26 Ağustos 2015 Çarşamba

Atatürk’ün Saklanan Türklüğü! DR.ALİ GÜLER



Atatürk’ün Saklanan Türklüğü;  Saklayanlar, Saldıranlar, Satanlar
Kim Bunlar?
Türkiye’de üç kesim gerçek Atatürk’ü, yani Atatürk’ü olduğu gibi anlamamıza engel oldu.
Bunların bir kesimi “Atatürkçü” geçinerek, kendi kafalarında ürettikleri bir başka Atatürk’e sahiplendiler.
Milletimizin önüne “işte Atatürk budur” diyerek çıktılar.
Bunların anlattığı ve dayattıkları Atatürk, “soyca Türk olmayan bir aileden gelen, dinsiz, ateist çizgide inançsız, ayyaş, militarist, diktatör, en yakın arkadaşlarını bile öldürtmekten çekinmeyen gözü dönmüş katil” şeklindedir.
Son yıllara kadar medya, sinema, tiyatro, müzik, moda sektörlerinde tek egemen olan bu kesim mensupları genellikle Türk kimliği bakımından “etnik” problemleri olan ve ideolojik bakımdan da Marksist – Liberal çizgide bulunanlardan oluşmaktadır.
Bu grupta yer alanlar aynı zamanda Türk milli kültür değerlerine uzak dururlar ve “din/İslâm karşıtı”dırlar.
Bunlar, kendi ideolojik görüşlerini ve tarihsel sayıklamalarını Atatürk’e giydirerek pazarladılar.
Atatürk’ün üzerinden İslâm/din konusunda yüzeysel, sıradan, çarpık ve maksatlı düşüncelerini yaymaya çalıştılar.
İkinci kesim ise baştan beri Atatürk’e, düşüncelerine ve onun eserine karşı olan, ideolojik bakımdan kendilerini “İslâmcı-Muhafazakar” diye tanımlayan kesimdir.
Esasında bunlar; ağırlıklı olarak gerçek “Muhammedî İslâm”ın (Hazreti Muhammed’in insanlığa tebliğ ettiği İslâm’ı) değil; Prof. Dr. Nadim Macit’in ifadesiyle birilerinin, küresel güçlerin politikaları ve stratejik çıkarları doğrultusunda “üretilen”, Osmanlı Devleti’nin çöküşünde İngiliz destekli Teali İslâm Cemiyeti’nin, günümüzde ise “ayarlı İslâm”ın (Moderate İslâm) sözcüleridir.
İnanç değerlerini, kültürel kıymetlerini kendi var oluşlarının dışında gördükleri için ‘tarih dışı, lafızcı, şekilci’ din müntesipleridir.
Bu grupta yer alanlar diğerlerinin tersine “dini/İslâm’ı” referans aldıklarını ifade etmelerine rağmen, gerçekte “din/İslâm üzerinden ve dini/İslâmî değerler ve semboller üzerinden siyaset yapanlar”dır.
Bunlar, Atatürk’ün çağdaşlaşma faaliyetleri ile birlikte “yeraltına” inmiş, çok partili hayatla birlikte tekrar “yerüstüne” çıkmış ve son yıllarda diğer kesimin egemenliğindeki bazı alanları da ele geçirmişlerdir.
Bu ikinci kesim mensuplarının Türk milletine anlattıkları Atatürk de “annesi genelev kadını, neseb-i gayri sahih, dinsiz, imansız, ayyaş, uçkuruna düşkün, zalim bir diktatör, deccal, paraya düşkün” şeklindedir.
Bu iki kesimin Atatürk ve Atatürkçülük konusundaki yaklaşımları birbirlerine ters imiş gibi görünse de; yani bir kesim “Atatürkçü”, diğer kesim de “Atatürk karşıtı/düşmanı” gibi görünse de esasında bunlar daima birbirlerini beslemişler ve birbirlerini büyütmüşlerdir.
Yani birinin varlığı, söylemleri ve eylemleri diğerinin de varlık nedeni olmuştur.
Zıt gibi görünen bu iki kesim, tersinden birbirine komşudurlar.
Tarihi, siyasi ve fikri duruşları farklı gibi gözükse de aynı amaca hizmet etmektedirler.
Üçüncü kesim ise “Atatürk tacirleri”dir, Atatürk’ü bir “geçim aracı” haline getirenlerdir.
Kapitalizmin değer tanımayan, çürüten, tüketen çarpık hayat tarzını benimseyen bu kesim mensupları diğer iki kesimin ürettiği sanal Atatürk ve Atatürkçülüğü içeride ve dışarıda “pazarlayarak” keselerini doldurmuşlar ve doldurmaya da devam etmektedirler.
Hiçbir etik ve bilimsel kurala uymayan Atatürk tacirlerinin tek dertleri paralarına para katmak olmuş, Türk milletinin Atatürk sevgisini yıllarca acımasızca sömürmüşlerdir.
Bazen bir “belgeselci” bazen bir “filmci” bazen de yazar olarak karşımıza çıkan bu tacirler, Atatürk üzerinden dolarlarına dolar katmışlardır.
Türk milleti bu üç kesimin dayatmaları arasına sıkıştırılmış ve kendi öz evladını tanımaktan uzak kalmıştır.
Bunların elinde Atatürk zamanla “törensel bir meta” haline getirilmiş, Onun büstlerini dikerek, On Kasımlarda selam durup, ağlayarak Atatürkçü olacağımız zannedilmiştir.
Çocuklarımıza yıllarca Atatürk çocukluğunda dayısının tarlalarından kargaları nasıl kovaladıysa; yurttan işgalci düşmanları da kargalar gibi kovaladığı anlatılmıştır.
Mesela, cenaze namazının kılınıp kılınmadığını veya annesinin ikinci evliliğini anlatmak; Atatürk’ün bir insan olarak manevi dünyasının nasıl olduğunu belgelerle ve anılarla ortaya koymak kimsenin aklına gelmemiş; bu konular kargalar kadar ilgi görmemiştir!
Belirtilen kesimler yıllarca hem “yavuz hırsız” hem de “ev sahibi” rolü oynamışlardır.
Bir taraftan millete gerçek olmayan bir Atatürk ile içi boşaltılmış bir Atatürkçülük anlatılmış; bir taraftan da “resmi ideoloji gerçekleri saklıyor” denilerek devlet suçlanmıştır.
Çelişkili vizyona dayanan bu yöntemin tarafları bazen “millet değerleri adına Atatürk’e karşı çıktıklarını” söylemiş; bu yöntem eskiyince “Cumhuriyetin batıcı olduğu” ileri sürülerek “devleti bağımlılıktan kurtarmak gerektiği” yalanı ortaya atılmıştır.
Herhangi bir zeminde ve siyasi alanda etkin olunca da reddettiklerini özgürlüğün ve kurtuluşun temeli ve esası olarak sunma yolunu tercih etmişlerdir.
Sözün özü, hem sözde “Atatürkçüler” hem de “Atatürk karşıtları” dünyadaki siyasi ve ideolojik gelişmelere bağlı olarak kurgulanmış, sanal, hayali bir Atatürk yaratmışlar ve küresel egemen gücün ideolojik değerlerini Atatürkçülük olarak pazarlamışlar; Atatürk’ü, düşüncelerini ve eserini, Türk milletinden “saklamışlardır.
Yarattıkları sanal Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü de Türk milletinin benimsemesini istemişlerdir.
Halbuki, gerçekte ne Gazi Mustafa Kemal Atatürk bunların anlattığı gibi birisidir; ne bunların anlattığı Atatürk’ü Türk milletinin benimsemesi mümkündür.
Bu  yazıda Atatürk’e atılan iftiraları, yalanları, uydurmaları ve bunların cevaplarını bulacaklar.
İnanıyoruz ki, Türk Milleti, tarih boyunca Türklük ile ilgili en güzel ve en derin sözleri söylemiş bulunan ve Türk Milliyetçiliği fikir sistemi üzerinde yükselen yeni bir Türk Devletini kuran Büyük Atatürk’ü daha yakından tanıma fırsatı bulacaklardır.
Burada bazı temel tespitleri yaparak konuya girmemizde fayda vardır.
  1. Bugün bilim adamı olarak, akademisyen olarak M. Kemal Atatürk’ün özel yaşamı hakkında bilmediğimiz bir konu yoktur.
Genel çerçeve tamamlanmıştır.
Yeni bulunan veya bulunacak belgeler bazı eksik bilgileri tamamlayacaktır.
  1. Gayretimiz, Atatürk’ü büyütmek veya bir başkasını küçültmek değildir.
Tarihi gerçeklikleri, bu arada Atatürk’ü olduğu gibi insanımıza anlatmaktır.
  1. Atatürk karşıtları/düşmanları ile şimdiye kadar yapıla geldiği gibi sadece “hukuki” mücadele ile yetinmek yeterli değildir.
Bunun yeterli olduğunu zannetmek en büyük gaflettir.
Bu elbette yapılmalıdır.
Fakat esas mücadele “fikri” zeminde yürütülmelidir.
Atatürk’e şu veya bu şekilde saldıran birisini “Atatürk’ü Koruma Kanunu” kapsamında yargılayıp cezalandırmakla iş bitmiyor.
Esasen bundan daha önemli olarak böyle kimselerin düşünceleriyle mücadele edilmelidir.
Yani doğrular eğitim sistemi ve medya aracılığı ile halkımıza anlatılmalıdır.
  1. Atatürk “törensel bir meta” olmaktan çıkartılmalı, önce insani boyutuyla anlatılmalı, sonra düşünceleri ve eserleri onun üzerine bina edilmelidir.
En büyük” diye başlayan ve bir heyula yaratan, temelsiz ve desteksiz Atatürk imajına son verilmelidir.
Onun da bizim gibi bir insan olduğu, fakat vasat insanlara göre yetenekleri ve üstünlükleri olan bir deha olduğu aşama aşama işlenmelidir.
  1. Bugünkü orta halli bir Müslüman Türk ailesi ve onların çocukları hangi milli manevi değerlere dayanıyorsa; içinden çıktığı ailenin soyu, dayandığı kültürel ve manevi ortam, aldığı eğitim ve özel hayatı itibarıyla Atatürk de aynı milli ve manevi değerlere dayanmaktaydı.
Dolayısı ile Türk Milletini “millet” yapan değerlerle bütünleşmiş bir Atatürk gerçeği vardır ve bu millete bu Atatürk anlatılmalıdır.
Hayatta Tek Övüncüm ve Servetim Türklüğümdür” diyen M. Kemal’in Ailesi Geniş anlamda Atatürk’ün soyu, dar anlamda Atatürk ve ailesinin Türklüğü konusunda yukarıda bahsettiğimiz çevreler çok fazla asılsız iddia ortaya atmışlardır.
Onun ve ailesinin etnik kimliği konusunda “Türklük”ten başka her şeyi ona izafe etmişlerdir.
Anlaşılmaktadır ki, bu kesimleri rahatsız eden şey Atatürk’ün Türk kimliği ve Türk milletinin “orta kesimi”ne mensup bir aileden geliyor oluşudur. Atatürk’ün “Arnavut, Sırp” veya “Balkan Slavlarından” olduğunu, “ailesinin Türkçeyi Rumeli’de yaşayan Türklerden sonradan öğrendiklerini” yazanlar (Andrew Mango); ilk öğretmeni Şemsi Efendi’nin Sabatayist/Dönme olduğu için ve bu okula sadece Sabatayist/Dönme ailelerinin çocuklarının gidebildiğinden hareketle “onun Sabatayist/Dönme olduğunu” anlatanlar (Ilgaz Zorlu); yine babası Ali Rıza’nın “Efendi” lakabını taşımasından dolayı ve bu lakabı genellikle Sabatayistlerin/Dönmelerin taşıdığından dem vurarak “onun ve ailesinin Sabatayist/Dönme olduğu” imasında bulunanlar (Soner Yalçın)…* Mustafa Kemal Atatürk, değişik araştırmalarımızda da ortaya konulduğu gibi, hem baba hem de anne tarafından Türk’tür.
Eldeki bütün belgeler ve bilgiler bu konuda hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır.
Hem ailesinde, hem de kendi şahsında muazzam bir “Türklük bilinci” vardır.
Atatürk, hayatı boyunca Türklük bilincinin farkında olmuş, Türk tarihi boyunca gelmiş geçmiş bütün Türk devlet adamları içinde Türklükle ilgili en güzel sözleri kendisi söylemiş; Türk yaratılmaktan, Türk milletinin bir mensubu olmaktan daima gurur duymuştur.
Hayatta yegâne övüncünün ve servetinin Türklük olduğunu söyleyen Mustafa Kemal Atatürk; “hangi asil aileye mensup olduğu” sorusuna, Avrupa Hun İmparatoru Attila gibi “asil bir milletin evladı olduğunu” söyleyerek cevap vermiş; bir başka vesile ile de “bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz” demiştir.
Baba Ali Rıza Efendi (Selanik, 1839 – Selanik, 28 Kasım 1893) Ali Rıza Efendi’nin ailesi Rumeli’nin fethinden sonra bölgenin Türkleştirilmesi için Anadolu’dan (Konya/Karaman civarından) göçürülerek bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin Debre şehrine bağlı “Kocacık” nahiyesine yerleştirilen Kızıl Oğuz/Kocacık Yörükleri / Türkmenlerinden gelmektedir.
Dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile onun kardeşi Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi 1800’lü yılların başında o dönemde yine bir Türk toprağı olan Selanik’e göç etmişlerdir.
Ali Rıza Efendi’nin annesi Ayşe Hanımdır.
Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile Ayşe Hanım’ın evliliğinden dört çocuk olmuştur: “Mustafa” (bebek iken beşikten düşerek vefat etti, ismi Kemal Atatürk’e verildi), “Hatice”, “Nimeti” ve “Ali Rıza Efendi”. Ali Rıza Efendi’nin annesi Ayşe Hanım kocasının ölümünden sonra Halil Efendi ile ikinci bir evlilik yaptı.
Bu evlilikten de “Emine” (Zübeyde Hanım’dan 3 ay sonra Nisan 1923’te İstanbul’da vefat etti) isminde bir çocuk olmuştur.
Yani Ali Rıza Efendi’nin dört kardeşi vardı.
Atatürk’ün baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi tarafından devam etmiş ve günümüzde kadar ulaşmıştır.
Bunun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra Hanım’dan devam eden aile, torunlarla yedinci kuşağa ulaşmış bulunuyor.
Belgelerden Atatürk’ün Müberra Hanım’a “Yenge” şeklinde hitap ettiğini biliyoruz.
Bunların beş çocuğundan birisi olan Necati Erbatur, 28 Eylül 1927’de Dolmabahçe Sarayı’nda nişanlanmış; diğer çocukları Vüsat Erbatur’un kızı Nesrin Hanım ile Feridun Söğütligil’in nikâhları 2 Ekim 1937’de Park Otel’de yapılmış ve Atatürk bu nikâh törenine katılmıştır.
Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, Selanik’te 1839 yılında doğdu.
Selanik’te Abdi Hafız Mektebi’nde okumuş, Vakıflar İdaresi’ne kâtip olarak girmiş, “Gümrük Memurluğu” görevlerinde bulunmuş ve son olarak ticaretle meşgul olmuştur.
Ticari faaliyetleri başarısızlıkla sonuçlanan Ali Rıza Efendi, bu olaydan çok etkilenmiş ve büyük bir moral çöküntüsü içinde hayata küsmüş ve kaynaklarda “barsak veremi” olarak geçen bir hastalığa yakalanmış, yaklaşık üç yıl hastalıkla uğraştıktan sonra 28 Kasım 1893’te vefat etmiştir.
Mustafa Kemal’in sonraki yıllara ait bir notundan anlaşıldığına göre Ali Rıza Efendi, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin de bulunduğu Koca Kasım Paşa Mahallesi’ndeki Hortacı Baba (Süleyman) Camisi haziresine gömülmüştür.
Memuriyeti bırakarak, kereste ticaretine başlayan Ali Rıza Efendi, bu işi sırasında haraç isteyen çetelere boyun eğmeyerek onlarla çatışmayı göze alabilecek yapıda cesur bir insandı.
Yine işini bırakmak pahasına onların istediği “haracı” vermeyecek kadar da dürüst bir insandı. Oğlu Mustafa’ya “adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır.
Başka çare yoktur” diyen Ali Rıza Efendi, geniş görüşlü, modern düşünceli, yeniliklere açık aydın bir insandı.
Mustafa’yı Mahalle Mektebi’nden alarak, çağdaş bir eğitim kurumu olan Şemsi Efendi Okulu’na vermesi de, onun yenilikçi, parlak kişiliğini göstermektedir.
Anne Zübeyde Hanım (Selanik, 1857 – İzmir/Karşıyaka, 15 Ocak 1923) Zübeyde Hanım’ın soyu da yine 1466’larda Konya/Karaman yöresinden Rumeli’ye göçürülen ve o dönemde Vodina Sancağı (şimdi Yunanistan’ın Edessa şehri)na bağlı Sarıgöl nahiyesine yerleştirilen ve geldikleri yörenin adına izafeten Rumeli’de “Konyarlar” diye bilinen Yörük/Türkmen grubuna mensuptur.
Aile sonradan Selanik yakınlarındaki Lankaza (Langaza)’ya, oradan da Selanik’e göç etmiştir.
Zübeyde Hanım 1857’de burada dünyaya gelmiştir. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası Sofu-zade Feyzullah Efendi üç defa evlenmiştir.
Feyzullah Efendi’nin ilk eşinden Hüseyin Ağa (M. Kemal’in dayısı) ve Hatice Hanım (M. Kemal’in teyzesi), ikinci eşinden Zehra (M. Kemal’in teyzesi) ve Hasan Ağa (M. Kemal’in dayısı), üçüncü eşi olan Ayşe (Aişe) Hanımla evliliğinden de Zübeyde Hanım dünyaya gelmişlerdir.
Atatürk’ün dayısı Hüseyin Ağa, Lankaza yakınlarındaki Hacı Süleyman Bey’in Çalı (Rapla) Çiftliği’nde kâhya olarak çalışıyordu.
Hiç evlenmemiştir.
Atatürk’ün anne soyu diğer dayısı Hasan Ağa tarafından devam ederek günümüze ulaşmıştır.
Lankaza’da aşçılık yapan Hasan Ağa’nın, Abdurrahman (Aldırma), Hatice (Sümer) (Doğumu: Selanik, 1314 / 1898/1899 – Ölümü: Bursa, 2002) ve Münire isimlerinde üç çocuğu bulunuyordu.
Balkan Savaşları sonrasında Selanik elimizden çıkınca Zübeyde Hanım kızı Makbule ile birlikte Mart 1915’te İstanbul’a geldi.
Mili Mücadele’nin en sıcak günlerinde Atatürk Adapazarı’nda buluştuğu annesini 22 Haziran 1922’de Ankara’ya yanına getirdi.
Mustafa Kemal bu günlerde annesinin durumunu, “ona kavuşabildim ki artık maddeten ölmüştü, yalnız manen yaşıyordu” diye özetlemiştir.
1919’da oğlu Mustafa Kemal hakkında verilen ölüm emri üzerine kısmi felç geçiren Zübeyde Hanım’ın hastalığı giderek arttı ve havasının iyi geleceği düşüncesiyle gittiği İzmir Karşıyaka’da Latife Hanımların evinde vefat etti (14 Ocak 1923).
İzmir Karşıyaka’da bulunan Ferik Osman Paşa Camii haziresine defnedildi.
Zübeyde Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu gibi, güçlü bir iradeye de sahipti.
Yeterince eğitim görmemiş, ama okuma yazmayı öğrenmişti.
Annesine “Molla Hanım” denildiği gibi, kendisine de “Zübeyde Molla” deniyordu.
Bu “bilge” kişiliğini ifade eden bir lakaptı. Muhafazakâr, geleneklerine bağlı bir kadındı.
Beş vakit namazını kılan, “dindar” bir Müslüman Türk anasıydı.
Her Türk anası gibi Zübeyde Hanım’ın da “devlet düşüncesi” çok kuvvetliydi
Perihan Eldeniz’in anlattığına göre;
Büyük Taarruz öncesinde Mustafa Kemal Paşa’ya gönderilmek üzere kızı Makbule’ye şunları yazdırtmıştır:
“Oğlum! Seni bekledim dönmedin.
Çay ziyafetine gittiğini söyledin.
Ama ben biliyorum, sen cepheye gittin.
Sana dua ettiğimi bilesin.
Harbi kazanmadan dönme! Annen.”
Mustafa Kemal bu mektubu sık sık arkadaşlarına gösterip, “işte benim annem!” dermiş.
Aralık 1922’de Çankaya’da Mustafa Kemal’i ziyaret eden İngiliz Gazeteci Grace Ellison, onun çalışma masası üzerinde annesinin resmini görmüş ve kendisiyle görüşmek istemişti.
Mustafa Kemal, annesinin çok hasta olduğunu belirterek, “ne yazık ki, acılarının kaynağı benim.
Benim sürgün kaldığım yıllar esnasında çektiği ıstırap ve döktüğü yaşların bedelini şimdi ödüyor” diye eklemişti.
Ellison, Zübeyde Hanım’ın yanına götürüldüğünde ona “oğlunuzla kim bilir ne kadar iftihar ediyorsunuz.
Onun yaptıkları olağanüstüdür” deyince Zübeyde Hanım Ona teşekkür etmiş ve oğlu için şunları söylemiştir:
Allah’ın bana bu oğlu vatanı kurtarmak için gönderdiğine inanıyorum.
Oğlum bana her zaman çok iyi davranır.”
Bir Kocacık İle Konyar’ın Tarihi Evliliği Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım, 1870 veya 1871 yılında evlendiler.
Evlendiğinde Zübeyde Hanım 13-14 yaşında; Ali Rıza Efendi ise 31-32 yaşında bulunuyordu.
Ali Rıza Efendi ve Evkaf İdaresi’nde memurdu.
Talip olduğu Zübeyde’den 17-18 yaş büyüktü.
Kız tarafından özellikle anne Ayşe Hanım, memuriyet dolayısı ile kızından ayrı kalacağı düşüncesiyle evliliğe başlangıçta itiraz eder.
Sonunda Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa aileyi ikna eder, nikâh kıyılır ve iki genç evlenirler.
Böylece Türk milletine Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan edecek olan “tarihi evlilik” gerçekleşmiş olur.
Evlendikten hemen sonra, Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki baba evine yerleşirler.
İlk evlilik yılları bu evde geçer. Önce bir kızları olur, adını “Fatma” (1871/1872-1875) koyarlar.
Bundan sonra da iki erkek çocukları olacaktır.
“Ahmet” (1874-1883) ve “Ömer” (1875-1883).
Bunları “Mustafa” (1881-1938), “Makbule” (1885-1956) ve “Naciye” (1989-1901) takip edecektir.
Seçilen isimler ve bu isimlerin Müslüman Türk Milletinin kültürüne ait göstergeleri ailenin kimliğini ortaya koyan önemli bir veridir.
Bu mutlu evlilik, salgın bazı hastalıklardan dolayı ilk üç çocuklarının değişik yıllarda ölümleri ve Ali Rıza Efendi’nin çok düzenli olmayan iş hayatındaki aksaklıklarla zaman zaman sıkıntılı bir şekilde yürür.
Nihayet, Mustafa’nın doğumu ve varlığı ile hayata bağlanan aile, bu defa Ali Rıza Efendi’nin vefatıyla sarsılır.
Ali Rıza Efendi öldüğünde (1893) 36 yaşında ve üç çocukla dul kalan Zübeyde Hanım için kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Çalı (Rapla) Çiftliği sığınacak bir liman olur.
Hüseyin Efendi, eniştesinin ölümü haberini alınca Selanik’e, kız kardeşi Zübeyde’nin evine gelir.
Onu ve çocukları ile birlikte, hayatın bu zor şartları içinde bırakamaz ve kız kardeşi Zübeyde’ye, “Rahmetli ömürsüz adamla seni evlendiren ben oldum.
Bundan sonra size ben bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim” diyerek, aileyi yanına alıp çiftliğe götürür.
Zübeyde Hanım’ın İkinci Evliliği Genç yaşta üç çocuğu ile dul kalan Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa’yı Askeri Rüştiye’ye verdikten sonra, özellikle ekonomik yönden zor günler yaşamaya başlar.
Çocuklarla birlikte kendisine bağlanan iki mecidiyelik maaş ailenin geçimini sağlamaktan çok uzaktır.
O sıralarda, Yunanistan’a terkedilen Teselya’nın merkezi Larisa (Yenişehir)’dan göç edenlerden Reji İdaresi memurlarından Ragıp Efendi, kendisine talip olur.
Ragıp Efendi de hanımını kaybetmiş dört çocuklu bir duldur.
Zübeyde Hanım, Kılıçoğlu Hakkı Bey’in kayınpederi Şeyh Rıfat Efendi tarafından Ragıp Efendi ile evlendirilir.
Varlıklı bir kimse olmasına rağmen, Ragıp Efendi Zübeyde Hanım’ın evine gelerek yerleşir.
Şüphesiz, evin en büyük erkek evladı olarak Mustafa bu evliliği onaylamaz ve evi terkederek, Horhor (Horhorsu) Mahallesi’nde oturan öz halası Emine Hanım’ın evine yerleşir.
Manastır İdadisi’ne gidinceye kadar da eve nadiren uğrar.
Ragıp Efendi esasında çok kibar ve iyi kalpli bir insandır.
Mustafa Kemal, yıllar sonra Afet İnan’a üvey babası ile ilgili olarak şunları söyleyecektir:
“… Fakat sonradan o asil beyle dost oldum.
Bana iyi bir eğitici oldu.
Anamın da geç yaşında böyle bir aile bağı yapmış olmasını takdir ettim.
Ancak çocukluk duygum benim babamı kaybetmiş olmama karşı bir isyandan ibaretti”
Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy’a da Ragıp Efendi ile ilgili olarak,
“Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. Nazik ve kibar insandı.” demiştir.
Mehmet Somer de bu konuda “tali ve âli tahsili devrinde üvey pederi Ragıp Bey Mustafa Kemal’e çok samimi davranmış olduğundan, Mustafa Kemal sonraları Ragıp Bey’e hürmet eder olmuştu…” demektedir.
Ragıp Efendi, kaynaklara göre Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918) Selanik’te vefat etmiş; bazı kaynaklara göre de Çanakkale Savaşları’nda (1915-1916) şehit düşmüştür.
Fakat yukarıda da değinildiği gibi, Zübeyde Hanım ve Makbule’nin 1915 yılı Mart ayında İstanbul’a göç ettiğini biliyoruz.
Ragıp Bey’in onlarla İstanbul’a geldiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu nedenle Ragıp Bey, muhtemelen Balkan Savaşları sırasında veyahut hemen sonrasında vefat etmiş olmalıdır.
  1. Kemal’in ailesini yakından tanıyan Mehmet Somer de anılarında bu tespiti doğrulamaktadır.
O şöyle diyor: “Umumi Harp’ten biraz evvel muvakkat bir zaman için İstanbul’a gelen ana (Zübeyde Hanım) ve hemşiresi (Makbule Hanım), harbin patlaması ile artık Selanik’e gidememişlerdir.
Ragıp Bey Selanik’te kaldı vefat etti.
Kendisinin Zübeyde Hanım’dan çocuğu yoktur.
Başka familyasından kız ve erkek çocukları olduğunu hatırlıyorum…”
Ragıp Bey’in önceki evliliğinden ikisi erkek, ikisi kız dört çocuğu vardı.
Bir oğlu Süreyya Bey (Toyran), diğeri şimendifer memuru Hakkı Bey’dir.
Kızlarının birisinin adı Rukiye (Ruhiye)’dir. Fuat Bulca akrabalarıdır.
1913 yılında 16 yaşında iken tanıdığı ve “Ağabey” diye hitap ettiği M. Kemal’e sonradan delice âşık olan ve bu yüzden de intihar eden Fikriye Hanım da Ragıp Bey’in kardeşi Albay Memduh Hayrettin Bey’in üç çocuğundan birisi idi.
Yani Fikriye, Ragıp Bey’in yeğeni idi.
Hüsamettin Bey’in diğer çocuklarının adları da Enver ve Jülide idi.
Mustafa Kemal, gerek üvey kardeşleri gerekse Ragıp Bey’in kardeşi Memduh Hayrettin Bey ve onun ailesiyle iyi ilişkilerini sürdürmüştür.
Üvey kardeşlerinden Süreyya subay olmuş, fakat savaş yıllarında intihar etmişti.
Ragıp Bey’in kardeşi Albay Memduh da İstanbul’a gelmiş ve Akbıyık semtine yerleşmişti.
İstanbul’da sık sık Zübeyde Hanım’ın ziyaretine giden Fikriye ile Mustafa Kemal arasında giderek bir yakınlık başlayacaktı.

Hiç yorum yok: