25 Şubat 2015 Çarşamba

DEMOKRASİ İÇİN HALK SEKTÖRÜ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN



  Demokrasi bir siyasal rejim olarak halk kitlelerine dayanmaktadır. Bir ülkede var olan demokratik rejim çerçevesinde halk kitleleri harekete geçerek kendi geleceğine egemen olmaya çalışır ve bu doğrultuda ülkeyi halk tabanı kendisi yönetmek ister. Eski Yunan döneminden gelme bir siyasal geleneğin adı olan demokrasi kavramı, halkın gücü anlamına gelen demos ve cratos kelimelerinin birleşik şeklidir. Halk ve gücün bir araya gelmesiyle birlikte, halkın gücünün iktidar olduğu demokratik rejimlere kitleler sahip olabilmektedir. Gerçek anlamda halk kitlelerinin ülkede siyasal gücü ele geçirerek iktidara gelmesiyle, egemen konumdaki eski güç merkezleri sahip oldukları potansiyeli yitirmekte ve bunun sonucunda da bir ülkede tam anlamıyla halk egemenliği rejimi kurulabilmektedir. Halk kitlelerinin bilinçlenmesiyle ve yetişmesiyle birlikte ülkelerde halk egemenliği rejimleri demokrasi adı altında kurulmaya başlanmıştır. Yığınların geri kaldığı ve toplumsal potansiyelin bilinçli bir çizgiye ulaşamadığı yerlerde ise, halk kitleleri kendi geleceklerine egemen olamamış ve böylesine olumsuz bir durum yüzünden de eskisi gibi egemen güçler siyasal rejimlerdeki üstünlüklerini sürdürerek, demokrasi dışındaki yönetim biçimlerine geri toplumları mahkûm etmişlerdir. Kendi kaderlerine mutlak anlamda egemen olmak için çaba gösteren halk kitlelerinin, egemen güçlere yönelen iktidar çekişmelerinin sonucunda kitleler istikrarlı bir mücadele ortaya koyabilirlerse, o zaman kendi egemenlik düzenlerini oluşturarak, ülkelerinde gerçek anlamıyla bir demokratik rejime kavuşabilmektedirler.

         Demokrasilerin görünüşte bir halk yönetimi değil ama gerçek anlamda bir halk iktidarı olabilmeleri ülkede yaşayan halk kitlelerinin ekonomik anlamda da güçlü olmalarına bağlıdır. Hiçbir ülkede belirli toplum kesimleri durduk yerde zengin olmazlar. Dünya nimetlerinin sınırlı olması ve bu yüzden de herkese eşit koşullarda pay düşmemesi yüzünden, genel olarak birçok ülkede zenginlikler küçük bir azınlığın elinde toplanmakta, halk yığınlarına dönük eşit bir paylaşım, bir türlü istendiği gibi başarılamamaktadır. Bazı ülkelerin kaynaklarının azlığı yüzünden yığınlar yoksul kalmakta, diğer ülkelerde ise zenginliği elinde toplamış olan küçük azınlıklar ya da güç merkezleri, sahip oldukları varlıkları bir türlü ülkede yaşayan yığınlar ile paylaşmaya razı olmadıkları için halkın ekonomik yönden zenginleşmesine izin verilmemekte ve bu yüzden yoksul kalan halk kitleleri de siyaset sahnesinde etkili olarak, kendi egemenlik düzenlerini kuramamaktadırlar. Bir ülkede bazı insanların zengin olması ya da aşırı bir mal varlığının küçük azınlıkların elinde toplanması yüzünden, toplumun çoğunluğu ekonomik açıdan geride kalarak yoksullaşmaktadır. Bu gibi durumlarda, ülkede bir halk egemenliği kurulamadığı için, gerçek anlamda bir demokrasiden söz edilebilmesi mümkün değildir. Yeryüzünde var olan bir çok ülkede buna benzer durumlar ortaya çıktığı için, yüzlerce yıllık bir siyasal geçmişe rağmen daha hala bütün dünya ülkeleri gerçek anlamda bir halk egemenliği rejimi anlamında demokratik bir rejime sahip olamamıştır. İlk çağlardan bu yana insan toplumlarında yönetim çekişmeleri ve kavgaları olmuş ve bu nedenle halk kitleleri barış içinde kalıcı bir yönetim düzeni oluşturamamışlardır. Toplumun içinden çıkan güçlü kişiler kısa bir zaman dilimi içinde kendilerinin merkezde yer aldığı bir otoriter düzene yöneldiği aşamalarda, halk kitleleri yönetimden tümüyle dışlanarak ikinci sınıf bir yaşama mahkûm edilmişlerdir. Ekonomik açıdan geride kalmış olan bu gibi toplumlarda, daha sonraki aşamalarda ekonomik mücadeleler ile bir halk yönetimi düzeni oluşturma kavgası ortaya çıkmış ve bunun sonucunda da, yığınlar kendi güçlerini kullanarak içinde yaşadıkları ülkeleri demokratik rejimlere doğru dönüştürebilmişlerdir.

