29 Nisan 2014 Salı

Cumhuriyet Halk Partisi 4 : 1945 – 1980 Dönemi – Metin Aydoğan

Yaklaşık birbuçuk yıl içinde yapılacak üç önemli seçimden, yerel yönetimlerle ilgili olanı 30 Mart’da yapıldı. Halkın önemli bir bölümü, son dönemde siyasi ve insani ahlakla bağdaşmayan olayların yaşanması nedeniyle, yönetim erkini elinde bulunduranların güç yitireceğini bekliyordu. Bu beklenti gerçekleşmedi. CHP ve MHP ancak AKP kadar oy alabildi. Acaba daha iyi bir sonuç elde edebilirler miydi? Bu soruya yanıt vermek gerekir. Bunun için bu iki partinin, özellikle de CHP’nin; bugünkü yapısını, halkla ilişkilerini ve tarihsel köklerini incelemek gerekir. Cumhuriyeti kuran, devrimleri gerçekleştiren ve Türkiye’yi çağa taşıyan bir parti nasıl oluyor da karşı devrimci bir parti karşısında bir varlık gösteremiyor? CHP’nin kuruluşu ve günümüze dek geçirdiği süreç incelendiğinde bu soruya bir yanıt bulunabileceği kanısındayız. Dört bölüm halinde hazırladığımız yazıları bu amaçla yayınlıyoruz.

Kemalizmi Yadsıma ve Yokoluş

10-11 Mayıs 1946’daki 2. Olağanüstü ve 17 Kasım-3 Aralık 1947’deki 7.Olağan Kurultaylar, ülke dışındaki gelişmelere uyum için yapılan ve yapılmakta olan değişikliklere hukuki zemin hazırlamak için toplandı. Sonradan yasalaştırılan tüzük ve program değişiklikleri, belirgin biçimde dışardan gelen istekleri karşılamaya; yabancılara, özellikle de Amerikalılara hoş görünmeye dayanıyordu.
Parti programının seçim biçimini belirleyen 4.maddesi kaldırılmış, 1876’dan beri, yetmiş yıldır yürürlükte olan iki dereceli seçim biçimi, hiçbir ön çalışma yapılmadan birden bire değiştirilmişti. Sınıf esasına göre dernek kurmayı yasaklayan 22.madde kaldırılmış, kağıt üzerinde kalan göstermelik bir serbestlik getirilmişti. “Değişmez genel başkanlık”, yine kağıt üzerinde,değişebilire dönüştürülmüş, parti içindeki “bağımsız küme” kaldırılmıştı.1
Sıradışı ivedilikle bir yıl içinde yapılan değişiklikler, en büyük zararı devletçilik ilkesine vermişti. Devlet yatırımları sınırlanmış, devletçilik anlayışı bırakılmıştı. Toprak reformu amacıyla çıkarılan, Çiftçiyi Topraklandırma Yasası uygulanmadan bir kenara itilmiş, köy enstitüleri önce amacından saptırılmış ve ortadan kaldırılacak duruma sokulmuştur. İmam hatip okulları, Kuran kursları açılmış, ilkokullara din dersi konulmuştu.2


Yedinci Kurultay: Mc Carthycilik Türkiye’de
7.Kurultay’da, o dönemde Amerika’da çok yaygın olan anti-komünist yükselişe uygun, öyle uygulamalar yapıldı ki bunlar, ABD’de aydın düşmanı olarak ünlenen tutucu senatör Mc Carthy’nin görüşlerinin hemen aynısıydı. CHP Kurultay’ında yapılan önerilerde, komünistlerin bütün kamu ve özel kuruluşlardan, özellikle de devlet kuruluşlarından atılması isteniyordu.3
Parti Kurultayında yeni baskı kararları alınırken, CHP milletvekilleri Meclis’te ABD’ye övgülerle dolu akıl dışı söylevler veriyordu. BaşbakanŞükrü Saraçoğlu, o günlerde, Amerika’ya 4.5 milyon dolarlık borcun ödenmesi üzerine yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Hepimiz inanıyoruz ki, biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. Amerika’ya, bir de manevi borcumuz vardır ki; onu da, hürriyet, adalet, istiklâl ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödemeye çalışacağız.”  4
CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver ve CHP Bursa Milletvekili Muhittin Baha Pars ise Meclis’te şunları söylüyorlardı: H.Suphi Tanrıöver; “Dünyaya ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit nereden geliyor, Amerikadan geliyor.”  5 M.Baha Pars: “Bugün bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken, peygamber gibi temiz ve kusursuz Roosvelt’i ve onun halefi olan, kıymetli devlet ve millet adamı Truman’ı hürmetle selamlarım.”  6

Eğitimde Geri Dönüş

 Bülent-Ecevit-ve-İsmet-İnönü
Köy enstitülerinin kurulmasını istekle desteklemiş olan İsmet İnönü’nün, bu okulların ortadan kaldırılmasına neden göz yumduğu ve imam-hatip okul ve kurslarının açılmasına bu denli kolay nasıl izin verdiği, şimdiye dek çok tartışılmış bir konudur. Politika değişikliğinin nedeni kuşkusuz ABD ile girilen ilişkiler ve yapılan ikili anlaşmalardır.
Bunun kanıtı İsmet İnönü’nün sözleridir. İnönü, günlük notlarından oluşan Defterler adlı kitapta, yabancıların imam hatip açtırmada çok ısrarcı olduklarını ve okulları bitirenlerin harp okullarına alınmasını istediklerini açıklar. İlişkilerin ve isteklerin niteliği konusunda aydınlatıcı olan bu açıklamada İnönü aynısıyla şunları yazar: “Yabancılar (Amerikalılar diye okumalısınız y.n.), imam hatip mezunlarını Harbiye’ye almamızı söylediler. Bunu Sultan Abdülhamit ordusuna dönüş sayarım… Oldubitti yaptırmayacağız.” 7
İsmet İnönü, imam hatip çıkışlıları Harpokullarına aldırmadı ancak Cumhurbaşkanlığı döneminde birçok imam hatip okulu ve kursu açtırdı. Ondan sonraki CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, yabancıların bu isteğini yerine getirdi ve imam hatip mezunlarının Harpokullarına alınmasını Meclis’ten geçirdi ancak dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün vetosunedeniyle bu girişim yasalaşmadı.


Ödün Verme Yarışı


Cumhuriyet Halk Partisi, 1945-1950 arasında yaptığı 2.Olağanüstü ve 7.Olağan Büyük Kurultay’la, kurulmasına izin vermek zorunda kaldığıDemokrat Parti’yle, Devrimler’den ödün verme yarışına giren bir parti durumuna geldi. Verdiği ödünler birçok konuda, karşıtı DP’nin isteklerini bile aşıyordu. Dayandığı kitlesel tabanda sınıfsal ayrım bulunmayan bu iki parti, ideolojik ve örgütsel olarak birbirine çok yakındı.8
Şevket Süreyya Aydemir  “Menderes’in Dramı” adlı yapıtında CHP programı ile DP programı arasındaki benzeşmeyi şu sözlerle açıklar:“Demokrat Parti programındaki görüş, Halk Partisi’nin devletçilik görüşüyle karşılaştırılınca, Demokrat Parti’nin daha devletçi sayılması pekala mümkündür. Altıok’un diğer beş ilkesini de aynı biçimde karşılaştırabiliriz. Ve görürüz ki, Demokrat Parti, Halk Partisi’nden yalnız kadrosunu değil, programını da aktarmıştır.”  9


14 Mayıs 1950; Yönetimi Yitiriş


CHP, 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri yitirdi ve bir daha tek başına yönetime gelemedi. 1950-1980 arasındaki otuz yıllık süreç, halktan koparak topluma yabancılaşmanın, Atatürk’ün adını kullanarak Devrim İlkeleri’nden geri dönüşün ve dışarıya bağlanmanın tarihi gibidir.
12 Eylül 1980’de eylemsel olarak kapatıldığında, Kurtuluş Savaşı’nı veren Müdafaa-i Hukuk hareketinin devrimci mirası üzerine kurulmuş olanHalk Fırkası anlayışı, duygu ve düşünce olarak zaten yok olmuştu.Atatürk’ün ölümünden 1980’e dek 19 Olağan, 8 Olağanüstü Kurultay yapıldı, tüzükler programlar değiştirildi ve birçok yeni karar alındı. Ancak, bunların tümü söylendiği gibi değişim, gelişim ve ilerleme değil, gerileme ve Atatürkçülüğün karşıtına dönüşme sürecini oluşturdu.


Atatürk’ü Kullanma


Cumhuriyet Halk Partisi, 1950 seçimlerine Atatürk’ün adını kullanarak;“Vatandaş, oyunu Atatürk’ün kurduğu, İnönü’nün başında bulunduğu CHP adaylarına ver”  10  çarpıcısözüyle (sloganıyla) girdi. Bu davranış, Atatürk’ü siyasi amaçla kullanma girişiminden başka bir şey değildi. Atatürk’ün yaşamı boyunca gerçekleştirdiği ilkelerin tümü uygulamadan kaldırılıyor, onun kurduğu bir parti olduğu söylenerek halktan oy isteniyordu.
Üstelik seçim bildirgelerinde, mitinglerde ve hükümet kararlarında hala, Demokrat Parti’yi bile şaşırtan ödünler veriliyor, sözler söyleniyordu: “Devlet yalnızca özel sektörün kârlı bulmadığı alanlara yatırım yapacak, kâr amacıyla girişimde bulunmayacaktır. Denizyolu ve eşya taşımacılığı özel girişime bırakılacaktır. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 17.maddesi tümüyle kaldırılacaktır. Devlet, şirket ortağı kişilere yeni olanaklar sağlayacaktır. İmam hatip kursları açılacak, hacca gitmek isteyenlere devlet döviz verecektir. İlkokullara din dersi konacak, 1925’ten beri kapalı olan türbeler yeniden açılacaktır.” 11Halka, Atatürk’ün adı kullanılarak bunlar söyleniyordu.


Geçmişinden Kopmak


Şemsettin Günaltay’ın 14 Ocak 1949’da başbakan yapılmasıyla din bağlantılı siyasi ödünler yoğunlaşacaktır. Günaltay, medrese eğitimli ilk başbakandır ve Cumhuriyet gelenekleriyle çelişen uygulamaları gecikmeyecektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 4 Şubat 1949’da Arapça ezan okunacak; 4 Mayıs’ta Vatana İhanet Yasası, 1 Mart 1950’de Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Yasa, yürürlükten kaldırılacaktır. Seçimlerden iki ay önce, 23 Mart 1950’de İsmet İnönü, “Anayasa’nın değiştirilerek ‘altıok’un Anayasa’dan çıkarılacağına” yönelik halka söz verecektir.12
Parti yönetimi, bu tür sözler verip açıktan yürütülen bir karşı-devrim hareketine girişirken; CHP, büyük çoğunluğu Müdafaa-i Hukuk geleneğine bağlı yaygın bir örgüt ağına sahipti. 63 il, 490 ilçe, 1084 bucak şubesi, 19 667 köy ocağı, 2056 mahalle ocağı, 1584 semt ocağı ve 1 898 394 üyesi vardı.13Üye sayısı, 1950’de 20,9 milyon olan Türkiye nüfusunun yüzde 9’una denk geliyordu, bu oran günümüz nüfusu için 6 milyondan çok üye demekti.




1950-60 Dönemi

22-27 Haziran 1953’de yapılan 10.Olağan Kurultay’da Kemalizmprogramdan çıkarıldı, yerine Atatürk yolu diye ne anlama geldiği belli olmayan bir kavram getirildi.14 21-24 Mayıs 1956’da yapılan 12.Kurultayda, biçimini on yıl önce kendilerinin belirlediği “demokrasi işleyişi”nden yakınılmaya başlandı. “Demokrasinin gerekli yasal güvenceden yoksun” olduğu, “rejimin selametini sağlamak için” yasal güvencelerin arttırılması gerektiği söyleniyor, bir an önce “nisbi seçim sisteminin uygulanması” isteniyordu.15 Dış isteğe bağlı olarak telaşlı bir acelecilikle“demokrasi” getirenler, getirdikleri “demokrasi”yi beğenmez duruma gelmişlerdi.
16.Kurultay (14-16 Aralık 1962)’da, Avrupa Birliği’ne (o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyelik başvurusu nedeniyle olacak, Batıya yöneltilen övgü sözlerinde belirgin bir artış vardı.
Kurultay bildirisinde; Avrupa’yla bütünleşme, NATO’ya bağlılık ve demokrasinin tüm dünyada korunmasından söz ediliyordu. Türkiye’nin,“Demokrasiyi karşılaştığı tehlikelerden dünya çapında korumak için kurulmuş olan Batı ittifak sistemine ve onun temel direği olan Atlantik Paktı’na (NATO y.n.) sarsılmaz bir sadakatle bağlı” olduğu söyleniyor, bu bağlılığın aynı zamanda “Türkiye’nin yerine getirmesi gereken kaçınılmaz bir ödev” sayıldığı dile getiriliyordu.16


Ecevit ve Ortanın Solu


18-21 Ekim 1966’da yapılan 18.Kurultay’da nereden ve neden çıktığı tam olarak anlaşılamayan ortanın solu diye bir kavram yoğun olarak tartışıldı. Sol, sosyal demokrasi, demokratik sol gibi tanımlar, Türk Devrimi’nin söylemlerinde yer almayan kavramlardı. Sosyalist Enternasyonel’in üyelik önerisi, 1927 Kongresi’nde kabul edilmemişti. CHP o güne dek bu tür tanımlardan uzak durmuştu. 18.Kurultay’da Genel Sekreter olan Bülent Ecevit, ortanın solu kavramına ısrarla sahip çıktı. Bu kavramı, 1974’deDemokratik Sol haline getirdi; 1976’da CHP’yi Sosyalist Enternasyonale üye yaptı ve sert söylemlerle düzen karşıtı eleştirilere başladı.
 12696_spotresim
Ecevit, Atatürk devrimlerini “halka ulaşmadığı” ve yeterince “radikal(köklü y.n.) olmadığı” için eleştiriyordu. Bireylerin inançlarını açıkça uygulamaya sokabilmesi gerektiğini söylüyor, “laiklik uygulamalarına” katı oldukları için karşı çıkıyordu.17 Parti içindeki karşıtlarına çok sert davranıyor, bunların, daha önce “yeterince radikal” bulmadığı Kurtuluş Savaşı yöntemleriyle “ezileceğini” söylüyordu: “Biz halkı ezilmekten ve sömürülmekten kurtarmaya çalışıyoruz. Milli mücadelede de (Kurtuluş Savaşı y.n.), içerden kurtuluşu engellemek isteyenler olmuştur. Onlar nasıl yenildiyse, bugün sosyal ve ekonomik kurtuluş hareketine gösterilen engellemeler de öyle ezilecektir.”  18


Söylemler


28-29 Nisan 1967’de yapılan 4.Olağanüstü Kurultay’da “Sosyalizmi aşama olarak kabul eden komünistlerle hiçbir ilgimiz yoktur… Partimize yönelik olarak yapılan Marksist suçlamalarını nefretle karşılıyoruz… CHP sosyalist değildir ve olmayacaktır” biçiminde açıklamalar yapıldı.19
Ancak, Bülent Ecevit’in Türkiye’nin her yanına yaydığı söylemler, Ceza Yasası’nın 141. ve 142.maddeleri nedeniyle, soysalistlerin bile söylemekten çekineceği kadar sertti: “Toprak işleyenin su kullananın”, “Ne ezilen ne ezen, insanca hakça bir düzen”, “Bu düzeni değiştireceğiz”, “Toprak ve su ağalığına son”, “Köylünün olmayan toprakta, demokrasi olmaz”, “Toprak işgalleri devrimci eylemlerdir” gibi sözler söylüyordu.20
Söylenenler içinde devlete karşı özenle seçilmiş söz ve eleştiriler de vardı. “Sağda servet, aşırı solda devlet, ortanın solunda halk egemendir”, “Halk devletin değil, devlet halkın hizmetinde”, “Devlet ve servet köleliğine karşıyız”,“Yerel yönetimler gerçek demokrasinin gereği olan yetkilerle donatılacak tır” 21biçiminde sloganlaştırılmış sözler sıkça yineleniyordu.


Söz Var Eylem Yok


Bülent Ecevit uzun siyasal yaşamı boyunca; toprak, devrim, su kullanımı; tefeciden, ağadan ya da işbirlikçiden alıp, işçiye, köylüye vermek gibi konularda, söyledikleri yönde hemen hiçbir girişimde bulunmadı. 1970-1980 yılları arasında milyonlarca insanı peşinden sürüklemeyi başardı, iki seçim kazandı, iki kez hükümet kurdu ancak miting meydanlarında halka söz verdiği konularda, bir şey yapmadı. Gösterişli bir yükselişle elde ettiği siyasi gücünü sessizce yitirdi. 1999’da yeniden Başbakan olduğunda Türk halkı bambaşka bir Ecevit’le karşılaştı. “Toprak işgali”, “su kullanımı” ve“devrim”in yerini artık, “küreselleş me”, “global liberalizm” ya da“özelleştirme” söylemleri almıştı.


Ecevit’in Özgörevi (Misyonu)


Bülent Ecevit, verdiği sözleri yerine getirmedi ama önemli bir siyasi işlevi yerine getirdi. Altmışlı yılların sonuyla yetmişli yıllarda yayılan ve giderek toplumsal karşıtçılığa (muhalefete) dönüşen ulusçu ve bağımsızlıkçı halk deviniminin, denetim altına alınması ve giderek sönümlenmesine büyük katkısı oldu.
O dönemde işçi eylemleri gelişip örgütleniyor, köylüler toprak işgalleri yapıyor, üniversite gençliği anti-emperyalist nitelikli eylemlere girişiyordu.Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi hükümetleri bu eylemlere baskı uygularken, Ecevit devrimci söylemlerle ortaya çıkıyor ve toplumsal karşıtçılık, baskı yöntemlerinden çok daha etkili bir biçimde yön değiştiriyordu.


Ecevit-İnönü Çekişmesi


6 Mayıs 1972’de yapılan 5.Olağanüstü Kurultay, siyasi ahlak açısından doyumsuzluğun, vefasızlığın ve geçmişe saygısızlığın kaba örneklerinin yaşandığı bir kurultay oldu. Çok uzun bir süre CHP’nin hemen her şeyi olanİsmet İnönü, kalp kasılması (spazm) geçirmiş ve kurultay bu nedenle ertelenerek 6 Mayıs’a alınmıştı. İnönü, Bülent Ecevit’le çalışmak istemiyor ve “Parti meclisi değişmezse CHP yok olur. CHP’nin geleceği tehlike içindedir. Anlaşmazlık, benim ve Bülent’in birlikte görev almasıyla giderilemez. Karşı karşıya olmamız dostluğumuzu bozmaz. Ecevit’le çalışmam, ya ben ya da Ecevit seçilmelidir” diyordu.22
Ecevit’in bu çağrıya verdiği yanıt, o dönemdeki açıklamaların tümünde olduğu gibi son derece sertti. İnönü’ye, “Demokratik bir partinin yasalara saygılı üyeleri mi olacağız, kapı kulları mı olacağız. CHP’de hukuk mu yürüyecek, buyruk mu?” diyerek yanıt verecektir.23 Ecevitçi olarak tanınan Ahmet Üstün, “İnönü, İnönü, İnönü; keramet mi yani” diyecektir.24
Delegeler arasında İnönü’ye karşı saygısız bir muhalefet örgütlenmiştir. Yapılan oylamada 709 delege Ecevit’ten, 507 delege İnönü’den yana oy verir. İsmet İnönü, 8 Mayıs 1972’de 88 yaşındayken, önce genel başkanlıktan, daha sonra CHP üyeliğinden ayrılır. Oysa İnönü, 1947’de yapılan ve “değişmez genel başkanlığı” kaldıran Kurultayda, “yurdun siyasal yapısında yapıcı ve yaratıcı işlevine kesin olarak inandığım CHP’nin daima üyesi olarak kalacağım” demişti.25


12 Eylül ve CHP

 12_eylul_donemi
Cumhuriyet Halk Partisi, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra herhangi bir mahkeme kararına dayanmadan, 16 Ekim 1981’de kapatıldı. Gerçekleştirilen eylem, sıradan bir parti kapatma olayı değil, olumlu-olumsuz etkileriyle altmış yıldır Türk siyasi tarihine yön veren temel bir kurumun ortadan kaldırılmasıydı.
Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk’ün kurduğu parti olarak, onun ilkelerinden ne denli uzaklaşmış olursa olsun, Türk siyasetinin ana unsuru, Cumhuriyet’in siyasi alandaki dokunulmazlarından biriydi. Yeni devlet ve yeni toplumun kuruluşuna öncülük etmiş, halk içinde kök salmış, Türk parti düzenine biçim vermişti. Tek parti ya da iki partili dönemlerde, siyasi dengenin temel unsurlarından biriydi. O denli etkiliydi ki, ondan ayrılan kişi ya da kümelerin siyasi yaşamı sona erer, Demokrat ya da Adalet Parti’sinden başka herhangi bir parti, ona rakip olabilecek denli güçlenemezdi.


1980’den Bu Güne


Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1981 yılında kapatılmasından sonra ortaya çıkan; Halkçı Parti (HP), Sosyal Demokrat Parti (SODEP), onların birleşmeleriyle oluşan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ve yeni Cumhuriyet Halk Partisi girişimleri, bugün bambaşka bir CHP yaratmıştır.
Atatürk, 1935 yılında, “sonuna dek benim olarak kalacağını nereden bileyim” demekte haklı çıkmıştır. Günümüzdeki CHP’nin Ata türk’ünCumhuriyet Halk Partisi’yle bir ilişkisi yoktur; bambaşka bir örgüttür. Bu ayırımı, en özlü biçimde, Deniz Baykal’ın sözlerinde buluyoruz. Baykal, 22 Ağustos 2002’de, Atatürk’ten kopuşun ilanı anlamına gelen şu sözleri söylemiştir: “Türkiye’de kutsal devlet anlayışından, insan odaklı devlete geçilecek. İçine kapalı Türkiye, küresel Türkiye haline getirilecek. Karma ekonomi yerine çağdaş piyasa ekonomisi yerleştirilecek.”  26
CHP’nin bu günkü yönetimi 11 Kasım 1938’de başlayan geri dönüş sürecinin doğal sonucudur. CHP artık CHP değildir. Köklerini yadsıyan, siyasi bozulmanın merkezinde yer alan ve dünya egemenlerinin dümen suyunda varlığını sürdüren bir başka partidir. 1950’lerde Demokrat Parti ile ödün verme yarışına giren CHP bugün AKP ile yarışmaya çalışmaktadır. Bu partinin Cumhuriyet değerleri ve Kemalist ilkeler açısından artık bir değeri yoktur. Ülkenin sorunlarına yanıt veremediği için küçülüp yok olması kaçınılmazdır.


DİPNOTLAR


1 “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Y., 2.Bas., sf.575
2 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2507
3 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Yay., 1999, sf.51
4 “CHP 1919–1999” Hikmet Bila, Doğan Kitapçılık sf.118
5 a.g.e. sf.118
6 a.g.e. sf.118
7 “ABD Ziyareti ve İnönü” Prof. Türkkaya Ataöv, Cumhuriyet, 30.12.2003
8 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2507
9 “Menderes’in Dramı” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., İst. 1969, sf.165
10 “CHP 1919 – 1999” Hikmet Bila, Doğan Kit. A.Ş. 2.Bas.1999, sf.116
11 a.g.e. sf.127 ve 128
12 a.g.e. sf.133
13 “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.T., Arba Y., 2.B., sf.577–578
14 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2507
15 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Yay., 1999, sf.83-84
16 a.g.e sf.126
17 “CHP, Örgüt ve İdeoloji” Doç.Dr. Ayşe Güneş Ayata, Gündoğan Yay. – 1992, sf.84
18 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Y., 1999, sf.176-177
19 a.g.e. sf.177 ve 181
20 a.g.e. sf.204, 206 ve 208
21 a.g.e. sf.189, 201, 206 ve 256
22 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Yay., 1999, sf.222
23 a.g.e. sf.223 ve 52
24 “CHP 1919 – 1999” Hikmet Bila, Doğan Kit. A.Ş. 2.Bas. 1999, sf.221
25 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Y., 1999, sf.223 ve 52

Hakimiyet-i Milliye Gazetesi´nden Alintidir

21 Nisan 2014 Pazartesi

HAKLARIMI ÇALMAYIN -- Nezahat GÖÇMEN

Yaşam amacımız
Varoluşumuzun anlamı
Canımızı verdiğimiz yavrularımıza neler oluyor…
Çocuk söz konusu olunca akan sular durur. Onlar bizim başımızın tacıdır. Geleceğimizi onlara göre şekillendiririz. Fedakâr anne baba olarak onlar için her şeyi yaparız. Bütün olanaklardan en iyi şekilde faydalanmalarını sağlarız. Ömrümüzü adarız.

Günümüzde;
Savaş, milyonlarca çocuk için gündelik hayatın bir parçası olmuştur.
Çocuk cinayetleri sıradanlaşmıştır. Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı Merkezi’nin (TUBİM) raporuna göre, uyuşturucu kullanma yaşının 10’a kadar düştüğü açıklanmaktadır.

Azarlanan, şiddet gören, kaybolan, hastane köşelerinde acı çeken, açlıktan ölen, soğuktan donan, sakat kalan, annesiz – babasız büyüyen hastalıklarla mücadele eden, kör kurşunlara hedef olan, dipsiz kuyularda, üstü açık havuzlarda can veren, sokakta yatan,  babası şehit olan, annesi işkence gören, sınavlarda haksızlığa uğrayan, eğitim hakları ellerinden alınan, küçük yaşta zorla evlendirilen  çocuklar. Onların bağıracak, savunacak fiziksel güçleri yok.” Haklarımı Çalmayın.” diye haykıracak nefesleri yok…

“Yakup’tan hala haber yok.” diyen bir ses. Odamı dolduran haber spikerinin sesi, gün boyu   kulaklarımda  çınlıyor.
227 gün önce evden ayrılan Yakup’tan hala haber yok… Zihinsel engelli Yakup, yok yok…
Çok sevdiği bisikleti ile yok oldu. Bu haberleri artık her gün, her saat başı dinlemek tüylerimizi ürpertmiyor.

Bazen dayanacak güçleri kalmasa da…
Acılı anneler, umutla gözleri yollarda, hasretle yavrularını beklerken,

Her gün bir değil, onlarca çocuk haberi.
Mahalle yaşamı ortadan kalktı…  Kaybolan değerler, arkadaşlıklar, dostluklar çocuklarımızı yok ediyor…

Peki ya kanunlarımız, devletimiz?
Çocuk Hakları Sözleşmesi. Dünya üzerinde çocuklar için daha iyi bir yaşam sağlamak amacıyla hazırlanan 54 maddeden oluşan sözleşmedir. Tarihte en geniş kabul gören, insan haklarının her alanını bir araya getiren ilk bağlayıcı uluslararası yasal belgedir.

Dünya üzerindeki tüm çocukların doğuştan sahip oldukları sağlık, eğitim, yaşama, barınma fiziksel, psikolojik ve cinsel sömürüye karşı hepsini birden tanıyan evrensel tanımdır.

Çocuk Hakları ihlalleri ne yazık ki Uluslararası Af örgütünün belirttiğine göre az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde daha büyük boyutlardadır. Çocukların bakımı ailenin olduğu kadar toplum sorunu olduğu da önemsendiği için bilimsel olarak Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi ile şekillenmiş ve 20 Kasım 1989 tarihinde çocukla ilgili çocukların geleceğini yansıtan Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş en güzel sözleşmedir. Türkiye bu sözleşmeyi 1990’ da imzalıyor ve 1995’te onaylıyor. Anlaşmaya şimdiye kadar 193 ülke imza attı.
Dünyadaki en fakir ve güvenlikten yoksun olan ülkelerden biri olan Somali sözleşmenin onaylanması aşamasına geçememiştir. Amerika Birleşik Devletleri ise sözleşmeye imza koyarak onaylayacağına dair niyetini ifade etmiş, ancak henüz onaylamamıştır.

Somali’yi anlarım da ABD neden imzalamadığına anlam veremedim. Kim bilir belki de bu neyin sözleşmesi mantığıyla da imzalamamış olabilir.

Bu sözleşme, “Dursun bir kenarda lazım olur.” düşüncesiyle yapılmadı. Çocukların sadece çocuk olmalarından dolayı sahip oldukları hakları anlatıyor.

Çocuklar, hak ve hukuk kavramlarının bilinciyle büyüsünler ki insan haklarını da özümsesinler.

Kaç ailenin haberi vardır. Hangimiz okuyoruz, bilgileniyoruz, bilgilendiriyoruz…
Çocuk hakları kimsenin umurunda değil.  Dünyada var olduğundan itibaren kıymetlilerimiz haklarını bilmeli ve 20 Kasımlar coşkuyla, bilinçli olarak kutlanmalı.

Uçurtmalar, gökyüzünde umarsız uçmalı
 Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı
Önce çocuklarımızın sağlığı, eğitim ve yaşam hakları

“Bugün yirmi üç nisan, neşe doluyor insan” şiiriyle  kutlanan bayramlar.
Ne acıdır ki 23 Nisan Çocuk Bayramında su ve simit satanların çoğu çocuk. Ölen öldürülen çocukların  listesi  bu kadar yoğunlukta iken “23 Nisan tüm yurtta coşkuyla kutlandı.” söylemlerine karşı,  ne  kadar inandırıcı diye sorarlar adama…

Irk gözetmeksizin tüm çocuklara armağan edilmiş bu  bayram, hepsi güle bilsin, şeker yiyebilsin, uçurtma uçurabilsin… Oyuncakları olsun. 23 Nisan gerçek bir bayram olarak kutlansın.

Dünyadaki 2 milyar 850 milyon çocuktan biri olduğunu bilmek
 “Yaşasın, iyi ki çocukmuşum!” diyebileceği mavi bir gökyüzüne sahip olmak.
 “ Keşke çocuk olmasaydım!” demeyeceği bir dünya için

Çocuk Hakları Sözleşmesinin animasyon şekli, tüm okullarda izletilmeli. Çocuklarımız haklarından habersiz büyütülmemeli.

Çocuk Hakları Sözleşmesinde ele alınan başlıca konular:
Ana–babanın rolü ve sorumluluğu; bunun ihmal edildiği durumlarda ise devletin rolü ve sorumluluğu;
Bir isme ve vatandaşlığa sahip olma ve bunu koruma hakkı;
Yaşama ve gelişme hakkı;
Sağlık hizmetlerine erişim hakkı;
Eğitime erişim hakkı;
İnsana yakışır bir yaşam standardına erişim hakkı;
Eğlence, dinlenme ve kültürel etkinlikler için zamana sahip olma hakkı;
İstismar ve ihmalden korunma hakkı;
Uyuşturucu bağımlılığından korunma hakkı;
Ekonomik sömürüden korunma hakkı;
İfade özgürlüğü hakkı;
Düşünce özgürlüğü hakkı;
Dernek kurma özgürlükleri hakkı;
Çocukların kendileriyle ilgili konularda görüşlerini dile getirme hakkı;
Özel gereksinimleri olan çocukların hakları:
Özürlü çocukların hakları.

Devlet, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin herkes tarafından öğrenilmesini sağlar. (Madde 42)
 Kaç kişi biliyor dersiniz?

Gündüz kuşağında yayınlanan TV programları gözden geçirilmeli. Özellikle yüksek izlenme rekorları kıran programlar aile ve çocuk eğitimi ile ilgili olmalı.
Tüm çocuklara haklarının ihlal edilmediği, incinmedikleri  incitilmedikleri bir dünya   diliyorum.

13 Nisan 2014 Pazar

ATATÜRK'ÜN EKONOMİ ANLAYIŞI VE PLANLI KALKINMA -- Haluk Bilgesay

“Şimdi arkadaşlar ekonomi hayatımızı gözden geçire-ceğim. Derhal bildirmeliyim ki ben ekonomik hayat denince ziraat, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işle-rini birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir bütün sayarım. Bu vesile ile şunu da hatırlatmalıyım ki bir millete bağımsız hüviyet ve kıymet veren siyasi varlık makinesinde devlet, fikir ve ekonomi hayat mekanizmaları birbirlerine bağlı ve birbirlerine tabidirler. O kadar ki bu cihazlar birbi-rine uyarak aynı ahenkte çalıştırılmazsa hükümet makinesi-nin önde gelen sürükleyici kuvveti israf edilmiş olur, ondan beklenen tam verim elde edilemez. Onun içindir ki bir mille-tin kültür seviyesi üç sahada; devlet, fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet ve başarıları neticelerinin hasılasıyla ölçülür.”

M. Kemal ATATÜRK

Bir Ekonomik Model

Büyük önderin görüşleri ile ilgili yapılan araştırmalar, O’nun ekonomi ala-nında da dehasının ışıklarını yansıtan bir ekonomik kalkınma modeli geliştirdiğini, uyguladığını ve büyük ekonomik sonuçlar aldığını göstermektedir. Dünyanın ezilen uluslarına bağımsızlık konusunda verdiği büyük örneklerle birlikte ekonomik ve toplumsal kalkınma modeli örneği de vermiştir. Bugünkü bilgilerimizle dahi bizlere ve dünyanın gelişmekte olan ülkelerine yol gösterici özellikler taşıyan bu model, toplum refahının bölgeler ve kişiler arasında dengeli dağılımı açısından türlü güç-lükleri olan gelişmiş ekonomileri yönetenlere de önemli yararlar sağlamaktadır. Bu özellikleri ile Atatürk’ün ekonomi politikası, uygulaması ve uygulamada aldığı sonuçlar, bütün ülkelerin yönetici ve uzmanlarınca önemle incelenmelidir. Görü-lecektir ki bu model, dünyanın kıt doğal kaynaklarının iyi kullanılmasını sağlamak açısından insanlık yararına büyük sonuçlar vermektedir.

Atatürk’ün yönetim ve ekonomiye ilişkin düşünceleri, ülkemizin çağdaş kal-kınma politikasına yön veren, hatta gelişmekte olan ülkelere örnek olan bir model olarak değerlendirilmelidir. Ülkemizin gelişmesinde başka modeller aranmasına gerek yoktur.

Model ortadadır. Özellikle 1929 büyük ekonomik bunalımı döneminde; yeni ulusal kurtuluş savaşından çıkmış, yeni bir devletin kurulduğu ve bu devletin her sektörde ve alanda yeniden inşa edildiği bir süreçte getirilen politikalar ve sanayileşme planları bu modelin en önemli uygulamalarıdır. Öyle bir model ki dünyada örneği olmayan bir kalkınma ve gelişme hızı bu dönemde gerçekleşmiştir. Atatürk, bu ekonomik model ile tamamen sıfırlanmış bir ekonomiden insan gücü, sermaye, bilgi, altyapı ve hiçbir dış destek olmadan ağır sanayisini kurmuş ve planlı kalkınma dönemini başlatmıştır.

Planlı Kalkınma

Atatürk, Onuncu Yıl Nutku’nda; “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medeni milletler seviyesine çıkaracağız” sözleriyle Türk Devrimi’nin çağdaşlaşmaya yöne-lik hedefini göstermiş ve bu hedefe çağdaş yönetim ve planlı kalkınma süreci ile ulaşılacağını belirtmiştir.

Çağdaş yönetim bilimi, yönetimin planlama, örgütleme, eşgüdüm, yönlendir-me ve denetim gibi temel öğelerden oluşan bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle yönetim olgusunun ortaya çıktığı her yerde yönetsel anlamda planlama yapmak, eşgüdüm sağlamak ve yapılan çalışmaları sistemli olarak izlemek gerek-mektedir. Çünkü, bir ülkede planlı kalkınma yöntemleri uygulansa da, uygulanmasa da bu tür görevlerin yerine getirilmesi, belirlenen amaç ve hedeflere ulaşmada başarı sağlamanın temel koşulu olmaktadır.

Planlama, ister kamu, ister özel kesimde yer alsın, tüm kişi ve kuruluşlar için, saptadıkları amaç ve hedeflere, ellerindeki sınırlı kaynakları en iyi biçimde kullanarak erişme yol, yöntem ve araçlarını belirlemekte; eşgüdüm, bu araç ve kaynakları kullanacak kişi ve birimlerin etkinlikleri arasındaki uyumu sağlayarak amaç ve hedeflere ulaşılmasını kolaylaştırmakta; izleme ise, yapılan çalışmaların ne ölçüde amaç ve hedeflere ulaştığını göstermekte, denetim, yönlendirme ve yönetimi geliştirme işlevlerinin de yerine getirilmesine olanak vermektedir.

Atatürk’ün ekonomi anlayışının temel ilkelerinden biridir planlama. Planlama, 1930'larda olduğu kadar günümüz ekonomi politikalarının da vazgeçilmezidir. Bi-lindiği gibi, Atatürk'ün ekonomik politikalarını belirleyen ilk dönem 1923-1930 yıllarını kapsar. Mevcut ekonomik durum Birinci İzmir İktisat Kongresinde belir-lenmiştir.

Atatürk, ülkenin dış düşmanlardan kurtarılmasından sonra ekonomik durumu görüşmek ve alınabilecek önlemleri belirlemek amacıyla İzmir'de bir iktisat kongre-si toplamıştır. Kongre'de, önce ülkedeki ekonomik yapılanmanın, uygulanacak eko-nomi politikasının yönünü çizen bir “Misakı İktisadi” kabul edilmiştir. Kongre'nin üzerinde birleştiği politika; yurt sanayisini ve ticaretini geliştirmeyi amaçlayan, özel girişime öncelik veren, onu koruyan, mülkiyet haklarına saygılı bir ekonomik düze-ni, yasal çerçevesi ve kurumlarıyla oluşturmak ve kökleştirmektir.

Kongrenin açılış konuşmasında Atatürk; “Tarih, milletimizin yükselme ve gerileme sebeplerini ararken birçok siyasi, askeri ve sosyal sebepler bulmakta ve saymaktadır. Bir milletin doğrudan doğruya hayatiyle alakadar olan, o milletin, iktisadiyatıdır. Hakikaten Türk tarihi tetkik olunursa yükselme ve gerileme sebeplerinin iktisadi meselelerden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır… Yeni Türkiyemizi layık olduğu yüksek mertebeye ulaştırabilmek için, derhal iktisadiya-tımıza birinci derecede ve en çok önem vermek mecburiyetindeyiz.” demiştir.

1923 yılında devralınan, uzun süren savaşlar nedeniyle harap olmuş, kaynakları kurutulmuş, nüfuzu azalmış, yokluklar içindeki Türkiye ile 1933 ve sonrasındaki hukuk ve eğitim sistemini, teknolojisini, sanayisini, tarımını ve tica-retini değiştiren, geliştiren Türkiye arasında büyük fark vardır. Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan ve birbiri arkasından getirilen yeniliklerin Türk devlet ve toplum düze-ninde on yıl sonunda bu önemli değişikliği yaratması, uygulayıcıların kararlılığının yanı sıra Türk toplumu tarafından benimsenip sahip çıkılmasıyla mümkün olabil-miştir.

Özellikle 1929 büyük ekonomik bunalım dönemindeki politikalar ile planlı kalkınma süreci uygulamaları, dünyanın hiçbir ülkesinde ve ekonomisinde görül-memiş bir sosyal ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiştir. Bu gelişmeler, Cum-huriyet ve devrimlerle getirilen yeni düzenin sürekli olacağı düşüncesine de güç ka-zandırmıştır.

Atatürk, ekonominin çarklarını döndürmek için devlet girişimciliğinin önemini Keynes’den önce görmüş ve gereklerini hayata geçirmiştir. Bu nedenle Atatürk, kan ve ateşle örülü bir yokluk ortamında, Türkiye’nin bağımsızlığını ve varlığını ger-çekleştirme mücadelesini sürdürürken, gerekli gördüğü ilkeler arasına Devletçiliği de yerleştirmiştir. Aslında dünyadaki gelişmeler de o yıllarda devletçilik ilkesinin uygulanmasını zorunlu kılmaktaydı. “Laissez Faire”ci liberal ekonomi politikaları Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere gelişmiş batı ülkelerinde başarı-sızlığa uğrayarak büyük bir ekonomik bunalıma dönüşmüştü. Dünya Ekonomisi, tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşarken, Türkiye, Atatürk'ün akılcı ekonomi politikaları sayesinde bu buhranı en hafif biçimde atlatmıştır.

Atatürk'ün ekonomik politikasının temelleri ve esasları, 1930-1940 arasındaki ikinci dönemde ortaya çıkmış ve en üst düzeye ulaşmıştır. Bu dönemde; devletin öncülüğü, devlet yatırımcılığı, devlet işletmeciliği, ekonominin devletin belirlediği hedeflere yönlendirilmesi gibi hususlar ağırlık kazanmıştır. Atatürk, devletçilik konusunda “Bizim izlediğimiz devletçilik, bireysel emek ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu gönence ve ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için ulusun genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlerde -özellikle ekonomik alanda- devleti fiilen ilgilendirmektir.” demektedir.

Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler adlı kitabında, Atatürk’ün Cumhurbaşkanı iken 1934 yılında hükümetin hazırladığı beş yıllık kalkınma planlarını incelerken elinde eski harflerle yayınlanmış bir broşürü gördüğünü ve bu broşürün “İktisat Esaslarımız” adını taşıdığını ve kapağında “Milletimiz mazisin-den değil artık istikbalinden mesuldür” cümlesinin yazılı olduğunu belirtmektedir.

Atatürk, Birinci Kalkınma Planı'nı 1933-1938 yılları, İkinci Kalkınma Planı'nı ise 1938-1944 yılları için hazırlatmıştır. Bu planlar Atatürk'ün Türk Ulusu'na armağan ettiği önemli bir ekonomik devrim hareketidir. Bu kalkınma planları eldeki kıt kaynaklarla halkın ihtiyaçlarının en iyi biçimde karşılanmasına yönelik olarak hazırlanmıştır. Türk Devriminin ekonomik kalkınmayı plana bağlamasıyla; tam çalışmayı, hızlı ve dengeli sermaye birikimini, dış ödemeler dengesini, enflasyon-suz hızlı kalkınmayı, bölgeler arası dengeli kalkınmayı, özel girişimin gelişmesini, hızlı teknolojik gelişme için yabancı sermaye ile işbirliğini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Her iki kalkınma planının da temel amacı, hammaddesi Türkiye'de olmasına karşın dışardan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı. Bu amaçla tekstil, iplik ve dokuma fabrikaları kurulmuş, devletin teşvikiyle özel girişim olarak bazı çiftçilerin de katılmasıyla Alpullu ve Eskişehir gibi bazı şeker fabrikalarının kurulmasına girişilmiş ve bunlar gerçekleş-tirilmiştir. 1925 yılında devlet sermayesiyle Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuş-tur. Bankanın amacı fabrika kurup yönetmek olarak belirlenmiştir. Bu bankanın desteğiyle Kayseri-Bünyan İplik Fabrikası TAŞ, Isparta İplik Fabrikası TAŞ, Kütahya Çini İşleri TAŞ ve bunlar gibi bir çok özel kuruluş devletin de ortak olma-sıyla faaliyete geçmiştir.

Atatürk'ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda nasıl olağanüstü bir kalkınma çabasına girişildiğini göstermeye yeterlidir.

Bunlardan bazıları; Türkiye İş Bankası’nın açılması, Uşak’ta şeker fabrikası, Kayseri’de uçak fabrikası, Kayseri Bünyan’da dokuma fabrikası, Ereğli Bez Fabrikası, Nazilli Bez Fabrikası, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, İzmit Kağıt Fabrikası, Kayseri İplik ve Bez Fabrikası, Eskişehir Şeker Fabrikası, Ticaret ve Sanayi Odalarının kurul-ması, Türkiye Ticaret ve Sanayi Odaları Kongresi, İstatistik Umum Müdürlüğü, Hükümete iktisadi konularda fikir vermek amacıyla çeşitli meslek kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan Ali İktisat Meclisi, Birinci ve İkinci Kalkınma Planları, 1927 yılında Teşviki Sanayi Kanunu, 1930 yılında Sanayi Kongresi, 1931 yılında Ziraat Kongresi, Aşar Vergisinin kaldırılması, demiryollarının satın alınarak ulusal-laştırılması, Ulusal Ekonomi ve Araştırma Kurumu kurulması. Ve daha başkaları…

Atatürk’ün devletçilik anlayışındaki “planlı ekonomi siyaseti”, devlet merkezli değil tersine kaynak kullanımının hangi sektörlerde sanayileşmeyi sağlayıp sağlamadığını ortaya çıkaran demokratik plan anlayışıdır. Birinci (1932) ve İkinci (1936) Sanayi Planlarında programa alınan yatırımların tümü, o tarihe kadar hiçbir ülkede benzerine rastlanmayan bir anlayışla, verimlilik hesaplarına dayandırılmıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ün ekonomi siyaseti, kaynakların nesnel üretime dönüş-mesini öngörüyordu ve şimdiki gibi reel (üretken, nesnel) ekonomi, parasal ekono-minin arkasından sürüklenir duruma gelmemişti.

Atatürk’ün planlı ekonomi anlayışı, ulusal çıkar ve halkçılık temeline dayan-maktadır. Bu nedenle yeterince gelişmemiş bölgelerde, o bölgenin kaynaklarını kullanıcı, gerekirse yeni kaynaklar yaratıcı bir politika ve plan yatar. Bu anlayış sayesinde Türkiye'nin geri kalmış bölgelerinde, yüzyıllardır özel sektörce yapılma-mış yatırımlar, 1930’lar Türkiyesi’nin güç koşullarında yapılmıştır. Atatürk’ün bu modelinde kamusal girişim, kalkınma hamlesinin merkezine oturtulduğu için özel sektörün, kâr getirmeyeceği için yapmadığı yatırımları bile finanse etmeyi göze almıştır. Ancak, günümüzde de varlığını ve önemini koruyan ve halen çözüm-lenemeyen en önemli konulardan biridir bölge ve iller arası ekonomik gelişmişlik farkı. Bugün Türkiye üretiminin beşte biri İstanbul'da, yüzde 40’ı da Marmara Böl-gesi'nde yapılmaktadır. Bu durum, 1970’li yıllarda hızlanan bir biçimde iç göç ol-gusunu da getirmiş, plansız kalkınmanın başlıca sorunlarından biri haline gelmiştir.

1930'larda bölgesel eşitliği sağlama amacıyla getirilen KİT modelinin etkisizleştirilmesi yönündeki çabalar da bunda etkili olmuş, zaten yeni yatırımlara ve üretime yönelik olmayan son yılların ekonomi politikalarıyla içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

Atatürk, özellikle yönetim, eğitim, ekonomi, kültür, sanat konularını içeren söylevlerinde sürekli olarak ileriyi düşünme, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma vurgusu yapmaktadır. 1 Kasım 1937’de Büyük Millet Meclisini açış söylevinde; “Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir inkılap yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı ancak, türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir” demektedir.

Atatürk, sürdürülebilir bir kalkınma için ekonomik istikrara ne derecede önem verdiğini politika ve uygulamalarıyla göstermiştir. Atatürk döneminde dış ticaret açığı olmadan, enflasyona başvurulmadan, dengeli ve istikrarlı bir kalkınma sağlan-mıştır. Atatürk, para sıkıntısına bir çözüm yolu olarak emisyona başvurulması önerilerine her defasında karşı çıkmıştır.

Atatürk’ün temel ekonomik hedefi bütün toplumun mümkün olduğu kadar kısa sürede kalkınmasını sağlamak yönündedir. Osmanlı’dan alınan kötü miras bu yolda önemli engeller oluşturmuş ancak yine de az zamanda çok büyük işler yapıl-mıştır.

1933-1938 yılları arasındaki döneme, Türk sanayisinin ilk ve planlı kuruluş aşaması olarak bakılabilir. Yapılacak işler ciddi etütlere dayanan bir plana bağlan-mış, iç ve dış finansman sağlanarak çok başarılı uygulama sonuçları elde edilmiştir. Ham madde kaynakları ile enerji sorunları ciddiyetle ele alınmış, konunun bilimsel ve teknik yönü ile ciddi şekilde uğraşılmıştır.

Bu dönemde yapılan yatırımlar, hep devletçilik ilkesi adı altında yapılmıştır. Programın finansmanı, geniş ölçüde vergiler, iç istikrar ve devlet bankalarının kredileri ile karşılanmıştır. Ayrıca, 1934 yılında Sovyetler Birliğinden 8 milyon dolar, 1938’de İngiltere’den 13 milyon sterlin dış borç sağlanmıştır.

Yeni devletin kuruluşundan Atatürk’ün ölümüne kadar olan bu dönemin bir çok bakımdan özellikleri vardır:

a) Dış ticaret açığı olmadan enflasyona başvurulmadan dengeli ve istikrarlı bir kalkınma sağlanmıştır.

b) Hükümet, dış ticaret aktifinin sağladığı döviz geliriyle altın stokunu artır-maya çalışmıştır. 1931’de 6 ton olan altın rezervleri 1932’de 14 tona, 1933’de 17 tona, 1934’de 19 tona, 1937’de 26 tona çıkmıştır.

c) Mali dengenin korunmasına büyük itina gösterilmiştir. Ancak karşılaşılan zorluklar hükümetin tedbir almasını gerekli kılmıştır. Hükümet başkanı olarak İsmet İnönü para sıkıntısına karşı bir çözüm yolu olarak emisyon yapılmasını istemiştir. Devlet başkanı olarak Atatürk’te her defasında karşı çıkmıştır. Atatürk'ün ekonomi politikasında makroekonomik istikrarın önemli bir yeri olmuştur. Öyle ki, enflasyonsuz para politikası Cumhuriyet tarihinde sadece Ata-türk zamanında uygulanabilmiştir. İsmet İnönü, bu konuda Atatürk’e götürdüğü öneriler için, “Hükümet olarak yılda iki kez ödeme yapamayacak duruma düştüğü-müz olurdu. Gider konuşurdum. Birkaç milyon liralık emisyonun bizi ferahlata-cağını anlatmaya çalışırdım. Bir defa bile evet dedirtemedim” demektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde enflasyon sorunu Atatürk'ün ölümünden sonra başlamış ve bir daha da durdurulamamıştır.

Atatürk’ün ekonomi politikası çağımızın gelişmiş ve gelişmemiş ülkelerine yön verebilecek özellikler taşımaktadır. Bu özellikler;

a) İmtiyazsız ve sınıfsız biçimde bütün halkın refahını yükseltmektir.

b) Bütün toplumun mümkün olduğu kadar kısa sürede kalkınabilmesi için ekonomik ve sosyal kalkınmaya bir bütün olarak yaklaşmak gerekir.

c) Atatürk’ün ekonomi politikasının temelinde piyasa ekonomisinin kuralları vardır. Devlet doğrudan endüstri, ticaret işleri yaptığı zaman kendisi de pazarın koşul ve kurallarına uymalıdır.

d) Atatürk pazarlardaki rekabet kurullarının işleyişini bir kalkınma planının disiplini içinde düşünmüştür.

e) Ekonomiye, ekonomi dışından yapılacak müdahalelere karşı önlemler almıştır.

f) Ülkede enflasyonun önlenmesi yurt içinde ve yurt dışında devlet hazinesi itibarının en yüksek düzeyde tutulması için bütçe denkliğine ithalat ve ihracat denk-liğine ve devlet yatırım harcamalarının devlet gelirleri toplamına denk olmasına dikkat edilmelidir.

g) Atatürk’ün ekonomi politikasının önemli bir amacı da ülkede tam çalış-manın sağlanmasıdır.

Atatürk’ün ekonomi politikasının temel amacı imtiyazsız ve sınıfsız biçimde bütün halkın refahının yükseltilmesidir. Bütün toplumun mümkün olduğu kadar kısa sürede kalkınabilmesi için ekonomik ve sosyal kalkınmaya bir bütün olarak yaklaşmak gereklidir.

Diğer bir deyişle bütün devrimler ve ekonomik kalkınma amacıyla yapılan uygulamalar birbirini desteklemelidir. Ekonomik ve sosyal kalkınmayı bu biçimde ele alış, son yıllarda gelişmekte olan ülkeler için çağdaş ekonomik plancılar ve işlet-mecilerce öne sürülen sistem yaklaşımının bir uygulamasıdır. Atatürk’ün ekonomi politikasının temelinde piyasa ekonomisinin kuralları vardır. Devlet pazarların kurallarına uymak zorundadır. Hatta devlet doğrudan endüstri ticaret işleri yaptığı zaman kendisi de pazarın koşul ve kurallarına uymalıdır.

Atatürk; “Kesin zaruret olmadıkça piyasalara karışılamaz, bununla beraber hiçbir piyasa da başıboş değildir. Sırası gelmişken Cumhuriyetin tüccar telakkisini de kısaca ifade edeyim; tüccar, milletin emeği ve üretimi kıymetlen-dirilmek için eline ve zekasına emniyet edilen ve bu bakımdan ihracatçılar hakkın-daki kanun, murakabe hakkındaki kanun, teşkilatlandırma hakkındaki hükümler müspet neticelerini vermektedir.” demiştir.

Atatürk, pazarlardaki rekabet kurallarının işleyişini, bir kalkınma planının disiplini içinde düşünmüştür. Planlı kalkınma düşüncesi ekonomik ve toplumsal kalkınma sorunları ile ilk karşılaştığı anlarda başlamıştır. Planlı kalkınmayı düşü-nürken aynı zamanda ekonomiye, ekonomi dışından müdahaleler yapılabileceğini düşünerek buna karşı önlemleri de zamanında alabilmiştir. Ali İktisat Meclisini, Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetini, Türkiye İş Bankasını kurdurmasının, bu bankanın azınlıktaki bir devlet hissesiyle halkın ortaklığında mümkün olduğu kadar özerk çalışmasını sağlamasının, T.C. Merkez Bankası hisselerine halkın katılma-sıyla özerkliğin korunmasına özen göstermesinin, ekonomik uygulamalardan önce yerli yabancı uzmanlarla uzun süre tartışma yapmasının temelinde ekonomik sorun-lara ekonomi dışı müdahaleleri önleme amacı yatmaktadır.

Atatürk’ün ekonomi politikası üç temel dengeye dayanmaktadır.

- Devlet bütçesi denk olmalıdır.

- Devletin yatırım harcamaları bütçe fazlaları ile iç ve dış borçlanmadan elde edilen devlet gelirleri toplamına denk olmalıdır.

- İthalat, ihracat denk olmalıdır.

Bu üç denkliği korumanın amacı, ülkede enflasyonun önlenmesi ve yurt içinde ve yurt dışında devlet hazinesi itibarının en yüksek düzeyde tutulmasıdır. Atatürk, ödemeler dengesini korumanın tek yolunu dış ticaret dengesinin korunmasında bulmaktadır. Onun için ihracat yapmadan ithalatı artırmanın yolu yoktur. Hatta bu alanda belirli bir ülkeden ithalatın arttırılabilmesi için mutlaka o ülkeye ihracatı arttırmak gereklidir. Hızlı kalkınma ve devletleştirmeler devlet harcamalarını hızla arttıran uygulamalardır. Ancak O, yukarıdaki dengeleri bozmadan bunu yapabilme-nin yollarını sürekli olarak aramış, bulmuş ve uygulamıştır.

Atatürk’ün ülkeyi yönettiği 16 yıllık dönem boyunca, ülkede sözü edilebilecek bir hızlı enflasyon dönemi yoktur. Bazı krizlere rağmen Türk lirasının dış değeri 1921’de ve 1938’de aynı düzeydedir. Bu dönem, Türk ekonomisindeki kalkınma hızının Cumhuriyet ekonomi tarihinin en yüksek olduğu dönemlerden biridir. Atatürk’ün ekonomi politikasının önemli bir diğer amacı da ülkede tam çalışmanın sağlanmasıdır. Bütün ekonomik önlemlerden söz ederken çiftçiye, işçiye ve bütün faal nüfusa iş sağlanması görüşünden hareket etmesinin ve uygulama yaptırmasının başka anlamı olamaz.

Bu nedenlerle Atatürk devrimlerinin üst yapı devrimleri olduğu, bütün devrim-leri gibi ekonomi devrimi de Türk toplumunu temelden değiştirmek ve çağdaş-laştırmak amacına yönelmiştir. O’nun belki de bütün devrimleriyle eşdeğer bir ekonomi devrimi vardır. Her alanda olduğu gibi ekonomi alanında da daha uzun yıllar bizlere onun ışığı yol gösterecektir.

Günümüzde Ne Yapılmalı?

Dünya ekonomisinde ve kalkınma anlayışında meydana gelen değişmeler, AB ile uyum sürecimizde yaşanan gelişmeler ve planlama anlayışımızın öncelikleri birlikte düşünüldüğünde, ülkemizdeki idari bölümlemenin ve ülkesel yönetim sisteminin temeli olan “İl” ölçeğinde başlayan bir kalkınma anlayışının ve buna uy-gun bir planlama sisteminin geliştirilmesi gereği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bölgeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarının kabul edilebilir düzeye indirilmesi ve görece geri kalmış yörelerin kalkındırılması için, doğal olarak il ve hatta ilçe kademelerinden başlayan bir kalkınma ve planlama sistemi oluşturulması gerekli olmaktadır.

Anayasamızda da belirtildiği üzere, genel yönetimin taşradaki temel yönetim kademesi ve merkezi yönetimin taşradaki en üst yönetim birimi, “İl”dir. İl yönetim-lerinin genel yönetim içindeki özellikli ve öncelikli konumları dikkate alındığında, gerek yönetsel yeniden yapılanmada, gerekse kalkınma sürecinde, bu yönetim kademelerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Kalkınma açısından mekan boyutu-nun, yerel, bölgesel ve ülkesel düzeylerden oluştuğu göz önünde tutulduğunda, iller ve ilçeler, kalkınma ve strateji belirleme çalışmalarının yerel düzeydeki en önemli yönetim basamakları olmaktadır.

Günümüzün kalkınma anlayışı ve araçları aşağıdan-yukarı bir gelişme modeli çerçevesinde yerel birimlere önemli işlevler yüklerken, kalkınma stratejilerinin hazırlanması ve uygulanması aşamalarında “katılımcılık” ilkesinin yaşama geçiril-mesi de önemlidir.

Ülkemizin hızlı ve dengeli kalkınabilmesi; planlama ve uygulama süreçlerine kamu sektörünün yanı sıra, özel sektör, gönüllü sivil kuruluşlar, meslek odaları, üni-versiteler, vb. kesimlerin de katılımı ile olanaklıdır. Bu nedenle, il ve ilçe gelişme planlamasının hazırlık, uygulama ve izlenme aşamalarında geniş katılımlı kurum-sallaşma ve dayanışma gerekmektedir.

İl düzeyi bölgesel gelişme stratejilerinin hareket noktası olma özelliğine sahip-tir. Kimi durumlarda, havza, ilçe ve belde gelişme stratejilerine de ihtiyaç olmakla birlikte, bölgesel gelişme stratejilerinin hazırlanmasına temel alınması açısından il gelişme planları ve stratejileri hem hızlı ve dengeli kalkınmanın hem de yerel ihtiyaçlara ve dinamiklere duyarlı, yerel girişimleri harekete geçiren bir düzey olması açısından gereklidir. Bu kapsamda, il ve ilçe ölçeklerindeki kalkınma çalış-maları ve gelişme planlarının sağlayacağı başlıca yararlar şunlar olacaktır:

a) İl ve ilçelerdeki ilgili tüm kurum ve kuruluşların geniş ve aktif katılım-larıyla hazırlanacak olan gelişme planları yoluyla il ve ilçeler; kısa, orta ve uzun vadede gelişmelerine yön verecek, genel eğilimleri tespit edebilecek ve geleceğe yönelik projeksiyonlarını eşgüdümleyeceklerdir.

b) İl ve ilçelerimizin üstünlüklere sahip oldukları alanlar belirlenebilecek, mevcut ve gelişmesi muhtemel sektörlerde uzmanlaşmaları sağlanabilecektir. Böylece, il ve ilçe gelişme stratejileri, yöresel kaynakları ve potansiyelleri harekete geçiren, geri kalmış yörelerimizin sosyo-ekonomik düzeyini yükselten, kırsal kalkınmayı sağlayan ve ulusal plan ve programların gerçekleşmesini besleyen bir işlevi yerine getirecektir.

c) Bölgesel gelişme amaç, hedef ve stratejileriyle uyumlu biçimde hazırlana-cak alt ölçekli gelişme stratejileri, ülkemizin hızlı ve dengeli kalkınmasının önemli araçları olacaktır.

d) İl ve ilçelerin temel yönetim birimleri olduğundan hareketle hazırlanacak il ve ilçe gelişme planları; yerel yönetimlerin güçlendirilmesine de katkı sağlaya-caktır. İl ve ilçe, ülke, bölge ve yerel yönetimlerin kurumsal stratejik planlama çalışmalarının bütünleştirilmesi açılarından gerekli basamaklardır. Kent, belde ve kırsal alan planlamalarının etkinleştirilmesi açısından da il ve ilçe gelişme planları önemlidir.

e) Yerel ekonomiyi ve yerellik bilincini güçlendirecek ekonomik, sosyal, kültürel girişimler yönlendirilebilecek ve desteklenebilecektir. Böylece, toplumun istekleri, gereksinimleri, kapasiteleri ve tercihlerinin yeterince dikkate alındığı planlar yapılabilecektir. Yereldeki planlama çalışmaları yerel kurumlara ve yerel yönetimlere yansıdıkça yerelde topyekun planlı bir yapılanmayı tetikleyecektir.

f) Yerel katılımı ve yerel demokrasiyi ön plana çıkaran, yetki ve kaynak açısından güçlendirilmiş bir taşra yönetim düzeni oluşmasına katkı sağlayacaktır. Böyle bir sistem içinde, il ve ilçe yönetimleri, kamusal hizmet ve yatırımları makro politika ve uygulamalarla uyumlaştırarak eşgüdümleyecektir. Yerel hizmetler üzerinde karar verme yetkisi yerel karar alıcılara devredileceğinden, idari sistem daha demokratik bir nitelik kazanacak; böylece, taşranın siyasal ve sosyal kültürü olumlu etkilenecektir.

g) Kalkınmanın iller ve ilçeler ölçeğinden başlatılması, ülke kalkınması açısından kırsal yörelere götürülen hizmetlerin yüküne halkın daha kolay ve istekle katılımına fırsat verecektir. Hizmet istemleriyle bunun yükü arasında ilişki de böy-lece kurulmuş olacaktır.

h) Yerel potansiyellerin harekete geçirilmesi kolaylaşacak, böylece atıl kapa-site kullanımı azaltılacak; küçük ve orta boy girişimlerin ve girişimcilerin ekono-miye etkin biçimde katılımı sağlanacaktır.

İl gelişme stratejileri yoluyla; yöresel ve bölgesel ekonomik potansiyel ile kay-naklar harekete geçirilebilir, taşranın sosyo-ekonomik düzeyi adil ve dengeli bir tarzda yükseltilebilir, kırsal kalkınmaya katkı sağlanabilir, ulusal plan ve program-ların gerçekleşmesini destekleyen bir işlev yerine getirilebilir.Bu işlevin yerine getirilmesi ise, illerde etkili bir gelişme planlaması yapılması ve rasyonel stratejilerin belirlenip uygulanmasıyla yakından ilişkilidir.

Bu nedenler-le, topyekün ülke kalkınmasının başarılmasında il gelişme planlarının önemi büyük-tür. Ancak planlı kalkınma döneminde; mülki idare amirlerine bu yönde görev ve sorumluluk verilmekle beraber, hızlı ve dengeli kalkınmayı sağlayacak yasal ve yö-netsel önlemler gerektiğince alınamamış, kalkınmanın yasal ortam ve koşulları ye-terince oluşturulamamıştır.

SONUÇ

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Onuncu Yıl Nut-kunda; “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medeni milletler seviyesine çıkaraca-ğız” diyerek ülkemizin çağdaşlaşmaya yönelik hedefini göstermiştir. 2006 yılındayız. Atatürk’ün doğumunun 125. yılında. Bu düzeye ulaşmak zorundayız. Cumhuriyetin 100. Yılında yani 2023 yılında bütünüyle gelişmiş çağdaş bir Türkiye kurulmalıdır. Bunun için en gerçekçi yol, öncelikle, 2023 yılını hedefleyen 20 yıllık “sürdürülebilir kalkınma”yı ve “uygulanabilir plan”ı içeren “Ulusal Gelişme Planı”nın hazırlanmasıdır. Hazırlanacak böyle bir plana giden yol-da bölge ve il gelişme planlarının hazırlanması ve uygulanması, dengeli, topyekün ve sürdürülebilir kalkınma için önemli uygulamalar olacaktır.

KAYNAKÇA

Prof. Dr. Afet İNAN, Medeni Bilgi ve M. Kemal Atatürk'ün EI Yazıları.

Prof. Dr. Afet İNAN, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler.

Prof. Dr. Bilsay KURUÇ, Belgelerle Türkiye İktisat Politikası.

Prof. Dr. Bilsay KURUÇ, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi.

Prof. Dr. Cihan DURA, Atatürk Devrimi Yarım Kaldı.

Prof. Dr. Cihan DURA, Türkiye Ekonomisi.

Hamza EROĞLU, Atatürk ve Devletçilik.

Şevket Süreyya AYDEMİR, Tek Adam.

Yalçın KÜÇÜK, Planlama, Kalkınma ve Türkiye.

Seriye SEZEN, Devletçilikten Özelleştirmeye Türkiye’de Planlama.

Suna KİLİ, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli.

Mustafa A. AYSAN, Atatürk'ün Ekonomik Politikası.

Mutlu DEMİRKAN, Kemalist Ekonomi Politikası.İl Gelişme Stratejileri ve Politikaları Alt Komisyonu Raporu, DPT- Ankara, 2006.

Haluk BİLGESAY, Atatürk’ün Yönetim ve Ekonomi Anlayışında Vizyon, Misyon Kavramlarının Karşılığı, Türk İdare Dergisi, Sayı 451, Mart 2006.

Kaynak:TİD Kay.tar:19.8.2008

ULUSAL EKONOMİ ZORUNLULUĞU -- Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Her ulus devlet ya bir ulusal ekonominin ürünüdür ya da kendi ulusal ekonomisini kurarak yoluna devam eden bir siyasal örgütlenmedir. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında bir ulus devlet kurulması gündeme geldiğinde Mustafa Kemal ve arkadaşları ülkedeki ulusal birikimi değerlendirerek, geleceğe dönük olarak, Türk ulusunun ekonomik açıdan bağımsız yaşayabileceği bir düzenin temellerini atıyorlardı. Mustafa Kemal, savaş yıllarında teslim aldığı ekonomiyi her geçen gün düzelterek yönlendirmeye çaba sarfetmiş ve dışa bağımlılığın çökerttiği Osmanlı deneyiminden ders alarak, olabildiğince Türkiye’nin özel koşullarında bağımsız bir ekonomi ile hareket ederek savaşı kazanmıştır. Emperyalist ülkelerin dış borç aracılığı ile kendilerine bağımlı kılarak çökerttikleri Osmanlı İmparatorluğu gerçeği Mustafa Kemal için her zaman yol gösterici olmuştur.
Batı Avrupa ülkeleri on beşinci yüzyıldan sonra denizlere ve okyanuslara açılarak bütün dünya kıtalarını sömürgeye dönüştürdükleri için çok zengin ve güçlü bir konuma gelmişler, sömürgecilik aracılığı ile bütün dünyaya emperyalist plânlarını dayatmışlardır. Batı bloğunun ekonomisi bir anlamda sömürgecilikle kimlik kazanmış ve bu doğrultuda sanayileşme başlamıştır. Endüstri düzeni ile beraber sıçrama yapan Batı ülkeleri seri üretime geçerek kapitalist bir sistem oluşturmuşlardır. Dünya ekonomisi denilince bu nedenle kapitalist sistem akla gelmektedir. Önce uygulama ile başlayan kapitalistleşme zaman içerisinde sistemleşmiş ve bir düzene dönüşmüştür. Bu oluşum sonucunda bütün dünya ülkeleri Batı’nın kapitalist sisteminin tehdidi altına sürüklenmişlerdir.
Batı Avrupa’nın kapitalist ülkelerine karşı Almanya ve İtalya iki yeni kapitalist rakip olarak ortaya çıkınca Birinci Dünya Savaşı’na giden yol açılmış, savaş sonrasında çöken imparatorluk düzenleri, Rus Çarlığı ile beraber Avusturya ve Osmanlı İmparatorluklarını da tarihin derinliklerine gömmüştür. Büyük çöküş sonrasında Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrim, Batı kapitalizminin karşısında Rus öncülüğünde sosyalist sistemi çıkarmıştır. Dünya kendiliğinden iki kutuplu bir yapıya doğru sürüklenirken Sovyet devrimi sonrasında Türk Ulusal Kurtuluş savaşı gerçekleşmiş ve Mustafa Kemal’in önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti emperyalist Batı ülkelerinin karşısına bağımsız bir devlet olarak çıkmıştır. Kapitalist sisteme karşı çıkan ama sosyalist sisteme girmeyen Türkiye Cumhuriyeti kendi yolunu bağımsız bir devlet olarak çizmeye çalışırken, Atatürk’ün önderliğinde kendi gerçeklerine uygun düşen bir ekonomik yapılanmayı Kemalist ekonomi anlayışı ile gerçekleştirmiştir.
Kemalist ekonomi anlayışı, bağımsız bir ulus devletin tüm ihtiyaçlarının dış borçlanma olmadan kendi gücü ile karşılanmaya çalışılması biçiminde bir öze sâhiptir. Bir anlamda ülkenin kendi yağı ile kavrulması biçiminde ifâde edilebilecek bu anlayış, devletin kuruluş yıllarında çok büyük hareket serbestisi alanı yaratmış ve dışarıdan para almadan ya da borçlanmadan ülke yönetilerek, bağımsızlık savaşına bir gölge düşmesine izin verilmemiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bir ulus devlet kurulmasına giden yolu açmasıyla beraber, devlet merkezli bir ulusal ekonomi uygulanmasına geçilmiştir. Liberalizm ya da kapitalizme sürüklemek istemeyen, sosyalist sistemin dışında kalan Atatürk, Türk devletinin ekonomisini, bir ara yol olarak, devletçilik uygulamalarına ve felsefesine dayandırmıştır. Devlet kuran Atatürk her alanda olduğu gibi ekonomide de devleti esas alarak, devletçi bir yaklaşım çerçevesinde yeni devletin ekonomik düzenini geliştirmeye çaba göstermiştir.
Osmanlı’nın arka ülkesi konumundaki Anadolu’da yepyeni bir devlet kurmanın maliyeti o dönemin koşullarında fazlasıyla yüksekti. Rusya’daki Müslümanların gönderdiği para yardımı ile Anadolu üzerinde bir kurtuluş savaşı verebilmiş, Hint Müslümanlarından daha sonraları gönderilen para ise yedek akçe olarak saklanmış, savaş sonrasında Türk özel sektörünün oluşumuna öncülük etmek üzere İş Bankası’nın kuruluş sermayesi olarak kullanılmıştır. Ülkenin ve ulusun tüm gereksinimlerini yabancılara el açmadan karşılayabilmek üzere yeni kurulan devlet aracılığı ile devletçi ekonomiye geçiş yapılmıştır. Uykudan yeni uyanan bir toplum ile fazla yol alınamayacağını gören Mustafa Kemal, ülke kalkınmasına öncelik vermiş, köylüyü milletin efendisi kabul ederek, yüzde doksanı köylerde yaşayan bir toplumun toptan kalkınabilmesi için devletçilik uygulamaları ile ülke bir ekonomik seferberliğe kalkışmıştır. Sosyalist sistemden tamamen farklı bir yaklaşım ile devletçilik ele alınmış, ideolojik yapılanmanın tamamen dışında kalınarak, toplumun uluslaşması ve ulusun devletinin kurulması doğrultusunda, ekonomik atılımlar Kemalist devletçilik anlayışı çerçevesinde geliştirilmiştir. Atatürk, bir yabancı gazetecinin ekonomik politikalarla ilgili sorusuna verdiği cevapta; ne liberalizm ne de sosyalizm yolunun seçilmediğini ve tamamen Türkiye’nin kendine özgü ihtiyaçları doğrultusunda bir yolun seçildiğini; bu nedenle, Türkiye’nin özlediği ekonomik politikanın hiçbir uygulamaya benzetilemeyeceğini, bir benzetme yapmak gerekirse ancak bu uygulamaların Türkiye’ye benzetilebileceğini çünkü başka hiçbir ülkenin uygulamaları ile bir benzerlik bulunmadığını açıkça ifâde etmiştir.
Ulusal bir devlet kurulurken, bunun ulusal bir ekonomiye sâhip olması doğrultusunda kullanılan merkezî devletçilik politikaları, başka ülkelerden kopya edilmemiştir. Ama, Türkiye’deki başarılı devletçi ekonomi uygulamaları başka ülkeler için çok önemli bir emsal oluşturmuştur. Batı emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını elde eden birçok üçüncü dünya ülkesi, kısa zamanda hızla kalkınabilmek ve emperyalizmin ekonomik pençesinden kurtulabilmek üzere bağımsız ekonomi politikalarını merkezî devletçilik uygulamaları ile gündeme getirmişler ve bu yoldan ulusal çıkarlarını koruyarak varlıklarını geleceğe dönük bir biçimde güvence altına almak istemişlerdir. Ulusal ekonomi oluşturma doğrultusunda merkezî devletçilik modeli bütün dünyaya bir Türk modeli olarak ve Kemalist ekonomi modeli adı altında yayılmış ve birçok Asya, Afrika ülkesi bu model yolu ile yeni kazandıkları bağımsızlıklarını sağlam ekonomik temellere oturtabilmenin yolarını aramışlardır.
Kemalist ekonomi anlayışının tek hedefi en kısa zamanda en hızlı kalkınmayı gerçekleştirmektir. Bu doğrultuda, ülkenin kendi olanakları çerçevesinde uygulanabilecek dışarıya bağımlı olmayacak ekonomik girişimler hemen devreye sokulmuştur. Topyekûn kalkınma biçiminde adlandırılabilecek, ekonomik gelişme plânı ülkede herkesimin gereksinmelerini karşılayabilecek derecede bir yeniden yapılanmayı öngörüyordu. Yarı sömürge bir imparatorluğun yıkılmasından sonra geri kalan topraklar üzerinde kurulmuş bir ulus devletin diğer ülke ve devletlerle rekabet edebilmesi için, en kısa zamanda kalkınması gerekiyordu. Bu doğrultudaki plânlanan devletçi girişimler daha sonraki aşamada sanayi plânları ile gerçekleşme aşamasına gelmiştir. Ülkede devletin yanı sıra ekonomik etkinlikler yürütecek bir ulusal özel sektörün oluşturulması, aç ve yoksul kitlelere iş olanaklarının yaratılması, enflasyonsuz bir kalkınma yolu ile ülke genelinde yaşam koşullarının daha da iyileştirilmesi, ülkedeki gelir dağılımının düzeltilmesi, ülke gereksinmeleri doğrultusunda ithalat ve ihracatın düzenlenmesi gibi konular, plânlı bir ekonomi anlayışı ile gündeme getirilerek uygumla alanına aktarılmıştır. Marksist olmayan bir devletçilik anlayışı ile plânlı ekonomiye geçilmesi ve ekonomik alanın gerekliliklerinin bu doğrultuda karşılanmaya çalışılması, Kemalist rejimin ulusal ekonomi oluşturma hedefi doğrultusunda başarılmış olan önemli adımlardır. Kurmuş olduğu ulus devleti, çağdaş uygarlık düzeyine eriştirmek ve dünya uluslar âleminin onurlu bir üyesi hâline getirmek hedefine yönlendiren Mustafa Kemal için, ekonomik kalkınma ve diğer ulus devletlerle rekabet şansını yakalama hedefi en öncelikli amaç olarak görünüyordu. Bu nedenle, ülkede ulusal bir ekonomik düzenin oluşturulmasına birçok konudan önce yer verilmiştir.
Ulusal bir ekonomi için, millî bir tasarruf bilincinin zorunlu olduğunu iyi bilen Atatürk, bu doğrultuda toplumda bir ulusal ekonomi bilinci yaratmaya çaba göstermiştir. Osmanlı döneminin bir lokma ve bir hırka anlayışından, ulus devlet kurulmasıyla ulusal birikim bilincine geçilmiştir. Ülke kaynaklarının ulusal olanakların seferber edilmesiyle en üst düzeyde değerlendirilmesi, Kemalizm’in ekonomi anlayışı ile gündeme gelmiştir. Kamu yönetimi bu amaç doğrultusunda yönlendirilmiş, bu doğrultuda devlet eliyle hazırlanan plân ve programlar uygulamaya aktarılmıştır. Serbest piyasaya dayanan Batı kapitalizminin emperyal saldırılarına karşı sosyalist ülkeler daha ideolojik bir karşı plânlamaya yönelirken, Atatürk ülke gerçeklerini dikkate alan daha pragmatik bir yoldan yeni Türk devletini bir ekonomik güç düzeyine çıkarmaya çaba gösteriyordu. Atatürk, ekonomiyi bir anlamda ülkenin geleceği açısından her şey olarak görüyordu. Bir devletin ya da ulusun bağımsızlığının ancak ulusal bir ekonomi ile mümkün olduğunu yerinde değerlendirerek, yeni kurduğu ulusal devletin gelecek güvencesini sağlam bir ekonomik düzen ile gerçekleştirmeye çalışıyordu. Köylüyü ulusun efendisi ilân ederken, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan kırsal kesimi ciddî bir üretim seferberliğine yönlendirerek kısa zamanda, tarım ülkesi olarak daha fazla ticaretten gelir elde eden bir ülke hayal ediyordu.
Lozan görüşmelerinde yeniden Batı emperyalizminin Sevr koşullarını Türkiye’ye dayatması üzerine, görüşmeler kesilince, Avrupa basını Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne dâhil olacağını ve gelecekte ideolojik bir çizgi de sosyalist ekonomiye yöneleceğini ileri süren yayınlar yapmaya başlamışlardır. Bunun üzerine, Mustafa Kemal bir iktisat kongresi toplayarak, genç Türk Cumhuriyeti’nin dış dünyadan kopmayacağını ve Batı ülkeleriyle ticarete açık bir çağdaş devlet olacağını göstermek üzere İzmir’de iktisatçıları bir araya getirmiştir. İzmir İktisat Kongresi’nde yeni devletin liberal ekonomiye açık bir yol izleyeceğinin bütün dünyaya ilân edilmesi üzerine Batı ile gerginlikler azalmış ve bu toplantı sonrasında yeniden Lozan görüşmeleri başlatılmıştır. Bu Kongre’de delegeler söz alarak yeni Türk devletinin tam liberal ya da tam sosyalist bir uygulamaya değil ama ülke gerçekleri ve ulusal çıkarlar doğrultusunda bir karma ekonomiye yöneleceğini açıkça dile getirmişlerdir. Devletin öncülüğünde ekonomik girişimlerin yönlendirilmesi gerektiği, devletin katkısı ile oluşturulacak özel sektörün gene devletin yardımları ile ülke kalkınmasında özel bir misyon üstlenmesi gerektiği gene aynı Kongre’de dile getirilmiştir. Böylece hem Lozan’ın kopması önlenmiş hem de izlenecek karma ekonomi modeli bütün dünyaya İzmir üzerinden açıklanmıştır.
Batı ülkelerinin emperyalist saldırılarına karşı direnilerek kurulan Türk devleti, kendi yağı ile kavrulmak zorunda olduğu için denk bütçe ve dışa bağımlı olmayan bir ekonomik seferberlikle yola çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu batıran dış borçlardan şiddetle uzak durulmuş ve Lazan Antlaşması’yla Osmanlı borçlarının ödenmesi de yeni devletin üzerine yıkılmıştır. Elden giden Balkan ülkelerine yapılmış olan Osmanlı yatırımlarının getirdiği borçları da Anadolu devleti ödemek zorunda bırakılmıştır. Hem dış yardım almadan hem de dış borç ödeyerek kalkınma programı yeni devletin yükünü fazlasıyla artırmıştır. Bu durumda Türk parasının korunmasına öncelik verilmiş, genç cumhuriyetin parası olarak lira özel bir yasal düzenleme ile koruma altına alınmıştır. Özellikle emperyalist merkezlerin denetimi altında bulunan uluslararası piyasalardaki oylamalarla Türk ekonomisinin tehlikeli bir duruma sürüklenmemesi için, Türk parası koruma altına alınmış ve böylece bir istikrar sağlanarak hem Türk özel sektörü hem de piyasalara belirli bir güvence ortamı sağlanabilmiştir. Millî bir ekonomi yaratılabilmesi için, ulusal para biriminin piyasalarda değerlinin sabit tutulması ve böylece ekonomi ile uğraşan çevrelere belirli bir devlet güvencesi verilmesi gerekiyordu.
İzmir İktisat Kongresi’nde liberal ekonomiye uzak durulmayacağının açıklanması daha sonraki dönemlerde Türk ekonomisini kapitalizm batağına sürüklemiştir. Kemalist devletçilik anlayışı ile sürdürülen plânlı ekonomi ya da devletin öncülüğünde gündeme getirilen karma ekonomi uygulamalarından beklenen dengelerin oluşturulması mümkün olmamış, kapitalizmi emperyalist doğrultuda uygulayan ve bu doğrultuda dünya ülkelerine dayatmalarda bulunan sistemin en büyükleri Türk ekonomisine de Atatürk sonrası dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’na yaptıkları gibi, yarı sömürge konumunu uygun görmüşlerdir. Atatürkçü ekonomik model merkezi devletçiliğe dayanan karma ekonomidir. Çok uluslu şirketlerle baş edebilecek derecede güçlü ve kendi ekonomisini devlet ile ulusun çıkarları doğrultusunda kontrol edebilen bir karma ekonomi oluşturmak, Kemalist dönemin ulusalcı politikalarının ana hedefi olmuştur. Ekonomik emperyalizme teslim olmamak için Türk ekonomisi devletin öncülüğünde oluşturulan millî bankacılık sistemiyle yönlendirilmeye çalışılmıştır. Devlet kendi Merkez Bankası’nı kurduktan sonra bu merkez aracılığı ile ulusal bir bankacılık sistemi yaratmak ve bu yoldan ekonomiyi finanse ederek dışa olabilecek bağımlılığa izin vermemek istemiştir. Devletin halka, tarım kesimine, esnaf ve sanatkârlar ile özel sektöre destek olmak üzere oluşturduğu farklı bankalar bir ulusal bankacılık sisteminin doğmasını sağlamış ve devlet eliyle oluşturulan bankalar aracılığı ile ekonomi ulusal çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmeye çalışılmıştır. Osmanlı döneminden kalma bazı yardımlaşma sandıkları millî bankalara dönüştürülmüş ve böylece özel sektör de bankacılığa yönlendirilmiştir.
Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Hint Müslümanlarının yardım için gönderdikleri parayı harcamamış ve yedek akçe olarak sallamıştır. Savaş bittikten ve devlet kurulduktan sonra bu yedek akçeyi ana sermaye olarak İş Bankası’nın kurulmasında kullanmıştır. Türkiye’de devlet bankacılığının yanı sıra bir de özel sektör bankası olarak Türkiye İş Bankası kurulmuş ve cumhuriyet tarihi boyunca ulusal ekonominin Türk özel sektörü aracılığı ile örgütlenmesinde önde gelen hizmetler yapmıştır. Çağdaş bankacılığın Türkiye’ye gelmesinde öncülük yapan Türkiye İş Bankası, Türk özel sektörünün kuruluşunda rol almış ve daha sonrada ulusal sanayinin kurulmasında öncü girişimlerde bulunarak Türkiye’nin en büyük endüstri kuruluşlarını Türk özel sektörü adına kurmuş ve yönetmiştir. İstanbul’un eski bir ticaret merkezi olmasına rağmen Atatürk, Türkiye İş Bankası’nı devletin merkezinin bulunduğu başkent Ankara’da kurmuş, mütareke döneminden beri güvenmediği işbirlikçi taşeron ve gayrimüslim İstanbul sermayesine karşı ulusal çizgide bir millî özel sektörün oluşumunda Türkiye İş Bankası’nın başkent Ankara’da devletin yanı başında ve devletle beraber hareket etmesini sağlamıştır. Banka’nın kurucusu Atatürk’ün bu kurucu iradesine rağmen, küreselleşme döneminde işbirlikçi İstanbul sermayesinin küresel rüzgârlara teslim olarak, Atatürk’ün bankasının, yeni Bizans projesi doğrultusunda, İstanbul’a taşındığı görülmüştür. Tamamen Atatürk’ün iradesine ters düşen bu duruma alet olan banka yönetiminin Türk ulusu karşısında bu çelişkili durumu açıklamaları gerekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçene kadar Atatürk ve tek parti yönetimlerinde tamamen ulusal bir ekonomi oluşturulmuş, tepesine kadar döviz dolu bir millî hazine yaratıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün borçları da yoksul Türk halkının birikimleri ile son kuruşuna kadar ödenmiştir. Demokrasiye geçilirken, iktidara gelen yeni siyasal parti liberal politikalara yönelmiş, devletçilikten vazgeçilerek dışa açılmış ve kısa zamanda yeniden dış borç batağına Türkiye sürüklenmiştir. İkinci Dünya Savaşı döneminde yürütülen kapalı ekonomi ile ülke kalkınmasında önemli bir mesafe katedilmiş, her ekonomik sektörde kamu iktisadî kuruluşları oluşturulmuş, bunlar aracılığı ile hemen hemen her sektörde üretime geçilmiş, kısa bir sürede Türk halkının gereksinmelerini karşılayan bir üretim ekonomisi dışa bağımlı olmadan yaratılmıştır. Sanayi teşvik yasaları çıkartılarak kamu iktisadî kuruluşlarının yanı sıra endüstri yatırımları yapan ve kısa dönemde üretime yönelen özel sektör girişimcilerine devletin birçok kolaylık ve destek sağlaması gündeme getirilmiştir. Devletin yanı sıra sanayiye yönelen özel sektör, Türk ekonomisinin canlanmasında önemli katıklar sağlamıştır.
Mondros Mütarekesi ile terk edilen Osmanlı döneminden kalma ekonomik kuruluşlar Atatürk döneminde yeni devletin denetimi altına alınmış ve ayrıca, gene eski dönemden kalma Osmanlı yönetimince yabancıla verilmiş olan imtiyazlar iptal edilerek, onların mülkiyetindeki ekonomik kuruluşlara, millîleştirme yolu ile, yeni devlet tarafından el konulmuştur. Böylece yeni devletin kuruluşu aşamasında yabancıların ekonomi yolu ile Türkiye’yi yönlendirmelerinin önü kesilmiştir. Millîleştirmeler ulusal ekonominin gelir ihtiyacını karşılamış, devletçilik uygulamaları başlatılan devlet kapitalizminin gerek duyduğu sermayenin karşılanmasında etkin olmuştur. Demiryolu, liman ve maden işletmeleriyle beraber telefon şirketlerinin millîleştirilmesi, yeni ulusal devletin kendi iletişim ve ulaşım sistemini millî ihtiyaçlara göre oluşturmasını sağlamıştır. Ulaşım ve iletişimin millî yönetimin eline geçmesi, ulusal devletin kalkınma seferberliğinde hızlı hareket etmesini sağlamış ve yabancıların engellemelerinin önüne geçilmiştir. Cumhuriyet’in onuncu yılında ülkenin dört bir yanı demir ağlarla örülmüş ve demiryolu aracılığı ile Misak-ı Millî sınırları içinde ülkenin bütün bölgeleri başkent Ankara’ya bağlanarak, ulusal devletin ülke düzeyinde üniter bir yapı oluşturmasına bu yoldan katkı sağlanmıştır. Cumhuriyet rejiminin ilk yıllarında ulaşım ve iletişim yatırımlarına belirli bir öncelik tanınmış ve ülke içinde bütün coğrafî bölgelerin birbirine bağlandığı bir üniter yapı ortaya çıkarmaya çalışılmıştır.
Ulusal parasını koruma altına alan Türkiye Cumhuriyeti, hazinesini de güçlü ve bağımsız bir yapıda kurmuştur. Türk devleti güvenilir bir taraf olarak dış ekonomik ilişkilere girişmiş ve dünya ülkeleri ile imzaladığı ekonomik işbirliği ve ticaret anlaşmalarının karşılığını her defasında yerine getirerek sağlam hazine yapısı ile güvenilir bir ticaret ortağı olarak dünya piyasalarına çıkmıştır. Devletçi ekonomi ile güçlendirilen Türk hazinesi birçok önemli ekonomik ilişkinin altından kalkmış, Osmanlı borçlarını ödediği gibi, Türk ekonomisinin geleceğe dönük olarak bağımsız bir çizgide ilerlemesine de katkı sağlamıştır. Ne var ki, çok partili hayata geçilmesiyle beraber merkez sağ iktidarlar dış baskılarla borçlanma yoluna sürüklenmişler ve yeniden Türkiye’yi Osmanlı Devleti’nin son döneminde olduğu gibi dış borç batağına saplanmış yarı sömürge ülke durumuna düşürmüşlerdir. Bu durum, küreselleşme döneminde Türkiye’nin bütünüyle bir dış ekonomik yönlendirmeye mâruz kalmasına elverişli bir ortam yaratmıştır. Dış borçları fırsat bilen emperyalist ülkeler, emir vermeye başlamışlar ve Türk hükümetlerini IMF aracılığı ile kendi oyuncakları düzeyine düşürmüşlerdir. Böylesine olumsuz bir durumda, ulusal ekonomi devredışı kalmış ve ulusal çıkarlara ters düşen emperyalist dayatmalar IMF programları aracılığı ile Türk ulusunun başına bir çuval gibi geçirilmiştir.
Ulus devlet için ulusal ekonominin zorunlu olduğuna inanan Atatürk ve arkadaşları, Türkiye’de çok kısa bir zaman dilimi içinde başarıyla bir ulusal ekonomik yapılanma oluşturdukları tarihsel bir gerçektir. Merkezî devletçilik yolu ile kurulan ulusal ekonomi, İkinci Dünya Savaşı sürecinde güçlenerek yoluna devam etmiş, ama demokrasiye geçiş ile beraber dışa bağımlılığın öne geçmesiyle ulusal niteliğini yitirme yoluna sürüklenmiştir. Özellikle İstanbul’da toplanan büyük sermaye, ulus devletin olanakları ve Türk milletinin birikimi ile büyümüş, ama daha sonraki aşamada millete ve devlete sırtını dönerek dışa açılma aşamasında yabancı ortaklıklara girişmiştir. İşte bu olumsuz adım ulusal Türk ekonomisinin çöküşüne giden yolu açmıştır. Kendi devletine sırtını dönen, iç pazarda kendi milletinin birikimi ile büyüyen İstanbul sermayesi, yeni Bizans projesi doğrultusunda devletine ve milletine sırtını dönerek çok uluslu yabancı tekellerin taşeronluğunu kabul etmiş, böyle bir aşamada ulusal ekonomi devredışı kalmış ve giderek ulusallıktan uzaklaşan ekonomide yabancıların hegemonyası artmıştır. Bu dönemde kendilerine işbirlikçiliği uygun görenler çok uluslu tekeller adına Türk devletini, ulusal çıkarlara ters düşecek yönlerde, etkilemeye başlamışlardır.
Soğuk savaş döneminin koşullanmaları doğrultusunda, ülke üzerinde baskı kuran yabancı sermaye çevreleri, daha sonraları küreselleşmeye geçilmesiyle beraber açıktan saldırıya geçmişlerdir. Eskiden işbirliği ve yardım görünümünde yabancılar Türk ekonomisi ile ilgilenirken yeni dönemde artık satın alma ve egemen olma girişimlerini artırmışlar ve bu yoldan Türk şirketlerini, cumhuriyet rejiminin halkın birikimi ile gerçekleştirdiği millî üretim merkezi fabrikaları hızla satın alarak, kendi kontrolleri altına geçirmişlerdir. Özelleştirme uygulamaları başta ABD, AB ve IMF baskıları ile sonuna kadar sürdürülmek istenmiş, devlet ekonomiden çekiliyor havası içinde devletin küçültülmesi ve kendi ekonomisini yönetemez duruma düşmesini sağlamışlardır. Dışa açılma özelleştirmelerle desteklenince Türk ekonomisi bütünüyle yabancılaşma sürecine sürüklenmiştir. Devletin kuruluş yıllarında öncelikle ele alınan ulusal ekonomi anlayışından bütünüyle vazgeçilerek, küreselleşme görünümü altında sömürgeleşme uygulamaları Türk milletine dışarıdan zorla dayatılmıştır. Siyasal kadrolar bu doğrultuda kullanılırken, kendi ülkenin millî ekonomik varlıklarını yabancı tekellere pazarlayan siyasetçiler hem taşeron olarak kullanılmışlar hem de kendi ülkelerinin satışlarından pay almışlardır. Siyasetin pazarlamacılığa dönüştüğü bu aşamada, kendi ülkesini dışa satan siyasal kadrolar yeni zenginler sınıfı olarak ortaya çıkmışlardır. Bu aşamada Türk milleti ulusal ekonomisini yitirirken, işbirlikçi yeni zengin bir cemaatçi burjuvazi yapılanması ile karşılaşmıştır. Millîci ekonomi kadroları tasfiye edilirken, millî çizgideki şirketler kapanmış ve işadamları piyasadan çekilmek zorunda bırakılmışlardır. Atatürk’ün millî ekonomi ilkesine tamamen ters düşen son derece olumsuz bir durum dış baskılarla yaratılmıştır.
Küreselleşme süreci, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra on yıl süreyle epeyce mesafe kat etmiştir. ABD’nin yönlendirdiği küresel şirketler, bütün dünyaya yayılarak ulus devletlerin içine girmişler, her ülkenin doğal zenginliklerine el koydukları gibi, pazar ve piyasalarını da denetimleri altına alarak yeni bir sömürgecilik dönemini küreselleşme aldatmacası doğrultusunda gündeme getirmişlerdir. Böylesine bir süreç içinde çokuluslu tekellerin en çok hedeflediği ülkelerden birisi de Türkiye’dir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti küreselleşme aşamasında yarı sömürge durumuna Avrupa Birliği’ne üyelik gerekçesi ile sürüklenmiştir. Türkiye, Avrupa’ya üye olabilmek için her türlü ödünü verirken, Avrupa’dan daha çok uzaklaşmış ve Amerika ile İsrail’in kucağına düşerek, Amerikan emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi’nin Ortadoğu senaryolarının oyuncağı konumuna gelmiştir. Özelleştirme görünümü altında devletin tüm ekonomik varlıkları yabancılara peşkeş çekilmiş, Türk devlet kendi ekonomisini yönetemez duruma düşürülmüştür. Atatürk döneminde gerçekleştirilen ulusal ekonomik düzenden geriye hiçbir şey bırakılmamıştır. Türk ekonomisi tümüyle ulusal yapılanmadan çıkarak, çok uluslu yabancı tekellerin cirit attığı bir alan hâline gelmiştir.
İki binli yıllara girildikten sonra küreselleşme durmuştur, ABD kendi kendine saldırı düzenleyerek mağdur görünümüyle küreselleşmeye devam etmenin yollarını aramış, terör ve savaş senaryoları ile küresel süreci zorlamış ama başarılı olamamıştır. Gelinmiş olan bu aşamada ulusal ekonomilerini yitiren bütün ulus devletler, yeniden toparlanmanın arayışı içine girmişlerdir. Türkiye de bu aşamada hızla toparlanarak yarı sömürge durumundan kurtulabilmek üzere alternatif bir ulusal ekonomik plânı, Ankara merkezli olarak uygulama alanına koymak zorundadır. Bu aşamada İstanbul’un tıpkı mütareke döneminde olduğu gibi teslim olması ve Türkiye’den vazgeçmesi dikkate alınarak Ankara başkent olarak devlet ile Anadolu’nun potansiyellerini birleştirerek yeniden İstanbul’u kontrol altına alabilmenin yollarını aramak durumundadır. Ulus devletin yaşayabilmesi için, ulusal başkent Ankara’nın bütün Anadolu’yu arkasına alarak İstanbul’un teslim olmuş ve yabancılaşmış işbirlikçi ekonomisini yeniden denetim altına alarak, ulusallaştırılması gerekmektedir. Ancak bu yoldan, yeniden Atatürk’ün kurmuş olduğu ulusal ekonomik düzene Türkiye geri dönebilecektir. Yeni Bizans hayallerine dalan İstanbul sermayesinin hizaya gelmesi için Anadolu ve Ankara işbirliğinin tıpkı Kuvay-ı Millîye günlerinde olduğu gibi yeniden güçlü bir biçimde kurulması gerekmektedir. Çok uluslu yabancı sermayeye teslim olan ve taşeronluğu kabul eden İstanbul sermayesinin bu durumunun Türkiye’nin ulusal ekonomisine daha fazla zarar vermesi bir an önce önlenmelidir. İstanbul’da tıpkı diğer kentler gibi ulusal ekonomik düzen içinde Türk devletinin denetimi altındaki yerini almalıdır.
Yeniden ulusal ekonomiye geçiş için, TÜSİAD isimli patronlar kulübünün siyaseti medya aracılığı ile yönlendirmesine son verilmelidir. Küreselci federasyoncu ve cemaatçi işadamı derneklerine karşı ulusalcı ve milliyetçi işadamlarının daha güçlü örgütlerle karşı koymaları sağlanmalıdır. Dünya Bankası ve IMF programlarına bir an önce son verilmelidir. Latin Amerika ülkelerinin yaptığı gibi dış borçlar uzun vadeli taksitlere bağlanmalı ve yeni dış borç almadan yürüyebilecek ulusal bir ekonomik düzen kurulmalıdır. Küreselleşme doğrultusundaki plân ve programlara son verilerek yeniden ulusal plânlama kuruluşu olan Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırlamış olduğu ulusal plânlara göre Türk devletinin ve ekonomisinin yönetilmesine eskisi gibi başlanmalıdır. ABD ve AB baskısı ile elden çıkarılan Telekom, Ereğli Demirçelik, TÜPRAŞ gibi stratejik kuruluşların yeniden devlete iade edilmesi sağlanmalıdır. Bütün Batı ülkelerinde olduğu gibi ülke ve toplum ihtiyaçları için stratejik önemdeki sektörlerde kamu işletmeciliği Atatürk döneminde olduğu gibi tekrar uygulamaya konulmalıdır. Devletin plân ve programları çerçevesinde stratejik kamu işletmeleri ulusal çıkarlar doğrultusunda devletin denetiminde Türk ulusuna hizmet etmeye devam etmelidir. Devletin yanı sıra bir kamu kurumu gibi çalışan Ordu Yardımlaşma Kurumu son derece başarılı çalışmaları ile ulusal ekonomiye katkıda bulunmaya devam etmektedir. Ordu mensupları için oluşturulmuş olan ve bu yardımlaşma kurumu benzeri olarak memurlar için MEYAK, işçiler için İYAK, çiftçiler için ÇİYAK, Esnaf ve sanatkârlar için EYAK bir an önce yasa ile kurulmalı ve tıpkı OYAK gibi çalışmaları sağlanarak Türk ulusal ekonomisine bir OYAK yerine beş tane benzeri kuruluşun katkıda bulunması sağlanmalıdır.
Devletin ulusal ekonomiyi kontrol edebilmesi için kamu bankacılığı sisteminin yeniden Atatürk döneminde olduğu gibi ulusal çizgide örgütlenmesi sağlanmalıdır. Ülkedeki sanayi hareketlerini desteklemek için Sümerbank, madenciliği desteklemek için Etibank, konut piyasasını ulusal gereksinmeler doğrultusunda yönlendirmek için Emlakbank yeniden eskisi gibi güçlü kamu bankaları olarak kurulmalıdır. Ayrıca Halk Bankası, Ziraat Bankası ve Vakıfbank kamu bankası olarak korunmalı ve böylece güçlü kamu bankaları sistemi ile piyasanın denetimi ulusal devletin elinde olmalıdır. Ayrıca gereken sektörlerde etkili olmak üzere oluşturulacak kamu bankaları devreye sokulmalı ve en az on kamu bankası ile devlet ekonomisini ulusal yararlar doğrultusunda denetleyebilmelidir. Ancak bu yoldan çok uluslu tekellerin saldırıları önlenebilir ve Türkiye gene eskisi gibi ulusal bir ekonomik düzene sâhip olabilir. Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin var olabilmesi ve yollarına devam edebilmesi için ulusal ekonomik düzene âcilen geri dönülmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda bir ulusal ekonomi reformu en kısa zamanda gerçekleştirilirse, Türkiye ekonomisi yarım bağımlı sömürge konumundan kurtulabilecektir.
Kaynak: 2023 Dergisi

12 Nisan 2014 Cumartesi

İSTANBUL’DAN ERGUVAN GEÇİYOR -- Nezahat Göçmen Yazilari

Sıraya girdi çiçekler, tıpkı mevsimler gibi…
Alımlı, fedakâr ve başarının peşinde koşan çiçek, erguvan
İstanbul aşığı
Lüksü sever çiçek,

Erguvan çiçekleri şöhreti sever. Nisanda İstanbul’undur. Erguvan, İstanbul’u, özellikle de İstanbul Boğazını bahar aylarında kendine has mor rengine büründürür. Bu müthiş manzarayı seyretmeye doyum olmaz.

Kupkuru bir dal nasıl çiçek açar diye insanın hayret ettiği, dalından çiçek açan erguvanlar, yapraklanmadan önce, doğum günlerini kutlarcasına mor çiçeklerini taç yaparlar İstanbul sırtlarına. Nisan ayı sonuyla mayıs ayı başında yalnızca birkaç haftalığına baharın müjdecisi kabul edilen morumsu pembe renkte açar çiçeklerini.

Erguvan rengi Bizans ve Hristiyanlığın önemli imgelerindendir. Bizans imparatorlarının kutsal rengidir aynı zamanda.
Bizans Döneminde; Erguvan moru Bizans hükümdarlarının kıyafetlerinde kullanılan bir renktir. Doğal yollarla üretilen en zor renk olduğu için, bir zenginlik ve güç belirtisidir. İmparator dışında hiç kimse mor pelerin takamazmış.
Hürrem Sultan’ın rengi ve kendisinden gelen giden mesajlar hep erguvan rengi keselerin için bulundururmuş.

Erguvan çiçeklerinin İstanbul Boğazına gelmesi, konaklaması, toprağın yeniden canlanmasını kutlamak gibidir.

Doğanın İstanbul’a hediyesi olan erguvan çiçekleri için bir şeyler yapılmalı…
Doğanın, insanların hayatında daima önemli bir rol oynadığı, zihinleri ve ruhları beslemenin dinamik bir temeli olmaya devam edeceği vurgulanmalı.  Milli kültürün korunması ve geliştirilmesine önem verilerek,  İstanbul’a özgü olan erguvan çiçeklerinin yaşatılması, korunması, dünyaya tanıtılması için en etkin aracı festivaldir.

Günümüz teknolojisi ile başı dönen çocuklarımıza, doğanın korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması gerektiğini düşüncesi ile “İSTANBUL’DAN ERGUVAN GEÇİYOR” festivali düzenlenmeli ve erguvan çiçeklerine olan duyarlılıklarını arttırmayı hedeflenmelidir.  Japonya’nın kültüründe özel bir yeri olan, çiçeğe durduklarında tam bir cümbüş yaratan “Kiraz Çiçeği Festivali” gibi
Ayrıca çocuklarımıza, ülkemize özgü olan bu çiçeklerin farkında olmalarını da sağlamalıyız.

Doğanın bu hazinesinin korunması için önlemler alınmalı, erguvan zamanı doğan bebekler ve dünya evine  giren çiftler  için etkinlikler düzenlenmelidir. Erguvan çiçekleri açtığında bütün kız çocukları erguvan çiçekli taçlarını takmalılar.

Festival süresince diğer ülkelerde bulunan elçiliklerimiz ile iletişime geçilerek erguvan zamanında turizmin canlanmasını ve bu festivalin gelenekselleşmesi sağlanmalıdır.
Erguvanın taneli yapraklarının tıp alanında ve meyvelerinin çikolata yapımında kullanıldığı bilinmektedir. Erguvan çikolatalarının dünyaya tanıtılması da festival kapsamında olmalıdır.
Erguvanlar insanlar gibidir. Meyveleri olgunlaştıkça-  odunlaştıkça çok sayıda tohum barındırırlar geleceğe hediye etmek için.
Onların, İstanbul Boğazına olan aşkları  bir başkadır…
Erik ve badem gibi acele etmezler, yeryüzüne gelirken.
Hesaplıca  gelirler…
Doğanın sağladığı evrensel ilkelerle,
Erguvan, ışık ağacıdır. Renginin  güzellikleriyle kendilerinden geçen  romantiklerin mekanıdır. Sabah ve akşam serinliğini kaynatan semaverlerden bir bardak demli çay içilmeli, eflatun gölgeli erguvan ağaçlarının altında.

Bu kent ve erguvanlar her şeye layık.
Erguvanların;
Dinlediği müzik martı sesleridir…
En sevdiği yiyecekler mi?  Kuru, taze, kireçli balçıklı toprak .
İstanbul sırtları bu mevsimde bir başka güzel, mor salkımlı cıvıl cıvıl

İstanbul’un rengi seni seviyoruz… Gitsen de dönüşün muhteşem olacak biliyoruz…
Erguvanların her dönüşü, İnsan hayatında dönüm noktası teşkil edebilecek ve halkın can-ı gönülden katıldığı coşku dolu bir bayram olması dileğiyle…