzyıl ortalarından sonraki atılımlarıyla büyük bir sanayi ve mali güce ulaşmıştı. Bu güce yeterli gelecek pazar genişliği ancak 20. yüzyılın ortasındaki 2.Dünya savaşından sonra sağlanacaktır.
ABD Başkanı Eisenhower 20 Ocak 1953 günü başkanlığının ilk konuşmasında; “... Hür dünya halklarına yalnızca soylu bir düşünce ile değil, fakat bir zorunluluk gereği bağımlı olduğumuzu biliyoruz. Hiçbir hür halk, kendisini ekonomik olarak tecrit ederek sahip olduğu herhangi bir avantajını uzun süre devam ettiremez ya da güvenlik içinde olamaz. Bütün üstünlüğümüze rağmen, çiftliklerimizin ve fabrikalarımızın artı üretimleri için dünya pazarlarına ihtiyaç duymaktayız; ve bu çiftlikler, fabrikalar için uzak ülkelerden hayati maddeler, ürünler getirtmek zorundayız.”diyordu.7
Gelişmiş ülkelerde artan sermaye birikimi, yaratılmış ulusal varsıllık olarak, ülke insanlarının yaşam düzeylerinin arttırılması için kullanılmadı. Böyle bir uygulama sermaye sahiplerinin kazançlarını düşürmüş olacaktı. Bu nedenle biriken sermaye, yatırım olarak kâr oranlarının yüksek, ücretlerin düşük olduğu, alt yapıya sahip azgelişmiş ülkelere gitti.

Mali Sermayenin Artan Gücü

Mali sermaye, (finans kapital) ekonomik ve uluslararası ilişkilerde son derece etkili bir güçtür. Politik anlamda bağımsızlığa sahip devletlere bile boyun eğdirilebilir. Ekonomik alanda başlayan ilişkiler hızla siyasi düzeye çıkar ve bağımsız ülkeler yarı-bağımlı ya da yarı-sömürge ülke durumuna gelir. Dünyanın paylaşılmış olduğu bir çağda özellikle mali sermaye çağında, yarı-bağımlı ülkeleri ele geçirmek için yapılan savaşım sertleşir ve askeri boyut kazanır.
Mali sermaye işlemleri, toplam sermaye dışsatımında giderek daha çok paya sahip oldu. Devletler ve kurumlar arası borçlanma, banka kredileri, borsa ve kıymetli kağıt işlemleri, büyük artış gösterdi. Üretim dışı bu tür gelir kaynakları, ilerlemedeki itici öğeleri yok etti ve geçmişin liberal demokratları, tekelci oligarklar haline geldi.
Lenin, bu olguyu şöyle dile getirecektir: “‘Kestikleri kuponlarla’ yaşıyan herhangi bir girişimin çalışmasına katılmayan, meslekleri işsizlik olan adamlar tabakasının, başka bir deyişle rantiye sınıfının olaganüstü bir biçimde büyümesi bundandır. Emperyalizmin en esaslı temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da arttırır ve hepsine birden deniz aşırı ülkelerle sömürgelerin emeğini sömürerek yaşıyan asalak damgasını vurur.”8


Para Satma

Mali sermayenin tatlı kârı rantiye sınıfını, üretimin “sıkıcı” sorunlarından kurtararak kolay para kazanmanın yoluna sokar. Borç verme ya da para satma, borç verilen ülkede o ülkenin alım gücünü geçici de olsa yükselttiği için sermaye dışsatımı mal talebini arttırır. Bu nedenle, rantiyeciler mal dışsatımına da karışır kendilerinin vazgeçilmez olduğuna inanır. Sahip olduğu büyük para kaynağını gerek kendi ülkesinde gerekse dış ülkelerde etkili olma aracı olarak kullanır. Bankalar, yatırım yapanlara sermaye sağlayan basit aracılar olmaktan çıkarak, toplumun her alanında söz sahibi büyük güçler haline gelir.
Mali sermaye etkinliği 20.yüzyılın başlarında oluşmaya başlamıştı. Bu etkinlik, varlığını egemenliğe dönüştürerek bugün de sürmektedir. Bilgisayarlar ve görkemli iletişim ağıyla sürdürülen günümüz mali sermaye işleyişinin, 1915’deki işleyişten küresel yoğunluk dışında bir ayrımı yoktur. 1915 yılında“rantiyelerin elde ettiği gelir, o günlerin en büyük ticaret ülkesi olan İngiltere’nin tüm dış ticaret gelirlerinden beş kat daha çoktu. ‘Rantiye devlet’ ya da ‘tefeci devlet’ kavramı emperyalizmi işleyen ekonomi literatüründe sık sık kullanılan bir deyim olmuştur. Dünya bir avuç tefeci devlete ve bir borçlu devletler çoğunluğuna bölünmüş bulunmaktadır.”9

Emperyalizmin Dünü Bugünü

Devletler arasındaki ilişki 20.yüzyıl başındaki biçimiyle sürmektedir. Ayrıca, mali sermaye etkinliklerindeki artış, üretime ayrılan sermaye paylarının azalmasına ve büyük boyutlu akçalı kaynağın banka ve borsa kasalarına akmasına yol açmaktadır. Rantiye devlet, bugün artık herhalde daha iyi anlaşılır bir tanım haline gelmiştir.
Yabancı ülkelere yatırılan sermaye tutarı 1872-1914 arasında hızlı bir artış gösterdi. İngiltere’nin 1872 de sermaye ihracı 15 milyar frank iken 1914 yılında 100 milyar franka çıktı. Aynı artış, Fransa için 10 milyar franktan 60 milyar franka, Almanya için sıfırdan, 44 milyar franka ulaşmıştı.10
Sermaye dışsatımının bugünkü boyutu ise bunların çok üzerindedir. 1980’lerde belli başlı borsaların işlem hacmi her yıl yüzde 300 arttı. Hisse senedi piyasalarının GSMH’ya oranı 1980’lerde ABD de yüzde 9’dan yüzde 93’e, Japonya’da ise yüzde 7’den yüzde 119’a yükseldi. Spekülatif para piyasasının global hacmi 1992 de 4 trilyon dolardan, 1994 de 20 trilyon dolara çıktı.11

Küreselleşme Yeni mi

Uluslararası sermaye dolaşımına ve bu dolaşımın sonuçlarına küreselleşme adı yeni takıldı. Oysa küreselleşmenin yüzyıllık bir geçmişi var. Bu olayın gerçek boyutu, nedenleri ve doğuracağı sonuçlar 20.yüzyıl başından beri yoğun olarak tartışılıyor. Yüzyıl öncesindeki saptamalarla günümüzdekiler arasında büyük benzerlikler var. Mali-sermayenin küresel dolaşımını gerekli kılan nedenler hala sürüyor. 1899 ile 1999 arasında niceliksel büyümeden başka niteliksel bir ayrım yok.
1916 yılında Lenin, sermaye dışsatımı konusunda şunları yazıyordu: “Geri kalmış ülkelerde kâr her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye kıt, toprak fiyatları düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı imkanı bir kısım geri kalmış ülkenin öteden beri dünya kapitalist çarkına kapılmış olmasından ileri gelmektedir; bu ülkelerde büyük demir yolları yapılmış ya da yapılmak üzeredir, sınayi gelişmenin gerektirdiği ilk şartlar yaratılmış bulunmaktadır.”12

Nitelik Değişmiyor

Dünün demiryolu ve telgraf yatırımlarına yönelik koşullu devlet kredilerinin yerini, bu gün Dünya Bankası kredileri aldı. Hammaddeye yakın olmaktaşıma giderlerinden kurtulmakucuz iş gücünden yararlanmak sermaye göçünün hala değişmeyen gerekçeleridir. Çevre kirliliğinden kurtulmak tek yeni yaklaşım.
Azgelişmiş ülkelerde kazanç oranı bugün de yüksek. Sermayenin dünya dolaşımında dünden bugüne niteliksel bir değişiklik yok. Değişim, yalnızca yeni araç ve yoğunluk artışlarında. 1902 yılında yabancı ülkelere gönderilen sermayenin tümü (akçalı yatırımlar dahil) tüm dünyada 106,5 milyar frank (5.41 milyar dolar)13 iken, 1950 yılında yalnızca üretim alanlarında 3.831 milyar dolar, 1966 yılında ise 22.050 milyar dolar oldu.14 1990’ların başında ise, sermaye piyasalarındaki para miktarı yıllık 338 milyar dolara, dünya ticaretindeki tutar ise 3 trilyon dolara çıkmıştı.15

Askeri Güce Duyulan Gereksinim

Uzak ülkelere yatırılan sermayenin korunması sorunu, gelişmiş ülke devletlerinin ana görevi durumundadır. Hükümet yetkilileri, sosyal güvenlik fonlarından cesur kısıntılar yapar ancak dev boyutlu askeri giderlere dokunmaz.
Askeri güce ve bu gücün uluslararası devinim yeteneğine duyulan gereksinim, yeni ekonomik ve siyasi egemenlik alanları elde etmekle sınırlı değildir. Ele geçirilen alanlarla bu alanlara yatırılan sermayenin korunması ve“düzenin sağlanması” için de askeri güç gereklidir. Uluslararası düzeyde yerleşik güç durumuna gelen askeri örgütlenme, dünyayı sürekli bir biçimde gerilim içinde tutar. Yarı-sömürge ülkelere karşı uygulanan baskı ve denetim, yatırılan sermaye oranında artar. ABD 1899’da İspanya’yı yenip Hawai, Filipinler ve Guam’ı, bölgede pasifik bir güç oluşturacak biçimde elegeçirdi ve hemen yeni‘mülklerini’ korumak amacıyla deniz kuvvetlerini geliştirecek bir izlence yürürlüğe koydu. ABD deniz kuvvetleri 1901 yılında dünyanın en büyük beşinci donanmasına sahipken, 1909 da İngiltere’nin ardından en büyük ikinci donanmaya sahip oldu.16
Ülkeler ve bölgeler için sıkça yinelenen ‘istikrar’ istekleri gerçekte, yatırımların ve elde edilen yüksek kazancın ‘istikrarlı’ biçimde sürmesini sağlanmasıdır. Bu eğilime uyum göstermeyen bağımsızlığına duyarlı ülkeler,‘istikrarlı’ ülke sayılmaz ve buralarda, ‘istikrarın’ sağlanması için“istikrarsızlaştırma” eylemlerine girişilir. Politik etkinlikborçlandırmaiç çatışmalarve ekonomik denetim, bu işin en etkili yöntemleridir.
Kaynak; Kuramsal Aktarim ve Metin Aydogan sitesi