         İnsanlık tarihi incelendiği zaman her dönemde gündeme gelen birbirinden çok farklı yönetim ve devlet düzenleri çerçevesinde, bir yöneten ve yönetilen ayırımı yaşanmış ve bu doğrultuda genel anlamda parası ve mal varlığı olan zengin kesimler, bir ayrıcalık rejimi olarak aristokrasiyi gündeme getirmişlerdir. Bürokratik devlet yapıları içerisinde bir oligarşi düzeni kuracak kadar ileri giden aristokratik rejimlerde her zaman servet sahibi zenginlerin hem devlet düzeni içinde, hem de toplumun genel yönetimi çerçevesinde önde gelen bir hükümranlıkları olmuştur. Tek adam yönetimlerinde yöneticinin akrabaları devletin nimetlerinden yararlanarak bir zenginler aristokrasisi oluştururken, baskı ya da diktatörlük rejimlerinde de yönetime yakın olan kesimlerin, devletin tepesindeki yakınları üzerinden ülkenin kaynaklarına ve ekonomik potansiyeline el koydukları ve zaman içerisinde de bu olanakları kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak yeni bir zenginler sınıfı yarattıkları görülmektedir. İlk çağlardan bugünlere gelen tarihsel süreç içerisinde, her ülkede ya da her devletin çatısı altında böylesine çıkarcı yaklaşımların geliştiği açıkça ortaya çıkmıştır. Doğuştan sahip olunan bencillik duyguları ya da çıkarcı yaklaşımlar insanların tutum ve davranışlarını yönlendirdiğinden ele geçen fırsatların değerlendirildiği, her türlü durumda çıkarlara öncelik verilmesi yüzünden, mal varlıkları artırılarak sebepsiz zenginleşmeler yaratılmaktadır. Siyasal rejimler tarihi incelendiğinde halktan kopuk baskıcı ve diktacı yönetimlerde, hükümete yakın olan kesimlerin iktidar nimetlerinden yararlanarak ve de her defasında yeni bir zenginler sınıfı gündeme getirerek, toplumun tepe noktalarında aşırı zenginleşmeyi pompaladıkları zaman içerisinde kesinlik kazanmıştır. Bu durumda, zenginleşen toplum kesimlerinin kendi yönetimleri altında bir demokrasi arayışı içerisine girdikleri ve bu nedenle de rejimlerin değişme göstererek normal demokrasinin ötesinde, farklı bir azınlık yönetimine ya da sermaye egemenliğine doğru kayma gösterdiği şimdiye kadar görülen örnekleriyle ortaya çıkmıştır.

         İnsanlık Avrupa merkezli dünyadan okyanuslara doğru açıldığında kıtalar üzerinden sömürgecilik girişimleri geliştirilmiştir. Avrupa’nın emperyalist devletlerine bağlı olarak kurulan sömürge ülke yönetimlerinde ya merkeze bağlı ya da o bölgede yaratılan işbirlikçi kadrolar, kısa zamanda zenginleşme aşamasına geldiklerinden, aslında sömürgecilik düzenlerinde çok hızlı bir biçimde zengin sınıflar oluşmuş ve bunlar da emperyalist devletlere yakın durarak zenginleşmeye devam etmişlerdir. Komprador burjuvazi adı verilen işbirlikçi toplum kesimleri, emperyalist merkezlerin desteği ile kendi ülkelerindeki yönetimleri ele geçirerek, sahip oldukları zenginliğin getirmiş olduğu ekonomik gücü, devlet yönetimini kendi çıkarları doğrultusunda geliştirmek üzere kurmuşlardır. Orta çağ sonrasında başlayan modernleşme eğilimleri sayesinde, Avrupa kıtasında modern devlet yapılanmaları başlamış ve sömürgeler üzerinden bu yapılanma dünyanın her köşesine doğru yayılmıştır. Derebeylerinden sonra krallıklar tarih sahnesine çıkarken krallar ve akrabaları aşırı düzeyde zenginleşmiş ve hanedanlar üzerinden aristokratik yönetimlere gidilerek zenginlik ülke yönetiminde en önde gelen silah konumuna gelmiştir. Hanedanlarla birlikte bütünleşerek ekonomik gücü ele geçiren zengin kesimler kısa zamanda azınlık diktasına kayarak, bir anlamda zenginler yönetimine ülkelerini sürüklemişlerdir. Zengin kesimler her yönden örgütlenerek ülke yönetimini ele geçirirken, işsiz kalan halk kitleleri yoksulluğa mahkûm edilmiştir. Aç ve yoksul insan yığınlarının güçsüzlüğe mahkum edilmesi sürecinde, siyasal rejimler halk egemenliği doğrultusunda değil ama zengin kesimlerin ağırlığı doğrultusunda sermaye egemenliğine doğru bir açılım göstermiştir. Kralın ya da yönetimin en yakınında duran aristokrat burjuva kesimleri doymak bilmez bir iştahla ülkenin ekonomik kaynaklarını sömürürken, ülkenin zenginliklerinden pay alamayan halk kitleleri ekonomik güçsüzlükleri nedeniyle ülke yönetiminde söz sahibi olamamışlardır. Zaman içerisinde zengin sınıflar zenginliklerini katlayarak yollarına devam ederken, halk kitleleri de yoksulluklarını katlayarak daha da fakir bir konuma düşmüşlerdir. Yiyecek ekmeği bulamayan halk yığınlarının ülkenin efendisi olması giderek hayal konumuna gelirken, çöplükte ekmek toplayarak yaşamını sürdürmeye çalışan yoksul halk kesimlerinin hak ve özgürlükler görünümlü çelişkili politikalar ile aldatıldığı ülkelerdeki siyasal rejimlerin, cumhuriyet devletlerinin çatısı altında hiçbir zaman gerçek anlamda bir demokrasiye doğru dönüşüm gösteremeyeceği zaman içerisinde belli olmuştur.

         Yirminci yüzyılın başlarına kadar devam eden bu tür gelişmelere karşı, Avrupa kıtasında haklı tepkiler zaman zaman ortaya çıkmıştır. Özellikle, Fransız devriminin sarstığı Avrupa kıtasında ulusal ve sol akımlar yaygınlık kazanırken, 1830 ve 1840 devrimleri ile 1871 Paris komünü gibi siyasal olaylar zengin azınlıkların kurduğu sermaye egemenliği düzenlerine bir karşı çıkış olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Birinci dünya savaşında ulus devletlerin birbirleriyle çatışması ve bu savaş üzerinden imparatorlukların dağılmasıyla birlikte, bütün dünyada giderek artan nüfusun ortaya çıkardığı çalışan kesimlerin siyasal ağırlığı ile hem çeşitli devletlerde sosyalleşme başlamış hem de işçiler ile çalışanların birlikte oluşturdukları sosyalist akımlar, siyasal rejimler içerisinde halk yığınlarının ağırlığını öne çıkarmıştır. Batının sömürgeci ülkeleri emperyalizm aracılığı ile zenginleşirken, bu zenginliğin bir kısmını çalışan halk kitleleriyle paylaşmaya yönelerek sosyal demokrasilerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Birinci dünya savaşı sürecinde Rusya’da sosyalist bir rejim kurulurken, batı Avrupa ülkelerinde de sosyal demokrat yönetimler ile birlikte refah devleti tartışmaları da gündeme geliyordu. Batı dünyasında sosyal demokrasinin yardımlarıyla, aristokrat rejimlerin gerçek anlamda demokrasiye dönüştürülmesi için çaba gösteriliyor ama emperyal zengin kesimlerin direnişi yüzünden, bu alanda tam anlamıyla bir sonuç alınamıyordu. Sosyalist sistemde ise Sovyetler birliğinin öncülüğünde sosyalist bir demokrasi işçi sınıfının öncülüğünde örgütlenmeye çalışılıyordu. Üççeyrek asır devam eden sosyalist imparatorluk döneminde sosyalist partilerin yöneticileri devlet olanaklarını kullanarak yeni zengin sınıf olarak ortaya çıkınca, sosyalist sistemin de tam anlamıyla halk yönetimi anlamında bir gerçek demokrasiyi yapılandıramayacağı görülüyordu. İnsanın her yerde aynı insan olması ve her aşamada çıkarına öncelik vermesi yüzünden, ideolojik rejimler ya da imparatorluklar bile gerçek anlamda demokrasinin kurulabilmesi açısından yetersiz kalıyordu. İki dünya savaşı geride kalırken, dünyanın önde gelen ülkelerinde denenen sosyal demokrasi ve sosyalist rejim uygulamaları ile zengin kesimlerin gücünün kırılamayacağı ve bu yüzden de gerçek anlamda bir demokratik rejime ulaşılamayacağı giderek kesinlik kazanıyordu. Nitekim bu yüzden, bir yüzyıllık süre dolmadan sosyalist sistem dağılma noktasına geliyordu. Bunun bir başka yansıması da batı ülkelerindeki sosyalist ve sosyal demokrat partilerin zayıflayarak gerileme aşamasına gelmesiydi.

         Soğuk savaşın son dönemlerinde, sosyalist sisteme karşı batı tipi demokratik ülkelerde halk kitlelerini rejime kazanabilmek ve zengin kesimler ile yoksul kitleler arasında ki gelir dağılımı uçurumunu kapatmak üzere, yeni bir uygulama olarak halk sektörü girişimleri gündeme getiriliyordu. Özellikle, Avrupa kıtasının kuzey ülkelerinde sistematik bir uygulama alanı bulan sosyal demokrasilerin kendilerine kalıcı bir toplumsal taban yaratma doğrultusunda halk sektörü uygulamalarına yöneldikleri ve zaman içerisinde kendi ülkelerindeki gelir dağılımı bozukluklarını ortadan kaldırdıkları görülmüştür. İsveç, Norveç ve Danimarka gibi kuzey ülkelerinde sosyal demokrasi bir alternatif rejim olarak kapitalist ve sosyalist dünyalar arasında yerini alırken, sınıfsal düşüncelerin ötesine gidilerek yoksul halk kitlelerinin ekonomik alanda devreye sokularak zenginleşmelerinin sağlanması gibi yeni bir yapılanma gündeme getiriliyordu. Batı dünyasının sömürgeci kapitalist ülkelerinin karşısında devlet destekli sosyalist ülkelerin ortaya çıkışı ile birlikte iki kutuplu bir dünya soğuk savaş yılları boyunca devam edip gidiyordu. Sosyalist ülkelerin devletçi ekonomisi ile birlikte demokratik ülkelerin zengin sınıfların öncülüğüne dayanan kapitalist sistemlerinin dışında bir üçüncü yol olarak, halk kitlelerine ekonomik hareketlilik kazandıracak bir ekonomik halkçılık uygulaması yavaş yavaş gündeme getiriliyordu. Kapitalist ülkelerde ortaya çıkan burjuvazi ve proleterya çatışmasının ötesinde, sınıf olgusunu bir yönü ile ikinci plana bırakan ama ülke sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan halk kitlelerini bir bütünsellik içerisinde ele alan halkçı bir yaklaşım üçüncü yol arayan sosyal demokrasilerde gündeme gelince, halk yığınlarını ekonomik bir seferberliğe yönlendirme doğrultusunda halk sektörü oluşturma girişimleri zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Zengin kesimlerin dışında kalan halk kitlelerinin ekonomik durumlarının düzeltilebilmesi ve bu doğrultuda özel ve kamu sektörlerine paralel olarak üçüncü bir sektör yaratılması, halk sektörü girişimlerinin ana hedefi olarak öne çıkıyordu.

          Kısaca, halkın kendi ekonomik sektörünü kurması ya da, devletin özel ve kamu sektörlerin yanı sıra halk kitlelerini bir ekonomik seferberliğe yönlendirerek üçüncü bir sektör konumunda halka dayalı bir yeni sektör yaratması, halk sektörü olarak adlandırılmaktadır. Halkın devlet sektöründen yeterince pay alamaması ya da özel sektörün giderek devleşen şirketler üzerinden ekonomik alanı hükümranlığı altına alması nedeniyle, ezilen halk kitlelerinin ekonomik atağa kalkarak kendi ekmeğini kazanması biçiminde bir halk sektörü oluşumu, yirminci yüzyılın ikinci yarısında çeşitli ülkelerde gündeme getirilmiştir. Türkiye de bu halk sektörü arayışlarının öne çıktığı, fazlasıyla tartışıldığı ve bu doğrultuda önemli adımların atıldığı bir ülke olarak o dönemin koşullarında yerini almıştır. Siyasal demokrasilerin aynı zamanda ekonomik demokrasilere dönüşmesi açısından da, bir dönüm noktası olarak halk sektörü oluşumları canlılık kazanmıştır. Ekonomik halkçılık anlayışının gerçek yaşamda uygulamaya getirilmesi anlamında bir halk sektörü oluşumu, bütün dünya demokrasilerinin halk kitleleriyle yeniden kaynaşması doğrultusunda önemli bir ilerleme sağlamıştır. Kıyıda köşede kalmış yoksul halk kitlelerine daha iyi bir yaşam düzeni sağlamak gibi bir amaç taşıyan halk sektörü girişimleri, kısa zamanda büyük yankılar yaratarak halk kitlelerinin ekonomik alanda seferberliğe yönlendirilmelerini sağlamıştır. Zengin patronların normal insanlara iş vermediği bir özel sektör düzeni ile siyasal kadroların devlete doldurulduğu bir kamu sektörü dışında bırakılan yoksul halk kitlelerine, yeni bir yaşam yolu açacak halk sektörü girişimi, bozulmuş olan toplumsal dengelerin yeniden kurulabilmesi açısından zorunlu olmuş ve batının önde gelen sosyal demokrat ülkeleriyle birlikte Türkiye’de yirminci yüzyılın ikinci yarısında on yıl süre ile halk sektörü konusunu hem tartışmış hem de bir yeni siyasal oluşum hareketi doğrultusunda, böylesine bir atılımın kurumlaşabilmesi için girişimlerde bulunmuştur. Çağdaş demokratik ülkelerde gelişmeler gösteren sosyal demokrat ya da demokratik sol hareketler, dünya ve ülke ekonomilerinin daha dengeli bir yapılanmaya yönelebilmesi açısından halk sektörü konusuna önemle ağırlık vermişlerdir. Türk devleti de yirminci yüzyılın son çeyreğine girilirken bir halk sektörü denemesini gündeme getirmiştir.

         Halka rağmen halkçılık yapan jakoben halkçılık anlayışı geride kalırken, halkla birlikte halkçılık görüşü öne çıkmış ve halk kitlelerinin ayağına giden bir önderlik ile aydınlar kentlerden köylere giderek yeni bir kaynaşma açılımını halk sektörü girişimleri ile öne çıkarmışlardır. Bir anlamda orta sınıf düzeyindeki halk kitlelerini ekonomik alanda etkin kılmak için geliştirilen halk sektörü açılımları, dar gelirli toplum kesimlerine iş sağlamak ya da ek gelir temin etmek gibi sosyal alanda canlanma girişimleri biçiminde gelişmeler gösteriyordu. Ekonomik gücün siyasal gücün temeli olduğunu iyi bilen bir yaklaşım sayesinde halk sektörü ile toplumda demokrasinin tabanı yaratılmaya çalışılıyordu. Ekonomik alanda kapitalist ekonomi sayesinde yaratılan artı değerden pay alamayan yoksul halk kitlelerinin ekonomik yönden daha güçlü bir konuma getirilmesini hedefleyen halk sektörü atılımlarında, devlet öncülük yaparak kendi vatandaşlarına daha iyi koşullarda bir yaşam düzeni sağlayabilme doğrultusunda kitlesel atılımlara yöneliyordu. Siyasal demokrasilerin ekonomik ayağı tam anlamıyla gelişemeyince, halk yönetimi sözde kalıyor ve egemen güçler ile zengin sınıfların ortaklığından oluşan siyasal iktidarlar, kendilerini o makama getiren azınlıklara hizmet etmekten öteye gidemiyorlardı. Devletlerin insan unsurunu oluşturan toplumların güçlü bir biçimde ayakta kalabilmesi için gelir dağılımı uçurumunun kapanması, devlet gelirleri ile ülke kaynaklarının halk kitlelerine hiçbir kesime ayrıcalık tanımadan eşit koşullarda dağıtımının gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Zengin sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda ülke dışı ekonomik ilişkilere girmesiyle birlikte aşırı bir zenginlik elde etmeleri üzerine, aradaki uçurum daha da genişleyince devletler ve hükümetler yeniden sosyal demokrat açılımlar ile yeni dengeler kurmaya, sosyal devlet uygulamaları ile de yoksul halk kitlelerini devletin koruyucu şemsiyesi altında toplamaya yönelmişlerdir. Böylesine yeni bir yönlenme ortaya çıkınca halk sektörü girişimleri zorunlu bir duruma gelmiştir. Yoksul kitlelerin insanca yaşama haklarına sahip olabilmeleri açısından da, halk sektörü girişimleri kitlesel bir ekonomik hareketlilik sağlamıştır. Ülke kalkınması ile beraber halk kitleleri de kalkınma şansına halk sektörü ile kavuşmuştur.

         Halk sektörünün kurulmasında çıkış noktası kitlelerin elindeki tasarruflarının ekonomiye akıllı bir biçimde kazandırılması olmuştur. Elinde küçük küçük paralar biriken vatandaşların ne yapacaklarını tam olarak bilememeleri, bankacılık düzeni çerçevesinde uluslararası kapitalist düzenin oyuncağı olmaktan kurtulamamaları gibi olumsuz durumların giderilmesi içinde, halk sektörü ciddi bir alternatif olarak öne sürülmüştür. Toplum içinde belirli kesimlerin eline çok fazla para geçerken, büyük çoğunluğun boğaz tokluğuna yaşaması ya da aç ve işsiz bir durumda yardıma muhtaç bir duruma sürüklenmesi devletlerin yükünü giderek artırmış ve bu yüzden birçok siyasal düzen sarsıntılar geçirmiştir. Yoksulların ve işsizlerin yükünü eskisi gibi taşıyamayan devletler kendilerini bu yükten kurtarmak üzere, halk kitlelerinin ekonomik rahatlık içerisinde yaşamasını sağlayacak halk sektörü oluşumlarına sıcak bakmaya başlamışlardır. Halk yığınlarının kalkınması için, devletlerin olanaklarından yararlanılarak gene devlet öncülüğünde bir halk sektörü açılımı birçok çağdaş demokraside gündeme getirilmiştir. Yastık altında saklanan altınlar gibi halk kitlelerinin elinde biriken küçük tasarrufların ziyan olmaması için de halk sektörü girişimleri umut yaratan bir alternatif olarak öne çıkmıştır. Halkın tasarruflarının kamu kurumlarının öncülüğünde belirli alanlarda yatırımlara dönüştürülmesi sayesinde, yeni kurumlar kazanılmış ve böylece özel sektörün baskıları altında vatandaşların ezilmelerini önleyerek bir denge kuracak halk sektörü kuruluşlarının oluşturulması doğrultusunda kurucu siyasal adımlar atılmıştır. Küçük halk birikimlerinin topluca belirli alanlarda oluşturulacak ekonomik kuruluşların oluşumu için seferber edilmesi, hem özel sektör hem de kamu kuruluşlarının dengelenerek daha adil bir gelir dağılımı düzeni ne kavuşulmasında önemli destekler sağlamıştır. Toplum içindeki sosyal işbölümünün devreye sokulmasında ve bu sayede elde edilecek yeni dayanışma düzenlerinin gerçekleştirilmesinde, halk sektörü oluşumları yeni dengeler oluşturarak önemli katkılar sağlamıştır.

         Klasik sosyalist görüşe göre, üretim araçlarının mülkiyeti özel sektör patronu belirli bir azınlığın elinde bulunduğu sürece sömürü düzeni önlenemez. Özel sektör patronları zaman içinde kazandıkları serveti büyüterek bütün üretim araçlarına sahip oldukları noktada, ekonomik sömürü katlanarak tam anlamıyla insanlık dışı bir vahşi kapitalizmi öne çıkmaktadır. Emeğin mal olarak satıldığı serbest piyasa ekonomisinin kontrol edilmesinde üretim araçları fazlasıyla rol oynamaktadır. Bu yüzden büyük şirketlerin tekelci patronları piyasalarda hegemonyalarını koruyabilme doğrultusunda üretim araçları tekelini de ellerinde tutmak istemekte ve bu doğrultuda ülkede yaşamaya çalışan kitlelerin halk sektörü gibi alternatif yapılanmalara gitmelerini engellemeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de bu doğrultuda halk sektörü tartışmalarının en üst noktaya çıktığı aşamada ve sosyal demokrat bir iktidarın halk sektörünü gerçekleştirmek üzere adım atmaya başladığı bir sırada, büyük şirketlerin patronları bir araya gelerek bir patronlar kulübü görünümünde iş adamları derneklerini kurarak, örgütlü bir biçimde kendi çıkarlarını korumaya yönelmişler ve halk sektörü kurmaya yönelen sosyal demokrat iktidarı gazetelere ilanlar vererek ya da ara rejimleri destekleyerek, elbirliği ile işbaşından uzaklaştırmışlardır. Batının önde gelen kapitalist ülkelerinde üretim araçlarının tekelci şirketlerin elinde toplanması, insanlık açısından bir anlamda yabancılaşma olgusunu öne çıkarmıştır. Herkesin insanca yaşayabileceği dengeli bir sosyal düzenin kurulabilmesi açısından üretim araçlarının topluma mal edilmesi gerekirken, zengin azınlıkların bu alanda tekel kurmalarıyla demokrasilerden hızla uzaklaşılarak ara rejimlere ya da askeri diktatörlüklere doğru bir kayma gündeme gelmiştir. . Kapitalist kesimlerin engellemeleri yüzünden, halk kitlelerinin küçük tasarruflarının devlet öncülüğünde belirli merkezlerde toplanması sayesinde tekelci özel sektör kuruluşları ile rekabet edebilecek güçlü halk şirketleri devreye girebilmektedir. Piyasa ekonomisi koşullarında ve rekabetin geçerli olduğu bir düzende halk şirketleri özel sektör kuruluşlarıyla rekabet ederek bir anlamda üçüncü bir sektörün oluşumunu sağlayacaklardır. Bu nedenle, üretim araçlarının topluma mal edilmesini sağlayacak olan halk sektörü girişimleri ile emekçi konumundaki çalışan toplum kesimleri de üretim araçlarının kontrolünde yer alarak yabancılaşmadan kurtulabilmektedir. Halk sektörü kuruluşlarında çalışan insanlar hem emeklerinin karşılığında ücretlerini alacaklar, hem de küçük tasarruf ile oluşumuna katkıda bulundukları şirketlerin yıllık kazançlarından pay alarak bir de sermaye gelirine kavuşacaklardır. Böylece, emek gelirinin yanı sıra bir de sermaye geliri elde eden çalışan halk kitlelerinin ekonomik durumları düzelecektir.

         Geleceği planlayan halkçı kesimlere göre, halk sektörü kuruluşları kamu kurumları ile birlikte çalışarak, özel sektör şirketlerinin serbest piyasa ekonomisi üzerinden halk kitlelerini sömürmelerinin önlenmesinde etkili olacaklardır. Böylece tekelci sermayenin ülkedeki olanakları istismar etmesi önlenecektir. Halk şirketleri mülkiyeti tabana yayarken, bu yaygın mülkiyet üzerinden kazanılacak gelirler, tekelci sermayenin özel şirketlerinin dengelenmesinde etkili olacaktır. Ezilen halk kitlelerini çatısı altında toplayacak, onlara iş ve aş kazandıracak, hisse senetleriyle kitlelere ek gelir kaynakları yaratacak halk sektörü kuruluşlarının, ülke düzeyinde devlet öncülüğünde dengeli bir biçimde kurulmaları gerekmektedir. Demokrasilerin toplum tabanına yayılması doğrultusunda atılacak adımlar ile halk sektörü oluşumlarının önü açılmakta, geniş halk yığınlarını bir zenginler sınıfı aristokrasisinin hegemonyasından kurtaracak bir düzeyde alternatif halk sektörü kurumlaşmalarını gidilebilmektedir. Yaşamı boyunca büyük şirketlerin belirlediği piyasa koşullarına teslim olan çalışan kesimlerin, halk sektörü oluşumlarına küçük tasarruflarıyla katılarak az da olsa bir ortaklığı yaşamaları gene yığınlar için bir alternatif düzen oluşumu üzerinden geleceğe yönelik umut kaynağı olabilmektedir. Piyasa tekellerine karşı yürütülecek anti tekelci kampanyalarda ya da uluslararası büyük şirketlere karşı yürütülecek antiemperyalist siyasal kavgalarda halk kitlelerinin daha güçlü bir biçimde karşı koyabilmelerini sağlamak açısından da halk sektörü oluşumları olumlu katkılar getirmektedir. Küresel şirketlerin oluşturmaya çalıştığı uluslar arası piyasalarda ezilip yok olmaya doğru sürüklenen halk kesimleri ya da ulusal toplum yapılarının sürdürdüğü var olma mücadelesinde de ekonomik güç kaynağı olarak halk şirketlerinin sağladığı ortamın büyük yararları olmaktadır. Küresel dış piyasalara karşı ulusal çizgide örgütlenecek iç pazarlar aracılığı ile hem teslim olmayarak direnmek hem de karşı koymak daha gerçekçi bir biçimde mümkün olabilmektedir. Yoksul halk tabanı ile birlikte orta sınıfların da üst tabakalara karşı güçlendirilmelerinde gene halk şirketlerinin ekonomik denge sağlayıcı yönlerinin olumlu katkılar getirdiği birçok ülkedeki girişimler ile kesinlik kazanmıştır. Tasarruf eğilimleri yükseltilen orta tabakaların ülke içinde üst ve alt tabakalar arasında denge unsuru olduğu ve bu rolü oynayarak demokrasilerin geleceğe dönük kurumlaşmasında orta tabakaların kilit bir role sahip oldukları söylenebilmektedir. Kapitalist ve sosyalist kesimler arasında siyasal kavgalar giderek tırmanırken, güçlenen orta sınıfların sosyal demokrat ya da demokratik sosyalist politikalar aracılığı ile toplumsal patlamaların ve kopuşların önlenmesinde önde gelen dengeleyici rolü, halk sektörü yönelmeleri ile gerçeklik kazanmaktadır. Ekonomik gücünü her aşamada siyasal güce dönüştüren zengin sınıfların baskısı altında ezilmemek üzere, orta sınıfların öncülüğündeki bir halk hareketinin halk sektörü oluşumları aracılığı ile ülke ekonomilerini dengelemesi gerekmektedir. Halk şirketlerine ortak olan, halk sektöründen artı pay alarak ekonomik durumunu biraz olsun düzeltebilen çalışan kesimlerin kapitalist sistem ile yeni bir uyum sağlaması doğrultusunda halk sektörü oluşumları önem kazanmaktadır.

         Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, dünya ekonomisi yeniden yapılandırılırken yurt dışına çeşitli ülkelerden işçiler gönderilmiş ve bunların gittikleri ülkelerdeki ekonomik birikimleri kendi ülkelerine tasarruf ya da yatırım olarak dönmüştür. İşçiler kazandıkları ile kendi ülkelerinde ya da köylerinde yatırımlar yapınca, ortaya işçi şirketleri çıkmış ve bunlar devletlerin desteği ile oluşturulan halk sektörünün öncü kuruluşları olmuşlardır. Belirli kentlerden ya da köylerden yurtdışına çalışmak üzere giden işçilerin birikimleri ile de hemşeri şirketleri ortaya çıkmış ve kapitalist ekonomi içinde kentler arasında ekonomik yarış, bu hemşeri şirketleri üzerinden gündeme getirilmiştir. Yurtdışında bir araya gelen hemşeriler, kendi şehirleri için ekonomik yatırımlar yapmaya kalkışmışlar, böylece tıpkı işçi şirketleri gibi çok ortaklı hemşeri şirketleri ortaya çıkmıştır. Küçük tasarrufların bir araya getirilmesiyle kurulan bu çok ortaklı şirketler, ulusal ekonomilerin zenginleşmesinde devreye girmeye çalışmışlar, ortak şehrin sınırları içinde fabrikalar kurulmuş ve yatırımlar yapılmış ama küresel sermayenin ortağı konumundaki yerli büyük şirketler bütün bu girişimlerin önünü keserek, işçi şirketleri ya da hemşeri oluşumları üzerinden kalıcı bir halk sektörü kuruluşuna izin vermemişlerdir. Uluslararası tekelci sermaye ve bunların yerli ortağı konumundaki büyük şirketlerin ortaklığı ile liberal politikalar, kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda sürdürülmeye çalışılmış ve hiçbir yerde halk sektörü kurumlaşmasına izin verilmemiştir. Büyük sermaye destekli sağ iktidarlar, devlet kredilerini ve ülke kaynaklarını büyük şirketlere açarak bir anlamda zengin azınlığın temsilciliğini üstlenmişler ama hiçbir biçimde çok ortaklı işçi ya da hemşeri şirketlerine destek olmamışlardır. Büyük sermaye kesimleri kapitalist dış destekleri de arkasına alarak kendi ülkelerindeki işçi ve hemşeri şirketleri üzerinden halk sektörü girişimlerini hem önlemiş hem de bu doğrultudaki girişimleri tasfiye ettirmiştir. Bu çerçevede, devlet desteği alamayan halk sektörü girişimleri yarı yolda kalmış, yapılan yatırımlar ve kurulan fabrikalar işletmeye açılamayınca, bunları özel sektör şirketleri batan geminin malları biçiminde toparlayarak kendi mülkiyeti altına almıştır. Ekonomik mücadele sonucunda ortaya çıkan halk sektörü kuruluşları özel sektör şirketleri aracılığı ile teker teker toparlanarak piyasadan çıkartılmışlardır. Özel sektörün büyük şirketleri halk sektörünün küçük şirketlerini yutarken, yoksul halk kitlelerinin bozuk olan ekonomik koşullarının düzeltilmesi amacıyla gündeme getirilen halk sektörü alternatifi yavaş yavaş kapitalist emperyalizmin baskıları ile devre dışı bırakılmıştır.

         Yoksul halk kitlelerinin bir araya gelerek kendi şirketlerini kurmalarına izin vermeyen tekelci özel sektör şirketleri, sosyal devlet modelinin en büyük uygulama örneklerinden birisi olan kooperatiflere de bu doğrultuda karşı çıkmış ve bu doğrultuda ülke sosyal güvenliğinin tehlike altına girmesine yol açmıştır. Halk kitleleri arasında yardımlaşma ve dayanışma duygularının artırılmasında çok etkili bir yol olan kooperatifleşmenin engellenmesi de halk sektörü rüyalarının sona ermesinde çok etkili olmuştur. Zamanında kurulmuş olan köy işleri ve kooperatifler bakanlığı gibi üst düzey devlet birimlerinin ortadan kaldırılması ile halk kitleleri devlet yardımından mahrum edilmiş ve yığınlar büyük özel sektör şirketlerinin hegemonyası altındaki piyasa koşullarına teslim edilmişlerdir. Bir anlamda sermaye egemenliğine giden yolda demokrasilerin gerçek anlamda sahibi olması gereken halk kitleleri, sahipsiz bırakılarak kapitalist sistemin tam anlamıyla hegemonyasının önü açılmıştır. Küresel emperyalizme geçiş aşamasında ortaya çıkan halk sektörü alternatifi, kapitalist emperyalizmin geleceği açısından tehlikeli olarak görüldüğü için, neoliberal sağ iktidarlar sermeye merkezleri tarafından desteklenerek işbaşına getirilmişlerdir. Böylece ülke yönetimini sağcı iktidarlar aracılığı ile ele geçiren zengin sınıflar, halk kitlelerinin desteğine sahip olan sol ya da sosyal demokrat iktidarlara izin vermemişler, kendi kontrolleri altındaki basın ve medya kuruluşları aracılığı ile sermayenin çıkarlarını savunanları işbaşına getirerek, tam anlamıyla kapitalin egemen olduğu bir siyasal düzenin oluşturulması için çalışmışlardır. Bugün gelinen küreselleşme süreci, böylesine girişimlerin sonucunda insanlığın gündemine giren yeni bir süper emperyalizm aşamasıdır.

          Küresel sermaye ekonomiyi devletin elinden almanın rasyonelliği kriterine sığınarak, devletin öncülüğündeki kamu sektörünü uluslararası ekonomik kuruluşların desteği ile özelleştirmeler üzerinden tasfiye etmiştir. Kamu sektörünün tasfiye edilmesiyle, mutlak anlamda bir küresel kapitalist sistemin bütün dünyaya uluslararası piyasalar üzerinden yayılması planlanırken, bir de denge sağlayıcı halk sektörünün ortaya çıkmasına büyük sermayenin izin vermesi beklenemezdi. Nitekim bu doğrultuda örgütlenen özel sektörün büyük sermayesi, özelleştirmeler yolu ile kamu sektörünü teslim alırken, halk sektörü oluşumları ile kendini kurtarmaya çalışan yoksul halk kitlelerini iyice sahipsiz bırakarak, gelir dağılımı uçurumunun meydana çıkmasına giden yolu açmışlardır. Halk sektörü oluşumlarını önleyen büyük sermaye kuruluşları, bu doğrultuda toplumsal tepkilerin önüne geçmek üzere, halka açılma gibi yapay yolları gündeme getirerek kamuoyunu oyalama taktiklerine sarılmışlardır. Bağımsız çalışarak büyük şirketlere karşı ekonomik alanda denge sağlayacak, sömürünün önüne geçilmesi yolunda alternatifler üreterek katkılar sağlayacak halk sektörünü önleyen kapitalist çevreler, küresel sermayenin ortağı olarak finans kapitalin dayatmalarını sanki doğru ekonomik reçetelermiş gibi yoksul yığınların kafasına çuval gibi geçirmişlerdir.    Küreselleşme döneminde çeyrek yüzyıl geride kaldığı için artık böylesine eleştiri ve değerlendirmelerin bilimsel açıdan yapılabildiği yeni bir döneme girilmektedir. Eskiden kamu iktisadi kuruluşları halkın ekonomik gereksinmelerini karşılarken, yoksul halk kitleleri belediyelerin önünde çorba kuyruğuna girmiyorlardı, ya da dini cemaatler şirketleşme yoluna gitmiyorlardı. Kamu sektörünü ortadan kaldıran ve halk sektörüne izin vermeyen büyük sermaye kapitalistleri, küresel emperyalizmin emrinde çalışarak, bütün ülkeleri dışa açık piyasalar üzerinden teslim almaya çalışmaktadırlar.

         İnsanlık giderek sermeyenin egemenliğine doğru sürüklenirken, demokrasilerin ortadan kalktığı ve sermayenin egemenliği biçiminde yeni bir tür rejimin ortaya çıktığı görülmektedir ki, bunun adı artık kapitokrasidir. Demokrasi halkın egemen olduğu bir rejimin adıdır. Ne var ki, kapitalist ekonomik uygulamalar yüzünden yoksulluğa terk edilen halk kitlelerinin, ülkelerinin siyasal rejimlerinde etkili olmaları mümkün görülmemektedir. Kendini kurtarma kavgasına sürüklenen yoksul kitleler, halk sektörü gibi tampon mekanizmalar oluşturamadıkça, zenginler daha da zenginleşmekte ve bunun doğal sonucu olarak da yoksullar daha da fakir bir duruma düşmektedirler. Gelir dağılımının çok büyük uçurumlara doğru geliştiği bir olumsuz süreç içinde, yoksul halk kitlelerinin sadece ekonomik yardımlar ile yaşaması artık mümkün olamamaktadır. Böylesine çıkarcı ve azınlıkçı politikaları esas uygulamalara dönüştürmek isteyen zengin kesimlerin kapitalist politikaları ile, artık demokrasi görünümlü rejimler kapitokrasiye dönüşmüştür. İnsanlığın küresel emperyalizmin boyunduruğundan kurtulabilmesi, sermaye egemenliğinin demokrasileri kapitokrasiye dönüştürmesinin önüne geçilebilmesi, ancak yeni bir demokratik açılım içinde halk sektörünün tekrar tesisi ile mümkün olabilecektir. Bütün dünyanın ve insanlığın daha dengeli bir geleceğe yönelebilmesi için karma ekonomik düzen içerisinde hem kamu sektörü yeniden inşa edilmeli hem de yığınlara acilen halk sektörü kuruluşları devletin öncülüğü ile acilen kazandırılmalıdır. Kamu kaynaklarının özel sektör zenginleri tarafından yağmalanması ve emperyalizmin ulusal ekonomileri teslim alması gibi olumsuz gelişmelerin tümü kapitokrasi uygulamalarının sonucudur. Yeniden gerçek anlamda demokrasiye dönüş için sermayenin egemenliğine son verilerek kapitokrasi rejimleri bir an önce ortadan kaldırılmalı ve halk kitlelerinin ekonomik açıdan güçlendirilerek devreye sokulması ile halkçı siyasal iktidarların işbaşına gelmesi sağlanmalıdır. Halkın halk tarafından yönetimi anlamında demokrasi ancak bu aşamadan sonra mümkün olabilecektir.

Hiç yorum yok: