8 Mayıs 2015 Cuma

Dersimiz İslamcılık - Doç. Dr. Sait Yılmaz

Giriş
Son on yıldır Kuzey Afrika’dan Ortadoğu ve Pakistan’a kadar İslamcılar topluma, gündeme ve dünyaya nasıl baktığınıza yön vermeye çalışıyor. Camilerde radikal düşüncelerin propagandası yapılıyor. Kitapçılarda bol miktar ve çeşitte din temalı kitaplar; şeriat isteklerinden, İslam’ın her şeye çare olduğundan, Batının İslam’a savaş açtığından bahsediyor. Siyasal İslamcılar demokratik ve barışçı söylemler altında devleti ve toplumu bir daha gitmemek üzere içten içe ele geçiriyor. Kurdukları yoğun propaganda ağı ve sadaka kültürü ile konumlarını garanti altına alıyorlar. Gerici ve ümmetçi bir anlayış dâhilinde halka geçmişin İmparatorlukları ve İslam dünyasının birliği ütopyası sunulurken, mezhep savaşları tezgâhlanıyor, İslam kendi içinde birbirine kırdırılıyor. İslamcılar, milli ve kültürel sınırları aşarak Kuran’ın muhafazakâr okuması üzerinden eski çağlardaki İslam’a dönüş idealini temsil eden İslami bir devlete gitmek istiyorlar. Bu kapsamda; laikliği, modernleşmeyi ve küreselleşmeyi reddediyorlar. İslamcı uyanış 1970’lerde başladı, 1973’deki Arap-İsrail Savaşı ve 1979’da İran’daki devrim sonrası ana ideolojik akım haline geldi. 1980’lerde önce Şiiler ve sonrasında Sünniler arasında aşırılık ve şiddet eğilimleri belirmeye başladı. 1990’lar ile birlikte İslamcı partilerin siyasi sistemlere sızma girişimleri başladı. 2000’ler militan İslamcılığın yükselişini ve yeni yöntemlerini temsil ederken, 2011’de Arap Ayaklanmaları’ndaki sivil itaatsizlik eylemleri ile beşinci safha başladı. İslamcılığı ne kadar biliyoruz? Ne olduğunun doğru tespiti; mücadele etmenin ötesinde, İslamcı geçinen bu din simsarı ve cahil insanların elinden dinimizi kurtarmak, sahip çıkmak için de temel şart. İslamcılık ve etnik bölücülük mevcut rejimle sorunlu olduğu ve dış güçlerin desteğini aradığı için Kurtuluş Savaşı’ndan bugüne bu üçlünün Türkiye’de her zaman ortak ve gizli bir gündemi olmuştur. Tarihsel olarak Batılılar, Müslüman coğrafyada milliyetçi ve laik kesimlere karşı İslamcılar ile işbirliği yapmış ve onların diğer etnik gruplarla ittifakını sağlamıştır. Bunun ilk örnekleri İngilizler tarafından Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu’nda denenmişti. Vahhabi mezhebini kuranlar da Müslüman din adamı kılığına girmiş İngiliz ajanları idi. Bugün ulema görüntüsü altındaki aynı tip ajanlar Suriye için fetvalar vermektedir. Geldiğimiz aşamada İslamcılığın geldiği nokta, kaybettiğimiz zemin, gidilen istikamet ile ilgili sağlam bir durum tespiti yapmak, kafa karışıklığını giderirken yol göstermek zorundayız. Bu yüzden bugünkü dersimiz, İslamcılık..

İslamcılık nedir? Kökleri ve kısa geçmişi..
19. yüzyılın sonunda Osmanlı bünyesindeki Müslümanları ayaklandırmak ve İslamcı yapıları örgütlemek için İngilizler tarafından gönderilen ve Hindistan’da yetiştirilen Cemalettin Afgani (1837-1897), Muhammed Abdül (1849-1905) ve Reşit Rida (1865-1935) gibi isimler dönemin İslamcı akımlarının örgütlenmesinde rol aldılar (1). İngilizler, sonrasında İslamcı ajan yetiştirme işinde uzmanlaştılar. Günümüz Siyasal İslam akımının fikir babası sayılan din âlimi Cemaleddin Afgani, görünürde Batı'nın üstünlüğüne itiraz edip, sömürgeciliğe karşı çıkmıştı. Ancak, dönemin Rusya, Fransa ve İngiltere'sinden birine dayanarak, diğeriyle mücadele etmek için İstanbul, Kahire, Paris ve Tahran arasında mekik dokuyup durdu. İngiliz sömürgesi Hindistan’da Aligarh Medresesi, İngiliz modernizmini kabullendi. Bunu, İslami kaynaklarla meşrulaştıran dönemin din âlimi Ahmed’in Kraliçe tarafından "Sir" unvanıyla ödüllendirilmesi izledi. O günden beri, sömürgeci Batı, "Sir Şeyh Ahmed" gibilerini bulup yanına çekmekte; İslamcılığı kendi yayılmacı ve hegemonyacı amaçları uğruna kullanmakta hiç güçlük çekmedi. Hindistan’dan getirip yetiştirdikleri Muhammed İkbal, Londra’daki Hint Müslüman Zirvesi’ne üye oldu ve Oxford Üniversitesi’nde 1934’de yayınladığı “İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Yapılanması(2)” kitabı ile İslamcı düşünceyi yeniden kurgularken, yaptığı ziyaretlerde Ortadoğu’daki laik ve milliyetçi hareketleri hedef aldı. Pakistan’da Cemaati İslam partisini 1941’de kuran Ebul El Mevdudi’nin çağdaşı olan Hasan El Banna 1928’de Mısır’da Müslüman Kardeşleri kurdu. Batının Siyasal İslamcıları son 50 yıldır İngiltere’deki Exeter ya da Malezya’daki Kuala Lumpur Üniversitesi’nde yetiştiriliyor. Hazırlanan İslam projeleri birbiri ardına İslamcı hareket, akademik, sivil toplum örgütü, NGO maskeleri altında uygulama alanına sokuluyor.

19. yüzyıl ortalarında ortaya çıkan İslamcılık akımının önde gelen isimlerine göre; İslâm bütün boyutlarıyla ve Hz. Muhammed dönemindeki saflığıyla hayata hâkim kılınmalı idi. İslamcılık, İslam’ın soysal ve siyasal hayat kadar kişisel hayata da rehberlik etmesini öngören ideolojilerden oluşur (3). İslamcılık kelime anlamı itibarı ile tartışmalı bir kelimedir ama genel olarak, İslamcılık ya da Siyasi İslam, İslam’ın kişisel hayat dışında sosyal ve politik alanlarda da yol gösterici kılınmasını hedefleyen "politik-ideolojik hareketler" olarak tanımlanmaktadır. İslamcılığın bu tanımından mutlu olmayan İslamcılar için şu tanım kullanılmaktadır (4); “Hükümeti ve toplumu İslami esaslara öre yeniden düzenlemeyi öngören siyasi hareket ve taraftarları”. İslamcılara göre, İslam bir hayat tarzıdır ve onun hukuki, sosyal, siyasi, ekonomik prensiplerine göre yaşamalıyız (5). İslamcıların hedefleri arasında; şeriatın uygulanması, Pan-İslamcı bir birlik kurulması, başta Batı askeri, ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel etkileri olmak üzere İslam ile uyumlu olmadığını düşündükleri hayali unsurlardan kurtulunması bulunmaktadır (6). İslamcılar Kuran ayetleri üzerinde tek bir yoruma sahip homojen bir grup değildir. İslamcılık Kuran ve ayetlerini kendilerine göre yorumlayan fraksiyonlar nedeni ile hala tartışmalı bir konsepttir. Bulundukları yerlere göre terör, muhalefet, yabancılarla işbirliği, uyum sağlama gibi farklı strateji ve taktikler izleyen ve belirli bir formu olmayan harekettir (7). İslamcılık, köktenci bir İslami hareket olarak Batıdan kültürel kopmayı ve Ortaçağ dönemine sembolik dönüşü temsil etmektedir (8). İslamcılık, Batılı güçlerin İslam dünyasına, özellikle askeri ve ekonomik alanlardaki meydan okuyuşunun hız kazandığı 18. ve 19. yüzyıl döneminde Müslüman aydınların aradığı kurtuluş çarelerinden biri olarak ortaya çıkmış ama Batının kontrolünde kalmıştır. Siyasal İslam gibi bu düşüncenin İslam dünyası içindeki tüm isimleri Batının ürünüdür. Siyasal İslamcılar, demagojik biçimde, Batı'nın ahlaksızlığına ve zalimliğine vurgu yaparken, laiklik ve demokrasi'nin ithal Batılı modeller olduğunu söylediler. "Çözüm ve kurtuluş İslam'dadır" sloganıyla kitleleri yanına çekerken aynı İslamcılar, her fırsatta Batı ile işbirliği yaptılar. Bunun da en güzel örneği bugün Ortadoğu’daki hemen hemen tüm Arap ülkelerinin liderlerinin Batının taşeronu olmaları ve iktidarlarını ancak emperyalizmin emrinde olmakla koruyabilmeleri gösterilebilir.

Ortadoğu’nun İslamcı dönüşümünde neler olup-bittiğini anlamak için önce Suudi Arabistan’ın geçmişi ile işe başlamak gereklidir. Suud kabilesi, 1774’te ayaklanarak, Necid’i işgal etmiş ve burada kendilerinin devlet dediği bir garip birlik kurmuştu. Suud ailesinden Muhammed İbn Suud ve Selefi düşünceyi doktrinleştiren Şeyh Muhammed Abdülvahab arasında aynı yıl yapılan anlaşma ile Suudilerin devletin siyasi işlerinden, Vahab ve onun arkasından gelenlerin ise apolitik Selefi anlayış ile dini otoriteden sorumlu olması kabul edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü döneminde İngilizlerin satın aldığı Suudlar, deve sırtında yaşadıkları çölden Vahabizm ile birlikte Mekke ve Medine gibi kutsal yerlere yerleştiler. 1928’de Hasan el Banna Müslüman Kardeşler’i (MK) kurduğunda en az iki nesildir zaten İslamcılık, Batı laikliğine karşı cevap, İslami uyanış için gereklilik olarak görülüyordu. Müslüman Kardeşler, İslam’ın hastalığına siyasi çare İslamcılık ideolojisini geliştirdi. Apolitik Selefilerin aksine MK İslamcıları, 20. yüzyıldaki laik Arap milliyetçiliğine karşı İslamcı devletler kurmayı hedefliyordu. Ama hepsinin ortalık hastalığı Batı ile mücadele görüntüsü altında Batının ajanı ve kuklaları olmaları idi. Modern Arap siyasi tarihi üç döneme ayrılabilir (9). Birinci dönem, 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca devam eden İngiliz ve yarı sömürge-monarşiler dönemidir. İkinci dönem 1952’de Mısır’da Özgür Subaylar İsyanı ile başlayan Arap milliyetçiliği dönemi olup, bu dönemde laik, sosyalist, anti-sömürgeci ve din sınıfına karşı yönetimler Ortadoğu’ya damga vurdu. Banna’nın 1949’dan bir suikast ile öldürülmesinden beri Mısır’da Müslüman Kardeşler defalarca yasaklandı, taraftarları hapse konuldu. Mısır lideri Cemal Nasır’ın Suriye ile Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurarak büyük bir Arap Birliği kurma hayali üç yıl sürdü. Nasır ve onun Hüsnü Mübarek dâhil takipçileri, Irak (Saddam Hüseyin) ve Suriye’deki Baasçılar bu dönemde, Arap modernizmi için irticai tehdit olarak gördükleri İslamcılara göz açtırmadılar. Ancak, Arap milliyetçi diktatörlerinin kendilerince formüle ettikleri modermizm uygulamaları başarısız oldu. Ortaya devlet işlevlerini yerine getirmekte yetersiz, yarı-sosyalist, bürokratik, yolsuzluklar içinde rejimler çıktı.

