16 Temmuz 2014 Çarşamba

LİBERALİZMİN SONU VE KAPİTALİST EMPERYALİZM

Kapitalist Emperyalizm

California Üniversitesi tarih prefösörü Geoffrey Barraclough,emperyalizmi 1970 yılında şöyle tarif ediyor: “Yeni Emperyalizm, 19.yüzyılın son yirmi yılına hırslı, yabani ve saldırgan damgasını vuruyor; dünya yeni bir tarihsel aşamanın eşiğine adımını atıyordu. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın gelişmemiş ulusları, -ya da henüz uluslaşmamış halk toplulukları- korkunç ya da güleryüzlü sert ya da yumuşak ama her zaman saldırgan ve çıkarcı ‘Yeni Emperyalizmin’ ağındaydı artık. Ne var ki bu yeni aşama karşıtını da birlikte getirmişti. Dünya yüzünde emperyalizme karşı yapılmış ve yapılacak en güçlü silah, ulusçuluk 20.yüzyıla biçim vermeye başlamıştı.”1
İngiliz iktisatçısı J.A.Hobson’ın 1902 yılında yazdığı Emperyalizm adlı kitabında yaptığı tanım: “Emperyalizm, sermaye yatırımları için kâr kapılarını arama savaşıdır” biçimindedir.2
Amerikalı ekonomist Harry Mogdoff ise emperyalizmi: “Birçok firmanın birbirleriyle rekabet ettiği ekonomik yapının yerini, her endüstri dalında bir avuç dev tekelin birbirleriyle rekabet ettiği bir ekonomik yapı”3 olarak tanımlamıştır.
Konuyla ilgili en özlü araştırma ve açıklamayı, 1916 yılında yazdığıEmperyalizm adlı kitabıyla Lenin yapmıştır. O’na göre: “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin kurulduğu, sermaye dış satımının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tekeller arasında paylaşımının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşümünün tamamlanmış bulunduğu bir gelişme evresine ulaşmış kapitalizmdir.”4

Kapitalizm Öncesi Emperyalizm

Emperyalizm yalnızca 20.yüzyılda ortaya çıkmadı. “Sömürge politikası da, emperyalizm de, kapitalizmin çağdaş döneminden, hatta kapitalizmden önce vardı. Kölelik üstüne kurulu bulunan Roma, bir sömürge politikası izliyor ve emperyalizmi uyguluyordu.”5
Tarihsel anlamıyla emperyalizm, bir devletin başka bir devlet ya da devletler topluluğu üzerinde siyasi, ekonomik, askeri, mali ve kültürel egemenlik kurmasıdır. 20. yüzyıl emperyalizmi ise, var olan üretim biçimi üzerinde yükselen ve yoğunlaşarak süren Kapitalist Emperyalizmdir.

Liberalizmin Sonu

Tanımların tümüne katılmak olanaklı. Tanımların dışında dikkat edilmesi gereken temel özellik, kapitalizmin liberal döneminin 19.yüzyıl sonunda kapanarak, tekelci yeni bir dönemin başlamasıdır.
Tarih sahnesine devrimci bir sınıf olarak çıkan kentsoyluluk (burjuvazi) yaklaşık 500 yıllık bir süreçten geçerek, manüfaktür üretiminden büyük sanayi üretimine ulaşmış ve bu süreç insanlık tarihinde önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönem olmuştur. Serbest rekabetin itici gücü ve üretimin devrimci niteliği bu dönemde; yeni buluşların, bilimsel ilerlemenin olağanüstü boyutta artmasını sağlamıştır.
19.Yüzyılda hemen her iş kolunda ortaya çıkmaya başlayan tekelleşme eğilimi, rekabetin yarattığı serbestlik ortamını ve bu ortamın getirdiği politik kurumları ortadan kaldırmaya ya da yozlaştırmaya başladı. Toplumsal yaşamın biçimlenmesi tekel gereksinimlerine, bilimsel gelişme tekel kazancına bağımlı duruma geldi. Fiyatları artık, serbest piyasa koşullarında oluşan gerçek değerler değil, yüksek kazanç içeren tekel kararları belirliyordu. Üretimin doğal gelişimine uygun düşmeyen tekel kârı artık, ekonomik ve politik alanda her türlü geriliğin kaynağı olmuştu. Serbest piyasada rekabetin yerini “güce dayalı ilişkiler” almış; aracılıktanıtımcılıklobicilik ve siyasi nüfuzun geçerli olduğu piyasada mali sermaye (finans kapital) başlı başına büyük bir güç olmuştu.

20.Yüzyıla Girerken

Sanayileşmiş ülkeler 20.yüzyıla, iç pazarları doyuma ulaşmış olarak girdiler. Durmadan artmak zorunda olan üretim yeni pazarları, biriken sermaye de yeni yatırım alanlarını gerekli kılıyordu. Uluslararası gerilimlerin kaynağını bu gereklilik oluşturdu. Askeri çatışmaya varan bir dizi uzlaşmaz çelişki ortaya çıktı. Pazar gereksinimi büyük devletler için varlık koşulu haline geldi.

Kaçınılmaz Sonuç: Çatışma

Almanya’nın 1850-1913 arasında sağladığı gelişme olağanüstüydü. Hem tarım ve hem de sanayide güçlü bir korumacı ticaret politikası benimseyen Almanya’da, bu dönemde iç üretim yüzde 500, adam başına üretim yüzde 250 artmış; 1871 ile 1913 arasında kömür üretimi 29,4 milyon tondan 191,5 milyon tona çıkmıştı. 1910 da Almanya demir ve çelik üretiminde İngiltere’yi geride bırakmıştı. Kimya, elektrik ve optik aletler alanında Alman firmaları, İngiliz, Fransız ve ABD firmalarına dünya çapında meydan okuyordu.6
Benzer gelişmeler ABD ve Japonya’da da yaşandı. ABD, 19.yüzyıl ortalarından sonraki atılımlarıyla büyük bir sanayi ve mali güce ulaşmıştı. Bu güce yeterli gelecek pazar genişliği ancak 20. yüzyılın ortasındaki 2.Dünya savaşından sonra sağlanacaktır.
ABD Başkanı Eisenhower 20 Ocak 1953 günü başkanlığının ilk konuşmasında; “... Hür dünya halklarına yalnızca soylu bir düşünce ile değil, fakat bir zorunluluk gereği bağımlı olduğumuzu biliyoruz. Hiçbir hür halk, kendisini ekonomik olarak tecrit ederek sahip olduğu herhangi bir avantajını uzun süre devam ettiremez ya da güvenlik içinde olamaz. Bütün üstünlüğümüze rağmen, çiftliklerimizin ve fabrikalarımızın artı üretimleri için dünya pazarlarına ihtiyaç duymaktayız; ve bu çiftlikler, fabrikalar için uzak ülkelerden hayati maddeler, ürünler getirtmek zorundayız.”diyordu.7
Gelişmiş ülkelerde artan sermaye birikimi, yaratılmış ulusal varsıllık olarak, ülke insanlarının yaşam düzeylerinin arttırılması için kullanılmadı. Böyle bir uygulama sermaye sahiplerinin kazançlarını düşürmüş olacaktı. Bu nedenle biriken sermaye, yatırım olarak kâr oranlarının yüksek, ücretlerin düşük olduğu, alt yapıya sahip azgelişmiş ülkelere gitti.

Mali Sermayenin Artan Gücü

Mali sermaye, (finans kapital) ekonomik ve uluslararası ilişkilerde son derece etkili bir güçtür. Politik anlamda bağımsızlığa sahip devletlere bile boyun eğdirilebilir. Ekonomik alanda başlayan ilişkiler hızla siyasi düzeye çıkar ve bağımsız ülkeler yarı-bağımlı ya da yarı-sömürge ülke durumuna gelir. Dünyanın paylaşılmış olduğu bir çağda özellikle mali sermaye çağında, yarı-bağımlı ülkeleri ele geçirmek için yapılan savaşım sertleşir ve askeri boyut kazanır.
Mali sermaye işlemleri, toplam sermaye dışsatımında giderek daha çok paya sahip oldu. Devletler ve kurumlar arası borçlanma, banka kredileri, borsa ve kıymetli kağıt işlemleri, büyük artış gösterdi. Üretim dışı bu tür gelir kaynakları, ilerlemedeki itici öğeleri yok etti ve geçmişin liberal demokratları, tekelci oligarklar haline geldi.
Lenin, bu olguyu şöyle dile getirecektir: “‘Kestikleri kuponlarla’ yaşıyan herhangi bir girişimin çalışmasına katılmayan, meslekleri işsizlik olan adamlar tabakasının, başka bir deyişle rantiye sınıfının olaganüstü bir biçimde büyümesi bundandır. Emperyalizmin en esaslı temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da arttırır ve hepsine birden deniz aşırı ülkelerle sömürgelerin emeğini sömürerek yaşıyan asalak damgasını vurur.”8


Para Satma

Mali sermayenin tatlı kârı rantiye sınıfını, üretimin “sıkıcı” sorunlarından kurtararak kolay para kazanmanın yoluna sokar. Borç verme ya da para satma, borç verilen ülkede o ülkenin alım gücünü geçici de olsa yükselttiği için sermaye dışsatımı mal talebini arttırır. Bu nedenle, rantiyeciler mal dışsatımına da karışır kendilerinin vazgeçilmez olduğuna inanır. Sahip olduğu büyük para kaynağını gerek kendi ülkesinde gerekse dış ülkelerde etkili olma aracı olarak kullanır. Bankalar, yatırım yapanlara sermaye sağlayan basit aracılar olmaktan çıkarak, toplumun her alanında söz sahibi büyük güçler haline gelir.
Mali sermaye etkinliği 20.yüzyılın başlarında oluşmaya başlamıştı. Bu etkinlik, varlığını egemenliğe dönüştürerek bugün de sürmektedir. Bilgisayarlar ve görkemli iletişim ağıyla sürdürülen günümüz mali sermaye işleyişinin, 1915’deki işleyişten küresel yoğunluk dışında bir ayrımı yoktur. 1915 yılında“rantiyelerin elde ettiği gelir, o günlerin en büyük ticaret ülkesi olan İngiltere’nin tüm dış ticaret gelirlerinden beş kat daha çoktu. ‘Rantiye devlet’ ya da ‘tefeci devlet’ kavramı emperyalizmi işleyen ekonomi literatüründe sık sık kullanılan bir deyim olmuştur. Dünya bir avuç tefeci devlete ve bir borçlu devletler çoğunluğuna bölünmüş bulunmaktadır.”9

Emperyalizmin Dünü Bugünü

Devletler arasındaki ilişki 20.yüzyıl başındaki biçimiyle sürmektedir. Ayrıca, mali sermaye etkinliklerindeki artış, üretime ayrılan sermaye paylarının azalmasına ve büyük boyutlu akçalı kaynağın banka ve borsa kasalarına akmasına yol açmaktadır. Rantiye devlet, bugün artık herhalde daha iyi anlaşılır bir tanım haline gelmiştir.
Yabancı ülkelere yatırılan sermaye tutarı 1872-1914 arasında hızlı bir artış gösterdi. İngiltere’nin 1872 de sermaye ihracı 15 milyar frank iken 1914 yılında 100 milyar franka çıktı. Aynı artış, Fransa için 10 milyar franktan 60 milyar franka, Almanya için sıfırdan, 44 milyar franka ulaşmıştı.10
Sermaye dışsatımının bugünkü boyutu ise bunların çok üzerindedir. 1980’lerde belli başlı borsaların işlem hacmi her yıl yüzde 300 arttı. Hisse senedi piyasalarının GSMH’ya oranı 1980’lerde ABD de yüzde 9’dan yüzde 93’e, Japonya’da ise yüzde 7’den yüzde 119’a yükseldi. Spekülatif para piyasasının global hacmi 1992 de 4 trilyon dolardan, 1994 de 20 trilyon dolara çıktı.11

Küreselleşme Yeni mi

Uluslararası sermaye dolaşımına ve bu dolaşımın sonuçlarına küreselleşme adı yeni takıldı. Oysa küreselleşmenin yüzyıllık bir geçmişi var. Bu olayın gerçek boyutu, nedenleri ve doğuracağı sonuçlar 20.yüzyıl başından beri yoğun olarak tartışılıyor. Yüzyıl öncesindeki saptamalarla günümüzdekiler arasında büyük benzerlikler var. Mali-sermayenin küresel dolaşımını gerekli kılan nedenler hala sürüyor. 1899 ile 1999 arasında niceliksel büyümeden başka niteliksel bir ayrım yok.
1916 yılında Lenin, sermaye dışsatımı konusunda şunları yazıyordu: “Geri kalmış ülkelerde kâr her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye kıt, toprak fiyatları düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı imkanı bir kısım geri kalmış ülkenin öteden beri dünya kapitalist çarkına kapılmış olmasından ileri gelmektedir; bu ülkelerde büyük demir yolları yapılmış ya da yapılmak üzeredir, sınayi gelişmenin gerektirdiği ilk şartlar yaratılmış bulunmaktadır.”12

Nitelik Değişmiyor

Dünün demiryolu ve telgraf yatırımlarına yönelik koşullu devlet kredilerinin yerini, bu gün Dünya Bankası kredileri aldı. Hammaddeye yakın olmaktaşıma giderlerinden kurtulmakucuz iş gücünden yararlanmak sermaye göçünün hala değişmeyen gerekçeleridir. Çevre kirliliğinden kurtulmak tek yeni yaklaşım.
Azgelişmiş ülkelerde kazanç oranı bugün de yüksek. Sermayenin dünya dolaşımında dünden bugüne niteliksel bir değişiklik yok. Değişim, yalnızca yeni araç ve yoğunluk artışlarında. 1902 yılında yabancı ülkelere gönderilen sermayenin tümü (akçalı yatırımlar dahil) tüm dünyada 106,5 milyar frank (5.41 milyar dolar)13 iken, 1950 yılında yalnızca üretim alanlarında 3.831 milyar dolar, 1966 yılında ise 22.050 milyar dolar oldu.14 1990’ların başında ise, sermaye piyasalarındaki para miktarı yıllık 338 milyar dolara, dünya ticaretindeki tutar ise 3 trilyon dolara çıkmıştı.15

Askeri Güce Duyulan Gereksinim

Uzak ülkelere yatırılan sermayenin korunması sorunu, gelişmiş ülke devletlerinin ana görevi durumundadır. Hükümet yetkilileri, sosyal güvenlik fonlarından cesur kısıntılar yapar ancak dev boyutlu askeri giderlere dokunmaz.
Askeri güce ve bu gücün uluslararası devinim yeteneğine duyulan gereksinim, yeni ekonomik ve siyasi egemenlik alanları elde etmekle sınırlı değildir. Ele geçirilen alanlarla bu alanlara yatırılan sermayenin korunması ve“düzenin sağlanması” için de askeri güç gereklidir. Uluslararası düzeyde yerleşik güç durumuna gelen askeri örgütlenme, dünyayı sürekli bir biçimde gerilim içinde tutar. Yarı-sömürge ülkelere karşı uygulanan baskı ve denetim, yatırılan sermaye oranında artar. ABD 1899’da İspanya’yı yenip Hawai, Filipinler ve Guam’ı, bölgede pasifik bir güç oluşturacak biçimde elegeçirdi ve hemen yeni‘mülklerini’ korumak amacıyla deniz kuvvetlerini geliştirecek bir izlence yürürlüğe koydu. ABD deniz kuvvetleri 1901 yılında dünyanın en büyük beşinci donanmasına sahipken, 1909 da İngiltere’nin ardından en büyük ikinci donanmaya sahip oldu.16
Ülkeler ve bölgeler için sıkça yinelenen ‘istikrar’ istekleri gerçekte, yatırımların ve elde edilen yüksek kazancın ‘istikrarlı’ biçimde sürmesini sağlanmasıdır. Bu eğilime uyum göstermeyen bağımsızlığına duyarlı ülkeler,‘istikrarlı’ ülke sayılmaz ve buralarda, ‘istikrarın’ sağlanması için“istikrarsızlaştırma” eylemlerine girişilir. Politik etkinlikborçlandırmaiç çatışmalarve ekonomik denetim, bu işin en etkili yöntemleridir.
Kaynak; Kuramsal Aktarim ve Metin Aydogan sitesi

Hiç yorum yok: