8 Ağustos 2015 Cumartesi

TÜRK TARİHİ - Metin AYDOGAN



TÜRK TARİHİ



Batı tarihçiliği iki tür bencilliğin hala etkisi altındadır. Biri Hıristiyan bencilliği(Christocentrism), diğeri ırk bencilliği (etho-centrism). Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi ‘Türktür’. Tüm nesnellik örtüleri, konu Türke gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. Türkten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür.”                                                                                                                   Niyazi Berkes



Tanım


Türkçülüğün ve Kemalizmin önde gelen düşünürlerinden Yusuf Akçura, Türkleri şöyle tanımlıyor: “Türkler dediğimiz zaman etnoğrafya (uygarlık tarihini kavimleri karşılaştırarak inceleyen, kültür oluşumlarını araştıran bilim y.n.),filoloji (dil yoluyla bir toplumun kültürünü inceleyen bilim, dil bilimi y.n.) ve tarihle ilgili olanların bazen ‘Türk-Tatar’, bazen ‘Türk-Tatar-Moğol’ diye andıkları bir ırktan gelme, adetleri, dilleri birbirine çok yakın, tarihi yaşamları birbirine karışmış olan kavim ve kabilelerin tümünü murad ediyoruz. Bu açıdan İranlı ve Avrupalı bazı yazarların ve onlara uyarak bazı Osmanlı yazarlarının Tatar dedikleri Kazanlar ve Azerbaycanlılar yanında, Kırgızlar ve Yakutlar da Türk tanımının içindedirler”.1
Akçura’nın genel çerçeve olarak belirlediği tanıma; BaşkırtUygur,TürkistanlıKaraçayBalkarGagavuzAltaylıÇuvasÇeçenIngus ile çok sayıdaki küçük boylar da katılırsa, kabul gören bir Türk tanımı ortaya çıkacaktır. Tek tek ad sayılmayacaksa, Türkçe konuşan herkesi Türk kabul etmek herhalde doğru olacaktır.
Tanımlanan birliktelik, eski bir tarihe dayanan ve canlılığını koruyarak varlığını bugün de sürdüren, ortak bir ırkı temsil eder. Ancak, Türklük kavramı etnik köken birlikteliğiyle sınırlı kalmaz; onu aşarak, dil ve kültür birliğine dayanan, geniş ve köklü, ortak bir uygarlığı tanımlar.
Irk öğesinin, aynı din gibi, toplumsal gelişimi açıklamada tek başına yeterli olamayacağı açıktır. İnsanlar arasındaki yaşambilimsel (biyolojik) ayrımları inceleyen insanbilimin (Antropolojinin) ilgi alanına giren ırk konusu, tarih-toplum ilişkilerini inceleme ve anlamanın gerek ancak yetmez koşuludur.

Tarih ve Nesnellik

Tarihi incelerken yapılabilecek en büyük yanlışlık, güncel siyasetin önceliklerinden etkilenerek nesnellikten uzaklaşmak ve geçmişi yaşanan çağın değerleriyle yargılamaktır. Tarih, bulunmayı ve çözülmeyi bekleyen birbilinmezler yumağı ise, bu yumağın çözümü için girişilecek zorlu uğraşta yeri olmaması gereken tek şey; siyasi eğilimlere, duyguya ve isteme bağlı kalarak davranmaktır. Ancak, en çok yapılan davranış biçimi de, ne yazık ki budur.
Dünyanın hemen her yerinde görülen, isteğe bağlı tarih araştırması ya da bir başka deyişle tarihin çarpıtılması, Avrupa’da neredeyse başlı başına bir “bilim”gibidir. Aydınlanma çağında, beysoylular (aristokratlar) ve varsıllaşan kentsoylular (burjuvalar) gösterişli saray eğlenceleri ve törenlerde, Antik Çağ Grek uygarlığına hayranlık gösterilerinde bulunuyor, ona övgüler düzüyorlardı. Tarih, felsefe ve edebiyat üzerine söyleşiler yapan bu insanlar; kazılar ya da buluntuların değil, çarpık bir tarih anlayışının gelişmesine aracılık ediyorlardı.
Prof.Niyazi Berkes, Batıda gelişip kurumlaşan ve doğal ki en başta Türkler’i aşağılayan bu anlayış için şunları söylemiştir: “Batı tarihçiliği iki tür bencilliğin hala etkisi altındadır. Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism), diğeri ırk bencilliği (etho-centrism). Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi ‘Türk’tür. Tüm nesnellik örtüleri, konu ‘Türk’e gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. ‘Türk’ten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür. Hiçbir Batılı okuyucu da bunların önyargılarında; nesnelliğe, bilime aykırı birşey görmez. Onun için bunlar, evrensel gerçeklerdir. ‘Türk’, Batı tarihçiliğinin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan bir şeydir. Batılı tarihçi bu konuda dilediği gibi konuşabilir”.2

Tarihi Gizleyenler

Doğu tarihi, özellikle de onun içinde etkili bir yeri olan Türk Tarihi, ustalıkla kurgulanan ve yalnızca Antik Grek ve Roma uygarlığına dayandırılanAvrupa merkezci tarih anlayışı için, aşılması yani yok sayılması gereken bir engel, hatta gizil (potansiyel) bir çekinceydi (tehlikeydi).
Batılıların gerçekleri gizlemeye dayanan tarih anlayışı, özellikle 19.yüzyılda ortaya çıkarılan ve gerçeği yansıtan bulgularla, büyük bir sarsıntı geçirdi. Saygınlığı olan birçok tarihçi güç durumda kalmış ancak bulunan sayısız belge ve bilgiye karşın ünlerine yakışmayan bir savunma içine girmişlerdi.
Bunlardan biri olan Ernest Renan (1823-1892), Orta Asya ve Mezopotamya’da ortaya çıkarılan buluntular üzerine şunları söyleyecektir:“Toprak altından çıkarılan bu eski ve yüksek Babil uygarlığını; Türkler, Finuvalar(Ural kökenli Laponlar ve Finliler y.n.), Macarlar gibi, şimdiye dek yakıp yıkmaktan başka marifet göstermemiş ve kendilerine özgü bir uygarlık yaratmamış ırklar nasıl yapmış olabilirler? Gerçi gerçek bazen gerçeğe benzemez gibi görünebilir. Eğer bize, Samilerden ve Arilerden önceki uygarlıkların en güçlü ve en değerlisini kuranların Türkler, Finovalar, Macarlar olduğu kanıtlarla ifade ve ispat olunursa inanırız. Ancak bu kanıtların, onu kabul etmenin doğuracağı fecaat (yürekler acısı durum y.n.) kadar güçlü olması gerekir”.3

Türklerin Anavatanı

Büyük Kadırgan (Kingan) Dağlar’ından Baykal Havzası’na giden, oradan Altay Dağları boyunca İtil Havzası’na vararak, Hazar Denizi Havzası, Hindukuş, Pamir, Karakurum, Karanlık Dağları yoluyla ve Sarı Irmak’la yeniden Kingan Dağlar’ına ulaşan çizgi içinde kalan bölgeye Orta Asya Yaylası denir. Türklerin anavatanı bu yayladır”.4
Atatürk’ün destek ve önerisiyle 1930 yılında Türk Ocağı bünyesinde kurulan Türk Tarih Kurulu, Orta Asya’yı ve Türkler için anlamını böyle tanımlıyor. Kurulda yer alan Afet İnanTevfik BıyıkoğluSemih RıfatYusufAkçuraDr.Reşit GalipHasan CemilSadri Maksudi ArsalŞemsettin GünaltayVasıf Çınar ve Yusuf Ziya Özer, kısa ancak yoğun bir çalışmaylaTürk Tarihinin Ana Hatları adlı 606 sayfalık bir çalışma hazırladılar ve bu çalışma 100 adet basılarak tartışmaya açıldı.
Orta Asya Yaylası’nın Türklerin anavatanı olması üzerinde, daha sonra sert tartışmalar yapılacak ve değişik düşünen çok sayıda insan, bu konuda görüş bildirilecektir. Asya’nın önemli bir bölümünü kapsayan bu büyük yaylanın,Türkler’in anavatanı olmasının tarih açısından bir önemi var mıdır? Varsa, bu önemin kapsamı, düzeyi ve bugüne etkisi nedir? Bu etkiye nasıl bir sınır çizilebilir?
Orta Asya’nın çok eskiden beri “Türkler’in anayurdu” olması, bilinen ya da sanılandan daha önemli sonuçları olan ve günümüzü dolaysız etkileyen bir tarih gerçeğidir. Bu olguyu önemli kılan, kuşkusuz Türkler’in bugün ve geçmişte yaşamış oldukları yerin belirlenmesi değildir. Tarih açısından önemli olan, ilk uygarlık gelişiminin bu yörede başlaması ve buradan yayılması olasılığıdır.
Bu olasılığın, kanıtlayıcı bulgularla tarihsel gerçek durumuna gelmesi, yüzyıllardır sürdürülmekte olan Batı merkezci tarih anlayışının çöküşü anlamına gelmektedir. Renan’nın “fecaat” olarak tanımladığı bu durum, gerçekten “tarihin yeniden yazılmasını” gerektirecek kadar önemli bir sonuç ortaya çıkarmıştır.

Tarihin Yeniden Yazılması

Tarihin yeniden yazılması” sürmektedir. Uygarlığa kıdem biçmek isteyen her çalışma, ister istemez Orta Asya’ya yönelmektedir. Bu yönelişte, bilime bağlı Avrupalı tarihçiler de yer almışlardır.
Bunlardan biri olan Macar tarihçi L.LigetiBilinmeyen İç Asya adlı kitabında Avrupa dışındaki uygarlıklar konusunda şunları söylemiştir: “Eğer, uygarlık alanında derece ve şeref eskiliğe, ilk olmaya verilecek olsa, zafer dalı herhalde biz Avrupalılar’ın değil, başkalarının olurdu. Çünkü başka yerlerde, yüzlerce binlerce yıllık uygarlıklar yaşayıp parıldarken, Avrupa kavimleri barbarlığın uyuşukluğu içine gömülmüş bulunuyordu”.5

Orta Asya

Orta Asya’nın değişik yerlerinde yapılan kazılar, buluntular ve okunan yazıtlar; başka bölgelerde avcılık ve toplayıcılık dönemi yaşanırken, burada yaşayanların, hayvancılığı ve tarımı bildiğini ortaya çıkarmıştır.
Hayvan evcilleştirenalet geliştirentarım için orman açan ve tohumluk bitki yetiştirenmaden işleyenyerleşim yerleri kurup devlet oluşturanyazıyı bulan bu insanlar; uygarlığın başlatıcısı olmuşlar ve bu uygarlığı daha sonra başka bölgelere taşımışlardır.
Amerikalı kazıbilimci (arkeolog) R.PumpellyAşkaabat yakınındaki Anav’da yaptığı kazılar ve elde ettiği bulgular sonucunda; M.Ö.9 binde Neolitikuygarlığın (Ortataş ve Madencilik arasındaki Cilalıtaş Dönemi), 8.binde hayvancılığın, 6.binde ise madenciliğin, Orta Asya’da başladığını açıklamıştır.6Bu tarihler, madencilikte en eski merkez olan Sus’tan bin yıl öncesine gitmektedir.
Cordon Childe gibi kimi tarihçiler, Anav’da saptanan uygarlığın dışardan geldiğini ileri sürse de, kazıyı yapan Pumpelly ve Toung-DekienAnav’ın merkez olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Anav ve Aşkaabat bölgesi, o dönemlerdeki Önasya (Sümer ve Sus), Güney Asya (Hindistan, Sind, Harappa) ve Uzakdoğu’da (Çin, Yunan, Yang-Shoo, Mançuri) daha sonra gelişen üç büyük uygarlık arasında bir ilişki aracı ya da onların başlangıç merkezi olmuştur.7
Tarihçi Sinolog (Çin tarihini, dilini ve uygarlığını inceleyen bilim dalı)KarlgrenHonan ve Mançurya’daki Neolitik uygarlığı buraya, Çin’in batısında yaşayan daha ileri bir uygarlığa iye (sahip), Çinli olmayan bir kavmin getirdiğini belirtmiş ve bu kavmin “Orta Asya’da yaşayan Türkler” olduğunu söylemiştir.Aynı alanda kazı ve inceleme yapan Arne de, Karlgen’le aynı kanıya varmış ve “Çin’e ilk uygarlık ürünlerinin, Batıdan gelen ve daha gelişkin bir kültüre sahip olan işgalciler tarafından getirildiğini” ileri sürmüştür.9

Uygarlık Taşımak

Günümüzden 9 bin yıl öncesine dek giden10 Orta Asya uygarlığı, yalnızca Çin’e değil aynı zamanda Mezopotamya, Mısır ve Hindistan’a da gitmiştir.11Önce Mısır ve Mezopotamya’da, daha sonra Hindistan’ın Kuzeyinde ve Hazar çevresinde bulunan yapıtlardaki ortak nitelikler12Orta Asya uygarlığının yayıldığı alanın Çin’le sınırlı olmadığını göstermiştir.
Sir Avrel SteinAnderssonArneRichthofenKarlgen gibi bilim adamları, Orta Asya’nın eski uygarlıkların kaynağı olduğu konusunda birleşmektedirler.13
Son dönemlerde ise A.Belenitsky (1987), D.Sch.Beserat (1987) veV.A.Rano (1993); Orta Asya’da, Cilalıtaş dönemindeki yerleşik kültürlerin varlığını saptamışlar bu bölgede, “yerleşik kültür merkezlerinin (station), Paleolitik (Yontmataş) döneminden beri var olduğunu” ayrıntılarıyla ortaya koymuşlardır.14

Yazıtlar

Orta Asya’dan Batı Avrupa’ya, Mısır’dan İsveç’e, İtalya’dan Anadolu’ya dek çok geniş bir alanda 410 yazıt okunmuştur. Okumalar ve yaş saptamaları sonucunda, ilk kez Orta Asya’da ortaya çıkan resim ve yazıya dönüşen harflerin(tamga) hemen aynısıyla, bu bölgelerdeki yazıtlarda da kullanıldığı görülmüştür.
Yalnızca Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve Mezopotamya’da, M.Ö.15 binden başlayıp bin yılına dek inen 45 bine yakın kaya üstü piktogram vepetroglif bulunmaktadır. Bu yörelerde ayrıca, çok eskiye giden ve Türkler’e özgü özellikler taşıyan fosiller bulunmuştur. Konya Çatalhöyük’de bulunan Ana Tanrıça’nın gövdesini örten yazıtlar, önTürkçe harflerle yazılmıştır.
Tarihçi J.Mellart, Çatalhöyük’ün tarihini M. Ö.6500 olarak saptamaktadır. Mezopotamyadaki Tell Es Sawwan seramiklerindeki yazıtlar da ön-Türkçe harflerle yazılmıştır ve yaşı M.Ö. 5500 olarak saptanmıştır.15

Ön-Türkçe

Ön-Türkçe’nin okunması, Orta Asya uygarlığı ve en az onun kadar önemli başka tarihsel sonuçları da ortaya çıkardı. Yeni bulgular, uygarlığın başlangıcı konusunda Batıda onay gören tarih anlayışıyla çelişmektedir. Üstelik bu çelişmenin, “göçebe barbarlar” ya da “tarihi olmayan kavim” olarak değerlendirilen Türklerden kaynaklanması, Batı tarihçileri için kolay kabul edilebilir bir gelişme değildir.
Durumu kabul edilmez kılan temel öğe, Türkçe konuşan ve yazan insanların, çok eskilerde Asya’da oluşturduğu uygarlığın ortaya çıkarılması değil, bununla birlikte bu uygarlığın göçler aracılığıyla dünyanın büyük bölümüne taşındığının belgelenmesiydi.
Dilbilim araştırmacısı Abdullah Rıza Ergüven bu konuda şu saptamayı yapmaktadır: “Asya’da, Orta Asya’da, İç Asya’da kazılar sürdükçe insanlık tarihini alışılmış Avrupa ambargosundan kurtaracak durumlar, buluşlar ortaya çıkıyordu. Yeni buluşların önüne geçmek için, Avrupa Üniversiteleri araştırma ödeneklerini Afrika’da çalışma yapacak dilbilimcilere ya da kazıbilimcilere vermeye başladı. Çünkü onlara göre Asya’da yapılacak araştırmaların altından ‘bir çapanoğlu’ çıkacaktı. Kültür konusundaki ‘liderliği’ yitirmek istemiyorlardı”.16

Abeceyi (Alfabeyi) Bulanlar

Kavram ve düşüncelerin resim ve çizgilerle anlatılmasından kurallı yazıya, bağlı olarak abeceye (alfabeye) geçilmesinin, M.Ö.8 binlerde başladığı kabul edilmektedir. Kuzey Orta Asya’daki Ulukem VadisiSülyek Köyünde bulunan, tarihi M.Ö.7000’e giden kaya yazıtı bugüne dek bulunabilen en eski yazıttır.Ulukem yazıtları, bağrış ve haykırışla anlatım döneminin bu bölgede sona erdiğini ve tek çekirdekli bir dilin, ön Türk dilinin ilk kez burada oluştuğunu ortaya çıkaran belgelerdir.
Bu dilin başlangıçta yazıya dönüşen 22 harfi bulunuyordu. Harf sayısı, iki bin yıl işlenerek M.Ö.5000’lerde 35’e ulaştı ve sağlam kök yapısı olan bir dil ile bu dili kalıcı kılan kurallı bir yazı ortaya çıktı. Başka hiçbir dilin bu denli eski bir belgeye sahip olmaması, dokuz bin yılı aşkın geçmişi olan Ulukem ve Talasvadisi yazıtlarına, yalnızca Türk değil, dünya tarihi açısından da olağanüstü bir önem yüklemiştir. Tahta çubuklara yazılı Talas Vadisi yazıtları aynı zamanda, tarihteki ilk devlet belgesidir.17
19.Yüzyıl sonlarında Türkistan’da kazı ve tarih araştırması başlatanR.Pumpelly, 1908’de Washington’da, araştırma sonuçlarıyla ilgili Exploration in Turkestan adlı bir yazı yayınladı. O güne dek Batıda tartışmasız kabul gören tarih anlayışını temelinden sarsan yazıda, Aşkabat’ta M.Ö.9 binlerde yerleşik bir kültürün varlığından söz ediliyor ve dayanakları gösteriliyordu. Anav adı verilen bu kültürün yaşını daha sonra, A.Belenitsky (1965) M.Ö.5 bin,D.Schmandt-Besserat (1987) M.Ö.6 bin, V.A.Ranov ise (1993) M.Ö.7 bin olarak vermiştir.18

Millet Kavramı

M.Ö.6.yüzyıl başlarında hükümdar olan Yolug Tigin, devletine Biriki Budun (Birleşik millet) adını vermiş ve diktirdiği anıta şunları yazdırmıştı:“Babamız ve amcamızın kazanmış olduğu milletin adı ve gücü yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ökül Tigin ve İki Uşud (başbakan) ile birlikte, herşey yitirilmek üzereyken kazandım. Kazanarak ‘Biriki Budun’un dağılmasını önledim”.19
Yolug Tigin’in bu sözlerle dile getirdiği yönetim anlayışı, Türk tarihinin her döneminde geçerli olan bir geleneği temsil eder. Devlete ve devletin geleceğine verilen önemi gösteren bu yaklaşım, Göktürk yazıtlarında da konu edilecek ve hemen tüm Türk devletlerinin temel politikası bu anlayış üzerine kurulacaktır.

devami icin ...

Hiç yorum yok: