18 Ağustos 2016 Perşembe

Dün Sanki Bin Yıllık Uzak Bir Zamandır-SİNA KABAAĞAÇ-ANILAR


Dr. Sina Kabaağaç

Özgün edebiyatcilarimizdan Halikarnas Balikcisi lakapli  Cevat Şakir Kabaağaç’ın oğlu olan Dr. Sina Kabaağaç, 1924 yılında Üsküdar’da dünyaya geldi. Köklü bir ailenin oğluydu. Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olduktan sonra, yükseköğrenimine ilk olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde başladı. Ancak iki yıl sonra bu fakülteden ayrılıp o yıllarda Fındıklı’da bulunan Edebiyat Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü’ne, o yıl başvuran tek öğrenci olarak, kaydoldu. Mezuniyetinden yıllar sonra, 1965 yılında, 1944-1971 yılları arasında bu fakültede görev yapmış olan George Bean’in aracılığıyla, aynı bölümde okutman olarak göreve başladı. 1982 yılında “doktor” unvanını alıp 1989 yılında emekli oldu. Ancak ardından sözleşmeli olarak 1993 yılına kadar görevini sürdürdü. Öğrenciliği, daha sonra okutmanlığıyla birlikte, yaklaşık 35 yılını Klasik Filolojiye hizmet ederek geçirmiş olan Dr. Sina Kabaağaç, 1997 yılında yaşama veda ett



Klasik filolojiye yıllarını vermiş bir bilim ve düşün insanı. Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın oğlu. Osmanlı Devleti ve devamında Türkiye Cumhuriyeti’nin sanat ve politika alanında önde gelen ailelerinden Şakir Paşa Ailesi’nin bir ferdi. Harika çılgınların belki en mahzun en yalnız ama kuşkusuz en hayat dolu üyesi. Bir “Sürgün Hikayesi’nin” küçük tanığı. Terk edilmiş ama yılmamış, yıkılmamış gerçek bir cumhuriyet kadının, cumhuriyet anasının “evin erkeği” küçük oğlu. Akdeniz güneşinde olgunlaşmış bir antikçağ bilgesi ve hocaların hocası ünvanını hak etmiş gerçek bir entelektüel. Sina Kabaağaç bahsettiğimiz kişi; anılarında, babası Halikarnas Balıkçısı’nın geride bıraktığı yaşamları anlatarak bir döneme ışık tutuyor şimdi.

Mordoğan’da (Bodrum ismi hiç geçmez anılarında Sina Hoca’nın; kimi yerde Mordoğan, kimi yerde Morova kimi yerde de Bozdoğan der inatla) acılı bir sürgün hikayesini bir çocuğun gözünden anlatarak başlar küçük Sina yaşam serüvenine. Mordoğan’ın unutulmuş yıllarından Şakir Paşa’nın Heybeliada’daki köşküne oradan İstanbul’daki Şükrü Paşa Apartımanı’na alır götürür bizi. İnsan olmayı, insan sevmenin ne demek olduğunu anlarız bu satırları okurken. Nice dibe vuruş ve yeniden diriliş mucizesini görürüz babasını anlattığı bölümlerde ve nice güzellik ile vefa ve sevgiyi duyumsarız annesiyle ilgili olanlarda. Haksızlıklara uğramış ama onur ve vakarıyla uzak bir Anadolu kasabasında ayakta kalmaya çalışan ve bunu başaran ana-oğulun o zor hayat sınavını izleriz biraz hüzünle ama çoğunlukla takdir ederek.


Yolda rastladığım zaman yanına gitmeye, onunla konuşmaya utanırdım. Duvara sırtımı yapıştırarak, beni görmeden geçip gitmesini beklerdim. Önümden, iki-üç adım ötemden geçtiği halde, beni görmesine olanak yoktu. Nitekim hiç bir zaman da görmedi. Öylesine dalgındı ki; kendi kendine konuşuyor mu yoksa bir melodi mi gevelemektedir belli olmayan haliyle, bana sarhoşmuş gibi gelirdi, ama ondan bu geri duruşumun asıl nedeni, kılık kıyafeti ve söylemeğe dilim varmıyor yarı sarhoş yarı meczup hali değildi. Çoğunluk sırtında bir küfe, elinde bir maşa yollarda deve, eşek, at fışkılarını koca boyuyla eğile kalka toplarken rastlamamdı. Kalbim katlanamazdı bu görüntüye; tüm maneviyatım ve ruhsal direncim sıfıra düşerdi; belki sıfırın da altına, çünkü hastalanıyormuşum gibi belkemiğimden bir takım üşümeler geldiğini hissederdim.

Bir gün annemle birlikte O’na bu haliyle rastladık. Annem ilk kez görüyor olmalıydı ki, çöktü kaldı yolun kenarındaki bir tümseğe. “Aman yarabbi” diyordu kendi kendine, “Eh Cevat, dilerim kendi kendinden bul, diye beddua etmiştim, ama bu kadarına değil, yo! Bu kadarına değil; yahu aklını mı kaçırdı bu adam? Bahçeler, bostanlar, dört taraf gübre dolu; ne anlamı var şimdi sokaklardan maşayla tane tane gübre toplamasının. Parayla mı gübre?” Gerçekten haklıydı annem. Hele o tarihte, hangi hayvan sahibine başvursa değil bir küfe, yüz küfe gübreyi üstelik bedavadan ve çarçabuk sağlayabilirdi. Kendine gelip yürümeğe başladığı zaman hâlâ söylenip duruyordu annem. “Tanrım bu Cevat kuluna akıl fikir ihsan eyle, bütün sözlerimi geri alıyorum, o görünmez nimetlerinden lütuf eyle” demekteydi. “Bu benim halamın oğlu yahu.” Ama bu durumda bile beni babamın evine göndermeyi sürdürdü. Hem de bizzat uyararak, “Hadi hazırlan bir haftadır gitmedin” diyerek.

***

Kimi zaman kendi anılarında kimi zaman annesinin ve babasının anılarında ve tabi ki çağlar arasında gidiş gelişlerle doludur Sina Kabaağaç kitabı. Bütün bu yolculuklarda bir antikçağ bilgesinin hayata umutla bakışı ve onu en iyi şekilde yaşama isteğini görürüz. Daha çocukken Bodrum’dan İstanbul’a, İzmir’den Girit’e Akdeniz rüzgarıyla savrulur durur Sina Kabaağaç. Aralarda antikçağlara götürür bizi nice söylencenin kanatlarında. Ve pek çok tanıdık sima çıkar karşımıza; bazen bir şair bazen bir kalender ademoğlu olarak: 

Öte yandan sanatçılarımız arasından sanatsal değerleri yanı sıra insan olarak, kişilik olarak sevdiği iki kişiden biri Nazım Hikmet ise, yukarıda sözünü ettiğim tavırdan dolayı öteki de Neyzen Tevfik idi. İstanbul’a geldiğinde onu hep görmeğe çalışmıştır. Buluştuklarında ikisi adeta ‘tek insan’ oluyorlardı. Beni de birkaç kez ona götürmüştür; özellikle Neyzen Tevfik, Beşiktaş vapur iskelesinin bulunduğu binada küçük bir bölümü mekân tuttuğu tarihlerde. Bu barınağında tüm yakınları ve tanıdıklarından uzak ya da yoksun, duvara takılı neyleriyle, yatak içinde ve tek başına yaşlılığının en ileri aşamasını yaşarken, O’na baba diyen bir takım berduşlar tarafından (serseriler de diyebiliriz) sevgiyle, saygıyla, özenle bakılmaktaydı.

***

Babası Cevat Şakir’in yazdığı bir yazı yüzünden nasıl devletin hışmına uğradığına; Babıali’de dost bildikleri nice kalemşorun suskunluklarına tanık oluruz. Sedat Simaviler, Serteller konuk olur kitabın satırlarına. Korku içinde, uyumadan tetikte geçen gecelerde acılarına ortak oluruz annesi Cavidan Hanım’ın; polis takibi altında bulunan kocasının asılarak ölüme mahkum edilmesini bekleyen genç bir kadının sabrı ve sevgisiyle büyüleniriz. Her şeye rağmen ayakta kalan bütün darbelere direnen ama en son ve büyük darbeyi kocasından yiyen Cavidan Hanım’ın zorluklarla geçen hayatı içimizi burkar ama yine de çok kızamayız Halikarnas Balıkçısı’na. İsteriz ki tekrar eski günlerine dönsün, yazıp çizsin; ve o diriliş anının satırlarıyla biz de umutlanırız tekrar…

Tam yedi yıl sonra İstanbul’da karşılaştık. Hep beklediğim, ama umudunu artık yitirdiğim büyük bir kıvanç ve hayretler içinde, “Baba sen gençleşmişsin!” diye adeta bağırdım, birbirimizi gördüğümüz zaman; “Mordoğan’da bıraktığımdan bile daha gençsin.” Abartı değildi sözlerim; gerçekten de o zaman ki haliyle karşılaştırma yapılmayacak derecede daha gençti. O eski hali doğal yolunu izleseydi bugün karşımda bitmiş, tükenmiş, sarsak bir ihtiyarı görmem kaçınılmazdı; üstelik tam tersine ve şaşılacak şey, O’nu hiçbir zaman göremediğim bir gençlikti bu, ama nasıl olur? Zaman tersine işleyebilir mi? Ne var ki, annemle evlendiği ilk zamanlardaki fotoğraflarını andırıyordu yine de; yani aşağı yukarı yirmi yıl önceki, Üsküdar’dan Babıâli’ye ilk yazılarını, resimlerini götürdüğü halini. Ne olmuştu bu yedi yıl içinde? Koltuğunda basımevlerine vermek için Mordoğan’dan getirdiği öyküler, romanlar, çini mürekkebiyle özene bezene çizilmiş resimler vardı. Demek, o küheylan ölmemişti içinde; son anda ayağa kalkmış, kalkabilmişti.
***

Hem yokluğu yaşar küçük Sina Mordoğan’da hem de zenginliği görüp sınıf farklılıklarına şahit olur Büyükada’da ki Şakir Paşa çiftliğinde. Eski zamanlarda kalmaya mahkum bir asaletin son demlerini yaşar. Başka çehrelerin başka ruhların acı tatlı hayat mücadelelerine ortak olur. Onlarla sevinir onlarla üzülür. Dünyaya karşı duruşunu şekillendirir ister istemez. “Sina Kabaağaç” olmaya doğru ilk adımlarını atar. Her insanı kendi varoluşu içinde anlamayı, sevmeyi, kabullenmeyi öğrenir. 

Annemin beni babama sürüşünün nedeni neydi? … Belki de oğlunu soylu bir aileden, Şakir Paşa ailesinden biri olarak görmek istiyordu. Çünkü nereden edinmişse edinmiş, biraz da saf ve anlamsızca üzerine titrediği bir ‘soyluluk’ kavramı annemin ruhunda hep etkin olmuştur. Bu kavrama candan bir özlem duymuştur her zaman; örneğin, çok tuhaf ve akıl almaz bir düşünüş, duyuşla, doğurduğu, meme verdiği, kakalarını temizlediği beni bile, kendine göre ayrı bir cinsten kişi saymıştır. … Hayır, ille de “Hakkiye ablası, Ayşe ablası” Kim bunlar? Şakir Paşa’nın kızları (kendisinin de büyük kuzenleri). Peki, ne üstünlükleri var senden? “Ama onlar hanımefendiydi, hem de tam “hanım hanımefendi” bugünün öyle uyduruk hanımefendilerinden değil, yanlarına yaklaşamassın” diye yanıtlar. “Ama gülünç oluyorsun anne” deriz. Ansızın düşüncelere dalar, karamsar kederli düşüncelerdir bunlar; kim bilir belki de kendi yaşantısında bir türü başa çakamadığı, kendini sakınamadığı kaba sabalıklar, hayvansal itişmeler, görmemişlik ve zevksizliklere karşın bir zerafetin, bir incelik ve kibarlığın, bir yetkinlik ve seçkinliğin, hiç değilse kimi kişilerce taşındığını, sürdürüldüğünü, var edildiğini ummak istemekteydi. O zaman acırdım anneme; bütün kadınlara acırdım. Onlar dans edilmek için yaratılmıştır. … O’nun beni babama yaklaştırma çabası, sonuçta iyi olmuştur; babamı tanıdım, kardeşlerimi tanıdım, onların annesi Hatice ablayı, Hüsniye teteyi, Emine teteyi. Ortak, derin yaşantılarımız oldu, köklü anılar oluştu aramızda; birbirimizin ısısını, sesini, soluğunu tanıdık. Yakınlığımızı, kardeşliğimizi, aynı kandan, aynı yolun yolcuları olduğumuzu hissettik. Ölüm ayırır bizi artık.
***

Halikarnas Balıkçısı işlediği büyük günahın, insanlık kadar belki de daha eski o büyük suçun cezasını mapushanede çekmiştir ama anlarız ki vicdan denen o azap beldesi rahat bırakmamıştır onu ölünceye değin.

… ölüm günü sabah, artan dalgınlıklarından zaman zaman uyandığı bir anda, karyolasının çevresinde, ayakta ve tedirginlik içinde gözyaşlarını saklamaya çalışan kardeşlerime ve gelinlerine ağır ağır göz gezdirmiş, “İyi, herkes burada” demişti; yüzü durgun ve soluktu. Bu sözlerine karşın, sanki yine de bütünüyle burada değilmiş gibiydi, ama gözü bana iliştiğinde, bir an duraklayarak beni dikkatle süzerken yüzü hafifçe renklenmişti ansızın ve “Hah işte” demişti, “Şakir Paşa da gelmiş, maşallah.” Sesi titrek bir hırs ve garip bir alaycılıkla doluydu sanki. Ben babama çok benzerim; babam da kendi babasına; üstelik o tarihte sakallı olduğum için Şakir Paşa’yı çok andırıyordum. Bu anımsatmadan ötürü büyük bir sıkıntı ve duraksamada kalmıştım; yaşamının bu son anlarında onu rahat bırakmak için acaba yavaşça odadan çıkıp gideyim mi diye düşünmüştüm.
***

Anılarının büyük bölümünü babasına ve onunla yaşadıklarına ayıran Sina Kabaağaç annesi Hamdiye Hanım (Cevat Şakir Kabaağaçlı ile kardeş çocuklarıdırlar) ve Ailesi hakkında bildiklerini ve hatırında kalanları da dökmüştür satırlara. Hem de büyük bir sevgi ve saygıyla. Öyle ki beraberce geçirdikleri zor yılların dışında, annesinin ailesinin Trablus ve Baalbek’ten İstanbul’a uzanan yazgılarını da anlatır. Osmanlı’nın uzun savaş yıllarında annesiyle kızkardeşlerini birleştiren bu yazgı ne yazık ki erkek kardeşlerini bir bir alır ellerinden. Koca bir imparatorluğun çöküş sürecini bir ailenin yaşadığı trajedi üzerinden okuruz.

Sakız Adası’nın meşhur Sakız Tatlısı tatlandırırken dilimizi, “bereket ola pedimu” diyen ihtiyar dilencinin sesinde insanlığın savunmasız, zavallı ama yenilse de alt edilmeyen çığlığını duyarız. Herkesi dürüstlüğe, doğruluğa, adalete, içten olmaya ve kardeşliğe çağıran bu kudretli sedayı Rummuş, Türkmüş umursamadan severiz aynen Sina Kabaağaç’ın sevdiği gibi.

Batı Anadolu köylüsünün “harımları” konuk eder bizi anılarda yolculuğumuzun devamında. Ayazlıklar arasında sonsuza dek terk edilmiş, neredeyse yok olmuş bir yaşam biçimiyle tanışırız. Anadolu insanının onurlu geçim kavgasına ortak olur, bu kavganın hüzünlü gerçeğini kavrarız tüm çıplaklığıyla. Tekrar İstanbul’a döner Edebiyat Fakültesi’nin Fındıklı’daki binasına genç bir filolog adayının girişine tanık olur, idealist düşlerin nasıl da gerçeğe dönüşebildiğini görürüz. Üniversite hocalığıyla geçen ve bir solukta tükenen yıllar; koca bir hayatın nice anıları, hepsi Aliye Berger’in hediyesi ceylan derisi bir küçük defterin sayfalarına düşer bölük pörçük.

Anılarının tamamı elimizde olmasa da yazdıkları bir döneme, bir çok hayata ışık tutacak nitelikte Sina Kabaağaç’ın. 1997’de aramızdan ayrılana kadar bıkmadan usanmadan Latin Dili ve Edebiyatı bölümünde nice öğrenci yetiştiren sevgili hocamız insancıllığı, sevgi dolu yüreği; bilim, sanat ve edebiyat aşkıyla hepimizin gönlünde sarsılmaz bir yer edindi. Dün, sanki bin yıllık uzak bir zaman da olsa şimdi, Sina Hoca zamanların ve mekanların ötesinde bir yerden bize bakıp tatlı tatlı gülümsüyor hala…

Ve son söz yine Sina Hoca’nın olsun o zaman;

“Yağmurlar yağıyor, karlar serpeliyor, kışlar, sonbaharlar, yazlar gelip geçiyor sözcükleri birbirinden ayıran virgüller, noktalı virgüller arasından; koca koca bulutlar geçiyor; penceremin yanındaki ulu çınar ağacı yapraklanıyor, yaprak döküyor defalarca defalarca ve 50'lilerden başlayarak 60'lı, 70'li, 80'li yıllar; evleniyorum, çocuğum oluyor, boşanıyorum, tekrar evleniyorum, tekrar boşanıyorum; terk edilen evler, sokaklar; yaşanan ümitler, ümitsizlikler, sevinçler, acılar.
Geriye kalan ne?
Sadece bu sözcükler.
Kalk be adam; kasların tutuldu masada; çık dışarıya; gez, dolaş biraz; ama her an bir yolculukta değil miyim, bir serüvende? Her sözcük kendi başına bir dünyadır; bir serüvendir. şikayetsiz yaşadım ben onların dünyasında, serüvenlerine yürekten katıldım; anlattıkları masal ve hikayeleri sevinçle, coşkuyla dinledim ve mutlu oldum hep.
Ötesi?
Hava cıva.
Yanılıyor muyum?
Belki.
Ama bir yanılgı tüm yaşamını kaplıyorsa, yaşamının kendisi oluyorsa, sonuçta bu yanılgı, artık yanılgı olmaktan çıkar, somut bir gerçeğe dönüşür; çünkü yaşam yadsınamaz; hele bütün bir yaşam, hiç; yaşadıklarımızın dışında bizim olan nedir? Biz olan nedir?
 Sabırlı olun çocuklar, hayal gücünüze yol verin, hız verin ve hep kendiniz kalın.
Hepinize saygılar, sevgiler, selamlar; selamlar, saygılar, sevgiler.”


Alp Ejder Kantoğlu  

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Gidiyorsun - Peyami SAFA (ANITKABIR ÖZEL DEFTERINDEN ALINTIDIR)



Seni iki defa gördüm...

Birincisi, bundan on yıl evvel, Dolmabahçe’nin müzayede salonunda. Latin harfleri konferansının akşamıydı. Büyük avizeden yüzlerce güneş yağıyordu. Bütün madenlerden ve yıldızlardan fırlayan pırıltı içinde sen, büfenin önünde idin. Bir parmaklık halinde seni çeviren hayranlarının ortasında, elini lacivert çizgili pantolonuna koymuş, tarihi sarsan başının, öne doğru, müthiş kuvvetini saklayan yumuşak, tatlı, nezih eğilişinle, saçının rengine uygun ve aynı madendenmiş gibi çınlayan altın sesinle konuşuyordun. Sonra büyük sofranın başına geçtin. Senin harf ve zafer menkıbelerini, senin ağzından ve ayakta dinledik. Ağlayanlarımız vardı. Sabaha kadar bazen neşeli, bazen müstehzi, bazen öfkeli ve bazen de muammalı sen söyledin. Dokuz saat, fasılasız, seni dinledim, seyrettim ve gözlerinin zümrüdünü bir mahfazaya pırlanta koyar gibi hatırama yerleştirmek için, bütün bakışlarını, sonra yüzünün bütün çizgilerini ve bütün tavırlarını ezberledim.

Seni yakından ikinci görüşüm, gene Dolmabahçe’de, bütün halkla beraber, dündür. Dün, aynı salonda gene seni tavaf ediyorduk. Fakat avizen yanmıyordu. Sofran dağılmıştı. Altın başın ve altın sesin, içimde mavi ufuklar yanan gözlerin yoktu. Hacmin altında yattığın Türk bayrağından daha küçülmüş, manan oldan daha büyümüştü. Susuyordun. Fakat bana gene birçok şeyler, daha derin şeyler söylüyorsun gibi geldi. Bu defa muhatabın birkaç kişi değil, bütün millet, bütün tarih ve bütün istikbaldi.

Bu gün gidiyorsun. Hani o ilk geldiğin günler kurulan taklar, hani o bütün şehrin nidaları, hani o yaşa gaziler, yaşa ulu önder, yaşa büyük kurtarıcı, yaşa Atatürk yaşalar? Hıçkırıktan boğuluyoruz. Gidiyorsun. Bir daha gelmeyeceksin. Marmara solgun. Gölgeler çürüyor. Florya, uzakta, çaresiz ve sessiz, mahzun ve harab.

Gidiyorsun.
Fakat unutulmaz hatıran içimizde. Oraya her gün, hergün geleceksin. Seni her birimiz içimizde, her gün gözlerimiz dolarak bekleyeceğiz ve içimizde istikbal edeceğiz. Ölüm seni bizden almadı, seni derinleştirdi, içimizin köklerine sımsıkı saracak kadar derinleştirdi. İşte o kadar. Değil mi Atatürk? İşte o kadar.


Peyami Safa

19 Kasım 1938(Cumhuriyet Gazetesi)