1940’larda MK, Arap dünyasında yayılmaya başlayınca Suudiler onlara şüphe ile bakmaya başlamışlardı. 1952 yılında laik-solcu Arap milliyetçisi Cemal Nasır’ın Mısır’da iktidara gelişi MK’i yeraltına itmişti. Suudiler, Sovyet destekli Nasır’a karşı MK ile geçici bir ittifak kurdular hatta pek çok MK üyesi, bunlardan biri de Seyit Kutub idi, S.Arabistan’a kaçtı. Bu ittifak Afganistan’da da devam ederken iki taraf görüşlerini paylaşmaya devam etti ve siyasi yönü olmayan Selefiler, Seyid Kutub’dan çok etkilendiler. Modern İslamcılığın kurucu ideologu olan Seyid Kutub’a göre İslam’ın Selefi yorumunun temelinde liberalizm ve demokrasinin neden olduğu din ve geçici güçler arasındaki ayırıma muhalefet vardır. Büyük ve küçük şeytan olan ABD ve İsrail, liberalizm ve modernitenin vekilidir ve bu yüzden yok edilmelidir. Kutub, ABD’ye gittiğinde kilisede dans eden kadın ve erkekleri görmüş, Amerika’nın dev bir kerhane olduğunu düşünmüştü. İsrail düşmanlığının kaynağı ise 1920’lerde Filistin’e gelen Yahudi kadınların şort giymesi ve cinsel ilişki kurulmasının kolay olduğunu düşünmesi idi. Bu yüzden özgürlük ve modernite virüsü İslamı yok etmeden imha edilmeli ve İslam ile yer değiştirmeli idi. Tehdidin kökeninde Batı olduğu için kültürel değişim yeterli değildi, terörizm de kullanılmalı idi. 1978’de Vahabilerin belirlediği kültürel değişim stratejisi ile Batıyı İslamlaştırmak amaçlandı ve bunun için Batılı ülkelerdeki İslami grupların kurumsallaşması ile işe başlandı. Afganistan’da savaşan Selefi Usame Bin Ladin’in fikirleri Abdullah Azzam’ın da etkisi ile radikal bir değişime gitti. 1990’lara geldiğinde aklı hocası Ayman El Zevahiri’nin yanında bin Ladin, cihatçılığı kabul etmişti (10). Suudi Arabistan ise önce 1979’da İran’daki devrim ile ilk İslamcı tehdidi hissetti çünkü bu Ortadoğu’da başka mezhepçi dönüşümleri tetikleyebilirdi. 1988’e kadar İran’ın Irak ile savaşta olması bu tehdidi kontrolde tuttu. Ancak, Saddam’ın Kuveyt’i işgali karşısında ABD’ye dayanmak zorunda kalan Suudi monarşisi, ülkedeki dini kurumlar tarafından eleştirilmeye başlandı. Mısır’da doğan Müslüman Kardeşlerin ideolojisi ile Suudi ideolojisinin Vahabi İslamlaşma formülleri 1980’lerden sonra ulus-devlet sınırları dışına çıkarak küresel ve ölümcül bir çerçevede yeni eleman temini, eylem yöntemleri ile stratejiler oluşturdular. 2001 yılında İsviçre’de geliştirilen ve dünyada bir İslam hükümeti kurmak için 12 prensibi olan stratejiyi Müslüman Kardeşler sahiplendi (11).

2011’in başında tetiklenen Arap hareketleri ile İslamcıların dönemi başladı. Arap milliyetçiliğinin yerini İslamcılık almıştı. MK, bu isyanların ana kollarını kontrol ediyordu ve onlara göre; “Çare İslamdı.” Bu İslam anlayışı modernite ve demokrasi için gelmiyordu. Ne tür bir İslam olduğunun da cevabı bugün de yok. Ortadaki Erdoğan ve İran seçeneğinden şüphesiz MK için Erdoğan yöntemi daha yakındı. İslami bir toplum yaratabilmek için devlet güçlerini kullanabilme olasılığı İslamcılara her zaman cazip gelmiştir. Erdoğan gibi önce askerler, sonra yargı ve medya ele geçirilmeli idi. Zamanla ilk, en büyük ve en etkili İslamcı örgüt olan Müslüman Kardeşler, yıllar sonra yarı-yasal kabul edilerek, 2011-2012 parlamento seçimlerine katıldı. Müslüman Kardeşler’in Özgürlük ve Adalet Partisi, Selefi El Nur Partisi ve liberal İslamcı El Vasat Partisi ile birlikte %75 çoğunluğu sağlayarak parlamentoya girdi (12). Ancak, Mursi’nin devleti ele geçirme gayreti tehlikeyi önlemede tereddüt etmeyen askerler tarafından önlendi. Fas’taki AKP, %10 civarındaki oyları ile parlamentoda üçüncü parti konumunda kaldı. Kralın dini rolü radikal İslamcıları da kontrol edilebilir düzeyde tutuyor. Tunus’taki El Nahda ayaklanma sonrası ilk seçimlerde %42 oy alınca liberal bir şeriat düzeni getirmek için adımlar attı. Arap hareketleri ile Tunus, Mısır ve Libya’da Nasır’ın geleneğinden gelen liderler alaşağı edilmişti ama Suudilerin monarşik dostları gitmiş ve Suudiler ABD’den duymak istedikleri son şey ile karşı karşıya idi; demokrasi için reform. Suudiler, önce Yemen’deki ayaklanmaya müdahale etmek zorunda olduklarını hissetti çünkü hem Yemen El Kaidesi Suudi Arabistan içindeki militan hücrelerini harekete geçirebilir hem de Yemen’in MK’i olan Islah Partisi daha da büyüyebilirdi. Bahreyn’deki Şii ayaklanması ise S. Arabistan’ın bu ülkedeki Sünnilere ve doğusundaki petrol zengini eyaletine İran tehdidi olarak görüldü. ABD, Türkiye ve Katar ile birlikte tezgâhlanan Suriye’deki ayaklanma ile İran’ın Doğu Akdeniz’e uzanan kolları kesilecekti. Ancak, hemen her ayaklanmadan faydalanan Müslüman Kardeşler oluyor, her siyasi boşluğun içinde hemen organize oluyor, topluma sağladığı sosyal hizmetleri oya çeviriyordu.

Vahabizm-Selefizm ve Müslüman Kardeşler..
İslamcılığın Suudi ve Mısır kökenli iki projeksiyonu bulunmaktadır. Bu formüllerin birleştirilmesinden uzun vade de Arap Reformasyonu ya da kısa vade de Arap kültüründe bir Rönesans projeksiyonu beklentisi vardır. Bunlardan ilki olan Suudi projeksiyonu 10. yüzyılda Ahmed İbn Hanbel ile başlayan, 14. yüzyılda Ahmed İbn Taymiyyah ile devam edip, 18. yüzyılda Muhammed İbn Abdülvahab ile önce Selefizme sonra Vahabizme ulaşan İslami düşünce akımıdır. Başlangıçta reaktif ve evrimsel olan bu değişim stratejisi Vahab’ın Suudilerle anlaştığı 18. yüzyılda saldırgan bir tutum almış ancak Osmanlı içinde yaşanan savaşlar ve Araplar içindeki kabile çekişmeleri genişleme stratejisini durdurmuştu. Arap-İslam ideolojisinin teolojik ve sosyolojik arka planında Vahhabiliğe temel teşkil eden Selefiyecilik bulunmaktadır. Ahmed İbn Hanbel tarafından sistemleştirilen Selefilik geleneği, Muhammed Abdülvahab’ın düşüncesinde katı ve köktenci bir kimlik kazanmış ve Seleficiliğe dönüşmüştür. Abdülvahhab’ın Selefizm’i birey ve onun iman ve aksiyonuna endekslidir. Muamelatı (dinsel hal ve davranışları, şeriatın kapsam alanı içindeki uygulamalar), tevhit inancının olmazsa olmaz koşulu saymıştır. Diğer yandan, her türlü yeniliği bidat (dine sonradan sokuşturulan şey) sayarak reddetmiştir (13). İkinci projeksiyon 19. yüzyılda El Ezher Üniversitesi’ndeki Mısırlı din adamı Muhammed Abduh ile başladı. Abduh’un stratejisi, toplumu ele geçirmeye yönelik bir ağ kurma yanında eski İslam’a dönüş için militan yöntemleri de öngörüyordu. Onun öğrencisi Muhammed Reşit Rida reformculuk (Selefi) ve skolastik (Vahabi) gelenekselciliği bir araya getiren çalışmalar yaptı. El Banna ise, Müslüman Kardeşler’i kurarak hem Abduh’un vizyonunu geliştirme, hem de Reşid’in ilerleme öğretisini kullanma yolunu seçti. 

İslamcı alanda en kapsamlı radikal görüşler birkaç istisna dışında ancak 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. İslamcılığın kökeni 1928 yılında Mısır’da kurulan ve modern siyasi problemlerin Müslüman öğretilerine göre çözülmesini öngören Müslüman Kardeşler örgütüne dayanır (14). 1940’lardan sonra Hasan El Banna (1906-1949) ve Seyyid Kutup (1906-1966), İslamcılıkta iki ayrı ekolün lideri oldular. İslamcıların çoğu için sorun diğer dinlerden insanların din değiştirmeleri değil İslam ile ilgili düşüncelerinin hatalı ya da kusurlu olduklarını düşündükleri diğer Müslümanları değiştirmek; bu kişileri gerçek inanca dönüştürmektir. Bu köktencilerin pek çoğunun gözünde çağdaş Müslüman toplum derin bir yozlaşma içerisindedir, ahlaki yolunu kaybetmiştir, hatta Seyyid Kutub’un deyimi ile cahiliye dönemini yaşamaktadır. Kutub, toplumu; İslam toplumu ve cahiliye toplumu olarak ikiye ayırdı. Kutub için bütün toplumlar cahiliye toplumudur; hiçbir toplumda Allah’ın sistemi ve kanunları uygulanmamaktadır (15). İnsanlar kendi yaptıkları kanun, düzen ve sistemlere boyun eğdikleri için tevhitten ayrılmışlardır. Oysa ideal ve mükemmel toplumu İslam önermektedir. Asr-ı Saadet’teki İslam devleti ve toplumu bunu göstermektedir. Seyyid Kutub’a göre, İslam toplumunun ilk asra özgü İslam içerisinden tekrar çıkarılıp yaratılması gerekirdi. Kutup’a göre İslam dünyası birkaç yüzyıldır yok olmuştu ve bu dönem cahiliye dönemi idi. Bu dönemden kurtulmak için şeriat düzeni kurulmalı, böylece İslam hayata geçmeli idi. Ona göre Komünizm gibi milliyetçilik ve laik demokrasi de şeytan ve yozlaşma getirmekte idi. Seyyid Kutub’un ortaya koyduğu Selefi düşünce geleneği, kendilerinden sonraki birçok düşünürü, İslam ülkesini ve nihayet İslam düşüncesinin ve din anlayışını derinden etkiledi. Kutub, İslam toplumunun gerçek inançtan habersiz, cehalet içinde debelendiğini düşünüyordu (16). İbn Suud’la birleşerek teolojik kaygılarla başlayan Abdülvahab’ın Selefizm’i siyasal ve toplumsal hedeflerle Seyyid Kutub’un sosyolojik Selefizm’inin temelini oluşturdu. Kutub’daki Selefizm, fert boyutunda değil de toplumsal boyutta ön plana çıkmaktadır.

 


Pakistanlı İslamcı düşünür Ebul El Mevdudi’nin fikirlerinden etkilenen Seyyit Kutup, “Kuran bizim anayasamızdır” felsefesi ile şeriatı kurmak yanında Müslüman dünyasından emperyalizmi yok etmeyi hedefliyordu (17). Sadece cahiliye döneminden kurtulmak ve İslam dünyasını temizlemek için değil, yabancıları dünya yüzünden silmek için de cihat yapılmalı idi (18). Böylece Kutup, cihat hareketinin babası ve teorisyeni olarak ortaya çıktı ve onu Usame Bin Ladin gibiler takip etti. Ancak, Müslüman Kardeşler en azından açıkça anti-demokratik İslamcı devleti ve cihatı savunmadılar, bu radikal İslam’ın işi olarak görüldü (19). Arap dünyasında Müslüman Kardeşler’in rakibi liberaller, milliyetçiler ve solcular idi. Liberaller, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Avrupa’daki ulus-devlet sistemini savunan kesimlerdi ama 1948’de Filistin’in kaybı ve İsrail’in ortaya çıkışı onların rüzgârını söndürdü. Özgürlük, birlik ve sosyal adalet vaat eden milliyetçilik dönemini sona erdiren ise 1967’de ki İsrail yenilgisi oldu. Solculuğu bitiren gelişme ise 1979’da Sovyetlerin Afganistan işgalidir (20). Böylece İslamcılık ideolojisi Arap dünyasında rakipsiz kaldı ve El Banna’nın ikinci projeksiyonu için Seyid Kutup’un fikirlerini kullanan Abdullah Azzam silahlı cihat için gerekli pratiği oluşturdu. Usame Bin Ladin, Ayman El Zevahiri ve El Kaide; bu iki projeksiyonun kesiştiği yerde ölümcül bir ideolojik militarizm yaratırken, Müslüman Kardeşlerin İslamlaşma konseptini kullanıyor ama onun vasıta ve yöntemlerini kabul etmiyorlardı. Müslüman Kardeşler; sosyal, kültürel ve ideolojik radikalleşme için din ve siyaseti bütünleştiren topyekûn bir sistemi hedefleyen köktenci bir örgüt oldu. Ancak, Mısır’da İkinci Dünya Savaşı sonrası özellikle üniversitelerde verilen iyi eğitim Arap dünyasında Mısır’ın etkili bir yumuşak gücü olmuş, Arap milliyetçiliği, devlet sosyalizmi ve Mısır’ın laik nosyonu Arap dünyasının ağırlık merkezine oturmuştu. Bu dönemde Müslüman Kardeşler fikirlerini Kuzey Afrika’dan Güneybatı Asya’ya başka ülkelere ihraç ettiler. Suriye’de de Müslüman Kardeşler, Pan-Arap ve Pan-Suriyeli milliyetçilerin önüne çıkamadılar. Ancak, İslam enternasyonalizmi de diyebileceğimiz bir anlayışla yeni Arap milliyetçiliği, İslam ülkelerinde; Müslüman Kardeşler (İhvan), El-Kaide veya Hizbullah adı altında ve yan örgütlenmeleri ile kendini duyurmaya başladılar.
İslamcı ideolojinin gelişimi..

Müslüman toplumların tarihi ile ilgili iki türlü tarihsel okuma vardır; normatif ve empirik. Normatif okuma “a priori” nosyon ile, maksimalci olarak peygamberin Mekke’den Medine’ye göç ettiği 622’den 1924 yılına kadar tek bir halife altında küresel bir İslam ümmeti olduğunu kabul etmektedir. Halifeler, peygamberin adına İslam dünyasındaki otoritenin halefi idi. Ümmetin sapması, halifeliğin sona ermesi ile başlayıp 80 yıldır devam etmektedir. Normatif-minimalci görüşe göre ise halifelik statüsü dördüncü halife ile yani 661’de sona ermiştir ve bundan sonrası takip eden sapmalardır. Bunlardan birincisi 19. yüzyıldan beri daha öne çıkmış ve bugünü sapma olarak görmektedir. Empirik görüş ise İslam tarihini, hükümdarlar ve yönettikleri devletlere göre çeşitlilik ve ilişkileri bakımından açıklamaktadır. Hükümdar ve devlet ilişkisi; zorlayıcı güç, otorite sağlama, sadakat gibi yöntemlerle vergilendirme, askere alma gibi işler için dindarlık yolu ile istikrar sağlama işine yaramıştır. İslam tarihi içinde dört halifeden bu yana Abbasiler, Osmanlılar halifeliği babadan oğula bir hanedanlık zinciri içinde temsil etme anlayışı içinde olmuşlar, bu da bugünkü Ortadoğu’da devam eden monarşik hanedan yönetimlerinin köklerini oluşturmuştur. Arapça’da devlet ve hanedan (kabile, soy, aile) aynı anlama gelmiştir (21). Böylece İslamlaşma konsepti, İslamcı kalıpların devlet ve topluma uygulanmasında hanedan yönetimi (devletçi yönetim ile birlikte) ve dindarlık anlayışına odaklanmıştır. Buna meydan okuyan Müslüman Kardeşler, hanedan yönetimini henüz adını koyamadıkları bir sistem ile değiştirirken, yapacakları yeni dini ve militan düzenlemelerle total bir sistem yaratarak, kuracakları totaliter rejim ile İslam’ın gecikmiş misyonu olan küresel genişlemeye yeniden başlamayı hedeflemektedirler. Müslüman Kardeşler, gerek İslamlaşma ve “yeni Müslüman” nosyonu gerekse İslamcı program için kendine pivot rolü seçmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Batılı güçler, kabile reisleri ve Şeyh'lerle anlaşarak sömürge yönetimlerinde yer vermişler, bu kesimden gelenleri yöneticiler olarak yetiştirip, kendine bağımlı yönetimler oluşturmuşlardı. Sonrasında Batılı güçler cetvelle çizdikleri irili ufaklı Arap devletlerine görünürde bağımsızlık verip, yönetimi kendi yetiştirdiği Şeyh ve kabile reislerine bırakmışlardı. İkinci Dünya Savaşı sonunda Fransız ve İtalyanlar; Libya, Tunus ve Cezayir'i terk etmeyince ulusal direnmeler başlamış, bu direnmeler Arap milliyetçiliğini geliştiren bir ivme olmuştu. Arap milliyetçiliğinin gelişmesini kamçılayan diğer bir nokta ise; İsrail devletinin 1948'de kurulması ve yüzbinlerce Filistinliyi topraklarından sürmesi oldu. Böylece Arap milliyetçiliği anti-İsrailcilik temelinde gelişmeye başladı. Mısır'da Nasır hareketi, Suriye ve Irak'ta Baas hareketleri kendini gösterdi. Mısır'da Cemal Abdul Nasır önderliğindeki Nasırcı hareket ile Suriye ve Iraktaki Baas akımları, iktidarı askeri darbelerle ele geçirip Cumhuriyet adı altında diktatörlük yönetimlerini kurdular. Soğuk Savaş döneminde ABD, İslamcıları, çoğunlukla milliyetçi Arap yönetimlerini ve Sovyetlerin bölgedeki çıkarlarını zayıflatmanın silahı olarak görmüştü. İslami öğenin öne çıktığı ilk Arap milliyetçi hareketi Mısır'da başladı. İlk teorisyenleri olan Hasan El Benna ve Seyyit Kutup’un önderliğinde önce Arap milliyetçiliği İslami öğelerle yeniden farklı bir şekilde organize etmeye başladı. Gerek El Benna, gerekse Seyyit Kutup Nasır rejimi tarafından tehlikeli bulunup öldürülünce, Arap dünyasında efsane olmaya başladılar ve Müslüman Kardeşler (İhvan) örgütü ortaya çıktı. Mısır hapishaneleri Müslüman Kardeşler'in üyeleri ile dolmuştu. Suriye'de Hafız Esad; Humus şehrinde örgütlenen bu örgüte karşı katliam uygulayıp şehri yakıp yıkmıştı. Irakta ise Sünni olan Baasçılar, Şii Araplara hiç aman vermediler. İslamcı muhalefet pek çok ülkede darbelere karışmak, muhalifleri öldürmek ya da turist kaçırmak gibi eylemlerden sonra başarısızlığa uğradı (22).

1960'lardan itibaren Arap milliyetçiliğinin ana öğesi Filistin Sorunu idi. Arap milliyetçiliği; kendi iç dinamiklerine dayanıp, kendi ülke halklarının bağımsızlıklarını korumayı hedefliyordu. Ancak, yer altı ve yer üstü kaynaklarına hâkim olmak, toplumunu eğitip demokratik değerlerle geliştirmek, modern devlet kurumları oluşturmak yerine diktatörlük peşinde koştular. Arap ülkelerinde iktidarda bulunan şeyhler, krallar, emirlikler ve diktatörler arasında İslamcı akımlarla uyum içinde olanlar olmasına rağmen, çoğu kendileri için tehlikeli görünce zor kullanarak imha etmek istediler. Çünkü bu diktatörlerin elindeki Arap milliyetçiliği yerine ümmet anlayışı geldiğinde, iktidar olma gerekçelerinden en önemlisini kaybedeceklerdi. 1967’de Arap ordularının İsrail karşısında “Altı Gün Savaşı”ndaki hezimetinin arkasından, 1973’de Yom Kippur’da tam olmasa da bir zafer elde etmeleri ve arkasından petrol üretimini düşürerek ve fiyatlarını artırarak başlattıkları petrol ambargosu Arapların gururunu okşadı ve bunun Allah’ın kendilerine bir lütfu olduğunu düşündüler. Böylece İslamcılığın uyanması hız kazandı ve Mısır’dan başlayarak pek çok ülkede İslamcılar türemeye başladı (23). 1970'li yıllarda ABD, nüfuz alanlarındaki ülkelerde sol akımlara karşı İslamcı hareketlere arka çıkmaya başladı. ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi kapsamındaki uygulamaları, İslamcı örgütlerin hızla gelişmesine yaradı. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi, İslam dünyasında farklı bir tepki gördüğünden, İslamcı gruplar için bulunmaz bir fırsat oldu. Bir türlü kendilerini iç savaştan kurtaramayan Afganistan, Sudan ve Somali'de İslamcı gruplar devreye girip boşluğu doldurdular. Taliban hareketi ise Afganistan’ı tam bir cehenneme çevirmişti. 1970 ve 80’lerde Batılılar daha tehlikeli buldukları solcu/komünist ve ulusalcı güçlere karşı İslamcı gruplar kurdular ve desteklediler. Mısır’ı ABD’ye açan ve İsrail ile barış yapan Enver Sedat ise solcularla mücadele etmek için İslamcılar ile bir anlaşma yapmış ve hapishanedekileri serbest bırakmıştı. İslamcıların üniversiteleri ele geçirdiğini fark ettiğinde Sedat geç kalmış, ülkede 1975’lerden itibaren İslamcı ayaklanmalar başlamış ve sonunda 1990’larda suikasta kurban gitmişti. Mısır’daki radikal gruplar 1990’ların sonunda hükümetle yaptıkları anlaşma ile hapishanelerdeki üyelerinin bırakılması karşılığında şiddeti bırakacaklarını açıkladılar ama hedeflerinden hiç vazgeçmediler. 

Pakistan’ı kuran Muhammed İkbal, Muhammed Ali Cinnah gibi isimler Anayasa’da “Egemenliğin Allah’a ait olduğunu ve onun belirlediği sınırlar dâhilinde bu yetkinin Pakistan devleti tarafından kullanılacağını” kabul etmişlerdi. Pakistan’ın İslamcı generali Ziya Ül Hak, 1977’de seçimle işbaşına gelmiş solcu Ali Butto’ya karşı darbe yaptı ve 11 yıl iktidarda kaldı. Mevdudi’nin hayranı olan Ziya ül Hak, Cemaati İslam partisini kendi ideolojik ve siyasi vasıtası haline getirmiş, ABD ve Körfez ülkeleri ile de arası iyi idi. Ziya ül Hak, 1988’de öldürüldü ama İslamcılık Pakistan’a miras kaldı. 1970’lerin ortalarından başlayarak İslamcı ayaklanmaların arkasında Suudi Arabistan ve onun on milyarlarca dolar değerindeki petrol gelirleri vardı (24). Bu paralar en çok çocukların eğitim aldığı medreselere, kitap basımı, burslar, hocalar ve cami yapımlarına gitti. Bu paralar aynı zamanda İslam’ın Suudi versiyonunu öğretmek için gazetecilere ve akademisyenlere harcandı. Mısır’daki en eski İslam üniversitesi olan El Ezher’in etrafında uydu kampuslar kuruldu (25). Böylece İslam’ın Suudi versiyonu olan Vahabizm ile birlikte yabancılara, demokrasiye ve Şiilere düşmanlık dinin altın standardı haline getirildi. Afganistan’da destekledikleri Afganlı olmayan mücahitler ise ülkelerine döndüklerinde ideoloji, prestij ve tecrübe sahibi silahlı gruplar olarak El Kaide’nin temelini attılar (26). 1987’de kurulan Hamas’ın kökleri de 1970 ve 80’lerde El Fetih ve FKÖ’ne karşı Gazze’de İslamcı hareketler içinde desteklenen Ahmet Yasin gibi kişilere dayanmaktadır (27). Cezayir’de İslamcıların 1990’larda başlattığı ve 150 bin kişinin ölümüne neden olan iç savaş sonrası durum askerlerin duruma el koyması ile sakinleşti (28). El-Kaide kurucularının çoğu, Soğuk Savaş döneminde CIA tarafından Sovyetlere ve sol gruplara karşı yetiştirilenlerden oluşmuştu. Afganistan'da Talibanlar iktidara darbeyle el koyunca, El-Kaide oraya yerleşip terör eylemleri için kadrolarını eğitmeye başladı. 2000'li yıllara gelindiğinde militan İslamcı gruplar örgütlenmelerinde büyük bir ilerleme kaydetmişlerdi.

11 Eylül öncesinde Arap milliyetçiliği büyük ölçüde iflas etmiş olduğundan, Arap hükümdarlar, Saddam gibi laik-milliyetçiler bile kendilerini iktidarda tutmak için İslam’a sarılmışlardı. Saddam Hüseyin, 1992 yılında İslam seferberliği (al-Hamla al-I'lamiya) başlatmıştı. Suudi Arabistan ise Suriye ve Irak’taki Baas ve Mısır’daki Özgür Subaylar Hareketi gibi tehditlerden korunmak için Vahabizme sarılmıştı. Afgan savaşından beri iki tür İslamlaştırma olgusu ortaya çıktı; yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya. Yukarıdan aşağıya olan önce İslamcı devletin kurulması ve buna uygun kurumlar, toplum ve kişiler oluşturulmasını öngörmektedir. El Kaide’nin hedeflediği ve bugün IŞİD’in başardığı bu devlet aniden ve gerekli olan tüm vasıtalar kullanılarak başarılmalı idi. Aşağıdan yukarıdan olan ikinci yöntemde ise İslamcı toplum, kurumlar ve devlet için önce yeni “Müslüman adam” yaratılmalı idi. Müslüman Kardeşler’in modernleşme ve merkezcilik iddialarının temelinde bu vardı. Müslüman Kardeşler, 90 yıldır özellikle iki ülkede ideolojik olarak daha etkili oldu; Mısır ve Filistin (Hamas). Bununla beraber modern Arap kültürü üzerinde özellikle Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak, Libya ve diğer başka ülkelerdeki ideolojik etkileri de oldukça önemlidir. Bu kültürde laik liberaller, milliyetçiler ve solcular dinin siyasi hayattaki rolünü kabul etmezler. Müslüman Kardeşler kendilerini laikler ve radikal gruplar arasında “merkezci” bir rolde tanıtarak, siyasal İslam’ı iktidara taşımayı hedeflerler. Müslüman Kardeşler’in entelektüel ve kurumsal boyutta iddiaları hem İslam’ı ve şeriatı devlete hakim kılmak hem de sözde modern değerleri sisteme entegre etmektir. Böylece Batılıların gözünde hem radikal İslam’a karşı hem de modernizme karşı çıkmayan şirin bir müttefik rolü oynarlar. Hâlbuki onlar için katılımcı ve seçimlere dayalı sistem bir demokrasi karakteri değil, İslamlaştırma ve İslami devletin restorasyonu için sona giden bir vasıtadır (29).

İslamcıları nasıl sınıflandırmalıyız..
İslamcıların sınıflandırılması son yıllarda gittikçe daha çok kafa karıştıran bir uğraş olmaya devam ediyor. 2000’lerin başında Batı projesi olarak ortaya çıkan AKP’ler yani ılımlı İslam’dan sonra Arap hareketleri ve müteakiben IŞİD’in ortaya çıkışı İslamcılığı yeniden gözden geçirme ihtiyacı ortaya çıkardı. Graham Fuller’e göre; İslamcılar, geleneği savunan Selefiler ve Vahabiler gibi köktenciler ile reform ve değişimi savunan Müslüman Kardeşler merkezli hareketler arasında bölünmektedir (30). Ancak, Sünni Pan-İslamcılık 20. yüzyılın ikinci yarısında Pan-Arabizmin İslamlaşmasını savunan Müslüman Kardeşler’e rakip olarak İslami kurumlar yerine Şeriatı savunan ve Şii İslam’ı reddeden Selefi hareketin güçlenmesi ile radikal değişime uğradı (31). Bugün İslamcıların demokrasi aşkının iktidarı bir kez ele geçirebilmek ve bir daha bırakmamak için kullanılan bir yöntem olduğu ortaya çıktı. Siyasal İslam, hiçbir vizyonun tekelinde olmayan çok geniş bir yelpazeye sahiptir. İlk grupta, şiddet yanlısı olmayan Türkiye ve Fas’taki AKP var (32). Ilımlı ve reformcu İslamcılar demokratik süreç içinde çalışmayı kabul eden Tunus’taki El Nahda (Diriliş) Hareketi, Pakistan’daki Cemaati İslam gibi partiler ülkede güç kazanmak için darbeciler ile de işbirliği yapmışlardı (33). Lübnan’daki Hizbullah ve Filistin’deki Hamas ise demokratik ve siyasi hayata katılmanın yanında İsrail devletini ortadan kaldırmak için silahlı saldırılar da düzenlemektedirler. El Kaide ve Mısır’daki İslami Cihat, Afganistan’daki Taliban gibi gruplar için ise demokrasi bir küfür’dür. Bunlar, dini amaçlar için silah kullanan cihatçı gruplardır. Türkiye’deki AKP, İslamcı etiketini reddetmesine, çoğulculuğa müsaade edeceğini beyan etmesine rağmen pratikte tamamen İslamcı ve mezhepçi politikalar peşine düşmüş, otoriterlikte sınır taşımaz bir hızla ilerlemektedir. Tunus’taki El Nahda ise iki laik parti ile koalisyona girmek zorunda kalınca hevesi kursağında kaldı.

Siyasal İslam, seçmiş olduğu moderniteyi kendine entegre etmeyi kabul ederken, El Kaide ve Mısır’daki İslamcı Cihat gibi köktenciler moderniteyi tümden reddederek, eski İslam formuna dönmeyi hedeflerler. Selefiler, bir hadiste yer alan, Hz. Muhammed’in “benim neslim en iyi halktı, sonra gelen yeni nesil olacak” sözünden hareketle ilk üç nesli İslam’ın en iyi şekli için takip edilecek ‘selef’ olarak belirlemiştir. Selefiler, bazı genel uygulamaları şirk sayar, demokrasiye, laikliğe ve Şiiliğe karşıdır. Selefiler; katı kuralcı, siyasi ve cihatçı olmak üzere üç trende ayrılmaktadır. Bunlardan ilki eğitim ve misyonerlik ile tevhidi katılaştırma peşinde iken, ikincisi siyasi reformlarla şeriatı ve halifeliği yeniden kurmaya odaklanmakta, cihatçılar (Selefi cihatçılar veya Kutubçular) ise siyasi amaçlarına şiddet yolu ile ulaşmayı hedeflemektedirler. Katı kuralcı olan Selefi cihatçılar, İslam’ın düşmanı olarak kabul ettikleri herkesle savaşmayı İslamın emri olarak görürler (34). İslamcı yelpazenin ortasında Mısır’ın Müslüman Kardeşler’i gibi gruplar var. Yelpazenin sert bölümünde ise Suudi Arabistan’ın bağnaz Vahabi mezhebinden ilham alan ultra-muhafazakâr, radikal Selefiler var. Selefi cihatçılar dünyadaki 1.9 milyar Müslüman içinde %.05’den az (10 milyon daha az) bir oranı temsil etmektedir (35). Suudi Vahabizmi ise Selefizmden daha sıkı bir akım ve onun bir alt grubudur (36). Bütün Vahabiler Selefidir ancak tüm Selefiler, Vahabi değildir. Suudi hükümeti, 1975 yılından beri her yıl 2-3 milyar dolar bütçe ile tüm dünyada Selefi İslam’ı desteklemektedir (37). Bugün Mısır’da birkaç grup halinde 5-6 milyon Selefi bulunmaktadır (38). 20-30 milyonu Hindistan’da olmak üzere dünyada toplam 50 milyon civarında (Tunus; 10 bin, Fas; 17 bin; Ürdün; 7 bin, Fransa; 17 bin, Almanya; 5 bin) Selefi bulunmaktadır (39). Müslüman Kardeşler’in ise dünya genelinde 86 kolu var (40).
Selefizm ve Vahabizm arasında bir ayırım yapmak zor olmakla birlikte, arasındaki farklar orijinleri, tarihleri, düşmanları ve küçük de olsa önermelerindedir. Vahabiler; Selefilerin içinde özel bir oryantasyon, ultra-muhafazakar, Selefiliğin Suudi dalı olarak görülmektedir (41). Selefiler, Vahabilere kıyasla daha az zor kullanan ve ikna etmeye önem veren, İslamın siyasi ve ekonomik krizi ile ilgili daha bilinçli bir akım olarak ayırt edilmektedir. Vahabizmi doğuran, Muhammed ibn Abdül Vahab’ın 18. yüzyılda içinde yaşadığı koşullar ve aldığı eğitim kadar, Suud ailesi birlikte bir krallık kurma pragmatizmi idi. Böylece Vahabizm dini militarizmi bugüne getirdi ve Selefizm ile tüm dünyaya yaydı. Selefiliğin bir parçası olarak Vahabiler, Hazreti Muhammed ve dört halife Müslümanların yönetimi için model olarak alan, böylece peygamberin Sünnet ve Kur’anın söylemlerinde sapan bir anlayıştır. Vahabiler ve Selefiler genellikle melezdir. Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’ne göre “Selefiler” şu şekilde sınıflandırılabilir (42);

- İslam dininin bir bütün olduğuna, siyasetin de dinin ayrılmaz bir parçası olduğuna inanan “radikal” kesim ilk kategoridir. Mukaddes kitap ve metinler nihaidir, akıl ve yeniden açıklamaya ihtiyaç duymaz. Peygamber ve dört halife dönemi ile İslam mühürlenmiştir. El Kaide, bu kategoriye girer. Mutlakçıdır, inancı aklın üstünde tutar, kendilerini peygamberin mesajının koruyucusu olarak görür ve dışındakilere kutsal savaşı (cihat) haklı görür. El Kaide düşünürleri, Selefi-cihatçı şebeke içinde, Suudi-Vahabi dini yapıları içinden çıkar. 
- İkinci kategoride “vasat” olarak adlandırılan ve Kuran’ın modernleşmeye imkân verdiğini düşünen kesim bulunmaktadır. Modernite için aklı kullanma ve İslami metinleri yeniden açıklama eğiliminde olan bu kesim kendi içinde üçe ayrılır. İlk grupta modernleşme maskesi altında kendini Selefi-cihatçı ve El Kaide’den ayrı tutmak isteyen ama kalben radikal olanlar bulunmaktadır. İkinci grupta Arap rejimleri ile şiddete son vermek üzere çeşitli anlaşmalar yapıp, ideolojilerini gerçekleştirmek için başka vasıtaları seçenler gelir. Bunlar içinde Mısır ve Ürdün’deki Müslüman Kardeşler, göreceli olarak Irak’taki Dava Partisi ve İslami Devrim Yüksek Konseyi sayılabilir. İslam ve demokrasiyi birleştirerek Müslüman toplumun evrimi için dini ve siyasi modernleşmeyi benimseyen İslami-liberaller üçüncü gruptadır.
- Üçüncü kategorideki “uyanış” taraftarları, Batılı kültür yerine İslami kültürü getirerek, daha da açıkçası şeriatı getirerek İslam’ın uyanışa geçeceğini düşünen kesimdir. İslami-liberallerin aksine geleneksel İslam ideolojisini eleştirmekten çekinmezler ve Arap dünyasındaki dini kurumlar tarafından sık sık hedef alınırlar. Mısır’daki Muhammed Abduh’ün geliştirdiği bu akımın az sayıda takipçisi vardır.

Yukarıdaki gruplardan radikallerin dışında olanlar, diyalog ve uzlaşma yanlısı oldukları için ılımlı İslamcı olarak da görülür. Arap dünyasındaki bu Selefiler, liberal kesim içinde ayrıca şu şekilde tasnif edilir (43);

- Din ve devlet ayırımı isteyen, daha çok eski ve mevcut Marksist ve entelektüellerden oluşan “laikler”. Bunlar materyalistik olmakla suçlanırlar.

- Arap dünyasında içinde yaşayan çoğunlukla Hıristiyan olan azınlıklar; bunlar Batı kültürüne odaklı olduklarından siyasi ve ekonomik bağımsızlık peşindedir.

- Arap milliyetçiliğine inanan ve kendi ülkelerinin çıkarları peşinde olan “milliyetçiler”.

- Ülke rejimlerinin güvenliğini tehlikeye sokmadan siyasi ve ekonomik reform peşinde olan “laik reformcular”. Bunların reformlarının temelinde (İslami-liberallerin tersine) milliyetçi düşünceler yatmaktadır.

Suudiler, 1939 yılında Körfez bölgesinde petrolün bulunması ile birlikte elde ettikleri gelirleri resmi din kabul ettikleri Vahabizmin amaçları için okullara, camilere, gazetecilere, camilere harcamaya başladılar (44). Vahabi ulema; ülkede eğitim, hukuk, ahlak ve dini kurumlara hâkim konuma geldi. Önce 1979’daki Büyük Cami baskını, ardından ABD’nin ülkenin her yerini sarması ve 1991’deki Körfez Savaşı’nda ülkeye yerleşmesi, El Kaide’nin 11 Eylül saldırıları gibi gelişmeler Vahabilerin prestijine oldukça zarar verdi (45). Suudiler için Vahabiler, hanedanı iktidarda tutmak için halkın dini ve siyasi rahatsızlığını baskı altına alma aracı idi. Kurucusu Abdülvahab ile Suudi arasındaki ittifak 150 yıldır devam ediyor ancak Vahabiler, bugünkü Suudi Arabistan içinde hakim bir azınlığı temsil ediyor. Körfez bölgesindeki 5 milyondan az Vahabinin çoğu Katar, BAE ve Suudi Arabistan’da yaşıyor. Vahabiler, Şiileri ve kendilerinden olmayan Sünnileri din dışı görüyor ancak küresel terörün kaynağı olarak suçlanıyor (46). 20. yüzyılda Vahabi misyonerliği büyük ölçüde arttı. Dünyada dini misyonerliğin iki ana kaynağı ABD ve Suudi Arabistan’dır. İkisinin teknikleri, eğitim ve siyasete katılımı farklı yöntemler izlemektedir. Suudiler genellikle üniversitelerdeki fakültelerde dini propaganda yolu ile “dava” konusuna odaklanmakta ve taraftar kazanmak için dini metinler dağıtmaktadır (47). Suudiler bu eğitimi doğrudan desteklemektedir. Amerikalılar ise yardım ve kültür teşkilatları içinde doğrudan devlet desteği olmadan işlerini görürler. İronik olan iki tarafın da birbirini şeytan ve bozucu faaliyet olarak tanımlamasıdır. Amerikalı Evanjelikler, Avrupa Hıristiyanlığını beğenmez, dini bir uyanışa ihtiyaçları olduğunu düşünür. İslamcılar için kültürel kalpgah Arap çölü; düğüm noktaları ise misyonerliğin yöneltildiği İstanbul, Kahire, Tunus, Fez, Lahor ve Yeni Delhi’dir. İslamcıların arka bahçesinde Vahabilerin hüküm sürdüğü Afganistan ve Pakistan’ın kırsal kesimi varken, ABD’de bu işi üstlenen Evanjeliklerin odak noktasında İsrail olmakla birlikte, Latin Amerika’dan Güney Asya’ya küresel bir vizyon dahilinde gelişmektedirler.

2011 sonrası Ortadoğu ve İslamcılar..
1990’ların başında ABD’nin Irak’ı bahane ederek başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez’e gittikçe çöreklenmeye başlaması, Suudi monarşisinin zayıflığı ortaya çıkarmıştı. Artık Selefi dini kesim politikada söz sahibi olmak için reform istiyor ve bu uyanış (Sabwah) olarak adlandırılıyordu. Suudi monarşisi önce 1992’de Anayasa dâhilinde bu istekleri yatıştırmaya çalıştı, 1994’de ise bazılarını tutukladı. Monarşiye sadık olmayanlar Kutubcu ve İhvancı olarak suçlandı. 1990’larda Suudi rejimi Sabwah trendini ülkede baskı altına alırken; Mısır, Suriye ve Ürdün’de MK’leri sıkı kontrolünde tuttu. Bu esnada Ladin tehdidi belirgin hale geldi. Kutub’dan etkilenmiş olan Ladin, ABD ile ilişkileri nedeni ile yozlaşmış bulduğu Suudi rejimi ile ilişkileri koparmış ve hedef tahtasına koymuştu. Öte yandan 1979’dan 1989’a kadar Afganistan’da savaşlara katılan Suudi kökenliler cihat ideolojisi ile ülkelerine dönüyorlardı. Suudi yönetimi bunları MK’lerin diğer bir varyantı olarak görüyordu. Böylece 11 Eylül 2001’e gelindi ve saldırılar sonrası Suudiler, Selefizmin radikal versiyonu olan El Kaide hakkında hesap verme sıkıntısı yaşadılar. ABD, El Kaide için Suudileri sorumlu tutuyordu. 2003’e kadar cihatçı akımların ana hedefi haline gelen Suudi yönetimi, ulema ile bağlarını güçlendirmeye çalıştı. Verilen mesaj eğer El Kaide başarılı olursa Suudi devleti parçalanır ve Batılı güçleri müdahaleden kimse alıkoyamazdı. Ulema bu mesajı iyi anladı ve geleneksel Selefizm ile El Kaide ideolojisi arasında mesafe koymaya başladı. Kraliyet içindeki cihatçı hareket meşruiyetini süratle kaybetti. Bu esnada 2002’den itibaren Türkiye, Fas ve Pakistan gibi ülkelerde MK türevi İslamcı siyasi partiler yükselmeye başlamıştı. 2005’de yasaklı MK, Mısır parlamentosunda %25 sandalye kazandı. Aynı yıl Irak’taki MK de Sünnilerin parlamentodaki sandalyelerinin çoğunu kazanmıştı. Bunu MK ideolojisinin militan türevi olan Hamas’ın 2006’da Gazze’de seçimleri kazanması takip etti. Bahreyn’de Sünni monarşi Şii çoğunluğu yönetiyordu ama Suudi ve Bahreyn krallıkları Şiilere karşı hem Selefileri hem de MK’i desteklemek zorundaydı. Özetle, Suudiler, El Kaide ve MK’in arkasında olduğu İslamcı siyasi hareketler arasında kalmıştı. Bir yandan da ABD’nin Bush’u Arap ülkelerini demokratik reform yapmaya çağırıyordu ama Suudilere göre bu reformlar sadece MK’in işine yaracaktı. MK ideolojisi yasal hale gelirken, monarşi tehlikeye girecekti. Böylece 2011 yılına yani Arap hareketlerine gelindi. Suudilerin İslamcılığı çevreleme stratejisi bir kez daha yeni tehditlerle karşı karşıya idi.

2011’deki Arap hareketleri başladığında yaklaşık 50 yıldır Ortadoğu’da bastırılan Siyasal İslam ve onun ana çatısını oluşturan Müslüman Kardeşler Mısır’da rejim değişikliği için fırsat kolluyordu. 25 Ocak 2011’de internette halkı hükümete karşı ayaklanmaya davet eden çağrılar yayınlanmaya başladığında Müslüman Kardeşler bile halk hareketinin bu kadar büyüyeceğini tahmin etmemişlerdi. Hareket büyüdükçe durumu bir fırsat olarak gördüler. Başlangıçtaki hedefleri öncelikle rejim tarafından resmen tanınmak idi. Sonraki hedef ise parti olmak ve seçimlere katılmaktı. Batının tepkisinden korunmak için mümkün olduğu kadar düşük profil göstermeye çalıştılar. Özgürlük ve Adalet Partisi kurulurken tıpkı AKP gibi rejimle sorunlu olduğundan üyelerinin hepsini ortaya çıkarmak konusunda ihtiyatlı davranıyorlardı. Mısır seçimlerini kazanan İslamcı Blok içinde toplumun İslamlaştırılması için anlaştılar (48). Hazırladıkları hükümet programında şeriat’ın yasama’nın ana kaynağı olduğu vurgulanıyordu. Eski devlet başkanı Mübarek, Siyonistlerin ve Batının kuklası olarak tanımlanıyor, dış politika hedefi olarak Arap ve İslam Birliği ifade ediliyordu. Uzun vadeli hedeflerinden vazgeçmemekle birlikte Müslüman Kardeşler daha yumuşak adımlar seçiyor, önceliği asker ve polisin içine sızmaya veriyordu. Bunun amacı ise totaliter bir rejim oluşturmaktı (49). Teokratik ve mezhepçi bir hareket, açıkça demokrasiyi küçümseyerek, diktatörlük kurmak istiyordu. Altı aydan kısa bir süre içinde Mursi’nin ılımlı İslamcı gibi görünerek, despotizm peşinde olduğu tespit edildi (50). İlk önemli işareti Mübarek döneminden beri ülke güvenliğinden sorumlu ve MK ile çalışabilecek uysallığa sahip Muhammed Hüseyin Tantawi’nin görevden alınması oldu. Mursi, Anayasayı da değiştirmeye kalkınca şüpheler iyice arttı. Bunu yargıyı ele geçirme ve MK için dokunulmazlık yasası izledi. Mursi diktatörlüğe giden yolda gücünü devleti ele geçirerek geliştiriyordu. Aslında olanların Türkiye’dekilerden farkı yoktu. Sorun Mursi bu işleri ABD ile danışıklı yapmıyordu, CIA’ya bazı kapıların kapanması gibi rahatsız edici durumlar vardı. Özetle, Müslüman Kardeşler iktidara gelince Mısır’ın geleceğine karar verecek tek aktör olmadığını anlamakta gecikti. AKP gibi özel gündemi için devleti ele geçirmeden önce alaşağı edildi, daha doğrusu bunu yapacak zamanı bulamadı. Mısır’ın askerleri tehlikeyi görmüş ve müdahale etmekte tereddüt etmemişlerdi.

Suriye’de 1960’ların ortasında Müslüman Kardeşler’in düzenlediği kitlesel sivil hareketler Baas Partisi tarafından güç kullanılarak bastırılmıştı. 1982’de Hama’yı ele geçiren isyancılardan şehri geri almak için Hafız Esat, 20 bin kişiyi öldürdü. Müslüman Kardeşler, İslami bir devletten ziyade Suriye’de sivil demokratik rejim talebi ile örgütlenirken, bu İslamlaştırma için içeriği bilinmeyen, geçici bir taktik olarak görülüyordu. Bu belirsizliğin bir nedeni Suriye içindeki MK ile sürgündeki MK liderliği arasındaki vizyon farklılığı idi. Müslüman Kardeşler’in kaynağı Lübnan’da 1964 yılında resmi bir parti haline gelen Cemaati İslam örgütü idi. Lübnan Müslümanları İslamlaşmaya hazır değildi ama bu proje on yıllardır bekliyordu. Zayıf yapılanması nedeni ile Lübnan, aile (hanedan) yönetiminden devletçi yönetime geçmekte başarısız olmuştu. Suriye rejimi 1980’lerde Lübnan ve Suriye’deki İslamcı grupları önce baskı ile daha sonra reaktif metotlarla asimile etmişti. Lübnan’ın içindeki İkinci Cumhuriyet, Hafız El Esat tarafından kontrol ediliyordu ve iki ‘de facto’ devletten oluşuyordu. Birincisi resmi olmayan ve Hizbullah’a bırakılan idi. İkincisi ise Başbakan Refik Hariri’nin yönettiği ve Suriye’nin arkasında olduğu devletti. 2005 yılında Lübnan’da yaşanan Sedir Devrimi ile Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkması bir dönüm noktası oldu. 2005 yılında suikasta uğrayana kadar Hariri’nin hanedanlık yönetimi o zamana kadar İslamcı, Selefi ve cihatçı ideolojileri yani istenmeyen gelişmeleri önlemişti. Lübnan’dan çekilmesi ile Suriye, bu ülkedeki çatışma ve gelişmeleri özellikle güvenlik aygıtları ile izleme yeteneğini büyük ölçüde kaybetti. Bu dönemde Batıya açılma hevesi ile Libya ve Suriye’nin ülkelerinin kapılarını yabancı sivil örgütlere ve istihbarat servislerine açmaları birer ölüm öpücüğü idi. Böylece Libya’da kabile savaşları üzerinden bölünme senaryosu hazırlanıp uygulama sahasına geçirilirken, Suriye’deki iç savaş için ise ABD büyükelçisi Hama’da düğmeye bastı. Suriye için Truva atı olarak Türkiye’deki İslamcı iktidar CIA ile birlikte hazırlıklar yapmış, Suriye MK’ni iktidara taşıyacak örgütlenmeleri sağlamıştı (51). Arap Baharı ile birlikte Selefiler; Mısır, Tunus, Libya ve Suriye’de ayaklanmalara katıldılar.

Suudiler, MK’in bir süredir ülke içinde uyuyan hücreler kurduğunu izliyorlardı. Diğer yandan Arap ayaklanmalarının sonuçlarından korkan Suudiler, Mısır’daki 3 Temmuz 2013 darbesinden beri artık karşı devrim tarafında idiler (52). Mursi’nin İran ile açıkça yakınlaşması İran tehdidinin ilk defa Afrika’ya da uzanacağı anlamına geliyordu. Bir yıl önceye göre gittikçe daha etkin olmaya başlayan MK, Mısır’da en büyük parti olarak seçimi kazanırken Tunus ve Fas’ta büyük gelişmeler sağlamıştı. S. Arabistan’ın Suriye, Mısır, Ürdün ve Irak’ta İslamcıları sıkı kontrol altına alma stratejisi tehlikeye girmişti. Bu ülkelerin liderleri daha büyük ayaklanmaları önlemek için İslamcılara tavizler vermeye başlamıştı. Suriye’de bir araya getirilen Sünni militanlar içinde Türkiye’nin MK oyununu gören S. Arabistan birden tavrını değiştirdi. Türkiye’de Osmanlı’dan miras Sufi İslami kültür ile şekillenen liberal İslam anlayışı ve laik düzeni süratle MK’in muhafazakâr modeline dönüştürmeye çalışan Erdoğan, Suriye’de de MK modelini hedefliyordu. Suudi Arabistan önce eski taktiklere başvurdu ve Türkiye’nin Suriyeli MK’ine karşı Selefi blok kurmaya çalıştı. Ancak, Selefiler tuzağa düştü çünkü öncelikle MK ideolojisine karşı koyacak kadar tecrübeli değillerdi, çoğu cihatçılara katıldı. Cihatçıya dönüştürülmelerinde pek çok istihbarat teşkili devreye girdi ve kendi amaçları için devşirdikleri grupları saldırılarda kullanmaya başladılar. Suudi Arabistan kendi Selefi-cihatçılarını kullanarak Suriye rejimini devirmek ve İran ile bağlarını koparmak isteyebilirdi ama son on yılda ülkesi içinde Selefileri kontrol etmekte güçlük çektiğinden kendi rejimi için daha pahalıya mal olacağını düşündü. ABD ise bu süreçte kendi imali olan El Kaide ve IŞİD gibi terör örgütlerini perde ederek emperyalist amaçlarının peşinde; Suudi Arabistan monarşisi ile işbirliği yapıyor, Ortadoğu haritasını yeniden çizerken bölgedeki tüm güç merkezlerini ve ulus-devletleri ufalamayı hedefliyor. Obama Şubat 2015’de ABD’de yapılan terör zirvesinde ABD’nin Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Somali, Nijerya ve diğer ülkelerde askeri operasyonlarını artıracağı açıklamasını yaptı.

Ankara, Suriye’de Halep-Hama-Humus üzerinden Lübnan’a uzanma hayali içinde Özgür Suriye Ordusu’nun silahlandırıyordu. Halep ile mezhepçi kantonlaşma başlatıldı. Özgür Suriye Ordusu, stratejik ve taktik olarak ülkenin ticari düğüm noktası olan Halep’e motive edilmişti. Bu kalbin kaybedilmesi rejim destekçilerini de umutsuzluğa düşürecekti. Türkiye’nin kurduğu muhalif Suriye Ulusal Konseyi’nde yakın dostları Suriye MK’i hakimdi (53). Ancak, konseye Kürtlerinin katılmaması sınırlarına yakın bölgelerde Kürt bölgeleri oluşmasının habercisi oldu. Türkiye, Suriye politikası ile askeri stratejisini bir arada formüle edemedi. Ankara, yüzbinlerce insanın ölümüne neden olurken, ortaya çıkan tablo Türkiye için eskisinden çok daha kötü oldu. ABD ve Batılılar da Suriye’de Türkiye’nin İslamcı MK oyunu nedeni ile frene basmışlardı. Suudi Arabistan bu dönemde MK benzeri bir yapı kurarak İran’a karşı bir Sünni cephesi oluşturmayı düşündü. Ancak bunun zamanlaması yapılacak reformlar ile uyumlu olmalı idi. Reform yapıp-yapmama konusunda da kraliyet ailesi ikiye bölünmüştü. Sonuçta yeni konsept havada kaldı. Suudi Arabistan monarşisi gücünü paylaşmak ve bir İslamcı tehdide nasıl karşı koyacağı konusunda hala bir karara sahip değildir. Siyasal İslam’ın yükselişi ulema destekli Suudi yönetim modelini tehdit etmektedir. Çünkü Suudilere göre İslam ve parlamento seçimleri bir arada olamaz. MK’in başarıları Suudi modelinin modasının geçtiğini gösterdi ve gelenekselci olmayan Selefilerin artması gittikçe tehlike sinyali olmaya devam edecek. MK’nin amacı demokrasi üzerinden Suudi iktidarını yıkmak ve bir daha geri dönüşü olmayan yola sokmaktır. 7 Mart 2014’de Suudi Arabistan, sürpriz bir şekilde MK, El Kaide ve onun Yemen’deki uzantısını, IŞİD, El Nusra, S.Arabistan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husileri terör örgütü ilan etti. Ancak, Erdoğan Suudi Arabistan’ın yeni kralı ile MK’i barıştırmak, Suriye’deki oyuna geri döndürmek için yeni arayışlar peşindedir.

Ilımlı İslam, Müslüman dünyayı bölmek, Batı düşmanlığını yok etmek, radikal İslam’ı yalnızlaştırmak ve ezmek için uydurulmuştur (54). Amaç, “başkaldıran İslam”a karşı “bastırılmış İslam”ı yaratmaktı. Bu proje daha sonra ABD’li muhafazakârların (neo-con’lar) elinde Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’ne temel teşkil etti. Batı tarafından İslamcılar milliyetçilere göre her zaman daha iyi yönetilebilir olarak görülmüştür. Radikalleri fikri ve fiziksel olarak silahsızlandırma, İslam’a başvurmakla elde etmeye çalıştıkları meşruiyeti gayrimeşru kılabilme konusunda en donanımlı olanlar ılımlı İslamcılardı (55). İslami radikalizmin üstesinden gelinmesinde ancak yerel Müslümanlar ile çözüm bulunabilirdi. ABD, başlangıçta Mısır’da demokrasinin yani MK’nin iktidara taşınmasından memnundu. Ancak ABD liderleri Mısır’a yaptığı her ziyarette Mursi’nin devlet içinde sürekli değişime gittiğini ve demokrasi anlayışlarının farklı olduğunu sezdi. Son on yılda zamanın şansı olarak görülen ılımlı İslam ile MK İslamcılarının yüzü çok farklı idi. Arap hareketlerinde İslamcıların rolünün gülünç olduğu ve abartıldığı anlaşıldı. Ortadoğu politikasında liberal, laik, milliyetçi kesimler yenilmiş ya da marjinalize edilmişti. Üstelik İslamcılar açıkça Batı düşmanı idi. Arap demokratları desteklemek için iki şeye karar verildi (56); demokrat ya da ılımlı, MK dâhil İslamcıları destekliyor gibi görünmekten kurtulmak ve hükümetlere demokrasi için daha fazla baskı yaparak Arap demokratları desteklemek. Şimdi ABD için Mısır’daki modernleşme yanlısı Sisi daha çok sözü dinlenecek biri ve onun şu sözleri dikkatle not ediliyor; “İslam dünyası lime lime edilmekte, imha edilmekte ve avucumuzun içinde yok oluyor. İslam için hayal edilenler dünyanın geri kalanında kızgınlık, tehlike, ölüm ve yok olma kaynağı oluyor.” Öte yandan, ABD küresel terör ile mücadele adı altında kendi imal ettiği terör örgütleri, insansız hava araçları (drone), özel kuvvetleri ve CIA örtülü operasyonları ile uzun savaş stratejisini geriden liderlik ederek sürdürüyor. ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük hataları; sadece stratejik çıkarlarına odaklanarak yarattığı nefretin farkına varamaması, geçmişte destekledikleri otoriter rejimlerin İslamcılara yaptıkları baskıların onların daha da büyümesine neden olması, İran yanılgısı, ılımlı İslam fantezisi, girdiği savaşların daha fazla bölgeyi terörize etmesi oldu.

Selefi ve Vahabiler arasından çıkan El Kaide gibi Sünni militanlar, 1981-2006 arasında 700 terör saldırısında yaklaşık 7 bin kişiyi öldürdüler (57). 1980 yılında 64 terör örgütü içinde ancak iki tanesi dini kapsamlı kabul edilmişti. 1995’de ise 56 örgütün hemen hemen yarısı çoğunluğu İslami olmak üzere dini amaçlı olarak sınıflandırıldı (58). IŞİD ve El Kaide bir zamanlar resmen müttefik olmasına rağmen aynı örgütler değildir; ideoloji, retorik ve uzun vadeli hedefleri bakımından farklıdırlar. El Kaide, 1979 yılında Afganistan’ı Sovyetlerin işgaline karşı binlerce Müslüman militandan oluşturulan savaşçı kadrodan daha sonra ortaya çıkan şebeke sistemine dayalı bir terör örgütüdür. Amacı, Batı ve laik güçler ile küresel bir savaştır. IŞİD ise 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sonrası ABD güçleri ve Şii gruplar savaşan Sünni savaşçılar arasından çıktı. İlk adı Irak’taki El Kaide olan örgütün lideri olan Ebu Musa El Zerkavi, Ladin’e bağlılığını ilan etmişti. Usame Bin ladin, Vahabi değil, Seyit Kutub ideolojisinden geliyordu (59). IŞİD’in lideri Ebu Bakr el-Bağdadi ise El Kaide’den daha şiddet yanlısı olan Vahabizm ile ilişkili bulunmaktadır. IŞİD’in uygulamaları ve dağıttığı dini yayınlar Suudi Arabistan’daki okullardan gelmektedir. Zerkavi, 2006 yılında bir ABD hava saldırısında öldürülünce ve Sünni Kabileler ABD tarafından bu dönemde satın alınınca Irak’ta çatışmalar azaldı ve örgütün etkinliği azaldı. Ancak, ABD hapishanelerinden çıkanlar (bunlardan biri halen lideri olan Bağdadi idi) örgütü yeniden düzenledi, özellikle ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrası güçlendi. 2011 yılında örgüt, Suriye’de Esat rejimine karşı sivil savaşa katıldı, kaos ortamında toprak ele geçirdi, üsler kurdu, IŞİD’a dönüştü. Irak ve Suriye’den gelen savaşçılar yanında 80 ülkeden 15 bin kadar daha militan örgüte katıldı. IŞİD, geliştikçe El Kaide ile farklılıkları belirginleşmeye başladı. El Kaide, küresel olarak tüm Müslümanları seferber ederek Batıya ve laik yönetimlere karşı savaşırken, IŞİD, toprak ele geçirerek şeriat ile yönetilen Sünni İslami bir devlet kurdu ve halifelik ilan etti. El Kaide, bir terör örgütü olarak çeşitli şebekeleri ve yüzlerce üyesi ile sivillere saldırırken, toprak ele geçirmez ve askeri güçlerle doğrudan karşı karşıya gelmez.

IŞİD, terörist taktikler kullanmasına rağmen gerçek anlamda bir terörist örgüt değildir (60). IŞİD, yaklaşık 30-50 bin savaşçısı Irak ve Suriye’de ele geçirdiği topraklar üzerinde askeri harekâta devam ederek ulaşım yollarını ve şehirleri kontrol ediyor. IŞİD şu anda konvansiyonel bir ordu ile uydurma bir devlet kurmuş durumdadır. IŞİD askeri komutanlığının başında Bağdadi ve daha önce Saddam ordusunda general olarak çalışmış iki yardımcısının olduğu bir emirlik bulunmaktadır. İki yardımcısından Ebu Ali El Anbari Suriye’deki savaşı komuta ederken, Ebu Müslim El Türkmani ise Irak’taki harekâttan sorumludur. IŞİD bürokrasisi içinde 12 idari bölgedeki idareciler; finans, medya ve dini işleri yöneten konseyler vasıtası ile işlerini görmektedir (61). IŞİD, Suriye’deki petrolün %60’ını kontrol ediyor ve Irak’ta da 7 petrol bölgesini ele geçirdi. IŞİD, Türkiye ve Ürdün üzerinden petrolü illegal olarak satarak günde 1-3 milyon dolar kazanıyor. IŞİD’in diğer bir para kaynağı kaçırdığı rehinelerden aldığı fidyeler. IŞİD’ın da El Kaide gibi Amerikan ve İsrail yapımı olduğunu ve bugün onlar tarafından kendi çıkarları için vasıta olarak kullanıldığını unutmayalım. IŞİD, pratikte Ortadoğu’nun Birinci Dünya Savaşı sonrası çizilen haritasını değiştirmek için katalizör rolünü oynuyor. ABD, El Kaide’nin şu ana kadar lider kadrosunun %75’ini drone ve diğer teknolojik vasıtalar ile öldürürken, IŞİD’a karşı yok etme değil dizginleme stratejisi izliyor. IŞİD, El Kaide sonrası dönem tehdidi, Irak ve Suriye’deki çatışmalara katılan unsurların mutasyonundan ortaya çıktı. IŞİD’in Asya-Pasifik bölgesine yayılma potansiyeli bulunmaktadır. Asya-Pasifik’te dünyadaki Müslümanların yaklaşık %62’si yaşamakta, en fazla Müslüman’ın yaşadığı ülke ise 209 milyon nüfusunun %87.2 ile Endonezya’dır. Bu ülkedeki terörist örgüt olan “Cemaati İslam” 2000 yılından beri pek çok Batılı hedefe bombalı saldırılar düzenledi ve liderleri Ebu Bekir Beşir, IŞİD’a bağlılığını açıkladı. Suriye ve Irak’taki çatışmalardan Filipinler’e geri dönen Moro İslam Özgürlük Cephesi üyeleri de örgütü yeniden canlandırabilir. Diğer bir Müslüman ülke olan Malezya da radikal İslam için gerekli vasata sahiptir. Avustralya ve Japonya’dan Afganistan ve Pakistan’a eğitim almaya gidenler tespit edildi. Çin ise zaten Uygur bölgesindeki ayaklanmanın arkasındaki güçlerin Ortadoğu ile yakın trafiğinden şikâyetçidir. Yaratılan bu tehdit algılaması içinde ABD, ASEAN içinde ülkelere eğitim ve destek verme konusunda gene bilindik rolünü oynamaya hazırlanıyor (62). 

Sonuç

İslam farklılığı, çoğulculuğu, demokrasiyi ve kültürel birlikteliği kapsayan bir dindir. Bununla beraber İslamcı hareketler yüz yıldır üzücü, verimsiz ve şiddet sicili olan sonuçlar verdiler. Dindarlık ve demokratik siyaset birbirine zıt değildir ama İslamcılar çok iddialı ve ihtiraslı söylemlerle ortaya çıkıp, rasyonel olmayan yani arkasında yeterli bir ekonomi ve enstrüman bulunmayan militan ya da sinsi yöntemlerle İslam dünyasına içeride ve dışarıda travmalar yaşatmaya devam ediyor. Öte yandan tüm İslam dünyası için seferberlik ilan eden El-Kaide, IŞİD ve benzeri örgütler, şimdiye kadar ne Suudi Arabistan’da ne de Körfez ülkelerinde bir eylem yapmadılar. Hâlbuki kutsal yerler Suudi Arabistan’ı yöneten Vahabi mezhebinin elinde ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta ve Batıya hizmet etmektedirler. Bu kral, şeyh ve emirlikler maddi destek sunmasalar El-Kaide de bu kadar organize olamazdı. Öte yandan, Sudan ve Darfur halkı Arap olmayıp, Afrikalı siyah olduğundan, Arap kültürü ve dilinin hegemonyasını kabul etmediklerinden katliama uğramaktadırlar. Hiçbir Arap ülkesi ve İslam camiası Sudan’a yapılanları şimdiye kadar kınamamıştır. Bugün İslam dünyasında herkes radikal İslam dediğimiz, İslam dünyasını halifelik altında yeniden birleştirmeyi hedefleyen silahlı terör örgütlerine odaklanmış durumda. Diğer projeksiyon içinde Arap ülkelerinde Selefi ve Müslüman Kardeşler oyunu Batının demokrasi getirme tehdidi üzerinden oynanmaya devam ediyor. Radikal İslam’dan daha tehlikeli olan Batının ılımlı İslam diye kurguladığı ve laik devletleri ele geçirmeye başlayan İslamcı siyasi partiler ve hareketlerdir. Bunlar bugüne kadar sağlanabilmiş tüm modernist ve laik gelişmeleri tersine çevirdiler. Modern olan her şey; kıyafetlerimiz, yaşam tarzımız, kültürümüz geriye gidiyor, düşünce ve davranış biçimlerimiz değişmeye zorlanıyor. Üstelik İslamcı partiler ipotek altına aldıkları seçim sistemi ile bir daha gitmemek üzere ve rejimi toptan değiştirerek, uzun vadeli ihtirasları için iktidarlarını gittikçe otoriter hale getiriyorlar. Demokrasinin içine sinsice şeriat uygulamalarını, şiddet kullanmayı, devletin tüm organlarını ele geçirmeyi, sadaka ekonomisini, cihatçı bir nesil hedefleyen eğitim sistemini, kara para işlerini yerleştiriyorlar. Ne demek istiyoruz, bu ayrı bir makalenin konusu olsun. Önümüzdeki hafta Türkiye’de İslam ve İslamcılık ile İslam’ın sorunlarını nasıl aşabileceği konusuna odaklanacağız..

Doç. Dr. Sait Yılmaz
ulusalkanal.com.tr
@DocDrSaitYilmaz

Kaynakça
(1) Daniel Benjamin and Steven Simon: The Age of Sacred Terror, Random House, (2002), p.172-173.
(2) Muhammed Iqbal: The Reconstruction of Religious Thought in İslam, Kitab Bhavan Publisher, (2000).
(3) Sheri Berman: Islamism, Revolution, and Civil Society, Perspectives on Politics 1 (2), (2003), p.258.
(4) Dyan Byers: AP Stylebook Revises ‘Islamist’ Use, Politico.Com, (Giriş: 01 Mayıs 2005).
(5) Abid Uallah Jan: Wikipedia: Good Intentions, Horrible Consequences, Al-Jazeerah, (February 27, 2006).
(6) Dale C. Eikmeier: Qutbism: An Ideology of Islamic-Fascism, From Parameters, Spring 2007, p.85-98.
(7) Olivier Roy, Carol Volk: The Failure of Political Islam, Harvard University Press, (1996), p.24.
(8) François Burgat: Islamic Movement in North Afriica, University of Texas Press, (1997), p.39-41.
(9) Charles Krauthammer: The Islamist Ascendancy, Washington Post, (July 12, 2012).
(10) Stratfor: Saudi Arabia and the Muslim Brotherhood: Unexpected Adversaries, (March 5, 2012).
(11) Melanie Phillips: Liberalism v Islamism, Presentation at Neo conference, Stockholm, Sweden, (11 May 2007). http://www.amnation.com/vfr/archives/007853.html
(12) The New York Times: Islamists Win 70% of Seats in the Egyptian Parliament, (Jan 21, 2012).
(13) Şahin Filiz: Siyaset-Tarikat Gölgesinde Din ve Kadın, Ayyıldız Yayınları Aydınlık Toplum Kitapları, (İstanbul, 2008), s.145.
(14) Fred Halliday: The Left and the Jihad, Open Democracy, (April 6, 2011).
(15) Hatice Kınık: Teolojik Selefizmden Sosyolojik Selefizme Dönüşüm Muhammed b. Abdilvehhab ve Seyyid Kutub Örneği, Selçuk Üniversitesi, SBE (Basılmamış YLT), (Konya, 2005), s.129-130.
(16) Graham Fuller: İslamsız Dünya, Profil Yayınları, Çev. Hasan Kaya, (İstanbul, 2010), s.140.
(17) Andrea Mura: A Genealogical Inquiry into Early Islamism: The Discourse of Hasan al-Banna, Journal of Political Ideologies, 17 (1), (2000), p.61–85.
(18) Andrea Mura: The Inclusive Dynamics of Islamic Universalism: From the Vantage Point of Sayyid Qutb’s Critical Philosophy, Comparative Philosophy, 5 (1), (2014), p.29–54.
(19) Robert S. Leiken, Steven Brooke: Moderate Muslim Brotherhood, Foreign Affairs, March/April 2007.
(20) Hassan Mneimneh: The Islamization of Arab Culture, Current Trends in İslamist İdeology Vol.6, Hudson Institute, (March 18, 2008).
(21) Hisham Sharabi: Neopatriarchy: A Theory of Distorted Change in Arab Society, Oxford University Press, (Oxford and New York, 1988).
(22) Ingmar Karlsson: Din, Terör ve Hoşgörü, Homer Kitabevi, Çev. T.Kayaoğlu, (İstanbul, 2005), s.99-100.

(24) Gilles Kepel: Jihad: on the Trail of Political Islam, Belknap Press of Harvard University Press, (2002), p.69-75
(25) Murphy: ibid, (2002) p.32.
(26) Peter Bergen, Alec Reynolds: Blowback Revisited, Foreign Affairs, (Nov–Dec 2005).
(27) Robert Dreyfuss: How Israel and the United States Helped to Bolster Hamas, Democracynow.org. (26 January 2006).
(28) Ahmet Charai, Joseph Braude: The Islamist Bloc, Foreign Policy, (Nov 4, 2011).
(29) Hassan Mneimneh: The Islamization of Arab Culture, Current Trends in İslamist İdeology Vol.6, Hudson Institute, (March 18, 2008).
(30) Graham Fuller: The Future of Political Islam, Foreign Affairs, (March-April 2002), p.194-5
(31) Olivier Roy: The Politics of Chaos in the Middle East, Columbia University Press, (2008), p.92-3
(32) Robin Wright: The Islamist Are Coming, Foreign Policy, (Nov 7, 2011).
(33) Roy, Volk: ibid, (1996), p.24.
(34) Abdul-Haqq Baker: Extremists in Our Midst: Confronting Terror, Palgrave Macmillan, (2011).
(35) Bruce Livesey: The Salafist Movement, Frontline, (Jan 25, 2005). http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/shows/front/special/sala.html
(36) Caryle Murphy: For Conservative Muslims, Goal of Isolation a Challenge, Washington Post, (September 5, 2006).
(37) Paul Vallely: Wahhabism: A Deadly Scripturel, The Independent, (Nov 1, 2007).
(38) The Week: What is Salafism and Should We be Worried? (Jan 19, 2015), http://www.theweek.co.uk/world-news/6073/what-is-salafism-and-should-we-be-worried-by-it
(39) Patrick M. Cronin: Global Strategic Assessment 2009: America's Security Role in a Changing World, United States Dept. of Defense, (Oct 5, 2009), p.138.
(40) Robin Wright: The Islamist Are Coming, Foreign Policy, (Nov 7, 2011).
(41) John L. Esposito: What Everyone Need to Knıow About Islam, Oxford University Press, (2002), p.54.
(42) Robert G. Rabil: Salafists vs. Liberals: The Struggle for Islam, National Interest, (January 27, 2005).
(43) Rabil: ibid, (2005).
(44) Kepel: ibid, (2002), p.61–62.
(45) David Commins: The Wahhabi Mission and Saudi Arabia, I.B.Tauris. (2009), p. 156.
(46) Christopher M. Blanchard: The Islamic Traditions of Wahhabism and Salaffiya, Congressional Research Service, (Jan 24, 2008).
(47) Richard W. Bulliet: The Fundamentalists, National Interest, (February 23, 2011).
(48) Jonathan Brown: Salafis and Sufis in Egypt, Carnegie Paper, (December 2011).
(49) Samuel Tadros: Egypt's Muslim Brotherhood After the Revolution, Current Trends in İslamist Ideology, Volume 12, Hudson Institute, (October 18, 2011).
(50) Jonah Golberg: Egypt’s ‘Moderate’ Despot, National Review, (November 28, 2012).
(51) Sait Yılmaz: Akıllı Güç, Kum Saati Yayınları, (İstanbul, 2012), s.124-28.
(52) Hamza Mustafa: Saudi Arabia, Muslim Brotherhood from Alliance to Hostility, Zaman Al Wasl, (Oct 24, 2014).
(53) Robert G. Rabil: The Battle for Aleppo, National Interest, (August 14, 2012).
(54) Merdan Yanardağ: Kuşatılan Türkiye, Gülen Hareketinin Perde Arkası, Destek Yayınları, (İstanbul, 2010), s.128.
(55) Fuller: ibid, (2010), s.318.
(56) Elliott Abrams: Obama Abandons Arab Moderates, Middle Eastern Studies at the Council on Foreign Relations, (November 27, 2012).
(57) Thomas F. Lynch III: Sunni and Shi’a Terrorism Differences that Matter, Combating Terrorism Center at West Point, (2008), p.24-40.
(58) John Moore: The Evolution of Islamic Terrorism, Frontline, http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/shows/target/etc/modern.html
(59) Karen Armstrong: The Label of Catholic Terror Was Never Used About the IRA, Guardian, (July 10, 2005).
(60) Cronin: ibid, (2015).
(61) Audrey Kurth Cronin: ISIS Is Not a Terrorist Group, Foreign Affairs, March/April 2015.
(62) Hannan Suh: The Islamic State's Dangerous Influence in Asia, Asia-Pacific Security Program at the Center for a New American Security (CNAS), (August 29, 2014).

Hiç yorum yok: