15 Kasım 2014 Cumartesi

TÜRKİYE CUMHURİYETİ 100 YILLIK PARANTEZ DEĞİLDİR - . Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN



Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, bazı ulus devlet karşıtı çevreler Atatürk’ün çağdaş cumhuriyet devletini yüz yıllık parantez olarak ilan etmeye başladılar. Dünyanın merkezi coğrafyasında kendi konumlarına göre özel çıkarları doğrultusunda plan ve programlar geliştirenler ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda belirli projelere angaje olarak, ortalık alanı bu gibi yaklaşımlar için hazırlamaya çalışanlar, Türk ulusunun bir ölüm kalım savaşı verdikten sonra ilan etmiş olduğu bağımsız halk cumhuriyetini, geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan dünya koşulları ve konjonktürünün dayatmış olduğu bir geçici bir siyasal yapılanma olarak görmekte ve bu doğrultuda uluslar arası konjonktür doğrultusunda açılmış bir parantez olarak ifade etmektedirler. Şeriat devleti peşinde koşan siyasal İslamcısından tutun da, küresel sermayenin militanlığına soyunmuş olan neoliberal gruplara kadar, geçici bir parantez değerlendirmesi öne çıkarılmakta, cumhuriyetin yüzüncü yılına kadar gelemeden tasfiye edilmesi gerektiği vurgulanarak, bu doğrultuda artık bu paranteze bir son verilmesi gerektiği, açıkça dile getirilmektedir. Yüz yıl önceki koşulların ortadan kalktığı öne sürülürken, o dönemin koşulları yüzünden açılmış olan parantezin, değişen koşullar dikkate alınarak kapatılmasının zorunlu olduğunu, bazı inançlı militan siyaset adamları her fırsatta söyleyerek, Türk devletinin geleceğinin olmadığını, artık bu tür bir devlet yapılanmasının merkezi alanda barınamayacağını bir yıkıcı tez olarak siyaset sahnesine getirmektedirler.
              
  Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının, bu devletin geleceği ile ilgili olarak tasfiye kararı almaya hakları olmadığı gibi, Türk ulusunun dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı büyük bir mücadele vererek elde etmiş olduğu bağımsız bir devlet çatısı altında yaşama güvencesini de tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştıkları görülmektedir. Herkesin hem etnik kökeni, hem de dinsel ya da kültürel kimliği birbirinden çok farklı olabilir. Herkes kendi kimliğine veya çıkarlarına göre farklı devlet modelleri peşinde koşabilir. Siyasal hareketler ve örgütler bazen kendi devletlerini kurmak üzere yola çıkabilirler, ya da koşullar ayrı bir devlet kurmaya elverişli değilse, o zaman da var olan devlet yapısını kendi kimliklerine ya da çıkarlarına göre değiştirmeye kalkışabilirler. Dünya tarihi bu çekişmenin çeşitli örnekleri ile dolu olan bir devletler mezarlığı olarak görülebilir. Her devlet belirli bir aşamada dünya sahnesine çıkmış olabilir, daha sonraki dönemde koşullar değişti ise, o zaman da var olan devlet yapısını yeni ortaya çıkan koşullar doğrultusunda yeniden yapılanmaya zorlayan oluşum ya da siyasal hareketler gündeme gelebilir. Bu gibi süreçlerde halen var olan ya da geçmişten gelen devletler, kendilerini yeni koşullara uygun bir biçimde yenileyebilirse o zaman gelecek yüzyılda da yollarına devam edebilirler. Kendini yenileyemeyen ya da zaman içinde zayıf kalarak gücünü kaybeden devletler, hızla çöküşe ya da dağılmaya doğru sürüklenmektedirler. Bu açıdan yeryüzü haritasında yer alan bütün devletler benzeri bir gelişme sürecinden geçmişlerdir. Tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından konu ele alınırsa, her devletin tarihin belirli bir aşamasında dünya sahnesine çıktığı, geçen zaman dilimi içinde kendini yenileyenlerin başarılı devletler olarak yollarına devam ettikleri, kendini yenileyemeyenlerin ise, başarısız devletler olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini istemeden almak zorunda kaldıkları görülmektedir.
                Türkiye’de cumhuriyet düşmanları Atatürk Cumhuriyetinin defterini dürme doğrultusunda yüzüncü yıl dönümüne gelmeden devletin tasfiyesini zorlarlarken, bir de Türkiye’nin doğu bölgelerinde ayrı etnik ya da dinsel yapılanmalar üzerinden farklı devlet modellerini devreye sokmaya çalışan kesimler, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ülkeyi kurtarmak isteyen son Osmanlı hükümetinin tehcir uygulamasını tersine çevirerek, tehcirin yüzüncü yılında tekrar Türk ve Müslüman kimliğinin dışında devlet yapılanmaları arayışı içine girenler, gene bir parantezin kapatılmasından söz etmektedirler. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında, Misakı Milli sınırları içerisinde güçlü bir ulusal devletin, ya da çağdaş cumhuriyetin yapılanmasını bir türlü kabul edemeyenler, Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığını parantezcilik oynayarak sürdürmek istemektedirler. Bu doğrultuda birinci dünya savaşı ile doğu Anadolu tehcirinin yüzüncü yıllına gelindiği aşamada Türk devleti için parantez eleştirileri ve suçlamalarının sayısı artmakta, her türlü yayın organında Türkiye Cumhuriyeti, merkezi alanda zorunluluklar nedeniyle ortaya çıkmış olan siyasal bir parantez olarak açıklanmaya çalışılmaktadır. Türk devleti açısından küçültücü ve aşağılayıcı bu tutum ve davranışların cumhuriyet düşmanlarının sözlerinde her geçen gün daha fazla yer alması karşısında, Türk kamuoyunda bir parantez tartışması son aylarda giderek artmıştır. Başta Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmak üzere siyaset sahnesinin diğer aktörleri de, Türk devletinin bugün gelmiş olduğu aşamayı bir parantezci yaklaşım çerçevesinde ele alarak anlatmaya çalışmaktadırlar. Uluslararası ilişkiler alanında kariyer yapmış olan Türkiye’nin yeni başbakanı, biraz kamu hukuku okusaydı ya da devlet olgusu üzerine birkaç kitap karıştırsaydı, Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak kasten çıkarılmış olan parantez tartışmalarına girmeyerek, ülkeye ve devlete zarar verebilecek bu tür tartışmalardan uzak durmayı tercih edebilirdi.
                Türkiye’nin geleceği doğrultusunda, kasıtlı olarak parantez kavramını kullanan kararlı kişiler, yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti gibi güçlü ve çağdaş bir ulus devleti orta alandan kaldırmak istedikleri için, parantez kavramını bilinçli olarak öne çıkarmaktadırlar. Türkiye karşıtları bu kavramdan hareket ederek, Türk Devletinin kalıcı esas devlet olmadığını Türk kamuoyuna anlatmaya çalışmaktadırlar. Parantez kavramının her zaman için genel doğrunun dışına çıkan durumları ifade etmesinden yararlanmak isteyen cumhuriyet düşmanlarının, Türk devletini de genel doğru çizgisinin dışında kalan bir siyasal oluşum olarak tarih sahnesine çıktığını, normal duruma dönülme noktasına gelindiğinde bugün sınırları içinde Türk devletinin egemenlik düzeninin geçerli olduğu Misakı Milli yapılanmasının, söz konusu olamayacağını açıkça dile getirmekten çekinmemektedirler. Normal bir yazı düzeninde nasıl normalin ötesindeki kelimeler ya da açıklamalar yazının içinde belirtilirken parantez içine alınıyorsa, Türkiye Cumhuriyetinin varlığı da istisnai durum gibi düşünülerek, geçicilik parantezi içinde açıklanmaya çalışılmaktadır. Parantezci yaklaşım içinde Türk devletini ele alanlar, parantez olarak kabul ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin geçici bir devlet olduğunu, bu nedenle hiçbir zaman kalıcılık iddiasında bulunamayacağını, tüm diğer parantez içinde belirtilen geçici durumlar gibi, Türk devletinin de tarih sahnesinde geçicilikten öteye gidemeyeceğini, her aşamada dile getirmekten kaçınmamaktadırlar. Siyaset biliminin ortaya koyduğu bilgiler doğrultusunda, ancak başarısız olan ya da zayıf kalan devletler için geçicilik ya da istisnai durum konumu öne sürülebilmektedir. Ne var ki, bütün devletler, geleceğe dönük bir biçimde sonsuzluk iddiasına dayalı olarak kurulduğu için, her devletin içinde bulunduğu gerçek durum ve koşullar genel olarak devletlerin geleceğini belirlemektedir.
                Siyaset bilimi açısından konu ele alındığı zaman, Oswald Spengler isimli bir bilim adamının medeniyetler teorisi olarak ortaya konulan kuramı doğrultusunda değerlendirme yapmak gerekmektedir. Spangler’in teorisine göre, devletlerin hayatı da tıpkı diğer canlılara benzemekte ve bu doğrultuda tıpkı diğer canlı varlıklar gibi doğmakta, büyümekte ve belirli bir süre yaşadıktan sonra ölmektedirler. Sosyoloji ve siyaset bilimi teorisi açısından, devletlerin de yaşayan diğer canlılar gibi böylesine bir var olma sürecinden geçtiği görülmektedir. Her devletin önce bir var olduğu, bir en güçlü ve tepe noktada varlığını güçlendirdiği ama belirli bir zaman dilimi içinde de zayıflayarak güç kaybetme noktasına geldiği görülmekte ve bu aşamadan sonra da çöküş ve dağılma oluşumları ile devletler tarih sahnesinden çekilmektedirler. Yıkılan devletlerin ahalisi hemen yok olmamakta, vatan topraklarını oluşturan ülke de bir toprak parçası olarak varlığını devam ettirdiği için, aynı ülke üzerinde eski ahalinin yeniden örgütlenmesi ile eskisinden çok farklı doğrultuda yeni devlet yapılanmaları ortaya çıkabilmektedir. Parantez kavramını kullanarak Türk devletini ele alanlar, bu tezleri dikkate alarak hemen bir devletin sonunu hızlandırılmış bir siyasal gelişmeler doğrultusunda hazırlayarak ve sona erdiren örneklerden yararlanarak bir devletin geleceği ile oynayabilmektedirler Devlet karşıtlarının iyi bildikleri bu durumları var olan devletlerin kurumları da aynı derecede iyi bildiği için, parantez teorilerinden ya da yaklaşımlarından hemen sonuç çıkmamaktadır. Devlet güçleri, değişen siyasal ve sosyal koşulları iyi izleyerek önlemler almaya başladığı zaman, geçicilik suçlamasıyla öne çıkan parantezciler geri adım atma durumunda kalabilmektedirler. Aksi durumlarda ise, devlet yapılarının devlet düşmanları tarafından çökertilerek dağıtılma aşamasına sürüklenildiği ortaya çıkmıştır. Devletlerin büyüklüğü ya da güçlülüğü gibi kriterler, siyasal yapılanmaların devam edip etmemesi, ya da sona erip ermemesi gibi durumlarda etkin bir role sahip bulunmaktadır.
                Bir devlet yapılanmasının kalıcı olması ya da geçici olarak kalması gibi durumlar daha çok dünya konjonktüründeki gelişmelere göre belli olmaktadır. Bu noktada, bütün devletlerin dünya haritası üzerindeki yerinin jeopolitik açılardan gösterdiği konum ile birlikte, büyük devletlerarasındaki hegemonya çekişmesi sürecinde güç merkezleri arasındaki çekişmeler ya da öne geçme gibi durumlar da belirleyici olabilmektedir. Bu çekişme süreci içinde, devletler birbirleriyle rekabete kalkışırlarken, hem kendilerini korumaya öncelik vermekte hem de diğer devletlerden öne geçerek kendi çıkarları doğrultusunda dünya haritasının belirli bölgelerinde emperyal hedefler için etkili olabilmektedir. Bu gibi durumlarda, bazen büyük devletlerin dağılmasıyla küçük devletler gündeme gelebilmekte, ya da bazen da bu durumun tamamen aksi bir yönde bir devletin komşularını ele geçirerek bulunduğu bölgede daha güçlü ya da büyük bir yeni devlet modeli yapılanması ortaya koyduğu görülebilmektedir. Devletlerin parçalanmaları ya da komşuları aleyhine genişleyerek büyümeleri de, bölgesel ya da küresel güç merkezlerinin yeni jeopolitik konumlarına göre belirlenebilmekte, bu gibi durumların kalıcı olabilmesi ya da kısa bir zaman dilimi sonrasında geçicilik göstermesi de gene, siyasal güç merkezleri arasındaki çekişmelere bağlı olduğu gibi, bunların dışında ortaya çıkan başka faktörlerin yansıması olarak da farklı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Bu çerçevede, bir devletin geçici bir parantez olarak belirtilebilmesi, ya da geleceğe dönük olarak sonsuza kadar yaşayabileceğinin ifade edilebilmesi genel anlamda dünya düzeyindeki evrensel gelişmeler ile açıklanabilmektedir. Konjonktürel gelişmelerin ya da güç merkezleri arasındaki değişikliklerin küresel düzeyde çevreye yayılması ile, bir çok devletin kaderleri belirlenebilmekte ve bu doğrultuda dünya haritası yeniden biçimlenmektedir. Devletlerarası ilişkilerde hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlik ya da istikrar sağlanamamakta, bu yüzden de küçük ve orta boy devletlerin geleceği devler arasındaki çekişmelerin gösterdiği yeni durumların etkinliği ile değerlendirilebilmektedir. İki yüzün üzerinde bir devlet sayısı ile dünya haritası değişkenliğe her zaman için gebe bir durumdadır.
                Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak her zaman için evrensel alandaki güç merkezleri arasındaki çekişmelerin ya da emperyal projelerin hedefine aldığı bir ülkedir. Dünyanın merkezinde yer alan bir büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanında, Türk ulusunun bir var olma savaşı vermesiyle kurulmuş olan Türk Devletinin, varlığını koruyabilmesi ya da geleceğe dönük olarak yaşam süresini sonsuza kadar sürdürebilmesi için de, böylesine bir mücadele verilmesi gerektiği görülmektedir. Çünkü parantezci yaklaşımlar ile Türk devletine ömür biçilmekte ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu ulusal siyasal yapının ortadan kalkacağı ya da kalkması gerektiği açıkça ifade edilebilmektedir. İmparatorluklar devri devam ederken varlığını koruyabilen Osmanlı İmparatorluğu, ulus devletler çağına geçilmesi aşamasından sonra giderek zorlanmış ve bir Osmanlı ulusu yaratamadığı için, hem küçük küçük devletlere bölünerek Balkanizasyon sürecine alet olmuş hem de bu dönemin hemen ertesinde gündeme gelen Birinci Dünya Savaşında yenilerek teslim olmuş ve böylece devlet olma durumu da sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğu varlığını sürdürürken, hiç kimse bu büyük devlet için parantez ifadesini kullanarak Osmanlı hegemonyasının geçiciliği iddiasında bulunmamıştır. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşının sonucunda ortaya çıkan yeni güç dengeleri içinde Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine gelerek ortak bir hegemonya düzeni kurmaları üzerine, Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden geri çekilirken, geride bıraktığı merkezi topraklar üzerinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti doğal bir sonuç olarak, Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi sonrasında dünya haritası üzerindeki yerini almıştır. Osmanlı devleti hiçbir zaman geçici bir parantez konumunda olmamış ama cihan savaşı sonrasında değişen dünya koşulları çerçevesinde teslim olarak bitme aşamasına zorla getirilmiştir.
                Osmanlı sonrası dönemde, bu büyük merkezi devletin üzerinde egemen olduğu on milyon kilometre karelik geniş alan üzerinde, bütün büyük güçlerin yeni projeleri olmuş ve bu doğrultuda çekişmeler ikinci bir dünya savaşına kadar sürüp gelmiştir. İlk proje, üzerinde güneşin batmadığı büyük dünya imparatorluğunun patronu konumunda olan İngiltere’nin olmuştur. İngilizler, geri çekilen Osmanlı Devletinin hinterlandı üzerinde gene İstanbul merkezli bir büyük merkezi bölgesel yapılanma olarak Yakın Doğu Konfederasyonu adı altında dörtlü bir federasyon modelini, kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir siyasal yapılanma doğrultusunda düşünmüş ama gücü yetmediği için ve de Fransa ile tam olarak anlaşarak ikili bir merkezi modeli gerçekleştiremediğinden, böylesine bir emperyal bağımlılık projesi hazırlayıcılarının planları doğrultusunda gerçekleştirilememiştir. Britanya İmparatorluğu merkezi alana tam olarak egemen olamazken, ortağı konumundaki ikinci emperyalist imparatorluk sahibi Fransa da istediği gibi kendisine bağlı bir büyük bölgesel yapılanmayı gerçekleştirememiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir çöküş ile yıkılan Rus Çarlığı yerine bir sosyalist devrim sayesinde dünya sahnesine çıkmış olan Sovyetler Birliği projesi de, dünyanın kuzey yarıküresinde bölgesel bir devlet yapılanması ile ortaya çıkarken, bu yeni güç merkezi yapılanmasının sıcak denizlere doğru yayılabilmesi doğrultusunda, merkezi alanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadasını da coğrafi bölgeleri esas alarak, yedi ayrı devletçik olarak kendi oluşturduğu ideolojik birliğin çatısı altına alabilmeyi hedefliyordu. Bir anlamda Sovyetler Birliğinin de Anadolu topraklarına emperyal amaçlı bakması, Anadolu yarımadası üzerinde geride kalan Osmanlı ahalisi olarak Türkleri tam anlamıyla ortada bırakmıştı. Kalıcı olması gereken bir büyük imparatorluğun bir cihan savaşı sonrasında ortadan kaybolması üzerine, en az onun kadar güçlü olabilecek ve asırlar boyunca güçlü bir biçimde merkezi alanda devlet olarak varlığını sürdürebilecek bir yeni devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti, Türklerin batılı emperyal güçlere karşı verdiği bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde tarih sahnesine çıkıyordu.
                Yirminci yüzyıla girerken Avrupa emperyalizminin iki büyük devi olarak İngiltere ve Fransa dünyanın merkezi coğrafyasına el koyarak, dünyanın merkezi imparatorluğunu dağıttıkları için tam anlamıyla bir küresel hegemonya düzeni kurmayı hedefliyorlardı. Ne var ki, bu aşamada artık Avrupa emperyalizminin rakibi olarak Amerikan emperyalizmi dünya sahnesine çıkarken, Japon savaşı ile çökertilen Rusya’da ikinci bir çöküş Birinci dünya savaşı ile gündeme getirilerek, bu durumdan yararlanan yeni bir siyasal yapılanma sosyalist devrim görünümünde uygulama alanına getiriliyordu. Orta Doğu’ya girmiş olan İngiliz ve Fransız emperyal güçleri tam Kafkaslar üzerinden Hazar bölgesine doğru yöneldikleri aşamada, Amerikan sanayicilerinin ve küresel sermayenin denetimi altındaki New York borsasından sağlanan yüz milyonlarca dolarlık maddi destek ile Troçki Moskova’da Kızıl Orduyu kurarak Sovyetler Birliğinin önünü açıyordu. Kızıl Ordu daha bütün Rusya’nın kontrolunu ele geçirmeden, Almanya destekli Osmanlı ordusunu Azerbaycan’dan çıkartmak üzere Kafkasya seferine çıktığı aşamada, İngiliz ve Fransız ordularının Anadolu üzerinden kuzeye doğru yönelerek Hazar bölgesine girmelerinin önü kesilmiş bulunuyordu. Böylece, Birinci dünya savaşı sırasında cephelerde savaşmayan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa devletleri birbirini yok ederken, dünyanın gelecekte merkezi konumuna gelecek Hazar bölgesini ideolojik bir yeni yapılanma ile yönlendirerek, Avrupalı emperyalistlerin bu bölgeyi ele geçirmelerini önlüyordu. Böylesine bir emperyal amaçlı operasyon, geleceğe dönük Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin çekişmeleri yüzünden gündeme geliyordu. Karl Marks’ın öngörüsü ile çok gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmesi gereken komünist ihtilal, Avrupa ve Amerika çekişmesi yüzünden dünyanın kuzey yarıküresinde ve kırsal alanda yayılmış bir bir köylü toplumunda dışarıdan ithal edilen Bolşevik kadro sayesinde gerçekleştiriliyordu. I871 Paris komününden ders alan kapitalistler, kendi gelişmiş ülkelerinde böylesine bir komünist ayaklanmayı önlemek üzere, hiç işçi sınıfının olmadığı bir kırsal alan ülkesinde dışarıdan destekli ve manüplasyonlu bir hareket ile Komünist ihtilal yaratarak, İngiliz-Fransız ortaklığının bütün dünyayı ele geçirmesini önlüyorlardı.
                 İki dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın hegemon süper gücü haline gelirken, Rusya’da kurulu bulunan Sovyetler Birliği sanki bunun dengeleyicisiymiş gibi gösterilerek, yeryüzü kıtalarını beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa’nın önde gelen emperyal güçleri iki büyük kutbun arasına çekilerek hapsediliyorlardı. İşte böylesine bir süreç içerisinde, kuzey yarıküresinde yer alan sosyalist blokun temsilcisi olarak Sovyetler Birliği’nin, güney yarıküresine inmesini ve sıcak denizlere çıkmasını önleyecek bir merkezi tampon devlete gereksinme duyulduğu aşamada, Anadolu halkı ayağa kalkarak bir Ulusal Kurtuluş savaşına yöneliyor ve bu doğrultuda bir mücadeleyi zafere ulaştırarak, çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruyordu. Sovyet ihtilali sonrasında bir de Anadolu ihtilali Atatürk’ün önderliğinde Türk ulusu tarafından gerçekleştiriliyordu. Yeni kurulan Türk ulus devleti sahip olduğu jeopolitik konumuyla, batı emperyalizmi ile Doğu kutbu olan Sovyetler Birliği arasında yeni oluşan bir tampon ülke olarak devreye giriyordu. Rus jeopolitiği Antalya’yı kendi kızıl elması olarak ilan ettiği için, Türkiye gibi orta boy bir devletin merkezi alanda bağımsız bir devlet olarak meydana çıkması, savaş yıllarında bozulmuş olan dünya dengelerinin yeniden kurulması doğrultusunda katkı sağlıyordu. Bu nedenle, bazı batılı ülkeler Türklere bu coğrafya da bağımsız bir devlet vermek istememelerine rağmen, karşı kutup olan Sovyetler Birliği’nin güneye doğru yayılmasını önlemek üzere, Türkiye Cumhuriyetini bir tampon devlet olarak benimsemek zorunda kalmışlardır. Lenin ve arkadaşları batılı emperyalistleri Anadolu toprakları üzerinde görmek istemezken, Avrupa ve Amerika ülkeleri de Sovyetler Birliği’ni Akdeniz’de görmek istememiş ve bu durumdan yararlanan Türk ulusu da, Osmanlı imparatorluğunun merkezi bölgesinde bağımsız bir cumhuriyet devleti kurma şansını elde etmiştir.
                Anadolu toprakları üzerinde Sevr haritasını çizerek Balkanizasyonu Orta Doğu’ya taşımak isteyen İngiltere ile birlikte bütün batılı devletler doğu blokuna karşı ortaya çıkan Türk devletini öncelikle bir tampon devlet olarak kabul ederek, Türklerin Anadolu topraklarından Orta Asya’ya doğru sürülmesi operasyonunu bir süre için ertelemek zorunda kalmışlardır. İşte böylesine bir tampon devlet oluşumu ile gerçek emperyal planların ertelenmesi projesine, dünya dengeleri açısından bir yüz yıllık süre tanımışlardır. Batılıların son yıllarda Türkiye için bu yüz yıllık süre olgusunu bir parantez olarak ortaya atmaları, yüzüncü yıla gelinmeden Türkiye Cumhuriyetini haritadan silmeye çalışmaları nedeniyledir. Onlara göre, Sevr planının tamamen ret edilmesi anlamına gelen Türkiye Cumhuriyeti projesi, kuzey bölgesinde oluşturulan sosyalist blokun yayılmasının önlenmesi için, benimsenmiş olan bir geçici uygulamadır ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu yapılanmanın da ortadan kaldırılması gerekmektedir. Sosyalist blokun yaşadığı sürece, Türkiye Cumhuriyeti bir tampon devlet olarak merkezi alanı Ruslara kaptırmamış ve daha sonraki aşamada da NATO yapılanması Türkiye’ye taşınarak, Türk devletinin batı ittifakının sınır karakolu konumuna gelmesine yol açılmıştır. Bu yüzden Türkler kendi ülkelerinde büyük baskılar altında yaşamak zorunda kalmışlar, daha sonraki aşamada da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Avrasya kıtasının bütün bölgelerinde ortaya çıkan sıcak çatışmalar, Türkiye Cumhuriyetini bir ateş çemberinin içine çekmiştir.
                Batılılar kuruluşuna yardımcı oldukları Sovyetler Birliğinin ömrünü var olan dünya dengeleri nedeniyle, yüz yıllık bir zaman periyodu içinde düşündükleri için, doğu ve batı blokları arasında yer alan Kemalist Türkiye’nin ömrünü de buna dayanarak belirlemeye çalışmışlar ve bu yüzden Türkiye için birçok yerde yüz yıllık parantez tanımlaması kasıtlı bir biçimde dile getirilmiştir. Cumhuriyet yüzüncü yılına doğru yol alırken ve bir asrı geride bırakırken, batılı emperyal çevreler artık yüz yıllık parantezin kapatılması gerektiğini açıkça dile getirerek, Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesine giden yolları açıktan desteklemektedirler. Osmanlı devletinin tarihe mal olmasından sonra merkezi alanda gerçekleştirmeyi düşündükleri asıl projelerini bir türlü uygulayamadıkları için, bunların önünde koskoca bir engel olarak duran Türk devletini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girerek, istemeden tanımak zorunda kaldıkları yüz yıllık paranteze bir son vermeyi hedeflemektedirler. İki öge arasında yer alan bir durumun ifade edilmesi olarak tanımlanan parantez kavramı, Türkiye ile ilgili olarak kullanıldığı zaman, yirminci yüzyılın başlarında dünya haritasının ortalarında yerini alan, bir siyasal yapılanmanın yirmi birinci yüzyılın başlarında ortadan kaldırılmak istenmesinin bağlantısını açıklamak üzere yeniden siyasal gündeme getirilmektedir. Yüz yıl öncesinin dünya dengelerinin gündeme getirdiği Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devlet modeline, soğuk savaş sonrasında hiç ihtiyaç bulunmadığını ve hele küresel ya da emperyalistlerin güdümündeki bölgesel projelerde kesinlikle böyle bir devlet modeline yer verilmemesini isteyen işbirlikçi ve mandacı çevreler, yüz yıllık parantezin kapatılmasını yüzleri kızarmadan talep edebilmektedirler.
                Bu yıl içinde yayınlanan bir kitapta, Ermeni meselesinin kamuoyundaki tartışmacılarından birisiyle yapılan söyleşiler gene “yüz yıllık parantez” başlığı altında sunulmaktadır. Türkiye’nin doğu Anadolu bölgesinde bir Hristiyan devlet kurmak ve Gregoryen Kilisesinin hegemonyasını binlerce yıllık Türk toprakları üzerine taşımak isteyen gayrimüslim lobiler, açıktan yüz yıllık parantez tartışmalarına kalkışarak, Atatürk’ün çağdaş ulus devletini tarihin tozlu sayfalarına geri göndermeye çalışmaktadırlar. Türk ulusunun ve devletinin kendisini yok edecek böylesine bir girişimin farkında olduğu ama uluslararası hukuk ve demokratik rejimin gerekleri doğrultusunda hoşgörülü davranarak barış içinde bir çözüm arayışı içine girdiği son dönemlerdeki gelişmeler ile iyice açıklık kazanmıştır.
Yüz yıllık parantez olgusunu başlığına taşıyan kitap incelendiği zaman, açılan parantez yüzünden özgürlüklerin eksik kaldığı ve özgürlükçü dönüşümün yarım bırakıldığı ileri sürülmektedir. Türk milliyetçiliğinin diğer etnik kesimlerin özgürlüklerinin önünü kestiği ve bu yüzden özgürlükçü bir yapılanmaya gidilemediği ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Türk ulusu, yirminci yüzyılda yeni bir dünya düzeni kurulurken, yeryüzü haritasında yerini almaya çalışmış ama toplumun diğer kesimlerinin bu doğrultuda kendi yapılanmalarına gitmelerine izin verilmemiştir. Bir anlamda dolaylı bir Sevr haritası savunması olan kitapta, batı emperyalizminin Anadolu’ya Balkanizasyonu taşıması gerektiği ve bu doğrultuda tıpkı Balkanlarda olduğu gibi küçük küçük devletçiklerin Anadolu coğrafyasında Sevr haritası doğrultusunda oluşturulması gerektiği, dolaylı yollardan ifade edilmeye çalışılmaktadır. Balkanlardaki küçük devletçikler benzeri yapılanmalar ile, Anadolu’da yaşayan çeşitli topluluklara kendi devletlerini kurma şansının tanınmasını savunan gayrimüslim entelektüel, Türk devletinin ulusal ve üniter yapılanmasına dolaylı yollardan karşı çıkmaktadır.
                Yüz yıllık parantezi konu alan kitabın son bölümünde başlık olarak parantezin kapanması ele alınmış ve 2015 yılına doğru gidilirken, Anadolu’nun doğu bölgesinde yeniden bir Hristiyan yapılanmanın gündeme getirilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır. Birinci dünya savaşı sırasında Doğu Anadolu’da meydana gelen kendi devletini kurma mücadelesini Türkler ve Müslümanlar kazandığı için, Misakı Milli sınırları içerisinde ulusal ve üniter bir devleti Türkler kurabilmiştir. Devlet kurma mücadelesini kazanan Türkler, bugün soykırım yapmakla suçlanmakta ve bu doğrultuda yabancı mahkemelerde yargılanarak mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Toprak talebi ile birlikte ayrı bir devletin Türkiye’nin doğusunda tanınması ve bu doğrultuda Türklerin ülkenin doğu bölgelerinden geri çekilmesi açıkça talep edilebilmektedir. Rusların sıcak denizlere inme hattı ile Fransızların Suriye’den Hazar bölgesine çıkma hattı olan bölgede Büyük Ermenistan kurmak hayalleri peşinde koşanlar, Türkiye Cumhuriyetini yüz yıllık parantezin içine kapatarak, böylesine bir devletten kurtulabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Batı ülkelerinin birçoğunda alınan parlamento kararları ile Türkiye geçmişteki olaylar nedeniyle suçlanmakta, karşılıklı çekişme ve sürgünler sırasında Osmanlı devletinin var olduğu unutularak, Osmanlı yönetiminin kusurları ve suçları Türk devletinin sırtına yüklenmeye çalışılarak, ciddi bir haksızlık yapılmaktadır. Osmanlı devletinden sorulması gereken hesabın Türkiye’den sorulması, tıpkı İsrail’in Romalılar döneminde sürgün edilmelerinin suçunu zavallı Filistinliler’den sorması gibi ortaya hukuka son derece aykırı bir durum yaratmaktadır. Osmanlı döneminden Türk devleti sorumlu tutulamayacağı gibi, Roma imparatorluğu döneminde gerçekleşen sürgünün suçu da Filistin halkının üzerine yüklenemez. Uluslararası hukuk böylesine çelişkili durumları ortadan kaldırabilmek üzere günümüzde yeni açılımlar yapmak zorundadır.

                Türkiye Cumhuriyeti, ne tez, ne anti tez, ne de parantez değildir. İmparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği bir aşamada ortaya çıkan çağdaş bir ulus devlet projesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde uluslararası bütün kuruluşların hem kurucusu hem de üyesi konumuyla çağdaş uluslar ve devletler ailesinin onurlu bir üyesi olmaya çalışmaktadır. Birçok engel ya da manüplasyon ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi, ilelebet payidar kalabilmenin çabası içerisinde olduğu için, böylesine güçlü bir devleti yüzyıllık parantezlere sıkıştırmak mümkün değildir. Üç kıtaya yayılmış bulunan Türk dünyası ile çeşitli ülkelerde yaşamını sürdürmekte olan üç yüz milyonun üzerindeki Türk asıllı toplulukların Türkiye Cumhuriyetini parantez olmanın ötesine taşıyarak, her türlü parantez kıskacının aşılmasında, Türk devletinin en büyük yardımcısı olarak dünya sahnesinde yerlerini almaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti tez, antitez ya da parantez olmanın ötesine giderek, çağdaş bir sentez olarak, yeni dönemde bütün dünyaya örnek gösterilen bir devlet konumuyla öne çıkmaktadır. 

Hiç yorum yok: